Anı Yakalayın: Lenin’in Mirası

Solcular sarsıcı bir deneyim yaşamaktalar. İçinde bulunduğumuz zamanda ilericiler için tüm siyasal programlarını yeniden tasarlamak bir mecburiyet haline geldi. Fakat unutulan bir nokta var ki Leninizm de tam olarak böyle bir ortamda doğmuştu. 1914 sonbaharında, Sırbistan dışındaki tüm Avrupalı sosyal demokrat partilerin “vatansever” yolu yani savaşı seçmesinin ardından Lenin’in yaşadığı şoku düşünün. Savaşın tüm Avrupa kıtasını ikiye böldüğü bir zamanda, tarafsız kalmak Lenin için zor bir tercihti. Bu dönemde Freud da dâhil olmak üzere, kendince özgür düşünceli kaç entelektüelin kısa bir süreliğine olsa bile milliyetçiliğin büyüsüne kapıldığını da hatırlamak gerek.

1914 senesinde, tüm dünya yıkılırken, onunla beraber yıkılanlar arasında tarihsel ilerlemeye dair burjuva inancı ve bu inanca eşlik eden sosyalist hareket de vardı. Fakat Lenin’in (Ne Yapmalı? kitabını yazan haliyle) bu yıkım karşısında dehşete kapılarak verdiği tepkiler arasında ne daha önce uyarmış olmanın verdiği tatmin ne de “ben size demiştim” deme arzusu vardı. Bu kıyamet hali, Leninizmi ortaya çıkaran temel gelişmeyi mümkün kıldı. İkinci Enternasyonal’in evrimci tarihselciliği aşıldı. Leninist “ütopyanın” çekirdeği olan burjuva devletini yıkmaya dair radikal tutku ile ordusu, polisi, bürokrasisi olmayan, herkesin yönetime katıldığı yeni bir komünal toplum inşa etme fikrinin temelleri, 1914 yılının küllerinden doğdu. Bu fikir uzak bir gelecek için tasarlanmış teorik bir proje değildi. 1917 yılının Ekim ayında Lenin: “20 milyon olmasa bile 10 milyon insanı kapsayacak bir devlet aygıtı kurabiliriz.” demekteydi. Dikkat etmemiz gereken nokta bu ütopyanın içerdiği “delilik”ti (Kierkegaardcı anlamda). Bu anlamda Stalinizm ise bir tür sağduyuya dönüş demektir. Devlet ve Devrim’in patlayıcı gücünü yeterince vurgulamak mümkün değil. Neil Harding’in Leninizm(1996) kitabında yazdığı gibi bu kitabın sayfalarında “Batı’daki siyaset geleneğinin dili ve işleyişi tümden ekarte edilmiştir”.

Takip eden süreçte Lenin’in halini tanımlamak için, Althusser’in Macchiavelli üzerine yazdıklarından bir tabir ödünç alarak, la solitude de Lenin [Lenin’in yalnızlığı] diyebiliriz. Bu dönemde Lenin tek başına, kendi partisi içindeki akımlara karşı durmuştur. 1917 tarihli Nisan Tezleri’nde, devrim yapmak için bir fırsat gördüğünü söylediğinde, partili arkadaşlarının büyük bir çoğunluğu ya kendisini görmezden gelmiş ya da fikirlerini küçümsemiştir. Önemli Bolşevik liderlerden hiçbiri bu devrim çağrısını desteklememiş, Pravda’nın yayın kurulu ise kendilerini ve partiyi Lenin’in tezlerinden uzaklaştırmaya girişmiştir. Bogdanov, Nisan Tezleri’ni “deli bir adamın hezeyanları” olarak nitelemiş, Nadezhda Krupskaya ise “ Sanırım Lenin delirdi” demiştir.

Lenin’in bireysel müdahalesi ne kadar önemli olsa da Ekim Devrimi’ni yalnız bir dehanın ürünü olarak gören bir mite dönüştürmemeliyiz. Lenin’in çağrısı başarılı oldu çünkü parti yönetimi onu anlamamış olsa bile fikirleri devrimci mikro politika düzeyinde karşılık bulmuştu. Rusya’nın büyük şehirlerinde “meşru” hükümetin otoritesine aldırmadan işleri kendi eline alan yerel komiteler kuruldu.

1917 baharında Lenin duruma dair çelişkilerin farkındaydı. Şubat Devrimi, Çarlık rejimini devirmişti. Rusya tahmin edilemez ölçülerdeki kitle örgütlenmelerine ilaveten hâkim olan basın ve örgütlenme özgürlüğü sayesinde Avrupa’daki en demokratik ülke haline gelmişti. Fakat bu özgürlük her şeyi daha da belirsiz yapmaktaydı. Şubat ve Ekim Devrimleri arasında geçen sürede Lenin’in yazdıklarına hâkim olan ortak bir tema varsa bu da siyasal mücadele ile bu mücadelenin önüne koyduğu hedefler arasında var olan yarıktı. Hemen barışın ilan edilmesi, toprağın yeniden bölüştürülmesi ve tabii ki “tüm yetki ve iktidarın Sovyetlere” verilmesi olarak ifade edilen, varolan iktidar aygıtının dağıtılması ve yerine komün benzeri toplumsal yönetim birimlerinin kurulması gibi hedefler ile özgürlüğün imgesel bir patlaması ve “her şeyin mümkün” olarak gözüktüğü görkemli bir evrensel dayanışma anı olarak devrim arasında bir boşluk vardı. Bu boşluğun doldurulması ve devrimci patlama anının toplumun dokusunda kalıcı izler bırakması ancak ve ancak toplumsal yeniden kurulum için yapılacak sıkı çalışmaya bağlıydı.

Bu boşluk – bize Fransız Devrimi’nde 1789 ve 1793 arasındaki zamanı hatırlatır – Lenin’in özgün müdahalesinin alanıdır. Devrimci materyalizmin temel hissesi şudur: devrim iki kere vurmalıdır. Bu, ilk darbenin devrim formunda olacağı ve sonrasında içeriğin ikinci darbe ile doldurulacağı anlamına gelmez. Tam tersi doğrudur. İlk darbe, özgürlük ve adaletin var olan hükümet araçları ve eski demokratik mekanizmalar kullanılarak getirilebileceğine dair eski fikirleri taşır. “İyi” bir partinin özgür seçimleri kazanıp, sosyalist dönüşümü “yasal” olarak gerçekleştirebileceğini sanır. (Bu yanılgının en somut örneklerinden biri Karl Kautsky’nin 1920’lerde yazdığı tezlerinde kapitalizmden sosyalizme geçişin ilk aşamasının burjuva ve sosyalist partiler arasında mecliste yapılacak bir koalisyon ile olacağını söylemesidir.) Tereddüde düşenler ve eski fikirleri alt üst etmeye dair ikinci adımı atmaya çekinenler, (Robespierre’in deyişiyle) “devrimsiz devrim” isteyenlerdir.

Lenin, 1917 yılında yazılarındaki en iğneleyici ironiyi devrim için bir tür garanti arayanlara saklamıştır. Bu garanti arayışı bir tür somutlaştırılmış toplumsal gereklilik (“sosyalist devrim için daha çok erken, işçi sınıfı yeterince olgunlaşmadı”) ya da bir tür normatif demokratik meşruiyet (“toplumun çoğunluğu bizim tarafımızda değil bu nedenle devrim demokratik olmayacaktır”) arayışı şeklinde olabilir. Sanki devrimci öznenin, devlet iktidarının ele geçirme riskini almadan önce Öteki’nin bir temsilcisinin iznini alması gerekiyor gibidir. Jacques Lacan için olduğu gibi Lenin için de devrim, kendi kendini meşru kılacak olandır. İktidarı vaktinden önce almaya dair ihtiyat ya da bir garanti arayışı, boşluktan önce duyulan korkunun ifadesidir. Lenin’in “oportünizm” diye ifşa ettiği budur. Korkunun sözüm ona nesnel olgular, kurallar ya da değerler arkasına saklanmasıdır. Mücadele etmenin yolu ise olanı biteni apaçık dile getirmektir: “Peki o halde ne yapmalı? Olanı olduğu gibi söylemeliyiz. Merkez Komitemiz’de bir eğilim, bir fikir olduğu gerçeğini…”

Peki Lenin Bolşevik iktidarın sınırlılıklarının farkına vardığında ne oldu? Bu noktada Lenin ile Stalin arasında bir karşıtlığı ortaya koymalıyız. Lenin’in Devlet ve Devrim’de tarif ettiği ütopyadan vazgeçtiği geç dönem yazılarında, Bolşevikler için makul derecede “gerçekçi” bir projenin hatlarını çizer. Rus kitlelerin ekonomik az gelişmişliği ve kültürel geri kalmışlığı dikkate alındığında, Rusya’nın “doğrudan sosyalizme geçişi” mümkün değildir. Sovyet iktidarının yapabildiği “devlet kapitalizminin” makul politikaları ile köylü kitlelerin kültürel eğitimini birleştirmektir. Her şey ortadadır: “Sıradan bir gelişmiş Batı Avrupa ülkesi standartlarına ulaşmamız için yapmamız gereken ne kadar çok şey var… Hala kurtulamadığımız Yarı-Asyalı cehaletini akılda tutmamız gerek”. Lenin sürekli olarak “komünizmin doğrudan kuruluşu” konusunda uyarılar yapar; “hiç bir koşulda komünist fikirleri kırsalda doğrudan uygulamaya kalkmamalıyız. Kırsal kesimlerde komünizmin maddi koşulları olmadığından, bu komünizm için zararlı ve hatta söylemek gerekirse ölümcül olacaktır.” Tekrar tekrar belirttir ki: “En zararlı şey acele etmektir”. Lenin’in “kültürel devrim” konusundaki ısrarına karşın, Stalin ise Lenin karşıtı bir fikir olan “ tek ülkede sosyalizmi” seçmiştir.

Bu durum Lenin’in, Menşevikler’in Bolşevik ütopyacılığına dair eleştirisi ile devrimin belirli bir hat izlemesi gerektiğine ve ancak maddi koşullar olgunlaştığında ortaya çıkacağına dair fikirlerini kabul ettiği anlamına gelmez. Lenin, 1920’lerin başlarındaki yazılarında Bolşevikler’in yapması gerekenin ilerici bir burjuva rejiminin sorumluluklarını (herkese eğitim hizmeti vermek gibi) yerine getirmek olduğunun farkındadır. Fakat bu hizmetleri sunacak öznenin proleter devrimci bir özne olması durumu temelinden değiştirmektedir. Bu düzenlemeler öyle bir şekilde tasarlanacaktır ki sahip oldukları burjuva ideolojisi kalıplarından kurtulacaklardır. Örneğin eğitim artık gizliden gizliye burjuva sınıfının çıkarlarını teşvik etmek yerine gerçekten halka hizmet edecektir. Hakiki diyalektik paradoks şudur ki Rusya’daki durumun umutsuzluğu (proleter iktidarı medenileşmeye dair burjuva metotlar izleme zorunda bırakan geri kalmışlık) bir avantaja dönüşebilir: “ Peki, ya işçi ve köylüleri on kat daha fazla çalışmak zorunda bırakan bu umutsuz koşullar, aynı zamanda bize uygarlığın temel gereklerini Batı Avrupa ülkelerinden farklı bir şekilde yaratma imkânı veriyorsa?”

Demek ki devrime dair iki uzlaşmaz modele sahibiz. İlki, tarihsel evrimin gerekliliklerine göre devrimin “uygun zamanda” patlayacağı son kriz anını beklemeyi önerirken, diğeri devrimin “uygun zamanının” olmadığını ve fırsat oluştuğunda bu fırsatın kullanılması gerektiğini söyler. Lenin, 1917 Rusya’sındaki gibi olağanüstü koşulların kuralı değiştirmek için bir fırsat sunduğu konusunda ısrarcıdır. Ben bu inancın günümüzde her zaman olduğunda daha fazla ikna edici olduğuna inanıyorum. Bugün, devlet ve siyasal özneler dâhil olmak üzere devlet araçlarının, önem taşıyan konularda giderek daha az yeterli hale gelmesi söz konusudur. 1917 Rusya’sının problemlerinin (barış, toprağın bölüşümü vs.), meclis içinde çözüleceğine dair yanılsama ile bugün yaşadığımız ekolojik tehdidin piyasa mantığı içinde ( kirlilik yaratanların verdikleri zarar için ücret ödemesi) çözüleceğine dair yanılsama aynıdır.

Peki tüm bunların ardından Hélène Carrère d’Encausse’ün yeni çalışması ne anlama gelir? Bu çalışmanın temel tezi, komünizm döneminin bittiği ve Lenin’in sahici katkısının ne olduğu konusunda nesnel bir değerlendirme yapmanın vakti geldiğidir. Bu sınırlar içinde çalışmada Lenin’e hakkı teslim edilmeye çalışılır. Carrère d’Encausse, Stalinci devlet aygıtının Yeni Ekonomi Politikası (NEP) ile verilen tavizden doğduğu konusunda açıktır. Eğer devlet biraz geri çekilip piyasa ve özel mülkiyet gibi şeyler için alan açacaksa, doğacak olan yeni sınıfların devrimi tehdit etmemesi için toplum üzerinde daha fazla kontrol gerekli olur. Kapitalist bir altyapı, sosyalist siyasal ve ideolojik üst yapı tarafından dengelenmelidir.

Carrère d’Encausse aynı zamanda Lenin’in halefi olmak için yapılan mücadelede Troçki, Buharin ve diğerlerinin, Stalin’in yeni idari rolü olan genel sekreterliği hor gördüğünü, bunu sadece idari bir iş olarak algıladıklarını ve bu rol ile beraber gelen iktidarı fark etmediklerini söyler. 1922 senesinde Lenin, Pravda Gazetesine Stalin’in otoriterliğini eleştiren “Daha Az Daha İyi, Ama Mutlaka Daha İyi” makalesini gönderdiğinde, gazetenin editörü olan Buharin yazıyı yayınlamak için bir neden görmemiştir. Hatta Politbüro’nun bir üyesi makalenin basılı olduğu tek bir gazete nüshası basmayı ve o nüshayı Lenin’e göndermeyi önermiştir.

Carrère d’Encausse, ulusal sorun konusunda Lenin’in büyük ülke milliyetçiliğine koşulsuz olarak karşı çıktığını ve kontrolün kimde olduğuna bakmaksızın küçük milletlerin egemenlik hakkını savunduğunu yazar. Lenin, Rusya’nın içinde baskılanmış küçük milletleri gözeten bir politikayı savunur. Bu yaklaşım bugün her zamankinden daha fazla yankı uyandırıcıdır. Avrupa’da, Amerikan karşıtlığının “büyük” ülkelerde daha görünür olması bir sürpriz değildir. Küreselleşmenin ulus devletin egemenliğini yok edeceğinden şikâyet edilir. Fakat burada söz konusu olan ulus devletler Birleşik Krallık, Almanya, Fransa’dır ki, bu ülkeler yeni oluşan küresel imparatorluğa tam olarak dâhil olduklarında Avusturya, Belçika, Lüksemburg gibi bir seviyeye düşmekten korkarlar. Fransa’da hem solcular hem de sağcı milliyetçiler tarafından dile getirilen Amerikan karşıtlığı sonuç olarak Fransa’nın Avrupa’da kaybettiği hegemonyayı kabul etmeye direnmesinin ifadesidir.

Küçük ve büyük ulus devletlerin aynı seviyeye gelmesi küreselleşmenin yararlı etkileri arasında sayılmalıdır. Mesela, komünizm sonrası ortaya çıkan Doğu Avrupalı devletler için Batı’da gösterilen küçümseme yaralı bir narsisizmi ele verir. İlginç bir şekilde aynı mantık eski Yugoslavya’da da görülmekteydi. Sadece Sırplar değil pek çok Batılı güç de, kendi başına devlet kurmaya yetecek gücün sadece Sırbistan’da olduğuna inanıyordu. 1990’lar boyunca Milosevic’in aynı zamanda Sırp milliyetçiliği karşıtı olan radikal muhalifleri bile, Milosevic’in devrilmesinden sonra sadece Sırbistan’ın sağlam bir demokrasi kurabileceğine inanıyordu. Diğer eski Yugoslavya ülkeleri bunu başarmak için fazla köylüydü. Bu durum akla Engels’in küçük Balkan devletlerini gerici kalıntılar olarak ciddiye almamasını getiriyor.

Carrère d’Encausse, Lenin’in gaddar ve acılara duyarsız bir kişiliğe sahip olduğu hakkındaki tüm eski önermeleri yeniden ele alır ve konuyu 1921’deki İşçi Muhalefeti’ne getirir. Ona göre bu konu “ Lenin’in müstesna yönteminin bir örneğidir. Bu yöntem ile Lenin muhaliflerini değil onların fikirlerini saf dışı eder. Kaybedenler hala yönetimdeki yerlerini koruyabilirler”. Stalinci yöntemlere daha ters bir uygulama düşünülemezdi herhalde. Lenin’in karşıtları, Beethoven’ın Appassionata adlı eserinde ağladıktan sonra bir devrimcinin böyle bir duygusallığı göze alamayacağını söylemesini, onun kendini kontrol etme konusundaki aşırı yetkin kişiliğinin bir örneği olarak gösterirler. Ama bu anekdot şiddetli bir duygusallığı ve Lenin’in bu duygusallığın siyasal mücadelenin seyri için kontrol edilmesi gerektiğine dair bilgisini gösteriyor olamaz mı?

Bolşeviklerin 1917 ve sonrasındaki gündelik hayatlarının sıradan ayrıntıları, onları Stalinci yönetici sınıftan net bir şekilde ayırır. 24 Ekim akşamında evinden Smolny Enstitüsü’ne gitmek için ayrılan Lenin, bir tramvaya binmiş ve tramvaydaki bilet görevlisine acaba bugün şehir merkezinde bir çatışma var mı diye sormuştur. Ekim Devrimi’ni takip eden aylarda sadece bir şoför ve koruması Gil ile beraber seyahat ederken üzerine ateş açılmış, polis tarafından durdurulmuş ve onun kim olduğunu bilmeyen güvenlik görevlileri tarafından tutuklanmıştır. Bir keresinde şehrin kıyılarındaki bir okula yaptıkları ziyaret sonrası eşkiyalar polis kılığına girip arabalarını çalmış ve koruma Gil en yakın polis merkezine yürüyerek gidip hırsızlık ihbarında bulunmuştur. 30 Ekim 1918’de Lenin, ziyaret ettiği bir fabrikanın önünde işçiler ile sohbet ederken vurulmuştur. Gil tarafından Kremlin’e götürülmüş ve orada bir doktor olmadığı anlaşılınca Nadezhda Krupskaya birilerini en yakın manava koşarak limon almaya göndermiştir.

Lenin’in tarihsel başarısının ne olduğu konusunda Carrère d’Encausse onun dehasının devrime dair bilindik anlatının ötesine geçmek olduğunu söyler. Bu bilindik anlatı, devrimin ütopyacı enerjinin kısa ve coşkulu bir anda patlama yapmasından sonra devam eden zamanlarda bir sakinleşme dönemine girildiğidir. Lenin bu ütopyacı anı uzatma gücüne sahipti. O, hiçbir zaman Lacan’ın “kayıp dava narsisizmi” diye adlandırdığı, devrimin başarısız olmasını bekleyip sonrasında devrime dair takdir ve sızlanmalarda bulunmak anlamına gelen histen bir iz taşımamıştır. Bu durum Lenin’i gerçeğin tutkusunun yüzyılı olan 20. yüzyılın siyasetçisi yapar.

Alain Badiou’nun dediği gibi 19. yüzyıl, gelecekte tamamlanacak ütopyacı ya da “bilimsel” proje ve ideallerin damga vurduğu bir zaman olsa da 20. yüzyıl doğrudan o tasavvur edileni gerçekleştirmeye ve arzulanan Yeni Düzen’i gerçekleştirmeyi hedeflemiştir. 20. yüzyılın nihai ve tanımlayıcı deneyimi toplumsal gerçeklikten ayrı olan bir gerçeğe dair doğrudan bir deneyimdir. Gerçeğin üzerini kapamış yanıltıcı katmanların sökülmesi için gerekli olan bedel ise aşırı bir şiddet halidir. Ernst Jünger, Birinci Dünya Savaşı’nın siperlerine referansla göğüs göğüse çatışmayı sahici öznelerarası karşılaşma olarak kutlamıştır. Buradaki sahicilik şiddetli bir aşmadan kaynaklanır. Bu aşma hali Lacancı anlamda gerçek ile bir temas -Antigone’nin şehrin düzenini bozduğunda karşısına çıkan gibi- ya da Bataille’ci anlamda fazlalık olarak düşünülebilir. Cinsellik alanında, bu gerçeğin arzusuna dair bir ikon, içindeki çiftin sevgisinin önce karşılıklı olarak yapılan işkenceye, sonrasında ise ölüme dönüştüğü film olan Oshima’nın Ai No Corrida’sıdır [Tutku İmparatorluğu]. Bu aynı zamanda Bataille’ın Story of the Eye’nın [Gözün Hikayesi] bir yansımasıdır. Bir başka örnek bir vibratörün ucuna takılmış kameranın bakış açısında vajinanın içini gözlemenize imkan veren pornografik web sayfalarıdır. Ne zamanki birisi arzulanan nesneye çok yakından bakar, o zaman erotik büyülenme hali etin gerçekliğinden kaynaklı bir iğrenmeye dönüşür. Brecht, 1956 yılında tiyatrosuna doğru yürürken Stalinallee’de işçi isyanını bastırmaya giden Sovyet tankları konvoyunun yanından geçti. Sonradan günlüğüne yazdığına göre tanklara el sallayan Brecht, ilk kez Komünist Parti’ye katılma isteği duymuştur. Bunu gerçeğin arzusunun bir örneği olarak görebiliriz. Brecht’in şiddet yanlısı olduğunu düşünmeyin o yalnızca şiddeti sahiciliğin bir işareti olarak algılamış ve teşvik etmişti.

Badiou’ya göre, işlerin idaresinin asıl anlamıyla siyasetin yerini aldığı içinde yaşadığımız siyaset-sonrası dönemin altında yatan ilke, açıkça söylemek gerekirse, 20. yüzyılın yaşanmadığıdır. O zalim yıllarda yaşanan ise sonuçları Gulag ve Holokost olan canavarlaşmış bir nafile arzu ile olumsal bir sapkınlıktır. Çıkarılması gereken sonuç, toplumu daha İyi hale getirmeye yönelik çabaların yalnızca, bugün kabul edilen tek Mutlak olan radikal bir Kötülük ile sonuçlandığıdır. Bu sebeple hayatlarımız pragmatik tavizler, sinik bir bilgelik, sınırlarımızın farkındalığı ve Mutlak olanın çekiciliğine karşı direnerek yaşama gereğidir. Bu eğilimlere karşı ise, Lenin’in mirası bize 20. yüzyılın olumsal bir sapkınlık hali olmadığını söyler. O çağda olanlar aynı zamanda özgürlükçü potansiyelin patlamasıdır. Asıl zorluk – sahici teorinin görevi- bu patlama ile trajik sonuçları arasındaki bağlantıyı kurmaktır.

Lenin’i normalleştirmeye ve onu da tutkusuzca değerlendirilen diğer tarihsel figürlere dönüştürmeye dair girişiminde Carrère d’Encausse, Lenin’in gerçek atılımını, onun Olay’ını gözden kaçırır. Bu atılım trajik tarihsel şartlar bağlamına indirgenemez veya bu bağlam ile değerlendirilemez. Onun düzlemi farklıdır. Carrère d’Encausse’nin hatası en çok Devlet ve Devrim’e dair yaptığı değerlendirmede görünürdür. Lenin’in devrimci kendiliğindenlik ile parti elitlerinin etkisini kontrol etmeye yönelik farkındalık arasında gidip geldiğine dair sıkıcı argümanı tekrarlar. Açıkca söylediği, Ekim Devrimi’nden sonra yayınlanan Bolşeviklerin ‘Barış Kararnamesi’nin varolan devleti aradan çıkaran yeni bir siyaset dönemi açtığı ve bu kararnamenin diğer devletlere değil halka, yani toplumun tamamına yönelik olduğudur. Ama gözünden kaçırdığı, Devlet ve Devrim’in devleti aradan çıkarmaya dair vizyonu, aynı zamanda toplumu yeniden kurmaya yönelik çabasında da taşıdığıdır. Böylelikle Lenin’in elitizmi (aydınlanmış profesyonellerin işçi sınıfına bilinç taşıması gerekliliğine dair inancı) ile “kendiliğindenliğe dair açık çağrısı” arasındaki sözümona çelişki anlaşılır olur. Modern toplumlarda elde edilmesi en zor şeylerden birinin kendiliğinden haz olduğunu söyleyen Adorno gibi Lenin de sahici kendiliğindenliğin çok nadir ortaya çıktığının farkındaydı. Sahici kendiliğindenlik için önce yanlış, empoze edilmiş ideolojik kendiliğindenlikten kurtulmak gerekiyordu. Dolayısıyla Lenin’in pozisyonu devlet için Bolşevik Diktatörlük, devlet dışında ise halkçı “kendiliğindenlik” ti.

7 Ekim 1920’de, Ekim Devrimi’nin 3. yıldönümünde, Petrograd kentinde Kışlık Saray Baskını’nın bir canlandırması yapıldı. Performansı hazırlamak için on binlerce işçi, asker, öğrenci ve sanatçı gecesini gündüzüne katarak çalışırken onlara yemek olarak verilen sadece kasha ( tadı tuzu olmayan bir yulaf yemeği), çay ve donmuş elmalardı. Performans asıl olayın olduğu yerde gerçekleşti. İşler subaylar kadar avangard sanatçılar, müzisyenler ve Malevich ile Meyerold gibi yönetmenler tarafından denetleniyordu. Her ne kadar bu “gerçek” değil yalnızca bir tiyatro olsa bile, rol alan asker ve denizciler kendilerini canlandırıyorlardı. Pek çoğu 1917 devriminde bizzat yer alanlardan ve aynı zamanda süregiden iç savaşta savaşanlardan oluşuyordu.1920 yılında Petrograd kuşatma altındaydı ve ciddi gıda kıtlığı yaşanmaktaydı. O zaman yapılan bir yorum; “gelecekte bir tarihçi, tarihin en kanlı ve şiddetli devrimlerinden birinde Rusya’nın tamamının rol yapmak ile meşgul olduğunu yazacak diyordu. Formalist düşünür Viktor Shklovsky ise “hayatın canlı dokusunun bir tiyatroya dönüştürüldüğü ilkel bir süreç yaşanıyor” diye yorumda bulunuyordu. Bu performanslar – özellikle Stalin’in 1 Mayıs kutlamalarına kıyasla – Ekim Devrimi’nin küçük bir grup Bolşevik tarafından gerçekleştirilmiş bir darbe olmadığını, devrimin aynı zamanda muhteşem bir özgürlükçü potansiyeli harekete geçirdiğini gösteriyordu.

“Sol Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı” ve ekonomizm eleştirisi gibi Lenin’in atılımının diğer unsurları da günümüzde geçerliliklerini korumaktadırlar. Lenin, siyasal “aşırılığın” ve “aşırı radikalliğin” her zaman ideolojik-politik bir kaymanın kanıtı olarak anlaşılması ve elde edilebileceklerin sınırına dair bir işaret olduğunun farkındaydı. Jakobenler’in terörü seçmeleri histerik bir rol yapmadan ibaretti. İktisadi düzenin temellerini (özel mülkiyet vs.) değiştirmeye dair yetersizliklerinin bir kanıtıydı. Bugünün siyasal doğruculuğunun “aşırılıkları” da ırkçılık ve cinsiyetçiliğin gerçek nedenleri ile başa çıkmaya dair bir yetersizliğin işaretidir. Belki de pek çok modern solcu tarafından inanıldığı şekilde, totaliterliğin maddi üretim ve teknolojinin insan ilişkileri ve kültürü üzerindeki egemenliğinden kaynaklandığına dair inancı sorgulamanın vakti gelmiştir. Ya tam tersi doğruysa? Ya siyasal “terör” maddi üretimin siyasetin egemenliği altına girdiğine dair bir işaretse? Belki de gerçekte, Jakobenlerden Mao’nun Kültür Devrimi’ne kadar tüm siyasal “terör” üretimin siyasal mücadele alanına sokulmasını gerektirmiştir.

Radikal çevrelerin ekonomik konulara dair farklı görüşlerine bakarak söyleyebiliriz ki Lenin’in ekonomik belirlenimciliğe karşı çıkışı bugün çok anlamlıdır. Bir yanda siyasetçiler ekonomiyi mücadele ve müdahalenin alanı olarak görüp terk etmiş, diğer yanda ise ekonomistler siyasal müdahaleye dair her türlü olasılıktan uzak günümüz ekonomisinin işleyişi ile büyülenmiş durumdadırlar. Lenin’in bakış açısına her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyuyor gibiyiz. Ekonomi elbette asıl olandır – mücadele orada belirlenecektir ve küresel kapitalizmin büyüsü bozulmalıdır – fakat mücadele tam olarak siyasal olmalıdır, ekonomik değil. Herkesin anti-kapitalist olduğu günümüzde – Hollywood’da bile komploya dair pek çok filmde (The Enemy of the State [Devlet Düşmanı] ve The Insider [ Köstebek] ) düşman, kâr peşinde koşan büyük şirketler olarak tasvir edilmiştir – artık bu kelimenin yıkıcı tarafı kaybolmuş durumdadır.

Sonuç olarak, kapitalizmin zorbalıklarından bizi kurtaracağı varsayılan özgürlük ve demokrasiye dair evrensel çağrıyı sorgulamanın vakti gelmiştir. Gerçekte liberal demokrasi kapitalizmin en iyi şekilde işlediği sistemin adıdır. Lenin’in nihai dersi budur: sadece özel mülkiyet olmaksızın sürdürülemez olan liberal demokrasi ile bağımızı kestiğimizde etkili birer anti-kapitaliste dönüşürüz. Komünizmin 1990’daki çözülüşü siyasal demokrasinin ekonomik temelinin üretim araçlarının özel mülkiyeti -kendisine eşlik eden sınıf ayrımları ile beraber kapitalizm – olduğuna dair kaba Marksist tezi doğruladı. Siyasal demokrasiye geçişin ardından teşvik edilen ilk pratikler özelleştirmelerdi. Komünistler tarafından kamulaştırılan şeyleri her ne yolla ya da bedelle olursa olsun yeni sahiplerine vermeye dair çılgınca çaba sonucu eski parti üyeleri ve mafya üyelerine demokrasinin “temelleri” teslim edilmiş oldu. Fakat tüm bu olanlar geç kalmış çabalardı. Çünkü artık sanayi sonrası birinci dünya toplumlarında özel mülkiyet merkezi düzenleyici rolünü kaybetmekteydi.

John Berger yakın zamanda Internet üzerinden borsa işlemleri yapan bir şirket olan Selftrade ile ilgili Fransa’da yayınlanan bir reklam hakkında yazdı. Reklamda saf altından bir çekiç ve elmaslar ile süslenmiş bir orak altında, “Ya borsa herkese kazandırıyorsa?” yazıyordu. Buradaki mesaj açık. Reklama göre günümüzde borsa eşitlikçi komünist hayali gerçekleştiriyor ve herkes katılabilir. Berger bir karşılaştırma yapmayı önerir: “Bugün saf altından yapılmış bir gamalı haç kullanan bir iletişim kampanyasını hayal edebilir misiniz? Elbette bu mümkün değildir. Neden? Çünkü gamalı haç potansiyel galiplerin işaretidir, mağlupların değil. Adaleti değil baskıyı çağrıştırır.” Tersi şekilde orak ve çekiç ise, “tarih eşitlik ve kardeşlik için mücadele edenlerin yanında olacaktır” fikrini çağrıştırır. Tam olarak, baskın “ideolojilerin sonu” ideolojisi tarafından bu umudun öldüğünün ilan edildiği bir zamanda, paradigmatik bir sanayi-sonrası işletme (Internet üzerinden borsa işlemleri yapmaktan daha fazla sanayi-sonrası bir şey var mı?) bu umudu bir kez daha ateşler. Umut bir defa daha hayalet olup dolaşmaktadır.

ÇEVİRİ: ONUR YILDIZ