Faik Bulut: “Dinsel Şiddet, Kapitalist Şiddetten, Emperyalist İşgallerden Bağımsız Değil!”

Bülent Özçelik: Uzun yıllar boyunca yapmış olduğunuz çalışmanın sonucu olan 3 ciltlik İslamcı Örgütler kitabınızda,  pek çok ülkedeki örgütlere dair bilgiler veriyorsunuz. İslamcı örgütlenmelerin başlangıç saikleri ve ilk örgütlenme şekilleri nelerdir? İslamcılar neden din konusunda bireyselleşmeyi değil de, o dini siyasallaştırmayı, örgütlenmeyi tercih etmişlerdir?

Faik Bulut: İslamcı akım ve hareketlerin ortaya çıkışının siyasi, toplumsal, ekonomik, kültürel ve ideolojik birçok nedeni vardır. Bu nedenlerin ortak özelliği tepkisel olmalarıdır. Kimi zaman klasik sömürgeciliğe ve Batı merkezci (Avrupa merkezci) üstenci ve dayatmacılığa tepki göstermişlerdir. 1800’lerin ortalarından itibaren Cezayir’de Fransız sömürgeciliğine karşı ayaklanan Şeyh Abdülkadir hareketi ile Sudan’da İngiliz işgaline direnen Şeyh Mehdi hareketi, buna örnek gösterilebilir. İlginçtir; her iki hareket aslında çok daha sonra ortaya çıkacak olan Ulusal Kurtuluş Hareketlerinin ön habercisi gibidirler; dış kabuğunda İslamcılık, iç kabuğunda toplumsalcılık vardır. Her ikisi de işbirlikçi yerli tarikatlara ve şehir hayatında söz sahibi olan din adamları (Ulema) zümresine sırtını çevirmiş; kırsal alanda müritleriyle beraber bir çeşit komünal yaşam (ortakçılık) kurup aynı lokmayı paylaşmayı uygun görmüşler. Benzer bir durumu, Kafkasya’da Rus Çarlığının işgali ve hegemonyasına direnen Şeyh Şamil’in Nakşibendilik esasına dayanan müridizm hareketinde gözlemek mümkün. Bunun daha geç örneğini, 1900’lerin başında Barzani hareketinin kurucusu sayılan Şeyh Abdülselam Barzani’nin Osmanlı’ya isyan sürecinde tarikat kurallarında yoksul köylüler lehine yaptığı bazı ıslahatçı/reformist düzenlemelerinde görebiliyoruz.

1880’lerin ikinci yarısından itibaren sömürgeci batı kültürüne itiraz eden ama aynı zamanda Batı modernizminden (aydınlanma, demokrasi, özgürlük, kardeşlik, vs) etkilenip ona özenen, hatta taklit eden bazı İslamcı akım ve fikriyatın temsilcilerine örnek olarak Osmanlı devrinde gazeteci Ali Suavi, Namık Kemal ve daha sonraları Said-i Nursi (veya Kürdi)  gibilerini gösterebiliriz. Osmanlı, Mısır ve İran’da ise Cemaleddin Afgani, Muhammed Abdu (Mısır), Reşid Rıza (Lübnan) göze çarparlar. Hemen hepsi Batı modernizmine hayrandırlar; hürriyet aşığıdırlar, istibdat (despotluk) yönetimine karşıdırlar; meşrutiyet, kardeşlik ve demokrasi isterler. Fakat talep ettikleri şeyin aslında İslam’da zaten var olduğunu ileri sürerler. Sözgelimi Batı tipi demokrasinin, İslam’da meşveret/şûra anlayışına denk düştüğünü; eşitlik yerine hak ve adalet kavramının şeriat kaynaklı olduğunu, hürriyet meselesinin esasen İslam’da, özellikle Asr-ı Saadet (Peygamber Muhammed döneminde) çağında gerçekleştirildiğini, kölelerin bile o tarihlerde azad edildiğini belirtirler.

Cemaleddin Afgani ve ekibi, aynı zamanda, günümüzde Kaide, Nusra ve IŞİD gibi köktendinci örgütlerce benimsenen Vahabiliğin yahut köktenci İslam’ın öncüleri sayılırlar. Diğer adıyla yeni Selefilik ve dolayısıyla politik İslam, buradan başlatılabilir.

Kültürel ve ekonomik düzlemde Batılı değerlere (halkçılık, eşitlik, aydınlanma, demokrasi, kadın hakları, milliyetçilik ve serbest piyasacılık) karşı çıkan hareketlerin tümünde ortak payda, İslamcı (özellikle Arap-İslam) sentezine dayalı değerleri ön plana çıkarmalarıdır. Mesela Türkiye’deki Nakşibendilerin eski mürşitleri, Batı tarzı Osmanlı Bankası’nın kurulmasına tepki olarak; kendi aralarında dayanışmacılık niteliğinde yardım sandığı kurmuşlar. Bu tür tartışmaları, İttihat ve Terakki’de Milliyetçilik, Din ve Kadın Tartışmaları isimli iki ciltlik kitabımda örneklendirerek vermiştim. Ne yazık ki yeterli ilgiyi göremedi bu kitap. Oysa AKP iktidarı öncesinden başlayarak bilmem kaç yıl sürecek bu karanlık dönemdeki tartışmaların kökeni, ta o zamanlara kadar uzanabilir. Mesela Dr. Cevdet İctihad gazetesinin yönetici ve yazarı Dr. Abdullah Cevdet’in Batı tipi modernist fikirleriyle, Sebilurreşad isimli derginin temsil ettikleri Eşref Edip’in Osmanlıcı-İslamcı görüşlerinin çatışması, şimdilerde AKP çevresindeki medya organlarıyla ona alternatif olmaya çalışan ilerici-sol çevrelerin kurdukları basın-yayın organları arasındaki tartışmaların günümüzdeki öncüsü sayılır.

1920’lerde Mısır’da kurulup ortaya çıkan Müslüman Kardeşler (İhvan hareketi), modern zamanların politik İslamcılarını temsil etmektedir. Ortaya çıkış nedeni; nitelik olarak yukarıda belirtilenlerden farklı değildir. Sözgelimi bir yandan Mısır’da krallık hükmüne karşıdır; diğer yandan onunla iş tutmaktadır. Bir yandan Siyonist İsrail’in Filistin’i işgaline karşı direnişi desteklemektedir; öte yandan, Süveyş kanalının devletleştirilmesine karşı İngiltere’nin tezlerini (bir iddiaya göre ondan para alarak) desteklemiştir. Hizb-ül Tahrir (İslam Kurtuluş Partisi), önemli ölçüde İngiliz işgalcilerinin hoşgörü ve göz yumması sayesinde ortaya çıkmış; o devirde çokça tartışılan vatan savunması duygusunu, “hayvanlardaki av alanını koruma güdüsüyle” eş tutabilmiştir.

İslamcı hareketlerin ilk örgütlenme modelleri, genel olarak Leninist örgütlenme tarzından kopya edilmiştir. Çok sonradan örgütlenme, belli oranda İslam tarihindeki bazı tecrübeleri de uygulama yoluna gitmiştir. Mesela üzüm salkımı tarzında örgütlenme, daha çok İran’a yakın örgütlerin (Sünni veya Şii) benimsedikleri bir yoldur. Özellikle Hizb-ül Tahrir, bir anlamda “öncü savaş,” “vurucu öncü güç” yöntemlerinin tümünü Leninist, yer yer anarşist ve fokocu örgütlenme modellerinden almıştır. 1970’lerin sonlarında Mısır’da ortaya çıkan İslami Cihat ile Tekfir ve Hicret gibi örgütler, daha çok Türkiye’deki THKO ile THKP-C modellerini andırırlar; yalnız Tekfirciler, bir yanıyla MLSPB veya Acilciler diye bilinen Türkiyeli sol örgütleri daha çok andırıyorlardı.

Sosyalist örgütlenmelerden etkilenme gerçeğini, birçok İslamcı lider dile getirmiştir. Legalite ve illegalite denklemi zamana ve zemine göre değişmektedir. 1980’den itibaren Afganistan’da Rus birliklerine direniş sürecinde İslamcıların kazandıkları tecrübeler ışığında; daha çok işgal karşıtı veya ceberut devletin ordusunun tahakkümünü hedef alan silahlı mücadeleler ortaya çıkmış; buna uygun örgütlenmeler gerçekleştirilmiştir.

1990’ların ortalarından itibaren Cezayir’de başlayan iç savaşta, FİS militanları ve Afganistan’dan gelen mücahitlerin (GİA isimli örgütün çatısı altındaydılar) devlete karşı koymaları kırsal alan ağırlıklıdır. Örgütlenme buna göre olmuştur. Ancak 2003 işgali sırasında Kaide örgütünün Irak’ta Amerikalılara direnişinde şehir gerillacılığı ön plana çıkmış; örgütlenme de buna ayak uydurmuştur: Hem açık hem gizli bir yapılanma. Gece silahlı, gündüz külahlı bir yapılanma, Aşiret milislerine dayanan bir hiyerarşi. Aynı zamanda Irak ordusu ve istihbaratından geriye kalanların içinde yer aldığı daha modern ve militarist/askercil bir yapılanma. İcabında kadın ve çocukların da örgütün yardımcı unsurları (gözcü, intihar eylemcisi, kurye, kitle içinde adam kazanma gibi) olabilmişlerdir. IŞİD, kurtarılmış bölgeler yaratarak devlet benzeri hiyerarşik bir örgütlenme modeli kurmanın ötesinde; kaçırdığı kadın ve çocukları, kamplarda eğitmek suretiyle, geleceğin kadrolarını yetiştirme yoluna gitmiştir. Dahası var: Yaygın ve maharetli biçimde kullanılan sanal ortam (sosyal medya olanakları) sayesinde, radikal İslamcılar dünyanın dört bir yanında propaganda yapıp, kendilerine yeni militanlar kazanmayı başardılar. Yüzyıllardan beri geleneksel biçimde örgütlenen, son yüzyılda marksist örgütlenmelerden esinlenen İslamcı örgütler, Irak ile Suriye’deki faaliyetleri (IŞİD, Nusra, Tahrir-ül Şam, Heyet-ül Şam, vs) sürecinde yeni tecrübeler edinerek, daha modern ve farklı bir örgütlenme modeli icat edebildiler.

Filmlerdeki veya komplo teorilerinde çokça geçen illüminati, tapınak şövalyeleri, gladio tarzı örgütlenme yöntemlerine başvuran Gülen cemaati, Sudan’daki Hasan Turabi hareketi ve Mısır’da eskiden İslami Cemaat ile İslami Cihat, başta ordu olmak üzere devletin farklı bürokratik kademelerine sızıp yuvalandılar. Mısır’da ordu içinden devşirilen militanlar, dönemin başkanı Enver Sedat’a suikast düzenlediler; Sudan’daki İhvancı ordu mensupları yönetimi devirdi, Türkiye’deki de başarısızlığa uğratılmış şaibeli bir darbe girişimiyle sonuçlandı.

Örgütlenme kısmını şöyle özetlemek mümkün: Hizb-ül Tahrir ve kolları, silaha başvurmaksızın hilafet devletini kurmayı amaçlayan siyasi bir partiyi temsil ederken; İhvan hareketinin bazı ülkelerdeki kolları hem siyasi parti hem de siyasi bir akım olarak zaman zaman iktidar (Tunus ve Mısır’daki gibi) veya iktidar ortağı (Ürdün, Mısır, Pakistan, Kuveyt, Sudan) olarak faaliyet yürütürken; kimi kolları da paramiliter (yarı askeri milis tarzı) oluşumlar olarak varlıklarını sürdürmektedirler. Pakistan ile Afganistan’daki iki ayrı İslami Cemaat, parti olmanın yanı sıra silahlı milislere sahiptirler. İhvan’ın Sudan’daki kolu da böyledir. Yemen’deki İhvan kolu sayılan Islah Bloku da hem parti hem paramiliterdir. Cezayir’deki FİS, hem seçime katılmış bir partiydi hem de devlete silah çeken gerilla hareketiydi. Filistin’deki Hamas, İsrail’e karşı silahlı bir direniş hareketi niteliğiyle ön plana çıktı. Sonradan siyasi bir parti kimliği kazanmış oldu. Afganistan ve Pakistan’daki Taliban, klasik medrese tipi bir örgüt modelini esas aldı. Aynı zamanda gerilla tarzı bir askeri yapılanmayı da gerçekleştirdi.

Lübnan’daki Şii Hizbullah, benzer biçimde parti olarak parlamentoda temsil ediliyor;  adeta devlet içinde devlet biçiminde ülke yönetiminin farklı mevkilerinde bulunabiliyor. Yarı resmi askeri güç niteliğinde İsrail’e ve hasım örgütlere karşı direnebiliyor. Irak Kürdistan bölgesinde İhvan geleneğini temsil eden parti (Yekgirtû) koalisyon ortağı olurken, milis sahibi Komala partisi parlamentoda milletvekili bulunduruyor. Ensar-ül İslam ise, Kürdistan’ın Kaide kolunu temsil etmekteyken, Irak’taki Kaidecilere katılmış oldu. Türkiye’deki Hizbullah, bir dönem devletin belli birimleriyle ortak biçimde PKK ile mücadele adı altında Kürt yoğun bölgelerde faili meçhuller ve mezar evleriyle tanındı. Kurucu önderi Hüseyin Velioğlu’nun öldürülmesinden sonra dağılma sürecine girdi. Bir kısmı HÜDA-PAR ismiyle siyasi bir parti kurdu; diğer bir kesimi de izini kaybettirdi veya IŞİD ile (Suriye ve Türkiye’de) silahlı eylemler gerçekleştirdi.

İslamcıların siyasi sahaya inmelerinin birkaç nedeni var: Öncelikle dünya, 1980’lerden itibaren karanlık bir döneme girmeye başladı. Sosyalizm adına yapılan yanlışlıklar umutsuzluğa yol açtı. Mesela İsrail işgali altındaki Filistinliler ile Lübnan, Afganistan (Hazara bölgesi) Irak’ta yaşayan Şii kitleler, 1970’li yıllara kadar ezilmişliğe ve ötekileştirmeye karşı mücadele için oralardaki komünist partilere katılmayı tercih ediyorlardı. Kurtuluşun reçetesini sol ve sosyalizmde görüyorlardı.  Gerek sözü edilen partilerin başarısızlıkları gerekse dünya ölçeğinde sosyalist dalganın geri çekilişi ve bu arada Sovyetik sistemin çöküşüyle birlikte, ortalığı umutsuzluk kapladı. O sırada yükselen ve İran İslam Devrimi’nin yarattığı bir ortamda yeşeren siyasal İslamcılık, karamsarlığa kapılan kitleler için yeni bir umut kapısı oldu. Ezilen ve sömürülen bu kitleler, yığınsal biçimde İslamcı partilere yöneldiler. Dini anlayışın yükseldiği bir dönemde İslamcılar, “İslam tek çözümdür” sloganıyla sokağa indiler. Cami ve benzeri mekânların yanı sıra kitle içinde sosyal ağlar (dayanışma sandıkları, fonları, sağlık birimleri, eğitim ve sermaye kuruluşları) kurmak suretiyle toplumun el alt kesimlerinde örgütlenerek, serbest piyasanın vahşi sömürülerine karşı dayanışmacı korporatif sisteme dayalı bir faaliyet içine girdiler.

Bu ve benzeri faaliyetler, aslında iktidarı almaya yöneliktir. Kendi deyimleriyle sadece Kuran ve Sünnet’e dayalı, diğer bir ifadeyle, Peygamber ve Dört Halife dönemindeki Asrı Saadet (Mutluluk Çağı, Altın Çağ) devleti model alan bir sistem kurmayı hedefliyorlar. İslam tarihi ve külliyatında, “cemaat-ümmet” kavramına uygun biçimde iktidar kurmak esastır. Zaten kendisi siyasi ağırlıklı olan bir İslam inancında (sisteminde), birey sadece Allah ile kul arasındaki bir inançla yetinemez. Dolayısıyla din, salt kişisel bir vicdan işi olarak kalamaz. Bunun tersi yorumlar da olmasına rağmen Müslüman oluşumlar arasındaki ağırlık görüş şudur: Mevcut tağuti (zalim ve kafir) devleti ve sistemi bertaraf etmek yahut ele geçirmek, yerine cemaat, şeriat ve ümmet ekseninde bir devlet kurmak.

Bülent Özçelik: Kitabınızda genelde İslamcılığın, özelde İslamcı örgüt ve kuruluşların büyük bir dinamizm içinde olduğunu söylüyorsunuz. Bu dinamizmin nedeni nedir?

Faik Bulut: Bu dinamizmin iki ana sebebi bulunuyor. Aydınlanma, laiklik, ulusal kurtuluşçuluk ve sosyalizm eksenli olarak kurulan sistemler büyük oranda ya gerilediler yahut çöktüler. Batılı kapitalistler, bu çöküş ve gerilemeye paralel olarak hem kendileri sosyal devlet, adalet, eşitlik, özgürlük ve laiklikten önemli oranda tavizler verdiler. Hem de giderek muhafazakârlaştılar; gericileştiler ve hatta dini-siyasi nedenlerle ırkçılaştılar. Yetmediği gibi dünyanın sömürülen ve geri bıraktırılmış ülkelerinde (Üçüncü Dünya Ülkeleri) fikirsel ve siyasal gericiliği körükleyip  kamuoyunu denetim altına almasına yardımcı oldular. Batıdaki ırkçılaşma yabancı düşmanlığı ve İslamofobi (öcü İslam) kisvesine bürünerek meşruluk kazanmaya, kitlesel desteği elde etmeye başladı. Orta sınıf anlayışının içinde barındırdığı ırkçı, ötekileştirici, içine kapanmacı ve öteki inançlara düşmanlık, ülke siyasetlerini derinden etkiledi. Fransa’da (Sarkozy dönemi ve Le Pen Hareketi), şimdiki Macaristan, Hollanda, Avusturya’da ırkçı faşist partilerin iktidar ortağı olmaları; Amerika’da 11 Eylül 2001 ile Avrupa’nın farklı ülkelerinde IŞİD ve Kaide’nin gerçekleştirdikleri kanlı eylemler de zaten mevcut olan İslam korkusunu, bu kez dini söylem altında ırkçılığa dönüştürdü. Ayrıca emperyalist ülkelerin Afganistan, Libya, Irak, Suriye gibi ülkelere askeri müdahaleleri veya işgalleri, bu İslamcı dinamizmi tetikledi. Ancak dini yükselişin günlük siyasete egemen olması sırf İslam ülkelerine has değil, küresel bir olgudur. Amerika (R. Reagan, G. Bush ve D. Trump dönemleri), Avrupa, Hindistan, Japonya örneklerine bakarsak, bunu rahatlıkla görebiliriz. Deyim yerindeyse, dünya çapında büyük bir tarihi geriye dönüş yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor.

İkinci sebebi, içeride yani her ülkedeki çarpık kapitalist sistem ve emperyalizme göbekten bağlı mali oligarşiye dayalı iktidarlardır. Artık komprador niteliği kazanmış olan bu egemen sınıflar, küresel liberalizmin, serbest piyasacılığın, IMF ve Dünya Bankası’nın sömürü çarkını kendi ülkelerinde alabildiğine ve insafsızca devam ettirdiler. Fakir ile zengin arasındaki uçurumlar derinleşti; sosyal devlet anlayışı ortadan kalktı. Ulusal Kurtuluşçuluğu temsil eden milli burjuvazinin halkçı temelde tasarladığı ulusal projeler başarısız oldu. Göreli demokratik ortamın yerini tek adam, tek parti sistemine dayalı diktatörlükler aldı. Yoksulluk ve yolsuzluklar ayyuka çıktı. Kitleleri demokratik haklarından mahrum bıraktılar. İslamcılar, zaman zaman iktidarlardan (özellikle sol ve sosyalistlerin itirazlarına, kitleyi seferber etme ihtimaline karşı) destek alarak dinsel, sosyal, siyasal ve kültürel ağlarını kurdular. Bir yandan, “sosyalizm ve komünizm tehlikesine karşı!” devlet olanaklarından yararlanırken; diğer yandan kendilerini iktidara taşıyacak oluşum ve mekanizmalar kurdular. Önce ezilen kitleleri sol kesimlere kaptırmamak amacıyla demagojik biçimde “anti-komünizm” yaptılar; diğer yandan iktidara alternatiflermiş gibi “çözüm sadece İslam’dadır” sloganı çevresinde kendilerine ait bir muhalefet yarattılar. Tunus, Mısır, Irak, Pakistan, Türkiye, Ürdün ve Filistin gibi ülkelerde önemli hamleler gerçekleştirdiler. 1990’larda Refah Partisi’nin “Adil Düzen” sloganıyla yüzde 21 oranında oy alarak koalisyon hükümeti kurmasını hatırlayalım.

Belirtmek gerekir; umut arayan kitlelerin öncülüğünü herhangi bir sol, sosyalist ve komünist hareket yapabilseydi; yaratıcı projeler sunmanın ötesinde toplumun kılcal damarlarını örgütleyebilecek ölçekte bir iletişim ağı ve halkın temel taleplerini karşılayabilecek mikro iktidarlar yaratabilseydi, yığınlar belki de onlara giderlerdi, İslamcılara değil. Bunun belli örneklerine Uruguay, Bolivya, Meksika (Zapatist hareket), Brezilya ve Venezuela’da tanık olabildik. Fakat mevcut durumdaki sözlerim, bir tez ve temennidir; zira 1980’lerden itibaren dünyanın, özellikle Ortadoğu’nun birçok ülkesinde sol hareketler hem gerilemiş hem de halk nezdinde itibar kaybetmişlerdi.

Bülent Özçelik: Özellikle 1990’lardan itibaren başlayan ve 2000’lerde yoğun bir hal alan ve günümüzde de tüm dünyayı açıkça tehdit eder hale gelen ve şiddeti yoğun bir şekilde kullanan İslamcı örgütlenmeleri görüyoruz. Bu şiddet eğiliminin nedenleri ve kökenleri nelerdir?

Faik Bulut: Yukarıda yeri geldikçe değinmiştim. Şiddetin kökenlerini, benimsenen İslam tarihi ve ideolojisinden aramakla başlayabiliriz. Sözgelimi Kuran’da bile, Medine ve Mekke ayetleri diye bir tasnif vardır. İslam’ın henüz başlangıç ve gelişme çağında olduğu bir zaman diliminde Kuran ayetlerine barışçıl bir dil egemendir. Buna karşılık devletini kurup sağlamlaştırdığı bir devirde, zor ve şiddet kullanmayı teşvik eden, hatta mecbur kılan ayetlere de rastlayabiliyoruz. Esasen benzer bir şiddet dilini,  Tevrat ve İncil’i kapsayan Kitabı Mukaddes’te de bulabiliriz. Davut Peygamber’in askerlerine verdiği emirler, herhangi bir komutanın askeri emirlerinden daha az şiddetli değildir. Avrupa’yı kasıp kavuran Engizisyon Mahkemeleri ve din savaşlarını görmezlikten gelemeyiz. Hıristiyanlık adına yola çıkan Haçlı Seferleri’nin yol açtığı yıkım, tahribat, katliam ve talanlar hala unutulmuş değildir. Hindistan’da Hinduların Müslümanlara yönelik şiddet eylemlerini, keza Arakan bölgesinde Budistlerin Müslümanlara reva gördükleri vahşeti başka türlü yorumlamak imkansızdır. Demek ki, dinin doğasında var olan kör bir şiddet söz konusudur. Amerika’daki Evangelistlerin Bush ile Yeni Muhafazakâr takımının vahşi işgallerini neye dayandırdığını sanıyorsunuz? Keza Filistinlilere zulüm, vahşet, sürgün ve ölümden başka bir şeyi reva görmeyen Siyonist iktidarları fetvalarıyla teşvik edenler, hahamlar ile koalisyon ortağı Siyonist şeriatçı partilerdir.

İslamcıların Müslümanlara ve gayrimüslimlere (mesela Irak’ta Ezdi inançlı Kürtler ile Hıristiyan Asuriler ve Keldaniler) karşı uyguladıkları şiddetin tarihi arka planında Asur tanrılarının merhametsiz buyruklarını bulabiliriz. Abbasi İmparatorluğu devrinde Türkistan, Horasan ve Irak’ta İslam mezhep mensuplarının nasıl birbirlerini toplu kıyıma maruz bıraktıkları, nasıl ölümüne kavga ettikleri de tarihi kayıtlarda bulunuyor. Büyük Selçuklu devrinde özellikle İran’daki mezhep kavgalarını teşvik edenler arasında meşhur sadrazam (başvezir) Nizamülmülk’ün bulunduğunu söylersem, kimse şaşırmasın.

Şimdiki silahlı İslamcı örgütlere (Kaide, Nusra, IŞİD) ilham veren Suudi Arabistan merkezli Vahabilik, 1800’lerin sonlarında ve 1900’lerin başlarında kendisinden olmayanlara, özellikle tarikat erbabı ile Şiilere yönelik şiddet eylemleri hala unutulabilmiş değildir.

Bütün sebepleri dine bağlamak, sağlıklı olmaz. Zira hangi din olursa olsun, onun zamana ve ortama göre yorumu değişebiliyor. Örneğin AKP iktidarı, ilk devrinde Avrupa Birliği’ne girebilmek için Diyanet İşleri’nin de tavsiyesiyle şiddet içeren bazı ayetlerde rötuşlar ve hadislerde ise değişiklik yapılmıştı. Daha doğrusu, tevil yoluyla bunlar yumuşatılmış; göze çarpmayacak şekilde üstü örtülmüştü.

Daha genel bir sebep ise şudur: Dünyanın içinde bulunduğu kaos ve karmaşa! Bunalan, tepki duyan, karamsarlığa düşen ve patlama noktasına gelen toplumlar çıkış yolu olarak şiddete başvurabilirler. Yahut şiddeti esas olan örgütlerin toplumsal zeminini oluştururlar. Ötekileştirilenler, silaha sarılmaya mecbur bırakılırlar. Örneğin Saddam’ın zulmü, zorbalığı ve soykırım (Kürtlere yönelik, mesela Halepçe’deki katliam) politikası, ABD’nin Irak’ı işgal etmesiyle sonuçlandı. İşgal ortamında Kaide türedi ve kitlesel destek buldu. Keza Suriye’deki yolsuzluk, yoksulluk, baskı (Kürtlere yönelik asimilasyon), demokratik hakların gasp edilmesi, önce sivil ayaklanmalara yol açtı; devletin kullandığı şiddete tepki olarak kitleler dini temelde örgütlenen yapıların öncülüğünde ayaklandı. ABD, Batılı devletler, Türkiye ve Körfez ülkeleri İslamcı örgütleri destekleyerek ülkenin iç işlerine müdahale ettiler. Kaide örgütü, hem Nusra hem IŞİD aracılığıyla ülkenin birçok şehrini (Halep, İdlib, Rakka, Deyri Zor, Kobani) ele geçirdi. Nusra Musul’dan sonra Sincar (Şengal’e saldırdı); yaşlı, kadın, çocuk demeden insanları katletti.

Başka sosyo-ekonomik nedenlerin yanı sıra ve uluslararası oyunların sonucu yaşanan şiddet olaylarını da biliyoruz. Mesela Kaide’nin ABD tarafından yaratıldığı (nesnel açıdan ortaya çıkmasına yol açan işgal ve baskılar yüzünden), bizzat Amerikalı yetkililerce dile getirilmiştir. Yıllarca önce Yemen’e Kaide’yi sokan kişi, geçen ay katledilen devrik başkan Ali Abdullah Salih idi. Suriye’deki birçok şiddet örgütü, Suudi Arabistan ile Katar’ın hem parasal hem de askeri desteğiyle sahnede boy gösterdiler.

Bülent Özçelik: Bu örgütlerin özellikle Avrupa ve Amerika’daki Müslüman kesimle yoğun yakın bağlar kurduğunu görüyoruz. Buralardan örgütlenen insanlar var. Bunu neye bağlıyorsunuz?

Faik Bulut: Bunları, Avrupa’da giderek yaygınlaşan ırkçı, ayrımcı, ötekileştirici ve hatta dinci söylemlere bağlıyorum. Özünde kapitalist krizin sınıfsal yansımalarıdır bu görüngüler. Esas hastalığın yan arazları (belirtileri) sayılırlar. Avrupa’nın her ülkesinde artık istenmeyen, hor görülen, işgücü sömürülen (mesela sonbaharda ağaçlardan dökülen yaprakları toplamanın günlüğü 5 avro’dur), geleceğe ilişkin güvencesi olmayan, üstelik özgün kültüründen soyutlanarak entegrasyon adı altında bulunduğu toplum tarafından yutulma tehlikesiyle karşı karşıya kalan işsizler ve mülteciler ordusundan söz ediyoruz. Bu en alttakiler, camii veya kendi ibadethanelerine yöneliyorlar. Marx’ın dediği gibi, “aslında kitleleri uyuşturma işlevi olan din; can çekişen dünyada umutsuzların umudu haline gelebiliyor.” Tam da bu noktada, her nasılsa veya hikmetse, Avrupalı ilgililerin gözleri önünde bulunan kimi İslamcı oluşumlar (radikal veya ılımlı), bu cami veya dini eksenli dernek ve örgütlerde, bu umutsuz kesimleri önce gavur-müslüman temelinde eğitebiliyorlar. Hıristiyanları kültürel açıdan düşman gösteriyorlar. Sömürü filan meselesini de gavur-müslüman ayrımcılığını desteklemek üzere demagojik biçimde kullanıyorlar. Daha sonra kurtuluşun Kaide, IŞİD gibi örgütlerde olduğunu belirterek yola revan edebiliyorlar.

Özetle ezilip kişiliksiz ve kimliksiz bırakılan bu insanlar, güya titreyip özüne döndürme bahanesiyle, bir intihar eylemcisi veya IŞİD militanı haline getirilebiliyorlar.

İngiltere’nin başkentinde aşırı oranda siyasal İslam kaçağının (içlerinde silahlı mücadeleye katılıp cihat eylemleri yapanlar da bulunuyor) sığınmacı olarak bulunması nedeniyle, şehre Londra (London) yerine Londonistan denilmesi rastlantı olmasa gerek.

Bazı solcu ve Alevi ailelerde ne yapacağının bilememe sonucunda bunalıma giren kimi çocukların, bu ve benzeri yöntemlerle (Bak solcu olduğun halde, Alevi olduğun halde eziliyorsun; kara kafalı denilerek itilip kakalanıyorsun. Gel gerçek yani Hz. Muhammed’in İslam’ını benimse, kurtuluşa ve esenliğe kavuş. Dilersen Kaide ve IŞİD saflarına giderek cennete kavuşma bahtiyarlığına da erişebilirsin….) beyinlerinin yıkanarak IŞİD militanı yapılmasını başka türlü izah edemiyorum.

Sadece camii ve diğer İslamcı organizasyonlar değil, aynı zamanda sayısı binleri bulan sosyal medya ağları sayesinde de, militan adayı bulup ayarlamak imkân dâhilindedir. Riski az olan ve nispeten takip etmesi daha zaman alan bir yol olması bakımından sıkça başvurulan bir yöntemdir.

Bülent Özçelik: Günümüzde İslamcı örgütlenmeler arasında hangi anlayışlar öne çıkıyor?İslamcı şiddet örgütleri etkilerini kaybedecekler mi? Yoksa dünyayı dinsel şiddetin daha yoğun kullanıldığı bir dönem mi bekliyor?

Faik Bulut: Son birkaç yıl içindeki örgütlenme modeli için,  Kaide ve IŞİD örnekleri alınıyordu. Her iki örgütün Suriye ve Irak’ta yenilmesi, bu modeli, popüler kılmayabilir. Ancak uzmanlara bakılırsa çekilen radikal militanlar, 2018 yılında Afrika ve Orta Asya cumhuriyetlerine yönelerek silahlı faaliyetlerine ağırlık verecekler. Demek ki, şimdilik Kuzey ve Orta Afrika bölgeleriyle Orta Asya coğrafyasında Kaide tarzı örgütlenme (siyasi ve silahlı birimler) esas alınabilir. Mısır’da ise İhvan’ın sivil kanadı ile tarikatçılık ana akım haline gelirken, silahlı radikal İslamcıların illegal örgütlenmeleri ikinci veya üçüncü dereceden önem kazanabilir. Irak ile Suriye’de geleneksel olarak İhvan (Müslüman Kardeşler) hareketine benzer yapılar ortaya çıkabilir veya klasik tarikatçılık yolları benimsenebilir ki, bunların örgütlenmeleri daha çok siyasal ve toplumsal-ekonomik düzlemlerde hayat bulur.

Küresel ölçekte İslamcı şiddet bitmez; yer ve kabuk değiştirebilir. Bir yerde mağlup olurken, diğerinde hamle yapabilir.

Dünyadaki kaos ve şiddetin nedenleri yok olmadıkça, emperyalist işgallerle çatışmalar sürdükçe, bölgesel ülkeler birbirlerine girdikçe şiddetin biteceği yoktur. Şiddetin ortalığı kapladığı ortam, din eksenli yani İslamcı radikal hareketlerin şiddetini de davet edecektir. Örneğin ABD ile İsrail’in vurup dize getirmek için bahane aradıkları İran ile Hizbullah, aynı zamanda Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn tarafından düşman olarak belleniyor. Suudi-ABD-İsrail ittifakının İran-Hizbullah eksenine yönelik cephesi Yemen, Filistin, Lübnan, Irak ve İran’ı kapsayacak ölçüde bölgesel bir savaş tehlikesine işaret ediyor. Hal böyle olunca, Yemen’de zaten var olan Kaide ve türevleri, bu kez yeniden Irak, Lübnan ve İran’da boy gösterebilirler.

Bunun yanı sıra Avrupa’da çokça tartışılan “uyuyan hücreler” ve “yalnız kurtlar”ın zaman zaman intihar eylemlerine de tanık olabiliriz. Bu açıdan potansiyel tehlikenin varolacağı ülkelerden biri de Türkiye’dir. Kısacası sadece İslamcılarla sınırlı kalmamak şartıyla dinsel şiddet,  dünyanın şu yahut bu köşesinde bir şekilde kendisini gösterecek; daha önemlisi siyasi, sosyal ve ekonomik şiddetin seyrine uygun olarak artacak veya azalacaktır. Çünkü dinsel şiddeti, kapitalist şiddetten emperyalist işgallerden, uluslar arası çok yönlü kapışmalardan ve bölge ölçekli çatışmalardan bağımsız olarak ele alamayız.

Bülent Özçelik: Son yıllarda bir yandan yeni eğilimlerin ortaya çıktığını görürken, diğer yandan neredeyse 100 yıllık bir tarihe sahip Müslüman Kardeşler gibi örgütlerin de başarısız iktidar deneyimleriyle karşı karşıya kaldıklarını görüyoruz. Müslüman Kardeşler gibi farklı ülkelerde belli bir etkisi bulunan bir hareketin yaşadığı bu yenilginin örgütsel olarak nasıl sonuçları ortaya çıkmıştır?

Faik Bulut: Yenilgiyi sadece İhvan (Müslüman Kardeşler) ile sınırlı tutmak, doğru değildir. Evet, 1970’lerden itibaren yükseliş gösteren İslamcı hareketlerin başında geleni İhvan hareketiydi. Cezayir, Ürdün, Tunus, Fas, Mısır gibi ülkelerde ya iktidar ortağı oldular yahut “Arap Baharı” denilen kitlesel ayaklanmaları istismar ederek hatta onlara sırt çevirip egemen sınıflarla (sivil ve askeri çevrelerle) uzlaşarak iktidara geldiler. Mursi’nin cumhurbaşkanı makamına gelmesinin, partisinin de parlamentoda hükümet kuracak kadar oy almasının bir nedeni budur. Diğer neden ise yabancı güçlere, özellikle ABD’nin siyasi Katar’ın ise parasal desteğiyle hükümeti ele geçirdiler. Bu arada AKP yönetiminin fiili örgütsel desteğini arkalarına aldı. Benzer şeyi, Tunus’ta Gannuşi’nin başını çektiği Nahda hareketi yaptı. Batılı ülkelere ama özellikle İngiltere ile AB ülke yöneticilerine siyasi-ideolojik güvenceler vermenin dışında Katar ile AKP’den ciddi lojistik ve siyasi destek aldı. Fas’ta, AKP adıyla yola çıkan İhvan hareketi, egemen sınıflar ile Kral’ın onayı çerçevesinde hareket ederek iktidar oldu. Hamas, esas olarak İsrail işgaline yönelik intihar eylemleriyle ün salıp Filistin yönetiminin çürümüşlüğü ve yozluğu neticesinde seçimleri kazandı.

Bütün bunlara rağmen İhvan ve benzeri İslamcı hareketlerinin yükselişte olmadığını; tersine, yönetim krizi, siyasi kargaşa, durgunluk, çeşitli açmazlar ve hatta gerileme sürecine girildiğini söyleyebiliriz. Tabii, kısa dönem için söylemiyorum. Uzun ve orta vadede bu tür bir gelişmenin olabileceğini öngörüyorum. Zira “İslam çözümdür” efsanesi ve yalanı bitti. Vaatlerinin altı boş çıktı. Sosyal ve ekonomik düzlemde umut vermedikleri gibi, halkı ezmenin ve tekrar sömürmenin yoluna baktılar. Büyü bozulunca, geniş yığınların desteği de azaldı. Tunus’ta Nahda, siyasal İslamcılığı bir kenara bırakarak yoluna devam ediyor; devrik Mursi ve hareketi, istenen kitlesel başkaldırıyı gerçekleştiremedi ve çoğu hapiste yargılanıyor. Fas’taki şimdiye kadar başarılı gibi gözükmüşken, 2017 Kasım ayından itibaren lider krizi içinde ve muhtemelen parti ile iktidar kanatları arasında yeni bir mücadele başlayacak. Ürdün’dekinin sesi soluğu kesildi; Yemen’deki Islah partisi ilk yenilgisini 2011’de almıştı. Aşiret desteği bile kendisini kurtaramamıştı. Zeydi inançlı Husi (Ensarullah) hareketi önünde ricat etti. Şimdi, maceraperest Suudi yönetimi sayesinde yeni ittifaklar ve Petro-dolar alarak savaş alanında boy gösterme peşinde…

Kısacası, başta İhvan olmak üzere, iddialı İslamcı hareketlerin silahlı olanları veya barışçıl siyasi yöntemlere ağırlık verenleri, inişli çıkışlı seyir izleyecekler. Çok ses getirici eylemler/etkinlikler yapsalar bile, eskisi kadar kitle destekleri olmayacaktır…

Yeni sürprizler yaşanmadıkça, iktidara gelmeleri kısa dönemde mucize sayılabilir. Şii eksenli İslamcı hareketler de genel anlamda gerileme sürecindedir. Evet, Irak’ta hala iktidarda olan bir Davet Partisi var. Ancak üçe bölünmüş; 100 bin milis gücünü elinde tutan Haşdi Şaabi hareketi siyasete soyunurken, Musul ve Kerkük’teki askeri kazanımlarına güveniyor. Ne var ki, bunların yönetim anlayışlarının, diğer benzerlerinden daha başarılı olacağının bir garantisi bulunmuyor… Rusya ve Çin’e sırtını dayayan İran, Suriye ve Irak’ta kazançlı çıktı. Yemen’deki vurucu gücü Husiler, Lübnan’daki Hizbullah ve Irak’taki Haşdi Şaabi/Pasdaran (Devrim Muhafızları) olarak tanımlanabilir. Gelgelelim, şimdilik başarılı gibi görünenlerin, gelecekteki sosyo-ekonomik mücadeleler ile bölgesel kavgalarda ne yapacakları bilinmezliklerle doludur.

AKP iktidarı da yukarıda sergilediğimiz uzun vadeli değerlendirmelerden azade değildir; duraklama, çürüme (metal yorgunluk) şimdiden başlamış; gerileme ise bir müddet sonra bu partinin başına musallat olacaktır. AKP’nin fiyaskoyla bitecek siyasi ve yönetim serüveni, bölge açısından son derece yaşamsaldır. Çünkü AKP, Türkiye’yi, Sünni meşrepli siyasal İslamcıların merkezi haline getirmiş; adı konulmamış biçimde Arap ve İslam dünyasına “İslamcılık ile İslamcı ihraç etme” konumuna gelmiştir.

Uzun vadeli bakıldığında, istisna olayları saymazsak, İslamcı hareketlerin geleceği nurlu değil, karanlıktır. Gerileme döneminin başlangıcına ilk adım atmış durumdalar. Bunun bir belirtisi de Sünni-Şii güçlerin mezhep kavgası içine dalmış olmalarıdır.

Bülent Özçelik: Son  yıllarda İran’la diğer kesimler, daha doğrusu Şii Müslümanlarla Sünni Müslümanlar arasındaki çatışma eğilimi de yeniden gündeme geldi. Bunun örgütsel yansımaları nasıl vuku bulmaktadır?

Faik Bulut: Bunu, uluslararası büyük mücadelelerin bölgedeki yansımalarından biri olarak algılamak lazım. Evet, bölgesel ölçekte bu tür bir mezhepsel sürtüşme ve çatışma var. Tarihsel olarak da yaşanmıştır. Ta Moğol istilası zamanına gidilebilir. Hülagu Han Müslüman olmaya karar verince, hemen her mezhep temsilcisi Bağdat’ta kendisini ziyaret ettiğinde, diğer rakiplerini kötülemiş; güya en iyi olan kendi mezhebine girmesini tavsiye etmiştir. Bütün mezhep temsilcilerini dinledikten sonra Hülagu, bunları toplayıp, şöyle demiş: “Çok önyargılısınız; pek kindarsınız. Birbirinizi kötüleyip kendinizi göklere çıkarıyorsunuz. Yetmiyor, kavga da ediyorsunuz. Ne zaman uzlaşırsınız, o zaman Müslüman olurum. Şimdi defolun gidin! Gözüm sizleri görmesin!” Bu sözüne bakarak Hülagu’nun hiç Müslüman olmadığını varsayabiliriz. Zira İslam tarihi boyunca mezhep savaşları, hele hele Sünni-Şii kavgası hiç eksik olmamıştır.

Suudi-İran rekabetini veya çatışmasını Sünni-Şii kavgası diye okursak, eksik bir değerlendirme yapmış oluruz. Bunun arka planında Körfez bölgesindeki petrol ve diğer çıkarlar yapmaktadır. Onların en arka planında ise İsrailli Siyonistlerin İran ve Hizbullah’ı dize getirme hedefi bulunuyor.  ABD’deki Evangelist kesimlerle İsrail’deki dinci ve ırkçı Siyonist ittifakının günümüzdeki yansıma şekli ise ABD’nin İran’ı kuşatması, petro-dolar şeyhliklerini korunmasıdır. Onun gerisinde de birkaç ay önce ABD ile Körfez ülkeleri arasında imzalanan 50-100 milyar dolarlık silah anlaşması bulunuyor. Dünya petrol ve silah şirketlerinin büyük rekabeti, Ortadoğu’da Sünni-Şii cepheleşmesi biçiminde sunuluyor. Büyük rekabetten pay kapmak isteyen bölge ülkeleri de, mezhepsel cepheleşmesinin destekleyici, tetikçisi veya vurucu gücünü oluşturabiliyorlar.

Bülent Özçelik: Son olarak demokratik-sol bir perspektiften, İslamcı siyasal örgütlenmeye yönelik nasıl bir anlayış geliştirmek gerekir. Ne düşünüyorsunuz?

Faik Bulut: Gelişmeleri iyi okuyan bir sol anlayış, meseleyi sadece din-iman veya politik İslam temelinde almamalıdır. İslamcı hareket ve partileri de, dünya küresel piyasa sisteminin farklı figürleri yahut aktörleri olarak görebilmelidir. Buna göre hesabını kitabını yapmalıdır. İslamcılar, sosyo-ekonomik düzlemde küresel kapitalistlerin Müslüman mahallesindeki acentaları, işportacıları sayılırlar. Bu haliyle sistem partilerinden niteliksel bir farkları yoktur. İnanmayan, AKP’nin icraatlarına bakabilir. Keskin (radikal solcu, goşist) söylemler veya sadece işçici (uvriyerist) bakış açısına sahip kimi sol kesimler, bir dönem için İslamcı hareketler, tarikatlar, İslamcı mahalledeki sosyo-ekonomik, sosyo-politik gelişmeleri ya göremiyor ya es geçiyor yahut onları küçümseyebiliyorlardı. Sorosçular veya liberal kesimlerin etkisinde kalan güya sivil toplumcu kesimler ise (özellikle Birikim dergisi çevresinde yazıp çizenler) bu İslamcıları ceberut Kemalist sistemi yıkabilecek sivil güçler diyerek göklere çıkarıyorlardı. Deyim yerindeyse, kendi pusulasını yitirmiş solcu eskileri, İslamcıların izinde kıble arama yolculuğuna çıkmışlardı. Her iki görüşün yanlışlığı, zaman içinde ortaya çıkmış bulunuyor.

Sol kesimlerin bu konudaki eksiğine ilişkin birkaç cümleyi özetle belirtelim. Şöyle deniliyordu: “Bizim işimiz sınıf mücadelesidir. Laiklik, aydınlanma gibi şeylerle uğraşmıyoruz. İşçi dinci bile olsa, ezilen bir sınıfın mensubudur; biz, onun bu yönüyle ilgileniyoruz.” Ben, 1990’lı yıllarda bir alan çalışması yaparak Tarikat Sermayesi isimli kitabımı yazarken, “bunlarla ne uğraşıyorsun; bizim işimiz sol ve sosyalizm, devrim olmalı” diyen insan sayısı az değildi. Oysa solculuk, olgulardan hareket etmektir. Gerçeği olgularda aramaktır. Olgular, önüne yeni bir gerçeği çıkartmışsa, buna göre tutum alıp çözümü için fikir üreteceksin, tez geliştireceksin. Onlara hep şunu söylüyordum: “Bu laiklik, günün birinde sizin de meseleniz de olacaktır. Keza tarikat sermayesi meselesi de böyledir. Günümüzde DİSK, KESK ve TÜRK-İŞ isimli sendikalardan daha çok üyeye sahip HAK-İŞ isimli İslami eğilimli sendikanın üyeleri, ya AKP’nin yönettiği resmi dairelerde yahut tarikat sermayesinin şirketlerinde çalışıyorlar. On binlerce ve hatta yüz binlerce sendikasız ama tarikat sermayedarlarına kapılanmış çalışanı da hesaba katmak durumundayız. Oradaki sömürü de din-iman, tarikat-cemaat kisvesi altında yapılmaktadır. Siz, bu olguyu görmedikçe, istediğiniz kadar işçi sınıfından söz edin; pratikte hiçbir söyleminiz, sömürülen ve ezilen kitlelere ulaşamayacaktır. Keza AKP iktidarı, sosyal-devleti çökertmiştir. Bunun yerine hayır-hasanat yani sadakat ve zekât yöntemiyle varoşları kendine bağlamıştır. Bunlarla fikirsel, siyasal ve toplumsal düzlemde çok boyutlu mücadele etmeden kitlelere, varoşlara ulaşmanız yine imkânsızdır.”

Demem odur ki; dünya çapında büyük bir tarihi geriye dönüş söz konusudur. Tarihte  bazen sıçramalarla ileriye doğru atılım olur, kimi zaman ise karanlık çağa götürecek kadar büyük geri dönüşlere yol açılabilir. Tarihin cilvesi diyelim buna. Ancak anlattığımız şeyleri düzayak, indirgemeci ve tek yanlı biçimde algılamak yerinde; diyalektik bağlamda ele almakta yarar var. Geri dönüşlerin içinde potansiyel ileriye sıçramalar olabileceğinin; krizlerin içinde iyi fırsatların da doğabileceğini yahut tam tersine iyi gidişatın olumsuz yanları da barındırabileceğini düşünmenin tam zamanıdır.

Son söz: Osmanlı dönemi mezar taşlarının birinin üstünde, padişah zulmünün de sonunun geleceğini belirten güzel bir ibare yazılıdır: “Gün akşamludur Sultanım!” Buradan hareketle İslamcı yükselişin gün batımı süreci başlamıştır denilebilir; buna karşılık sol kesimlerle özgürlük isteyen yığınların karanlık döneminin şafağında değilsek bile alacakaranlık kuşağında olduğumuz söylenebilir. Nesnel gidişat bu yöndedir. Gerisi bizim öznel çabalarımıza yani örgütlenme, faaliyet, mücadele durumumuza bağlıdır.