Halkların Köprüsü Derneği: “Unutursak kalbimiz kurusun”

Halkların Köprüsü zarif bir dernektir; tanımadıkları, bilmedikleri insanları özleyen, onları tanımak, onlardan öğrenmek isteyen, o insanlar denizlerde sonsuz boğuldukları, tarlalarda, merdiven altı atölyelerde soldukları, öldükleri için, artık tanışamayacakları, o insanları bilemeyecekleri için insanlığın kaybettiğini, yaralandığını düşünen bir dernektir. Halkların Köprüsü, oldukça uzun bir zamandır İzmir ve yakın çevresinde mültecilerle ilgili saha çalışmaları yürütüyor. Sağlık taramalarının, gebe takiplerinin, aşı kontrollerinin yapıldığı bu taramalarda, çoğunluğu Suriyeli olan mültecilerin acil sağlık ihtiyaçlarının belirlenmesi ve el verdiğince karşılanmasının yanı sıra barınma, çalışma gibi alanları içeren yaşam koşullarına dair de çalışmalar yapılıyor. Bunlara ek olarak, geçtiğimiz haftalarda “Kıyıya Vuran İnsanlık” isimli, mülteci ölümlerini, bu ölümlerin haberleştirilmesini, mülteci politikalarını değerlendirdikleri ve kendi politik duruşlarını paylaştıkları bir almanak yayımladılar. Biz de bu vesileyle dernek üyeleri ile hazırladıkları almanak üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

 

ZEYNEP CEREN EREN: Her şeyden önce, şunu sormak istiyorum. Savaştan kaçabilmiş fakat bu topraklarda gene de ölümden kaçamamış insanların kaydını tuttuğunuz bir almanak hazırladınız. Saha çalışmalarınızda bundan çok daha fazlasını gördüğünüzü biliyorum, gene de sormadan edemiyorum: ölümlerin çetelesini tutmak fikri çok ağır, bunun altından nasıl kalktınız? 

Ercan Ergiçay: Saha çalışmalarında birçok olayla karşılaşıyoruz. Her biri farklı şekilde can yakıcı oluyor, ne kadar çok olayla karşılaşırsanız karşılaşın alışamıyorsunuz. Sahada sadece olayları nasıl karşılamanız gerektiğini ve insanlara nasıl davranmanız gerektiğini öğreniyorsunuz. O yüzden ölümün çetelesini tutmanın ağırlığını azaltan bir şey olmuyor. Çalışmayı yapmak bu anlamda gerçekten zor oldu. Bir ölüm haberini birçok kaynaktan okumak zorunda kaldık. Bu yüzden birçok gazeteye maruz kaldık demek doğru olacak sanırım. Ölümün kendisi ayrı etkiliyor, haberin veriliş biçimi ayrı. Bu sebeple medyanın dilini eleştiren bir bölüm de hazırladık.

Özcan Gülhan: Tüm bu ölümlerin altından nasıl kalktığımıza gelince, inanın kalkamadık, ağırlığını hâlâ yaşıyoruz. Yani gözü dönmüş politikacıların yarattığı çıkar savaşları sonucu, ölüm yolculuğuna çıkmaktan başka çaresi olmayan hayatlara tanıklık etmenin altından nasıl kalkabiliriz ki. Geçişler esnasında ve iş cinayetlerinde hayatını kaybedenleri yazdığımız ilk bölümde özellikle hayat hikâyelerini, isimlerini, memleketlerini öğrenmeye çalıştık. Bu tabii ölümü daha gerçekçi kılıyor, özellikle hazırlayan tarafından. O insanların ne hayat hikâyelerine ne isimlerine ne de cinsiyetlerine ulaşabildik gazete haberlerinde. Sanki bir hiçliği yazıyormuş gibi ve sanki bu hayatı hiç yaşamamışlarcasına… Ama Can Kırıkları’nda yazdığımız bütün hayatlar gibi onların da hayatları ve bir hikâyeleri vardı elbette.

Nasıl bitirebildik bu bölümü diye sorarsak, aslında hikâyeleri, ölümleri okudukça üzerimizdeki ağırlık da arttı; fakat sorumluluk da getiren bir şeye dönüştü. Bakın bu insanlar böyle öldü, bu sebepten öldü; isimleri, yaşları ve hayatları bile yazılmadı bir gazete parçasına. Ve belki de motivasyonumuzu artıran da bu oldu; yani ölü bedenlerin hayatları, isimleri ve yurtsuzlukları… Suriye’de duvarda yazan Arapça bir söz geliyor aklıma: “Gitmeden önce kalmak için elimden gelen her şeyi yaptığımı bil…”

ZEYNEP CEREN EREN: Almanakta medyanın kullandığı dil eleştiriliyor. Bu dilin dört farklı önyargıdan mustarip olduğu; kişiselleştirme, dramatize etme, parçalama ve normalleştirme yoluyla haber metinlerini oluşturduğu belirtiliyor. Bu bağlamda mültecileri gündeme getirirken siz kendi dilinizi nasıl kurdunuz, nelere özen gösterdiniz?

Nevruz Seyidoğlu: Birilerinin adına konuşurken, yazarken bir sorumluluk alırsınız ve bu sorumluluğu en iyi şekilde yerine getirmek de sizin elinizdedir. Mültecileri nasıl tanımladığınız, hangi olaylarla gündeme aldığınız, olanları ne şekilde aktardığınız ya da anlatmayı seçmedikleriniz, kullandığınız fotoğraf buradaki en önemli noktalar oluyor.

Bunun yanı sıra bu tercihleri yaparken mevcut iktidarla olan ilişki de önemli rol oynuyor. Sorunuzda belirttiğiniz dört önyargı W. Lance Bennet’in “Politik İllüzyon ve Medya” adlı kitabında geçer. Sözü geçen bu önyargılar Türkiye basınını özetler niteliktedir. Geçmişten günümüze önemli olayların basına yansımasına baktığınızda bunu daha net görebilirsiniz. Suriye’de yaşanan savaşın basında yer alışı da problemli gördüğümüz alanlardan biriydi. Dernek olarak bu konuda da bir çalışma yapmanın gerektiği konusunda hemfikirdik. Çünkü kurmuş olduğunuz dil, haberin sosyolojisini belirlediği gibi toplumsal algıyı da belirliyor. Örneğin botlarla geçişin olduğu haberlerde mülteciler için “yakalandı” dediğinizde doğrudan suçlu konumuna sokarsınız. Bu da onları tehlike unsuru olarak gösterir. Önyargı inşa eden, dışlayıcı, ayrımcılığa sebebiyet veren ve mevcut mağduriyeti daha da pekiştiren bu dilin yerine yeni bir söylem inşa etmeliyiz. Çünkü haber metinlerinin ana işlevi bilgi vermektir. Bağlamından koparıldığında en önemli kısmı arka plana atmış olursunuz. Dolayısıyla yapılan haber değil artık başka bir şey olur.

ZEYNEP CEREN EREN: Suriyeli mültecilerle ilgili en sıcak tartışmalardan biri vatandaşlık üzerinden yürüyor. Ülkede yabancı düşmanlığının, milliyetçiliğin, ötekiye nefretin neredeyse ete kemiğe büründüğü bir tartışma alanı vatandaşlık. Bu noktada, Halkların Köprüsü Derneği de bir dernek görüşü açıklamıştı, almanakta da yer verilmiş. Neredeyse Mülteci Manifestosu olarak adlandırılabilecek bu dernek görüşü kabaca neyi savunuyor?

Anıl Gökpek: Suriyeliler dâhil tüm yabancılara mülteci statüsü ve isteyenlere ise ayrım yapılmaksızın vatandaşlık verilmesi görüşü, mevcut fay hatlarına bir yenisini daha ekle(t)meme çabasından doğuyor. Bu Türkiye’de en son ihtiyaç duyacağımız şey olurdu: Yabancı-yerli gerginliği ezilenlere fayda sağlamayacak, tersine sorunun insani temelini unutturma çabalarına katkıda bulunacaktır. Almanak çalışması biraz da bu unutturma çabasına karşı çıkmak olarak beliren politik konumlanıştan güç aldı. Biliyoruz ki bu sorun Suriyelilerin gelişiyle birdenbire ortaya çıkmadı. Türkiye’deki yabancılar Suriyeliler gelmeden önce de şehirlerde, göze görünmeden, ucuz ve güvencesiz olarak çalışıyorlardı. Türkiye, Suriyeliler gibi onlara da mülteci statüsü vermedi, vermiyor. Aldığımız konum bu tavra da bir tepkidir; derneğimiz, adının ifade ettiği gibi demokratik beraber yaşama pratiklerini inşa etmeye çabalayan bir grup gönüllüden oluşuyor ve bizler bu çabanın doğal sonucu olarak seslendiriyoruz vatandaşlık talebini. Bu insanlara mülteci statüsü tanınmalı, dileyene de kayıtsız şartsız vatandaşlık verilmelidir.

Talebimiz başka bir dünyaya, büyük insanlığa özlemimizin sonucudur. İnsan olabilmek/kalabilmek için, sizin de derneğimize yakıştırdığınız zarafetimizi korumanın başka yolunu bilmiyoruz. Empati kuruyoruz, gönüller arasında köprüler kuruyoruz; bu insanların “Gitmeyin, buyurun başımızın üstünde yeriniz var.” diyemediğimiz için öldüklerinin üzüntüsüyle başa çıkmaya çabalıyoruz. Aslında Türkiye halkları olarak empati konusunda çok da uzaklara bakmamıza gerek olmadığını, “Acı Vatan” Almanya’dan çıkarabileceğimiz çok ders olduğunu biliyor ve bunu unutturmamaya çalışıyoruz. Almanak bir hafıza çalışmasıdır, kolektif hafızanın gelecekte kuracağımız huzurun öncüllerinden biri olduğunu görebiliyoruz. Aslında burada unutulan, kolayca göz ardı edilen çok temel bir gerçekten bahsediyoruz: Bu insanlar birincil güdümüz olan hayatta kalma isteğinin neticesi olarak, savaştan kaçarak Türkiye’ye geldiler. Onların kirli siyasi-ekonomik pazarlıklar için kullanılmalarına hayır diyoruz; her bir insan eşsizdir diyerek az önce bahsi geçen kirli pazarlıkların ipliğini pazara çıkarmak istiyoruz. Bu bir kolektif hafıza çalışmasıdır: Unutursak kalbimiz kurusun!

Ancak burada bir noktayı belirtelim: Vatandaşlık önerisini yaparken sınırları savunduğumuz anlamı çıkarılmasın. Geçirgen sınırlar anlayışını savunuyoruz, sınırları açın diyoruz. Buradaki temel nokta, kişi olma hakkının önemini vurgulamak, Suriyelilere mülteci statüsü ya da vatandaşlık hakkıyla birlikte evrensel haklar sistemine entegre olma şansının verilmesidir. Bu insanlara uygulanan yurtsuzlaştırma, insanlıktan çıkarma planları ile savaşmak için elimizde koşulsuz konukseverlikten başka hiçbir şey yok. Burada doğmuş olmak bizi buranın sahibi yapmıyor, toprak herkesindir. Bu zehre karşı tek panzehir, bu nezaketimiz olmalı… Derneğimizin şiarı haline gelmiş söz bize “dayanışmanın ezilenlerin nezaketi olduğu”nu her an anımsatıyor. Bu nezaketi savunuyoruz.

ZEYNEP CEREN EREN: Almanakta çok çarpıcı bir şekilde tarif edilmiş Can Kırıkları isimli bir bölüm var; bu topraklarda mülteciliğin sonu çok nadir güzel biten hikâyelerine de yer veriyorsunuz. Ölen bir bebeğin anlatıldığı kısımda, bir cümle mıh gibi kalplere işliyor: “Mezarı olan başka dernek daha var mıdır bilmiyorum…” Suriyeliler yapış yapış bir hayırseverlik, sivil toplumculuk ve ikiyüzlülüğün nesnesi haline gelmişken, Halkların Köprüsü mültecilerle arasındaki bu zarif ilişkiyi nasıl kuruyor? 

Gülistan Sultan: Biz Halkların Köprüsü Derneği olarak kurulduğumuz günden bu yana sokağın bilgisine dayanarak mültecilerle temas kurduk; yani onlara dokunarak. Zira dokunmadığımız hiçbir hayatın parçası olamazdık. Aynı şekilde bir parçası olamadığımız hayatlarla kurduğumuz ilişki ise hiyerarşik ve yardım ilişkisinin ötesine geçemezdi. Biz Köprü olarak, bilgiyi hissederek öğrenmeyi tecrübe ettik. Duyguların bilme edimindeki değerini kavradık. Hissetmeyi öncelemeyen her bilgi bizim için eksiktir. Bilgisini edindiğimiz tüm yaşamların öncelikli sorunlarını gidermeye, yalnız olmadıklarını ve insani bir dayanışmanın hep var olduğunu göstermeye çalıştık.

Mesela; sizin de dediğiniz gibi biz mezarı olan bir derneğiz…

Annesinin korumak istercesine Bilal bebeği sımsıkı sardığı battaniyeyi açınca gördüm o kocaman renkli gözlerini… Parmağımı uzattım, bir daha bırakmamak istercesine avuçladı. Şimdi tüm bunlara tanıklık edip de nasıl görmezden gelebilir ve elimizi çekebiliriz bu küçücük bedenden ve belki de daha nicelerinden…

Bebeğine domates kasasından beşik yapan bir anne nasıl kaçırmaz ki uykularımızı…

3 saat boyunca suda kurtarılmayı bekleyen ve gördüğümüzde hâlâ o duygu yoğunluğuyla karşımızda titreyen 13 yaşındaki Helin’i nasıl unutabilirim ki…

İşte her dokunduğumuz mülteci, her birimize dokundu ve belki de asıl Köprü’yü bu kurdu.

ZEYNEP CEREN EREN: Gene aynı bölümde, kadınların hikâyelerinin sanki canı daha başka yerlerden, daha başka kestiğini görüyoruz. Savaşın, mülteciliğin, savaş sonrasının yükünün kadın ve erkek arasında eşit dağılmadığını söyleyebilir miyiz, sizin gözlemleriniz neler bu konuda?

Gülistan Sultan: Elbette söyleyebiliriz. Ayrıca bu eşitsizliği anlayabilmek için etkin bir araştırma ve gözlem yapmaya pek gerek yok. Bu noktada en iyi örnek fotoğraflardır. Savaş, savaş sonrası göç yollarında ve kamp fotoğraflarında genelde kadınları görürüz. Bu fotoğraflarda kadınlar  acı ve direncin temsil ederler. Kadınlar hep bir eylemlilik halindedir. Esasen yerle bir olmuş bir yaşamı yeniden yeniden inşa ederler. Ancak bu inşa sürecinde yaşadıkları başka can kırıklıklarına da tanık olduk; 4 çocuğu olup gebe olduğu için kamu personeli tarafından aşağılanan, makyaj yapması tasvip edilmeyen, Suriye’de başı açık olduğu halde Türkiye’de başını kapatmak zorunda hisseden, tarlada çalışmak zorunda olduğu için 6 aylık bebeğini bakması için 5 yaşındaki kız çocuğuna emanet etmek zorunda kalan kadınlar gördük. Kocası tarafından çocuğu cinsel istismara maruz kalan ve bu davayı tek başına takip eden, sonrasında bu olay nedeniyle ev sahibi tarafından evden atılan bir kadını tanıdık. Aynı iş gücüyle çalışmasına rağmen daha az ücret verilen kadınlar, iş yerinde tacize maruz kalan kadınlar aklıma geliyor. Aslında kadınların yaşadığı tüm sorunları bir de öyle yabancı kimliğiyle yaşayıp bununla mücadele eden kadınlar var.

Şimdi en başa dönersek, savaşın, savaş sonrasının yükünün kadın ve erkek arasında eşit dağıldığını iddia edebilir miyiz? Buradan bir kez daha hayatı yeniden inşa eden  tüm kadınlara selam olsun!

ZEYNEP CEREN EREN: Bir politika olarak memleketin fay hatlarına oynamak ve hatları nefretle, hedef göstererek, halkları birbirine kırdırarak derinleştirmek almanakta önemle vurgulanıyor. Bu noktada umuda dair, bir başka deyişle mücadeleye dair sormak istiyorum, bu fay hatlarını nasıl tersine döndüreceğiz? Adını tam da böyle bir umut ve mücadeleden alan Halkların Köprüsü, fay hatlarını silikleştirme stratejileri üzerine ne düşünüyor? 

Sevgi Halime Özçelik: Haklısınız, gittikçe derinleştirilen faylar, Köprü’nün de Köprü’yü oluşturan bireylerin de en büyük derdi. Köprü’nün kendisini tanımlarken kullandığı bir kavram var, “kamusal dostluk” diye. Bu kavram da toplumu oluşturan halkların, birbirlerine ilişkin korku, nefret, düşmanlık gibi çatışmacı ve ötekileştirici duygu duvarlarını yıkarak, dostluk ve dayanışma ağlarını oluşturmayı; dil, din, ırk, mezhep, cinsiyet farkı gözetmeksizin mağdurlarla dayanışmayı hedefleyen bir siyaset, eylem ve varoluş biçimi oluşturmayı içeriyor.

Dernek gönüllülerine baktığınızda toplumda ne varsa onu görürsünüz. Kürt, Türk, Arap, Ermeni, Rum, Alevi, Sünni, LGBTİ, anarşist, sosyalist, dindar, vegan… Kimse kimseye sen kimsin, necisin diye sormadan bir araya geliyor; birikimlerini, maharetlerini, fikirlerini, duygularını ortaya koyup karınca gibi çalışıyor. Büyük cümleler kurmaya hiç ihtiyaç duyulmuyor.

Köprü her türlü önyargıyı, ötekileştirmeyi, ayrımcılığı sanırım “yaparak”, “eyleyerek” yıkıyor. Kendi küçük dünyamızda ne yapılacaksa şimdi ve burada yapıyoruz, geniş zamanda kaybolmadan.

Belki fay hatlarını toplum ölçeğinde, makro düzeyde de silikleştirmenin bir yolu da budur. İnsanları bir araya getirecek, hem kendileri için hem insanlar için küçük de olsa anlamlı bir şey yapma duygusu, küçük de olsa bir değişime katkı sunma hevesi yaratacak ortak değerler, ortak dertler etrafında toplanmak en birleştirici eylem olabilir.

Köprü’nün gönüllüleri arasında devletin gadrine uğramış pek çok insan olsa da dostça siyaset yapma yollarını deniyoruz. İnsan insana iyi gelir misali, hem bir arada duruyor, hem de dayanışmayı örüyoruz. Alanın ihtiyaçlarına bakıldığında yapılanlar çoğu zaman bir ele dostça dokunuş gibi geliyor bana. “Senin farkındayım, senin için dertleniyorum, her şeyin yoluna girmesi için birlikte elimizden geleni yapacağız” diyen sessiz bir dokunuş. Yapılıp edilenden ziyade bu dokunuş güç verir insana.

Şimdi tam da öyle zamanlardayız. Nerede isek orada; ezilen, dışlanan, sesi kısılan, haksızlığa uğrayan, yok edilmeye çalışılan, dayanışmaya ihtiyaç duyanla bir arada durabilir, elimizden geleni yapabilirsek “fay politikaları”nı da, sahiplerini de işlevsizleştirecek köprüler kurabiliriz. Yoksa geçmiş ola.

ZEYNEP CEREN EREN: Almanakta mültecilik konusunda ulusal ve uluslararası hukuk normlarının yetersizliğinin çok iyi anlatıldığı bir metin yer alıyor. Hayatla hukuk arasındaki uyumsuzluğun kaynağı ne? Ne dersiniz, sınırları yaşamda yerle yeksan eden mülteciler, kara kaplı kitaplarda da değişim yaratabilirler mi?

Eser Ceylan: “Hukukla yaşam arasındaki uyumsuzluğu” yaratan şey, hukuk düzeninin “kimin adına” ya da “neyin adına” inşa edildiğinde ve sürdürüldüğünde gizlidir. Hukukun temel işlevi kendini burada göstererek kapitalist üretim ilişkilerini düzenler ve üretim ilişkilerinde egemen sınıf yanında saf tutar. Hukuk toplumu “adalete” ulaştıracağını iddia eder ancak adalete ulaşmayı engelleyen de yine kendisi olur. Bize adalet vadeden hukuk, devletler eliyle yalan söyler, adalete erişimi zorlaştırır ve hatta engeller. Bu nedenle sorunuzdaki o “uyumsuzluk” hukuk, devletle birlikte ortaya çıktığından beri hep vardı ve sınıf çatışmaları sürdüğü sürece de hep var olacak.

Sorunun ikinci kısmında sözünü ettiğiniz “sınırları yerle yeksan eden” şey, mültecilerin kendi pratikleridir, mücadeleleridir. Bu pratik yasaların, yönetmeliklerin ve hukuki metinlerin aslında bir hiç olduğunu gösterdi bizlere. Aslolan ve gerçek olan yaşamdır ve daha iyi bir yaşam için verilen mücadeledir. Mültecilerin uğradıkları hak ihlallerinin, zulmün, kötülüğün görünür kılınması için verilecek mücadeledeki inat ile “kara kaplı kitaplarda” yazılanlar tersine dönecek ve artık o kitaplarda ezilenlerin kendi cümleleri yer alacaktır. Bu konuda hukuka bel bağlamak oldukça safça bir yaklaşım olacaktır.

İzninizle biraz da kitapta yer alan hukuk metnine dair birkaç şey söylemek isterim. Mülteci meselesine bakarken bu meselenin bu çapta uluslararası bir meseleye dönüşmesine neden olan şeyin aslında ulus devlet projesinin bizatihi kendisi olduğunu görüyoruz. Ulus devlet inşa sürecinin olmazsa olmaz unsuru olan “homojen nüfus kitlesi yaratma” fikrinin kaçınılmaz sonucu olarak, sınırlar netleştirilir ve kendisinden olmayan bütün “ötekiler”e kapatılır. Mültecileri, hem gitmeyi hedefledikleri ülkeye hem de oraya ulaşmak için geçmek zorunda oldukları transit ülkelere kaçak giriş çıkış yapmak zorunda bırakır. Oysa devletler, hiçbir ayrım gözetmeden, sınırları içerindeki herkesin haklarını korumak ve güvence altına almak zorundadırlar. Ancak devletler çıkardıkları yasalarla ve pratik uygulamalarıyla mültecileri yarı suçlu statüsünde değerlendirip sahip oldukları insan haklarını kısıtlama yoluna gitmektedirler. Uluslararası topluluğun bu alandaki ikiyüzlü politikalarına son vermesi yönündeki mücadeleyi büyütmek ve her ortamda bu tutumu teşhir etmek oldukça hayati bir önem taşımaktadır.

AB ülkelerinin güvenlikçi sınır politikaları yüzünden mülteciler göç yollarında büyük tehlikeler yaşamaya devam etmekte ve ölümler her geçen gün artmaktadır. Fazla uzatmamak için son olarak “bize düşen nedir”e dair bir iki cümle söylemek isterim. İltica hakkı en temel insan haklarından biridir, bu nedenle sınırların açılması ve güvenli geçişlerin sağlanması konusunda ısrarcı olmak ve her platformda bunu dillendirmek hepimiz görevi olmalıdır. Avrupa Birliği ülkeleriyle “kirli pazarlıklar” sonucunda imzalanan “geri kabul anlaşmaları” mültecilerin iltica haklarını ellerinden alan, temel insan hakları ilkelerini ihlal eden anlaşmalardır ve bu uygulamalara son verilmesi hayati önem taşımaktadır.

Steve Biko’un ifadesiyle, “yapılanları görüp de ses çıkarmamak da bir suç ortaklığı”dır aslında. Evet, karar verelim; biz bu suça ortak olacak mıyız yoksa karşı durup sesimizi mi yükselteceğiz? Umarım vereceğimiz cevap, büyük insanlık ailesini gökkuşağı renklerine bezeyen direnenlerin tarafı olur. •