Mülkiyeti Yeniden Düşünmek

“Mülkiyet” genel başlığını taşıyan bu dosyada mülkiyet olgusunu ortaya çıkartan, biçimlendiren ve yeniden tanımlayan politik, toplumsal ve iktisadi koşulları, kültürel anlam dünyasını ve nihayetinde özel mülkiyetin icra edilmesini mümkün kılan pratik ve temsilleri tartışmaya açmaya gayret ediyoruz. Özel mülkiyet ama “nasıl?” diye soruyoruz.

Modern bir kavram ve kurum olarak mülkiyet 17. yüzyıl Avrupası’nda ortaya çıkar; bu dönemle birlikte mülkiyet nosyonu, hukuk kurallarıyla düzenlenen tasarruf, yararlanma, dışlama ve gerektiğinde bunu zorla dayatmayı da içeren, evrensel ve genelleşmiş özel mülkiyet hakkıyla özdeşleştirilmeye başlar. Rule of Experts kitabında Timothy Mitchell özel mülkiyetin tarihinin, bir mevzuat ya da soyutlamanın tarihi olarak sunulduğunu, ancak bu türden bir tarihin özel mülkiyetin belli bir yerde gerçekte nasıl oluştuğu hakkında söyleyecek çok az şeyi olduğunu iddia eder. Bu tarih anlatısı içerisinde özel mülkiyetin ortaya çıkışı bireysel temellükler, istisnai kararlar ya da şiddet eylemleriyle ilgili olsa bile bu eylemler şimdi’den koparılmış bir geçmişe aitmiş gibi görünür diye ekler.[1] Mitchell’ı takip ederek, “özel mülkiyet yasası”nın (law of private property) kendisinden önce gelen (ve bugün de var olan) farklı mülkiyet biçimlerini düzenleyen kesin, hukuki, standart, soyut bir ilke olarak değerlendirilmesine karşı çıkmak mümkün. Bunun yerine, özel mülkiyeti, farklı mülkiyet biçimlerini yeniden dağıtan, yoğunlaştıran ve onlara atfedilen negatif öğeleri gizleyerek içeren bir çatışma alanı olarak değerlendirmek daha yerinde olacaktır. Buradan hareketle bu dosyada özel mülkiyeti soyut, yasal ya da idari bir biçim ve kategori olarak değil, toplumsal ve kültürel pratiklerle inşa edilen politik bir çatışma alanı olarak anlamayı amaçlıyoruz.

Dosyanın odağında bir kurum ve kavram olarak özel mülkiyet yer alsa da, onun “kurucu ötekisi” olarak devlet mülkiyeti her daim bir gölge gibi metinlerin içerisinde yer alıyor. Fakat mülkiyet ilişkilerini özel ve devlet mülkiyeti olarak ikiye ayırarak sabitlemek, diğer çok katmanlı ve kolektif mülkiyet iddialarının görünmez kılınmasına yol açar. Özel mülkiyet, bir bireyin (ya da tüzel kişiliğin), başkalarının söz konusu mülk üzerindeki her türlü tasarrufunu dışlama hakkı üzerine kuruludur. Öte yandan devlet mülkiyeti de (kamu taşınmazları, altyapı gibi alanlarda) kullanım ve tasarruf hakkını ve diğerlerini dışlama hakkını içerdiği ölçüde bir tüzel kişiliğin özel mülkiyetine benzer nitelikler taşır.[2] Halbuki bu iki mülkiyet biçiminin haricinde, yasal olarak tanımlanmamış bir dizi farklı ve muğlak mülkiyet ilişkisi ve iddiası bulunur. Bu nedenle, mülkiyeti fetişleşmiş, donuk bir hukuki manzume nesnesi olarak anlamaktansa, onu tarihselleştirmek ve kuruluşunun tekil ve istisnai görünen anlarına odaklanarak içerdiği toplumsal çatışmaları görünür kılmak gerekir. Zira farklı mülkiyet biçimleri, toplumsal güç ilişkileri alanında farklı aktörler arasında gerçekleşen bir dizi çatışma ile kurulur. Örneğin Carol Rose, hiçbir yasal sahiplik ilişkileri olmamasına rağmen insanların belirli alanlar üzerinde mülkiyet iddiası ileri sürüyor gibi eylemde bulunduklarını belirtir ve bu tip iddialara“ “asılsız” ya da “hayali” mülkiyet (illusory property) adını verir.[3] Bu asılsız iddialar, toplumsal güç ilişkileri çerçevesinde değerlendirilir; belirli tarihsel durumlarda bu iddialar gasp olarak adlandırılabildiği gibi (örneğin Gayrimüslim mallarının asılsız iddialarla sahiplenildiği örneklerde kelimenin birebir anlamıyla bir gasp söz konusudur), bu tür iddialar başka durumlarda kolektif kullanıma dayalı, kullanım değerini önceleyen, “özgürleştirici” biçimler de alabilir.

“Müşterek mülkiyet” olarak tanımlanabilecek bu ikinci tür iddialar her bir bireyin mülkiyete konu olan şeyi kullanmaktan ya da faydalanmaktan dışlanamayacağı fikri üzerine kuruludur.[4] Nicholas Blomley’in belirttiği gibi, müşterek mülkiyet iddiası “haklar ve adalet söylemiyle meşru kılınan ve hayata geçirilen etik ve politik” bir talebe dayanır ve “köklü değerler ve inançlar sayesinde” varlığını sürdürür.[5] Bu alanlar, Blomley’in belirttiği gibi, “[h]aritalarda nadiren görünseler de, ölçülebilir mekânı işgal ederler, fiziksel referans noktaları vardır, toplumsal ilişkiler içerisinde üretilirler ve formel değer sistemlerini temsil ederler.”[6] Görünmez kılınsalar da (belki de görünmezlik varlıklarının sebebidir) topluluklar özel ya da devlet mülkiyeti ayrımı yapmadan mekân üzerinde kullanımdan kaynaklanan müştereklik iddiasında bulunabilirler. Mülkiyet bağlamındaki tüm bu karşıt iddialar aşılması güç çelişkiler üretirler. Tam da bu nedenle bu türden çelişkiler karşısında mülkiyetin icra edilebilir olması için, toplumsal olarak bu hakkın ahlaki olduğuna dair kamusal inancın/sağduyunun (common sense) yeniden ve yaratıcı biçimlerde inşa edilmesi, özel mülkiyetin meşruiyetinin yeniden üretilmesi gerekir. Böylelikle mülkiyet kavramının ve kurumunun politik ve etik açından yeniden tanımlandığı özgül bir konjonktüre kapı aralanmış olur.

Dosyamızda, bu “politik” mülkiyet okumasını, Türkiye’de özel mülkiyetin inşası ve yeniden tanımlanması süreçlerini tarihsel ve güncel boyutlarıyla ele alan, bu süreçlerin ekonomik ya da hukuki veçheleri kadar kültürel boyutunu da göz ardı etmeyen özgün yazılar yer alıyor. Dosyanın Alp Yücel Kaya tarafından kaleme alınan “Türkiye’de Mülkiyet Tartışmaları ve Çalışmaları” başlıklı ilk yazısı, toprakta özel mülkiyet olgusunun ortaya çıkışının, Osmanlı-Türkiye tarih yazımında 1960’lardan bugüne kadar nasıl tartışıldığı sorusuna odaklanıyor. Yazarın da belirttiği gibi, 1960’lı yılların hararetli mülkiyet tartışmasının temel ekseni öncelikle bir üretim tarzı tartışmasıdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun klasik döneminde üretim tarzının ne şekilde tarif edileceği, bunun için Marksist terminolojideki Asya Tipi Üretim Tarzı ifadesinin feodalizm anlatısı karşısında ne derece açıklayıcı olduğu sorusu, dönemin temel meselesidir. Bu dönemde, Kaya’nın belirttiği gibi, ister üniversite içinden gelsin ister üniversite dışından, üretim tarzı tartışmaları dönemin yükselen sol hareketlerinin etkisiyle sosyalist strateji tartışmaları ile iç içe gelişir. Dolayısıyla Türkiye’de mülkiyet literatürü, bir kavram ve kurum olarak özel mülkiyetin tarihsel açıdan ortaya çıkışını anlamaya odaklanan, odağına bu kuruluş sürecinin toplumsal inşası kadar politik niteliğini de koyan, en başından itibaren siyasal nitelikli bir tartışma üzerine inşa olmuştur. Mülkiyet literatürünün bu özgün niteliğinin altını çizen Kaya, tartışmasının odağına Osmanlı İmparatorluğu’nda toprak üzerindeki mülkiyetin niteliğinin (devlet mülkiyeti ya da kişi mülkiyeti) farklı araştırmacılar tarafından nasıl analiz edildiği sorusunu koyuyor. Devamında, kırsal alanda hakim mülkiyet ölçeği, küçük ölçekli tarımsal üretim birimlerinin kapitalistleşme süreci gibi alt başlıkların söz konusu literatürde ne şekilde ele alındığını tartışıyor.

Kaya makalesinde kısaca 1990’lar sonrasında Türkiye’de mülkiyet tartışmalarının seyrine de değiniyor ve bilhassa 2000’li yıllarda sosyal bilimciler arasında kimlikler/cemaatler/azınlıklar üzerine yapılan araştırmaların arttığını ve özel olarak “emval-i metruke” başlığı üzerine geniş bir literatürün ortaya çıktığını belirtiyor. Mülkiyet çalışmalarında yeni ve ayrı bir başlık olarak tartışılmaya başlayan Gayrimüslim mallarının gaspına dayalı millileştirme ve mülksüzleştirme/mülkiyetlendirme süreçleri, Sevinç Doğan’ın “Rum Köyünden Mübadil Köyüne: Büyükbakkalköy’de Mülkiyetin El Değiştirmesi” başlıklı yazısının odağında yer alıyor. Yazı, İstanbul’un çeperinde bulunan ve zamanında kilisesi, mezarlığı, ayazması, evleri, pazarları, bağları, geniş tarım arazileri, meslek ve iş hayatıyla eski bir Rum köyü olan Büyükbakkalköy’ün ulus-devletin kuruluş arifesinde geçirdiği köklü dönüşüme, yani mülklerin millileştirilmesi ve köyün muhacirlerin yerleştirilmesiyle “Türkleştirilmesi” sürecine odaklanıyor. Doğan yazısında Büyükbakkalköy’ün sosyo-mekânsal yapısının ve mülkiyet rejiminin, savaş koşulları ve mütareke yıllarında merkezi ve yerel düzeyde izlenen sistemli politikalarla nasıl değişmeye başladığını gösteriyor. Arşiv çalışmasına ve sözlü tarih çalışmasına dayalı bulgulardan yola çıkan yazar, ulus-devletin kuruluşu aşamasında, Anadolu’ya göç ettirilen mübadillerin Türk-Müslüman kimliğinin sahici temsilcileri, yeni rejimin toplumsal alandaki destekçileri ve “makbul vatandaşları” olarak görüldüğünü iddia ediyor. Nihayetinde Doğan mülkiyetin zora dayalı el değiştirmesinin devlet-toplum ilişkilerinin biçimlenmesinde ve patronaj ilişkilerinin sürmesindeki kilit rolüne işaret ediyor.

Banu Karaca’nın “Bir Tuhaf Mülkiyet: Türkiye’de Sanat ve Mülksüzleştirme” başlıklı yazısı, sanat eserlerinin mülkiyetinin zora dayalı yollarla el değiştirmesinin, devlet ve toplum ilişkileri kadar sanat ve toplum ilişkilerinin biçimlenmesinde, daha spesifik olarak da sanat piyasasının oluşumunda belirleyici bir role sahip olduğunu tartışmaya açıyor. Karaca, etnik ve dinsel anlamda heterojen bir imparatorluktan homojen bir ulus devlete geçişin siyasi ve ekonomik temelini oluşturan –“1915”, “1942” ve “6-7 Eylül” başta olmak üzere– mülksüzleştirme süreçlerine odaklanıyor ve bu şiddet anlarında sanat eserlerinin mülksüzleştirilmesinin kendine has koşul ve sonuçlarını ortaya koyuyor. Bu olaylarda gerek yağma, el koyma ve baskı altında satışa çıkarma gibi yollarla gerekse yasal araçların kullanımıyla sanat eserlerinin, antikaların ve kültürel eserlerin mülksüzleştirilmesinin devlet şiddetinin özgül bir formu olduğunu gösteriyor. Yazar, sanat dünyasında mülkiyet ilişkilerini kuran menşenin Türkiye’de eksik oluşunun, mülksüzleştirme siyaseti çerçevesinde, İmparatorluğun çözülüş ve Cumhuriyet’in inşa ve konsolidasyonu süreçleri bağlamında ele alınması gerektiğini öne sürerek, şiddetin sanat piyasasındaki kurucu rolünü görünür kılıyor.

Ronay Bakan’ın “Bir Kimliksizleştirme Yöntemi Olarak Mülksüzleştirme: Suriçi Örneği ve Kürtlerin Mülksüzleştirilme Tarihine Kısa Bir Bakış” başlıklı çalışması Türkiye’de Kürtlerin maruz kaldığı asimilasyon, ayrımcılık ve şiddete dair tarihsel bir bakış sunuyor ve bu okumanın merkezine devlet güdümlü, sistematik ve tekerrüre dayalı bir mülksüzleştirme tarihi koyuyor. Mülksüzleştirmenin Kürtlerin gündelik hayatlarında maruz kaldıkları şiddetin ve kimliksizleştirme politikasının bir parçası olduğunu iddia eden yazı, bu mülksüzleştirme tarihini Diyarbakır’ın Suriçi örneği üzerinden ele alıyor. Suriçi’nde şehir savaşı öncesi yürürlüğe giren kentsel dönüşüm projeleri ve şehir savaşı sonrası acele kamulaştırma kararlarını tartışan Bakan, mülkiyetin dinamik toplumsal, siyasi ilişkiler ve hiyerarşiler içerisinde nasıl inşa edildiği görünür hale getiriyor. Mülkiyet ilişkileri ve bu ilişkilerin devlet ve/veya piyasa eliyle değiştirilmesinin toplumsal ilişkileri ve hiyerarşileri yeniden üretebilen bir güce sahip olduğunu iddia eden yazı, “emval-i metruke”den bugüne, özel ya da devlet mülkiyeti fark etmeksizin mülkiyetin devlet zoruyla ilişkisini tartışmaya açıyor ve Doğan ve Karaca’nın yazılarının bıraktığı yerden milli olanın mülkiyetle olan bağını görünür kılıyor.

Ronay Bakan’ın yazısı, fiziki ve ama aynı zamanda sosyal mekân olarak “ev”in kaybı teması üzerinden Diyarbakır Suriçi örneğini merkezine alırken, Bürge Elvan Erginli ve Murat Güvenç benzer biçimde konut meselesine odaklandıkları yazılarında bu kez konut mülkiyeti kategorilerine ilişkin genel geçer tanımların sorunsallaştırılmasına yönelik metodolojik bir tartışma açıyorlar. “İstanbul’da Konut Mülkiyet Profil Farklılaşması: 2000 Sayım Verisi Üzerinden Keşifsel Bir Değerlendirme” başlığını taşıyan bu yazıda yazarlar, 2000 yılı nüfus sayımı verilerini kullanarak İstanbul’da bulunan göçmenlerin ve yerleşik nüfusun konut mülkiyeti örüntülerini ilçeler itibariyle inceliyorlar. Çoklu Mütekabiliyet Analizi adını verdikleri ve yaş, eğitim, meslek, yapılan iş, statü, çalışmama nedeni, oturulan yerin niteliği, göç nedeni gibi farklı değişkenleri hesaba katan bu inceleme neticesinde konut mülkiyetine ilişkin –ev sahibi ya da kiracı gibi– bildik kategorilerin içerik itibariyle çok daha karmaşık olduğunu gösteriyorlar. Konut mülkiyetinin doğası gereği birbiriyle bağlantılı olguların kesişiminde oluşan, tarihsel olarak yeni biçimler almaya açık, çok boyutlu ve karmaşık bir olgu olduğunu vurgulayan Erginli ve Güvenç, açtıkları metodolojik tartışma ve ortaya koydukları veri neticesinde özel mülkiyet biçimlerinin nasıl tanımlanacağının da çatışmalı bir konu olduğunu ortaya koyuyorlar.

Aslı Duru’nun “Mülkiyetin Platform-Temelli İcrası: Ev Sahipliğinin Yeni Mecraları Olarak Ikea ve Airbnb” yazısı mülkiyetin farklılaşan “icra” edilme pratiklerine odaklanarak mülkiyet kavramına kültürel bir perspektifle mercek tutuyor. Yazı, Erginli ve Güvenç’in dile getirdiği, konut mülkiyetine ilişkin kategorilerin girift ve içerikleri oldukça puslu etiketler olduğu tespitiyle örtüşecek şekilde konut mülkiyetine ilişkin yeni bir “etiket” tanımlıyor: “süper ev sahibi.” Konut sahipliğinin farklı etiketlerinden ve icralarından yola çıkan Duru, iki temel soruyu yanıtlamaya çalışıyor: Konut sahipliği nasıl icra ediliyor — kimler arasında, hangi tekno-sosyal araçlar ve aracılıklarla? Ve ev sahibi rolünün maddi ve sembolik koordinatları nerede ve hangi etkileşimler sonucu belirleniyor? Yazı ilk olarak konut sahipliğinin tekno-sosyal dönüşümünün yaygın bir örneği olarak Airbnb ve “süper ev sahipliği” etiketini tartışıyor. Bu yeni ev sahipliği hallerini somut ve sembolik anlamlarla “döşeyip donatan”, “bir hayal ve icraat makinesi” olarak Ikea ise Duru’nun üzerinde durduğu ikinci vakayı oluşturuyor. Geç kapitalizmin ürettiği bu türden yeni ekonomik faaliyetlerin ve performansların “ev sahipliği” gibi çoğu kez zamanda ve mekânda hayli yaygın ve eş biçimli olduğu varsayılan bir kategorinin dahi icra edilme biçimlerini nasıl dönüştürdüğünü tartışan yazı, daha geniş planda, politik ekonominin kültürel analizinin yaratıcı sorgulama alanları açmaya ne denli geniş imkan sağladığını da gösteriyor.

Haktan Ural’ın “‘Yeni Türkiye’nin Kültürel Siyasetinde Kuir Mülksüzleşmeler” başlıklı yazısı ise mülkiyet tartışmasını “ev” ölçeğinden “beden” ölçeğine çekiyor. AKP’nin “yeni Türkiye” anlatısının merkezinde konumlandırılan “hassasiyetler” şeceresinde heteronormatif ailenin üst sıralara yerleştiğini belirten yazar, yerlilik ve milliliğin karşıtı olarak konumlandırıldığı ölçüde kuir kültürlerin yıkıcı tedbirlerle engellendiğini ve kırılganlaştırıldığını öne sürüyor. Judith Butler ve Athena Athanasiou’nun yakın zamanda Türkçede de yayımlanan ortak kitaplarında[7] geliştirdikleri mülksüzleşme kavramsallaştırmasından yola çıkan Ural, heteronormatif ailenin dışında konumlanan bedenlerin deneyimlediği sembolik düzeni “kuir mülksüzleşme” kavramı üzerinden inceliyor. Bu tecrübenin kuir toplulukları hem gözden çıkarılabilir kıldığını ama hem de faillik koşulları yarattığını öne sürüyor. Yazı, mülkiyet ve mülksüzleşme odaklı tartışmalar bağlamında deyim yerindeyse “ters köşe yaparak” mülksüzleşme kuvvetlerini hem bazı bedenlerin ıskartaya çıkarıldığı hem de yeni özne konumlarının üretildiği bir matris gibi ele almayı öneriyor. Buradan hareketle Türkiye’nin yakın zamanlı politik gelişmeleri içerisinde kuir bedenlerin kolektif haklarından mülksüzleştirilmesinin yeni faillik koşulları yarattığı iddiasını dile getiriyor.

Dosyamız, “Mülksüzler” başlıklı iki ayrı esere ilişkin iki değerlendirme yazısıyla sona eriyor. Ecehan Balta yazısında Daniel Bensaïd’in son dönem yazdığı önemli metinlerden bir tanesi olan Mülksüzler: Marx, Odun Hırsızları ve Yoksulların Hukuku’na odaklanıyor ve Genç Marx’ın Prusya’da çıkartılan “odun hırsızlığı” yasasına karşı kaleme aldığı ilk metinleri Bensaïd’in nasıl değerlendiğine ve bağlamına oturttuğuna bakıyor. Çağlar Söker ise Ursula Le Guin’in Mülksüzler romanını anarşist teori çerçevesinde derinlemesine irdeliyor. Bu şekilde değerlendirmede isimleri geçmese de, Bakunin ve Kropotkin Marx’la bir kez daha, ama bu kez mülkiyet tartışmaları bağlamında karşı karşıya geliyor.

C.B. Macpherson, özel ya da devlet mülkiyetinin bütün diğer kurumlar gibi temel bir insani ya da toplumsal amaçla ilişkilendirilerek meşrulaştırılması gerektiğini ifade ediyordu.[8] Bu durum, mülkiyetin ahlaki bir hak olduğuna dair kamusal inancın inşa edilmesini ve meşrulaştırılmasını gerektirir. “Dolayısıyla, mülkiyetin anlamı sabit değildir,” der yazar; zira “bir toplumun ya da egemen sınıfların mülkiyet kurumunun neye hizmet etmesi gerektiği konusunda beklentileri değiştikçe, mülkiyet de çatışmalı bir konu haline gelir.”[9] Bu nedenle, mülkiyet kurumunun ne olduğu kadar ne olması gerektiği de tartışmalıdır ve bu alan tarihsel bağlam içerisinde sınıflar arasındaki güç ilişkileri çerçevesinde şekillenir.

Günümüzün neoliberal mülkiyet rejimi, bilhassa kırsal ve kentsel alanlardaki toprak mülkiyeti bağlamında, önceki dönemlerden devrolan kayıt dışı, muğlak ve çatışmalı (müşterek) mülkiyet biçimlerine hukuki bir düzenleme getirerek kendi başına işleyen piyasalar yaratma iddiasına ve bu yolla ekonomik büyüme sağlama vaadine dayanıyor.[10] Hukuki kesinlik ve iktisadi güvenlik diline dayanan bu söylemin dışında kalanlar “yasadışı işgalciler”, karşı çıkanlar ise en iyi ihtimalle “kalkınma karşıtı” olarak çerçeveleniyor. Ancak tam da bu rejimin nitelikleri nedeniyle bugün için mülkiyet hem bir kurum hem de kavram olarak, belki de hiç olmadığı kadar, çatışmalı bir alan haline gelmiş vaziyette. Örneğin son dönemde, özellikle kentsel mekân bağlamında sayısı gittikçe artan “acele kamulaştırma” uygulamaları, mülkiyetin ne olduğunu bir kez daha tartışmalı kılıyor. Alp Yücel Kaya’nın belirttiği gibi, “[e]konomik rasyonalitenin ağır bastığı, işler durumda olan bir piyasa ortamında, satılmak istenmeyen bir araziye el konulması, kamulaştırma yoluyla bir şirkete tahsis edilmesi veya özel mülkiyetin kamulaştırılarak bir başkasına özelleştirilmesi, hiçbir şeyle çelişmiyorsa, ‘liberal ekonomi’ düşüncesi” ile çelişir.[11] Bununla birlikte müşterek kullanıma tâbi alanların, örneğin vadilerin ya da meraların, bu türden alanları yeniden üreten göreneğe dayalı kullanım haklarının yok sayılması yoluyla metalaştırılması, bir açıdan devletin ne’liğini sorgulatan politik bir krize kapı aralar.

Eğer mülkiyet kurumunun ne olduğu kadar ne olması gerektiği de tartışmalı ise, bu türden politik krizler, eleştirel sosyal bilimler yazınında mülkiyetin yeniden tartışılmasına yol vermeli. Alp Yücel Kaya’nın dosyamızdaki yazısında belirttiği gibi, 2000 sonrası kent ve kırda müştereklere yapılan saldırıya karşı ortaya çıkan toplumsal hareketlere odaklanan ya da neoliberal sermaye birikim modelinin iktisadi, toplumsal, kültürel ve politik etkilerini mülkiyet mefhumu üzerinden anlamaya gayret eden yeni bir eleştirel sosyal bilim literatürü oluşmakta. Kaya’yla birlikte bu yeni literatürde sermayenin taarruzuna karşı ortak kuramsal temel üzerinden bir tepki ve mücadele çağrısının hakim olduğunu söyleyebiliriz. Bu dosyada amacımız mülkiyet tartışmasını yeniden hem sistematik bir sosyal bilim sorunsalı hem de “devrimci stratejiye” dair bir mesele haline getirmek. Umudumuz, bu çağrının bu dosya dışında da farklı biçimlerde karşılık bulması.

DİPNOTLAR

[1] Timothy Mitchell, Rule of Experts: Egypt, Techno-Politics, Modernity, The University of California Press: Berkeley, 2002, s. 57.

[2] Bkz. C.B. MacPherson, Property: Mainstream and Critical Positions, University of Toronto Press: Toronto, 1978, s. 5.

[3] Carol Rose, Property and Persuasion: Essays on the History, Theory, and Rhetoric of Ownership, Westview Press: Colorado, 1994.

[4] MacPherson, s. 4.

[5] Nicholas Blomley, “Enclosure, Common Right and the Property of the Poor,” Social & Legal Studies, 17, 2008, s. 318.

[6] Blomley, s. 322.

[7] Judith Butler ve Athena Athanasiou, Mülksüzleşme: Siyasaldaki Performatif, çev. Başak Ertür, Metis: İstanbul, 2017.

[8] MacPherson, Property.

[9] MacPherson, Property, s. 1.

[10] Bkz. Çağlar Keyder, “Globalization and Social Exclusion in Istanbul”, International Journal of Urban and Regional Research, 291, 2005, s. 124-134; Tuna Kuyucu, “Hukuk, Mülkiyet ve Muğlaklık: İstanbul’un Kayıtdışı Yerleşimlerinin Yeniden Yapılandırılmasında Hukuki Belirsizliğin Kullanımları ve İstismarları” içinde, A.B. Candan ve C. Özbay (der.), Yeni İstanbul Çalışmaları: Sınırlar, Mücadeleler, Açılımlar, İstanbul: Metis Yayınları, 2014.

[11] Alp Yücel Kaya, “2000’ler Türkiye’sinde Tarım Politikaları ve Toprak Mülkiyeti: Efemçukuru’nda ‘Mülkiyet Nedir?’”, içinde S. Bayramoğlu – Özuğurlu (der.), Toprak Mülkiyeti Kitabı, Memleket Yayınları: Ankara, 2010, s. 93.