Şimdiki Zamanın Yanında ya da Karşısında

ülkemizde sanatı desteklemek adına kurulan sistemin güleryüzlü neo liberal bir karakteri var, dernekler vakıflar ve müzeler aracılığıyla tıkır tıkır işleyen bir win-win sistemi.”[1]

Antik Yunan’da günümüzdeki manada bir sanat kavramına, sanat-zanaat ikiliğine tesadüf etmek mümkün değildi. Yunanlıların sanat kavramı(tekhne),poiesis, poiein kısacası yaratma etkinliği ile alakalı her şeyi ihtiva etmekteydi. Sanat Yunanlılarda, maddenin kiri, lekesi ile damgalanan fenomenler dünyasına,(içinde bulunduğumuz, içine düştüğümüz)fenomenler dünyasının nesnelerine muhtaç, pratik bir etkinlikti. Ve bu pratik etkinlik Yunan aleminin prote philisophia, philisophia gibi ulvi sıfatlar bahşettiği theoria huzurunda tali bir mevkiye sahipti.

Theoria ideaları, formları, tözleri vs. konu alır. Theoria kabaca pratikten, praksisten, fenomenler dünyasının maddiliğinden, aldatıcı duyulardan münezzeh, herhangi bir yarardan, işlevden muaftır tabiri caizse ding an sich’tir(kendinde şey).Oysaki sanat belli bir amaca erişmek için hala araçlara, maddeye muhtaç, pratik, yararcı, işlevsel bir etkinliktir. Bu suretle olsa gerek ki Yunanlıların dünyasında sanat ve yarar sözcüklerini telif eden kalogathia kavramına rastlamak mümkündür.

Yunan dünyasının sanata atfettiği düşük mertebenin en veciz ifadesi Platon’da teşhis edilebilir. Platon nazarında sanat gerçekliğin soluk bir gölgesi, asıl evrenin(idealar)bir yansıması olan fenomenler dünyasının bir kopyası,[2] bir resmi, basit bir taklididir. Amiyane bir tabirle sanat yalan dünyanın bir yalanı, taklidin de taklididir. Bu münasebetle sanat biz fanilere iki kere yalan söylemektedir. Kısacası, bu zaviyeden bakıldığında sanat içinde bulunduğumuz dünyanın aldatıcılığını tahkim eden, bizi asıl evrene, hakikate(episteme)erişmekten men eden aldatıcı bir etkinliktir.

TANRISAL BİR ETKİNLİK: SANAT

Peki Yunan aleminin maddi bir etkinlik olan sanat karşısında theoria’yı vaftiz eden yaklaşımı hükmünü ilanihaye muhafaza etti mi? Sanata tüm insani etkinlikler huzurunda itibarını iade etmek için moderniteyi beklemek gerekecekti. Sanatı insani etkinlikler hiyerarşisinde zirveye yerleştiren modernite ile birlikte günümüzdeki manasıyla, ulvi, kutsal sanat kavramı inşa edildi.[3]Gaye ise sarihtir: modernitenin imha ettiği maneviyatı, tinselliği bir anlamda telafi etmek, dünyaya büyüsünü yeniden kazandırmak için yaratıcı bir etkinlik olarak sanat… Weimarlı kafadarların(Goethe-Schiller),Kant, Nietzsche vb. gibi birbirinden farklı olan düşünürlerin yegane kaygısı hayatın tüm alanlarını tanzim eden büyük anlatıdan yani dinden doğan boşluğu sanat ile telafi etmektir: Tanrıdan doğan boşluk sanat tanrısı ile doldurulmaktadır. Tafsilatına, takdir edersiniz ki, burada giremeyeceğim bu sürecin sonunda sanat kavramı, sanat nesnesi, sanatçı kısacası sanatsal etkinlik kutsal bir haleyle kuşatıldı. Her ne kadar 20.asırla birlikte bu halenin aşınmasına kısmen tanıklık edilse de sanatçı, sanat nesnesi, sanat tabiri caizse bir tür dokunulmazlık mertebesi, imtiyaz elde etti. Uzatmayayım, artık sanat, yaratmanın, bir vecd anının temin ettiği dolaysız, sezgisel bilginin, Tanrı huzurunda bir cüretkarlığın ve meydan okumanın, Tanrıya benzemenin bir etkinliğiydi.[4]Şimdi, sanatsal tecrübe Tanrı ile karşılaşma an’ının bir tercümesi, sanatçı Tanrısal kelamın bir elçisi, Tanrının bir sureti, sanat yapıtının alımlanma süreci vs.de her türlü maddilikten, arzudan, çıkardan münezzeh ulvi bir etkinliktir. Tanrının kelamını(sanat) icra eden sanatçı biz faniler arasında yaşayan ama biz fanilere, geniş yığınlara, çokluk’a hiç benzemeyen, içimizde yaşamaya mecbur ve mahkum ama bunun tüm trajedisini sanatına, Tanrının kelamına kusan tuhaf, Tanrısal, hikmetinden sual olunmaz bir varlıktı. Biz fanilere, çokluk’a düşen görev ise bu Tanrısal varlık’ı anlamak, onun Tanrısal varlık’ına imrenmek ve ona öykünmektir.

 SANATIN ÇİRKEF ÇUKURUNA DERUNİ BİR BAKIŞ

Yukarıda ifade ettiğim bu kutsal sanat nosyonunda 20.asır mühim gedikler açtı. Ne var ki her şeyi geriden izlemekle mahir montajcı memleketimizde sanata, sanat alemine, sanatçıya bir kutsiyet atfeden hakim paradigma post modernitenin tüm gayretlerine rağmen hükmünü hala muhafaza etmekte. Şöyle tercüme edeyim: hepimiz için sanat, sanatçıların ışıltılı vitrinler ardındaki sıra dışı yaşamı, iş-ev ekseninde tükenen hayatlarımız için rutin dışı,  öykünülecek, imrenilecek bir modeldir. Hepimiz o ideal modele benzemenin, “imtiyazlı azınlığa” mensup olmanın düşünü kurarız. Bu, tuhaf gerilimli bir aşk ve nefret ilişkisidir: hem milletçe sanatçıları sevmez, onları kıskanırız hem de onlara öykünürüz vessalam.

Şimdi bir jump-cut. Gelelim yukarıdaki bunca lakırdının sebebine. Fil züccaciye dükkanı kadim ilişkisini hatırlatır biçimde sanat, sanat felsefesi hakkında verdiğim hükümlere Necmi Sönmez’in kitabı sebeptir. Necmi Sönmez Şimdiki Zamanın Yanında ya da Karşısında üst başlıklı, Sanat Üzerine Yorumlar(1987-2014) alt başlıklı, YKY tarafından yayımlanan kitabında, bizleri sanat alemine, sanata, sanatçıya yukarıda kısmen temas ettiğim sathi ve illüzyona dayalı bakışın ötesinde cüretkar tespitler eşliğinde daha deruni bir yerden bakmaya davet etmektedir.[5]

Sönmez memleketimiz sanatının ahvalini, ahval-i pür melalini, biraz da sanata imtiyazlı bir mevki bahşetmek suretiyle ifşa etmekte, kutsiyet halesinin kuşattığı en başta ülkemiz sanat alanının, sanatçının foyasını meydana çıkarmakta, maskesini indirmekte, kişisel tecrübelerinden de yola çıkmak suretiyle, İlhan Mimaroğlu’nun deyimiyle sanatın çirkef çukurunu fotoğraflamaktadır.

MEMLEKET SANATININ AHVALİ

Öz çıkar ilişkileri,80 sonrası neo liberal ekonominin neden olduğu metalaşma süreci; galeri-koleksiyoner baskısı altında, sanatçı atölyesi müzayede mecrasında kurulan sanatsal üretim; sanat kamusunun alımlamasına, izlemesine takdim edilmeyen sanat yapıtı; felsefesiz bir sanat, banka kültür merkezlerinin sanat üzerinde yarattığı baskı; birçok işi aynı anda yapan sanatçılar; nevzuhur zenginlerin, piyasanın sanatı dönüştürmesi, sanatçıyı metamorfoza uğratması; ülkemizde sanat yapıtının değerlenmesini temin edecek sıhhatli bir mekanizmanın bulunmayışı; piyasaya dönük seri üretimde bulunan sanatçıların aynı şablonlarla ürettiği birbirinin benzeri sanat yapıtları; pop sanatı çıkmasaydı zengin olacaktım cümlesini sarf eden Hakkı Anlı nevinden sanatçılar[6]…memleket sanatının Necmi Sönmez tarafından takdim edilen ahval-i pür melalinin en bariz göstergeleridir. Bu listeyi uzatmak kuşkusuz mümkün ama kısaca bu fasla şöyle mim koyayım: Kanaatimce, bu semptomlar, Sönmez’in Türkiye sanatını Kantçı manada arzu ve çıkarlardan azade bir etkinlik olarak değil, Bourdieucu manada iktidar ve çıkar çatışmalarının yaşandığı, çıkar ve iktidar öbekleri etrafında şebekeleşen bir alan olarak değerlendirdiğine delil teşkil etmektedir.[7]

Biraz daha, Sönmez’e kulak verelim. Sönmez, tabiri caizse kitabın bir tür leitmotifi olacak bir biçimde,  memleketin 1980 sonrası kapitalistleşme sürecine koşut olarak sanatın çarpık bir biçimde ticarileştiğini, sanatın kullanım değerini yitirmek suretiyle salt değişim değerine dönük metalaştığını ifade etmektedir. Bu çarpık süreç münasebetiyle ülkemiz sanatı, dünya sanatının en verimli dönemi olan 1980-2000 sürecini “alaturka sanat piyasası” nedeniyle sanatsal üretimde bulunmadan deyim yerindeyse boşa geçirmiştir. Sönmez’e göre bırakalım başyapıtı bu dönemde yapıt sıfatını hak edecek 50 tane bile eser mevcut değildir. Şimdi Sönmez’in yukarıda aktardığım tespitlerini pekiştiren oldukça veciz bir alıntı ile bitirelim: “sanatın sıradan bir obje, sanatçının herkesi eğlendiren bir şaklaban kimliğine büründüğü sanat ortamı aslında bir tür sosyalleşme alanı olarak büyük ya da küçük egoların farklı roller aldığı bir arena kimliğinde.”[8]

DÜŞÜNCEDEN MAHRUMİYET İLE İMKAN SARKACINDA SANAT

Hepinizin malumu, memleketimizdeki tüm sanatsal etkinlikler düşünsellikten mahrumdur. İstisnalar bir kenara, ne sinemamızda ne edebiyatımızda ne şiirimizde ne resmimizde belli bir felsefeye, düşünselliğe tesadüf etmek mümkün. Sanatçılarımızın düşünsellikten en fazla anladıkları şey, batıdaki sanat akımlarını memlekete adapte etmekten ibarettir. Temas ettiğim bu düşünsellikten mahrum sanat anlayışı ile alakalı değerlendirmelerin Sönmez’in kitabında da izini sürmek mümkün.

Sözü yine bu hususta Sönmez’e tevdi edeyim: “Sanatçılarımızın, eleştirmenlerimizin, galericilerimizin çoğu unutmuş düşünmeyi; düşünce üretmek gibi bir çabaları yok, daha da önemlisi düşünme kaygıları yok… öğrenilmesi, öğretilmesi kolay birtakım bilgileri üstünkörü belleyen bu sanat ortamının, bu bilgilerle her entelektüel sorunun çözümlenebileceğine olan inançları da ayrıca dikkat çekiyor.”[9] Böyle bir sanat atmosferi de tabiatıyla şöyle bir sanatçı cinsinin türemesine sebep olmakta:  “sorgulayan değil, uygulayan bir sanatçı kuşağı.”[10]

Sönmez’in sanatımıza, sanat alanına dair yaptığı bu bir nevi iç karartıcı tespitleri bir kenara itip, biraz da ferahlatıcı tespitlere yer verelim: Sönmez sanatımızı, sanat tarihimizi sadece pesimist, olumsuzlamacı bir perspektiften değerlendirmiyor. Mübin Orhon, Füsun Onur,Tiraje Dikmen..vs. gibi ışıltıları sanat enkazının içinden çıkarmakta, bizlere  savurmaktadır. Eyyamcılığa kurban düşmeyen, gerçek sanatçı duruşuna sahip bu isimleri hatta 70 ve sonrası doğumlu, genellikle yurtdışında eğitim görmüş sanatçı kuşağını, ülkemiz sanatı açısından bir imkan olarak görmekte, yeni sanatçı kuşağı[11]olarak nitelendirdiği bu isimlerin sanatsal üretimlerine de methiyeler düzmektedir.

SON SÖZ YERİNE

Sönmez muhtelif dönemlerde kaleme aldığı yazılardan derlediği bu kitabı kimlik, tarih, cinsiyet politika ekseninde 4 bölüme ayırmakta. Bu bölümlerde yazarın 18 yaşında kaleme aldığı yazılara da tesadüf etmek mümkün son zamanlarda kaleme aldığı yazılara da. Aynı zamanda bir yazarın gelişimini de izleyebileceğimiz bu kitapta yazar bizi sanatın kurumsallaşmasından ziyade sanat üzerine düşünmeye davet etmektedir.[12] Ancak kitabın bu iddiayı pek karşıladığı kanaatinde değilim. Sanat-politika ilişkisini, Türkiye sanatının iktisadi, felsefi, estetik… vs. gelişimini, resim sanatındaki figüratif, non figüratif, kübist resim türünden akımlaşmaları, öbekleşmeleri, dünya sanatının mümtaz figürlerini ve eserlerini, işlerini izlemek imkanı tanıyan bu kitap, sanat üzerine felsefik düşünmeden ziyade sanat yapıtlarının değerlendirilmesine dönük yazıları ihtiva etmekte. Kitapta sanatın ne’liğine, ontolojisine dair yazılar da elbette mevcut ama bunların oldukça sınırlı olduğunu da ifade edeyim. Bir de belki dil kullanımındaki yetersizlikten belki de bazı çeviri yazılardan ötürü Sönmez’in üslubunun pek akıcı olduğunu söyleyemeyeceğim. Ayrıca, yazarın, mesela genç sanatçı tanımlaması 35 yaşında biter türünden[13]çok keskin kategorik yaklaşımları da kitaptaki cüretkar, parlak değerlendirmeleri kimileyin gölgelemektedir. Ama yine de, her türden okuyucuya hitap eden bu kitabın sanat alanına dair oldukça mümbit bir kaynak olduğu, geniş bir bilgilenme imkanı vaat ettiği kanaatindeyim. Gün geçtikçe çoraklaşan bir ülke için bu da kıymetli olsa gerek.

 

NECMİ SÖNMEZ, ŞİMDİKİ ZAMANIN YANINDA  ya da KARŞISINDA, Sanat üzerine yorumlar(1987-2014), YKY OCAK 2015

 

DİPNOTLAR

[1] Necmi Sönmez, Şimdiki Zamanın Yanında ya da Karşısında Sanat Üzerine Yorumlar, İstanbul: YKY,2015,sf.361.

[2] Platon’un idealar evrenini içinde bulunduğumuz fenomenler dünyasından ayrı bir evren olarak düşünmek yerine, idealar ile fenomenler arasındaki ilişkiyi insanın gölgesi ile olan ilişkisine benzer bir biçimde düşünmekte fayda var.

[3]Sanatsal etkinliği bir süreklilik temelinde ele alan ana akım sanat tarihi kitapları ise modern manada sanat kavramının, sanatsal etkinliğin kökenini Antik Yunan’da keşfetmektedir.

[4] Sanatsal yaratım ile Tanrısallığı, sanat ile dehayı birleştiren bu nosyon, en veciz ifadesini bir nevi modern sanat tarihinin kurucusu kabul edilen Vasari’nin Sanatçıların Hayat Hikayeleri isimli kanonik eserinde bulmaktadır.

[5] Sönmez’in oldukça genç yaşta bir ressam adayı, müze ziyaretçisi olarak başlayan sanatla ilişkisinin, parlak bir akademik kariyer, bir sanat eleştirmeni, sanat üzerine düşünen, yazan, konuşan vs. birisi olarak devam ettiğini de belirteyim.

[6] a.g.e. sf.77

[7] Burada hemen şöyle bir soru akla gelebilir: Peki sanat eleştirmeninin bütün bu çıkar ilişkileri tarafından kuşatılan sanat alanındaki konumu nedir? Sanat eleştirmeni sanat alanındaki tüm bu maddi ilişkilerden azade bir biçimde aşkın bir konumdan konuşabilir mi?

[8] a.g.e.  sf.457.

[9] a.g.e sf.79-80.

[10] a.g.e sf.366.

[11] a.g.e.sf.360.

[12] a.g.e.sf. sf.386

[13] a.g.e.sf.169.