Siyasal Temsil Üzerine Temel Belirlemeler

Bildiğimiz dünyaların ve alıştığımız düzenlerin içinde, gerçekle en yakın temasımızı tesis edecek olan sorular, kriz zamanlarında sorulur. O zamanlardan birinin içinden geçtiğimizi iddia etsek yanılmış olmayız. Tunus, Mısır, Türkiye, daha yakın zamanlarda Tayland, Venezuella, Ukrayna’da yüzyılın ikinci on yılının başından beri yaşananlar bir açıdan dünyanın güç bloklarının içinde olduğu egemenlik mücadelesinin sonucu olarak görülebilirlerse bir başka açıdan, nedenleri ve sonuçları itibarıyla birer temsil krizi olarak görülebilirler. Nitekim bu ülkelerde son zamanlarda yaşanan halk ayaklanmaları ve eylemler sırasında ve sonrasında en keskin biçimde dile getirilen taleplerin önde geleni, siyasal sistemin demokratikliğinin güvencesi olarak kabul gören serbest “seçimler”in yapılması olmuştur ve olaylar “erken seçim” kararları ile geçici de olsa sona erdirilebilmiştir. Bunun nedeni seçim olgusunun demokratik siyasal sistemlerde halkın siyasal karar alma sürecine katılmasının en başat yolu olarak görülmesidir. Peki, seçme hakkı, yöneten-yönetilen ilişkisini belirleme ve temsilciler dolayımı ile karar alma sürecine katılma, dolayısıyla egemenliğe ortak ya da sahip olma anlamlarına gelir mi? Seçim ile “temsilcilerini” iktidara taşıyan çoğunluğun ne kadarı, ne ölçüde karar alma süreçlerine dâhil olabilir? Örneğin 23-24 Mayıs 2012 tarihinde yapılan Mısır başkanlık seçimlerine katılanların oranı % 46,42’ydi.[1] ‘Seçimlerde, hiçbir aday % 50’yi geçemezse en çok oyu alan iki aday ikinci tur seçimlere katılacak’ kuralı gereği Müslüman Kardeşler’in kurduğu Özgürlük ve Adalet Partisi’nden Muhammed Mursi ve bağımsız aday Ahmet Şefik, en çok oyu alan iki aday olduklarından ikinci tur seçimlere katılabildi. İkinci tur seçimlerde de yine katılım oranı beklenen düzeyde olmadı ve oy kullananların oranı, seçmenlerin % 51,85’i düzeyinde kaldı. Sonuç olarak 16-17 Haziran 2012 tarihinde yapılan seçimlerde % 51,73 oy oranı ile Muhammed Mursi başkanlık seçimlerini kazanmış oldu[2]. Böylelikle seçime katılım oranının % 51,85 olduğu bir seçimde Muhammed Mursi bütün seçmenlerin oylarının % 26,82’sini alarak serbest seçimler sonucunda halk iradesi ile belirlenmiş Mısır devlet başkanı olmuş oluyordu. Temsili demokrasinin meşruiyeti tartışması bir yana, burada önemli olan, söz konusu oranlarla yapılan seçimlerin temsil kabiliyetinden şüphe edilmemesidir. Mısır halkının böyle bir durumda temsil edilmesi mümkün müdür? Aslında bu biçimsel pratik sorununun gerisinde halkın temsil edilebilir bir kategori olup olmadığı temel sorusu durmaktadır.

Türkiye’deki görece yüksek seçime katılım oranlarına rağmen, 12 Haziran 2011 genel seçimlerinde Türkiye genelinde aldığı % 49,53 oy oranı ile iktidara gelen AKP, Türkiye halkını ne ölçüde temsil ediyor? Seçim bizatihi temsil sistemi içinde karar verme sürecine katılım olanağını yaratıyorken ve AKP’nin, lehinde oy kullanan % 49,53 dışındaki % 50’yi temsil etmediği, dahası biçimsel olarak temsil edilmeyen bakiyenin karar mekanizmalarına dâhil edilmemesi sorununun yanı sıra temsil edildiği düşünülen kısmın karar mekanizmalarına dâhil edildiğinin şüpheli olduğu ortadayken temsili demokrasi halka ne vaat ediyor olabilir? Özellikle Gezi İsyanı’nın apaçık bir biçimde görünür kıldığı üzere, bir ülkenin yarısını temsil etmediği düşünülen bir iktidarın meşruiyetinin kaynağı nedir? Bütün bu sorulara verilecek yanıtlar, siyasal temsilin esaslı anlamlandırmalarını gerektirir. Bunun için ise, kılavuz niteliğindeki soru, günümüz demokrasi anlayışı içinde yönetme-yönetilme ilişkisini temsil sistemi dışında düşünebilmenin yollarının neler olduğu olmalıdır.

***

Olguların tahrik ettiği bu naif soruların bir kez daha görünür kıldığı şey, temsil etme-temsil edilme ikiliğinin/sorununun derin açmazlar içerdiğidir. Temsil kavramının siyasal, toplumsal ve anayasal açılardan tartışılma olanağı da kavram üzerine düşünmeyi iyice zorlaştırmaktadır. Demokrasi ve temsil üzerine önemli çalışmaları bulunan Alman siyaset bilimci Hanna Pitkin’in[3] temsilin ne olduğu soruşturmasını ne anlama geldiğinden kesin çizgilerle ayırmanın mümkün olmadığı uyarısını akılda tutmak, kavramın soruşturulmasında tarihsel bir perspektife olanak sağlayarak bir başlangıç noktası belirlemek açısından yol gösterici olacaktır. Bu uyarı, ilk elden kavramın, özellikle modern dönemle birlikte pek çok tartışmaya konu olan demokrasi ve demokrasinin temelini oluşturduğu düşünülen halk egemenliği mefhumları ile olan bağından ayrı düşünülemeyeceğini salık verir. Toplumsal, siyasal, anayasal perspektiflerin yer aldığı bir temsil tartışması bu yazının sınırlarını aşacağından, yazı yönetme-yönetilme sorununun odağı oluşturduğu bir siyasal temsil tartışması olarak okunmalıdır.

***

Kopya, imaj, simge anlamlarına gelen temsil (representation) kavramı, bir şeyi tasvir, tanımlama yoluyla zihinde canlandırmak, aynı zamanda bir şeyi sembolize etmek, bir şeyi işaret etmek anlamlarına gelen temsil etmek (represent) fiilinden türetilmiştir. Bu fiil ise, eski Fransızca’da sunmak, göstermek, resmetmek anlamlarına gelen representer fiilinin de türemiş olduğu Latince repraesentare kökünden türetilmiştir. Latince’de repraesentare fiili mevcut kılmak, görünür kılmak, göstermek, sergilemek, teşhir etmek anlamlarına gelmektedir.[4] Romalılar kelimeyi daha önce var olmayan bir şeye mevcudiyet kazandırmak ya da bir soyutlamanın bir objede vücut bulması anlamında kullanmışlar, insanların ya da siyasal kurumların diğerlerini temsil etmesi anlamında kullanmamışlardır. Böyle bir kullanıma Latince’de ancak XIII. ve XIV. yüzyıllarda rastlanmaktadır; İngilizce’de ise daha geç tarihlerde, kilise konseylerine katılmaları için gönderilen kişiler için ya da zamanla temsilciler olarak kabul gören İngiliz parlamentosu üyeleri için kullanılmıştır. Başlarda ne kavram ne de kurumlar parlamentonun ilişkili olduğu demokrasi ve seçimlerle ilgiliydi. Ne de temsil bir hak meselesi olarak değerlendiriliyordu.[5] Öyleyse bugün tartıştığımız temsil fikri ne zaman, nasıl ortaya çıktı?

Bir insanın diğer insanları temsil etmesi esas olarak modern döneme ait bir olgudur. Antik Yunan’da bu duruma tekabül eden bir kavrama rastlanmasa da kavramın tarif ettiği gerçeklik etrafında tartışmalar yürütülmüştür.[6] Platon için ayak takımının yönetimi ele geçirmesi tehlikesinin ifadesi olan demokrasi, Aristoteles’e göre azın çoğu, onun rızasıyla yönetmesiydi. Aristoteles çoğunluğun iyiliği için çoğunluğun yönetiminin gerçek bir demokrasi olacağını düşünse de temelde bir toplum için en iyi yönetimi sağlayacak donanıma sahip olan aristokrasiyi tercih edilebilir buluyordu. Her ne kadar Antik Yunan deneyimi günümüz yönetimleri için emsal teşkil etse de doğrudan demokrasi uygulamasında temsilcilerin sadece erkek yurttaşlardan oluşması gibi çelişkileri mevcuttu. Kadınlar ve köleler bu haktan yoksun bırakılmıştı. Antik Yunan deneyimi ve Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra Ortaçağ Avrupa’sını denetim altında tutan Roma Katolik Kilisesi’nin muarızı olarak ortaya çıkan Protestan Reform Hareketlerine kadar da demokrasiye olan ilgiden söz edilememektedir.[7] Roma İmparatorluğu’nun yıkılışı ve sonrasında Avrupa’ya egemen olan feodal düzen içinde, yönetimde kraldan sonra söz hakkı, doğrudan siyasal temsil sahibi yegâne kesim feodal beylerdir. Temsile olan ilgi ticaretin ve kentlerin yeniden ortaya çıkışıyla filizlenecektir.

Antik Çağ’dan sonra siyasal düşünce alanındaki ikinci önemli uyanış, XVII. ve XVIII. yüzyıllarda Amerikan ve Fransız devrimleri sayesinde gerçekleşecektir. Bu uyanışın öncülleri ise yönetme-yönetilme sorununa halk egemenliği odaklı katkılarıyla N. Machiavelli, J. Bodin, T. Hobbes, J. Locke ve J.-J. Rousseau’dur. Bu dönemde bir taraftan devletin kurulması ve feodal güçlere karşı devletin otoritesinin kabul ettirilmesi temel problem halini alırken, bir taraftan da devlet ve devletin egemen olacağı (devletin egemenliğini kabul etmekle yükümlü) uyruklar olarak “kalabalıklar” belirginleşmiş oldu.[8] Söz konusu tarafların belirlenmesi işi, tebaanın kendi yasalarını kendileri yapacak etkin yurttaşlar haline gelmesi ve yasayla güvence altına alınmış bireysel haklar fikrinin ortaklaşması zemininde gerçekleşmiştir. Bu gelişme, tam da halkın iradesinin birleşik bir varlık olan ulusun içine yerleştirildiği, dolayısıyla toplumu kuran yasanın kraldan ulusa devredildiği ulus-devlete geçiş süreci ile yakından ilişkilidir.[9] Böylelikle aralarında önemli farklılıklar olsa da J.-J. Rousseau, T. Hobbes ve J. Locke’un sözleşme kuramlarında ifade edildiği üzere, bireysel iradelerin birleştirici egemen bir iradeye devri yoluyla kralın bedeni yerine yurttaşlardan teşekkül kolektif bir yapı esas alınmıştır. Bütün bu gelişmelerin en önemli sonucu ise halk egemenliği kavramının ortaya çıkmasıdır. Buna göre meşru siyasi iktidar Tanrı’dan değil halkın kendisinden kaynaklanır. Geleneksel egemenlik anlayışında karar verme yetkisi ilahi otoritenin yeryüzündeki temsilcisi olarak krala devredilirken seküler siyasette egemenliğin öznesini halk oluşturur ve kolektif egemenlikler, kendilerinin politik ifadesi olan devlette somutlaşır.[10] Ancak egemenliğin monarktan halka geçişi lâfzî düzeyde kalır, siyasal sistemi meşrulaştırıcı bir rol üstlenir. Egemenliğin kurulması ve sürdürülebilir olmasının koşulu, iktidarın yasal bir zeminde kurumsallaştırılması ve yönetenlerin kendilerini bu kurumla sorunsuzca özdeşleştirmesidir; siyasal meşruiyet yöneten ve yönetenlerin bir bütün (halk, ulus) içinde erimesiyle mümkündür. J.-J. Rousseau’nun genel irade dediği krallık iradesinin yerine geçer. Böylece tek bir beden, tek bir irade olarak tezahür eden ulus kraldan boşalan yere geçerek devletle özdeşleşirken iktidarın birliği ise halkın, ulusun birliği ile sağlanmış olur.[11]

Bütün farklılıkları, tekillikleri masseden bir bütünlük olarak tasvir edilen halk kategorisi, temelde bir iradenin başka bir iradeye devri (zor ya da rıza yoluyla) olarak düşünülebilecek olan egemenliğin gerektirdiği birlik-bütünlük kurgusu ihtiyacına cevap verir. Bu bütünlük sayesinde egemenlik ilişkileri olanaklı hale gelir; insanları tanımlayan tekillikleri, yani onları ayırt eden ve özgün kılan farklılıkları, potansiyelleri ortadan kaldırır, hepsini halk kavramı içinde birleştirir. Farklılığın ve çoğulluğun bu aşkıncı yadsınışı zorunlu olarak baskıcıdır.[12]

Yönetim biçimi ne olursa olsun, yönetme işi her zaman için bir meşruiyet kaynağı gerektirir. Amerikan ve Fransız devrimcileri de egemenlik kavramını terk etmediklerinden eski siyasal sistemi dönüştürme işini, halk-ulus egemenliği kategorisini kullanarak gerçekleştirmişlerdir.[13] Halk-ulus egemenliği şeklinde tezahür eden bütün fikri, modern devlette düzenin ve devletin meşruluğunun en önemli kaynağını oluşturur. Demokratik siyasal sistemlerde halktan kaynaklanan egemenlik, toplumsal düzenin devamlılığı adına halkın dışındaki bir güce devredilirken halkın iradesi temsil sistemiyle “var olur”. Başka bir deyişle halk egemenliğinden bahsedebilmek için egemenliğin göstergesi olarak temsil sisteminin araçları olan genel oy, seçimler gibi uygulamalara ve siyasal partilere gereksinim duyulur.[14]

Gramsci’den neredeyse 400 yıl önce yaşamış, 1570’li yıllarda yayınlanan Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev’de[15] Etienne de La Boétie’nin üzerinde durduğu sorunlardan birisi de iktidar biçimlerinin yalnızca baskı araçlarıyla yetinemeyeceği, boyun eğme ilişkileriyle birlikte buyurma-onama ilişkilerinin de iktidarın meşruluğunu kanıtlaması için şart olduğu düşüncesi olmuştur. Demokratik siyasal sistemlerin ikna aracı olarak kullandığı temsil mekanizması artık işe yaramaz durumdadır. Yöneten ve yönetilen ikiliğinin üzerini örten temsil ilişkisinin ve halk egemenliği söyleminin bütün addedilen “halkı” ikna edemediği açıkça görülüyor. Halkın temsil edilebilmesi ve buna ikna olmasının yolu ancak toplumsal olanın, iktidarı bütünüyle kapsamasından geçecektir.[16]

Yazının başında da vurgulandığı gibi artık bu sorunla baş edebilmenin yollarını aramak asıl mesele haline gelmiştir ve çözüme şimdilik dünyanın hemen her yerinde gerçekleşen protestolarla, ayaklanmalarla ulaşılmaya çalışılıyor. Çözüme giden bir başka belirgin yol ise totaliterlik potansiyeline sahip halk kavramının yeni soruşturmalara tabi tutulması olacaktır. Böylece boş bir vaat olan halk egemenliği kavramının da yeniden anlamlandırılması mümkün olacaktır.

 

DİPNOTLAR

[1] Katılımın resmi rakamlara yansıdığından daha düşük olduğu ileri sürülmektedir.

[2] Vikipedi “2012 Mısır cumhurbaşkanlığı seçimleri”, http://tr.wikipedia.org/wiki/2012_M%C4%B1s%C4%B1r_cumhurba%C5%9Fkanl%C4%B1%C4%9F%C4%B1_se%C3%A7imleri, [Erişim Tarihi, 27 Şubat 2014].

[3] Piktin, H. F. (1972) The Concept Of Representation, London: University of California Press.

[4] Online Etymology Dictionary (2014) “Representation”, “Represent”, http://www.etymonline.com/index.php?allowed_in_frame=0&search=representation&searchmode=none, http://www.etymonline.com/index.php?term=represent&allowed_in_frame=0, [Erişim Tarihi, 27 Şubat 2014].

[5] Pitkin, s. 3

[6] A.g.e., s. 3

[7] Baradat, L. P. (2012) Siyasal İdeolojiler –Kökenleri ve Etkileri, Çeviren Abdurrahman Aydın, Ankara: Siyasal Kitabevi, s. 88.

[8] Eroğul, Cem (1999) Devlet Yönetimine Katılma Hakkı, 2. Baskı, Ankara: İmge Kitabevi, s.25, 26.

[9] Ağaoğulları, Mehmet Ali (1991) “Demokratik Mitoslar: Halk-Ulus Egemenliği ve Siyasal Temsil”, AÜSBFD, Ocak-Haziran, Cilt X LVI, No.1-2, s. 21-31; Crick, Bernard (2012) Demokrasi, Çeviren Ümit Hüsrev Yolsal, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, s. 22.

[10] Çelebi, Aykut (2012) “Demokratik Bir Anayasanın Siyasal Yapıtaşları: Halk Egemenliği ve Siyasal Temsilin Demokratikleştirilmesi”, Toplum ve Bilim Dergisi, Sayı 124, s. 41; Hobsbawm, E. J. (1993) 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik -Program, Mit, Gerçeklik, Çeviren Osman Akınhay, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, s. 35.

[11] Ağaoğulları, s.23.

[12] Aytaç, A. Murat (2011) Kitlelerin Ruhu –Siyasal ve Sosyal Kuramda Kalabalık Tahayyülleri, Ankara: Dipnot Yayınları, s.22-23.

[13] Ağaoğulları, s.25.

[14] Çelebi, s.41.

[15] Boétie, Etienne de la (1995) Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, Çeviren M. Ali Ağaoğulları, 2. Baskı, Ankara: İmge Kitabevi.

[16] A.g.e, s.41.