Türkiye’de Toplumsal Muhalefetin Kriz Algısı ve Mücadele

Toplumsal muhalefetin sınıf algısından yoksun, kapitalizmin ancak emek ve doğa sömürüsü ile varlığını sürdürebilen bir sistem olduğunun henüz anlaşılamadığı toplumlarda, krizlerin tıkanan sermaye birikim rejimine yeni olanaklar yaratacak dönüşümün de vesilesi olduğu görül(e)mez. Krizin tüm toplumun ortak problemi olduğu, çözüm için de tüm toplumun “fedakârlık” yapacağı ulusal bir seferberliğin gerektiği propagandası kolayca kabullenilir.  Böylece fazlaca sorgulanmadan devletin krizden çıkış programları – ki bu programlar faturanın toplumun sermaye dışı kesimleri tarafından ödenmesini içerir – ve bu programların yaratacağı toplumsal bedel üstlenilmiş olur.

Türkiye’de toplumsal muhalefeti oluşturan örgütlenme son derece zayıf ve dağınıktır. Osmanlıdan günümüze egemen ideolojinin dışında – özellikle de sınıf temelli – alternatif bir düşüncenin oluşması ve örgütlenmesi, yasal sınırlamaların yanı sıra devletin baskı araçları kullanılarak engellenmiştir. Tüm sınırlama ve engellemelere rağmen sınıf perspektifini de içeren toplumsal muhalefetin yükseldiği dönemlerde ise askeri darbe ya da OHAL devreye konularak baskılar arttırılmıştır. İşçi sınıfı hareketi ya da daha genel olarak toplumsal muhalefet ise bu baskıları aşacak bir mücadelenin yol ve yöntemlerini geliştirememiştir. Bu nedenle egemen gücün politikalarına karşı toplumun desteğini alacak bir alternatifin ortaya konabilmesi mümkün olmamıştır.

Toplumsal muhalefetin sınıf perspektifinden uzak olması ve egemen gücün baskılarına karşı koymakta yetersiz kalması, sadece Türkiye’ye özgü bir durum değildir. Türkiye’de işçi hareketinin ve diğer muhalif hareketlerin etkili olamamasının kendine özgün nedenleri de vardır şüphesiz (yukarıda kısaca değindiğimiz gibi). Ancak işçi hareketinin doğduğu ve en etkili olduğu erken sanayileşen Avrupa ülkelerinde özellikle 20. yüzyılın başlarından itibaren işçi hareketi; Marksizm’in devrimci hedeflerinden uzaklaşılması, Fordizmin görece artı değer yöntemlerinin sömürünün görünürlüğünü engellemesi, sosyal devlet politikalarının sağladığı refah ve tüketime yönelme vd. nedenlerle, nicel olarak büyümüşse de nitel olarak zayıflamıştır. 20. yüzyılın son çeyreğine kadar işçi hareketi ve sendikaların büyük çoğunluğu sistemle ve sermaye ile uzlaşmayı önceleyen ekonomik çıkar örgütü olmanın ötesine geçememişlerdir. Öte yandan 1960’lı yıllarda kapitalizmin yarattığı tüketim kültürü, doğa tahribatı, özellikle cinsiyet ayrımcılığı ve savaş politikalarına karşı yükselen yeni toplumsal hareketler, kapitalizmin üretim sürecinde ortaya çıkarttığı çelişkilere karşı mücadele yürüten işçi sınıfı hareketinin önüne geçmiştir. Gerek işçi hareketinin sınıf perspektifinden uzaklaşarak sadece üyelerinin ekonomik hak ve çıkarlarını savunan örgütler haline dönüşmesi gerekse yeni toplumsal hareketlerin sınıf perspektifinden uzak olması, bu ülkelerde de toplumsal muhalefetin kapitalizme ve onun yarattığı sorunlara karşı bütünlüklü bir mücadele yürütmesini engellemiştir.

Toplumsal muhalefetin içine düştüğü zafiyet, 1970’li yılların başında belirginleşen kriz ve bu krizin ardından gerçekleşen neoliberal dönüşüm süreci karşısında tüm açıklığıyla ortaya çıkmıştır. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması ve ardından Doğu Bloku’nun çözülmesi, tarihin sonun geldiği ve kapitalizmin alternatifi olmayan bir dünya sistemi olarak mutlak zaferini ilan ettiği propagandasının geniş kesimlerde kabul görmesine neden olmuştur. “Sosyalizmin bir alternatif olmaktan çıktığı” algısı, başta işçi hareketi olmak üzere, toplumsal mücadelelerin daha da zayıflamasına neden olmuştur. Oysa kapitalizmin alternatifsiz bir sistem olarak ilan edildiği bu dönemde yaşanan krizler ve neoliberal dönüşüm, sınıf çelişkilerini olabildiğince derinleştirmiş, coğrafi olarak yaygınlaştırmış, egemen ideoloji geniş toplum kesimlerince sorgulanmaya başlamış ve toplumsal muhalefetten de beklentiler yükselmiştir. Neoliberal dönüşüm sürecinde bir taraftan üretim, emeğin ucuz olduğu ülke ve bölgelere doğru kayarken diğer taraftan talebi düzenlemek üzere sosyal işlevler üstlenen devlet, arz yönlü politikalar doğrultusunda piyasa devleti haline gelmiştir. Üretimin çalışma rejiminin kuralsız, emeğin örgütsüz ve ucuz olduğu alanlara kaymasıyla beraber emekçiler arasındaki rekabet küresel düzeye taşınmış; örgütlülüğün, çalışma standartları ve sosyal hakların görece ileri olduğu ülkelerde dahi bu kazanımlar aşınmaya başlamıştır. Öte yandan devletler, işçi sınıfı ve toplumun diğer kesimlerinden yükselen tepkileri engellemek için güç aygıtlarını devreye sokarak toplumsal muhalefeti engellemeye çalışmıştır.

Türkiye’nin Krizleri ve Toplumsal Muhalefetin Rolü

2001 krizi ve kriz sonrası izlenen program, Türkiye’nin 1970’lerin başında kapitalizmin içine girdiği krizin ardından gerçekleşen neoliberal dönüşüm sürecine entegrasyonunu sağlayan 1978 ve 1994 krizlerinin devamı/tamamlayıcısı niteliğindedir. 1978 krizi, 24 Ocak 1980 kararları ve bu kararların yaşama geçirilebilmesini sağlamak üzere toplumsal muhalefetin üzerinden silindir gibi geçen 12 Eylül darbesi sayesinde geçiştirilmiştir. 12 Eylül darbesinin emekçileri baskı altına almasıyla uygulamaya konulabilen 24 Ocak kararları, Türkiye’nin “ucuz emek gücü”, “ucuz hammadde kaynağı” ve “geniş pazar alanı” olarak küreselleşme sürecinde kendisine yer bulabilmesini amaçlamıştır. 1980’li yıllar boyunca işçi sınıfı başta olmak üzere toplumsal muhalefetin baskı altına alınarak, emekçileri koruyan ve sosyal hakları düzenleyen yasalara rağmen fiilen yaşama geçirilen neoliberal politikalar, 1989 Bahar Eylemleri ile yükselen işçi hareketi tarafından sekteye uğratılmıştır. Toplu pazarlıklar yoluyla sağlanan ücret artışları ve bunun örgütsüz kesimlerin ücretlerine de yansıması nedeniyle emek maliyetleri yükselmiştir. 24 Ocak’ın mimarı olan Özal’ın ANAP’ının iktidardan düşürülmesine de neden olan Bahar Eylemleri’nin ardından sadece işçi hareketi yükselmekle kalmamış, 12 Eylül darbesiyle bastırılan toplumsal muhalefet yeniden canlanmaya başlamıştır. Ancak 1992-1993 yıllarında Musa Anter, Uğur Mumcu, Eşref Bitlis, Turgut Özal başta olmak üzere birçok siyasetçi ve gazeteciye yönelik suikast ve şaibeli ölümler, Sivas Katliamı ve Kürt meselesinde yeniden çatışmalı bir sürece girilmesinin yarattığı kaos ortamı, güçlenmekte olan toplumsal muhalefeti yeniden sindirmiştir.

1994 krizi toplumsal muhalefetin sindirilmeye çalışıldığı bir dönemde ortaya çıkmıştır. Kriz sonrası alınan 5 Nisan kararları Türkiye’yi neoliberalizmin dönemsel politikalarına entegre ederek ulusal ve uluslararası sermaye için “yatırım iklimi” oluşturmayı amaçlamaktadır. Bu doğrultuda IMF, DB, DTÖ gibi uluslararası kurumlarla yapılan ikili ve çok taraflı anlaşmalar, devletin ekonomideki yeri ve rolü ile emek rejiminin neoliberal politikalar doğrultusunda kurumsal bir alt yapıya oturtmanın taahhüt edilmesi yönünde olmuştur. Krizle birlikte dünyanın en borçlu ülkelerinden biri haline gelen Türkiye’de uluslararası taahhütler ve borçlar bahane edilerek sosyal harcamalar kısılmış, reel ücretler düşmüş, sermaye dışı kesimlerin vergi yükü artmıştır. Bu dönemde sendikal hareket, Türkiye’deki sendikaların üyesi olduğu uluslararası sendikal yapıların da etkisiyle “uzlaşmacı” bir işleve bürünmüş ve sürece karşı mücadele gücünü önemli ölçüde yitirmiştir. Örneğin krizin toplumun ortak bir sorunu olduğu ve fedakârlık yapılması gerektiği söylemi, o dönemde KİT’lerde ve işçilerin büyük bölümünde örgütlü olan Türk İş’i ikna etmiş ve toplu sözleşmeyle belirlenmiş haklarda dahi, geri adım atılması fikri kabul görmüştür.

1994 krizi sonrasında iktidarda bulunan koalisyon hükümetleri, uluslararası kurumlara verilen taahhütleri gerçekleştirecek “siyasi iradeyi” gösterememiştir. 28 Şubat 1997’de gerçekleştirilen ve “postmodern” olarak tanımlanan askeri darbe ile Türkiye’nin küresel kapitalizme entegrasyonu için gerekli görülen “siyasi istikrar”ın sağlanması amaçlanmıştır. Ancak 28 Şubat sonrasında kurulan DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümeti de özelleştirmeleri, kamu hizmetlerinin piyasalaşması, emek rejiminin esnekleşmesi, ekonomi yönetiminin bağımsız kurullara devredilmesi gibi neoliberal yapısal uyum programının gereği olan uygulamaları yaşama geçirecek “siyasi irade”yi ortaya koyamamıştır. Bunun üzerine 2001 krizinde DB yöneticilerinden Kemal Derviş, ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı olarak atanmış ve “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” ile neoliberal yapısal reformların uygulamasını sağlayacak yasal zemini hazırlamaya girişmiştir. Ancak geniş toplum kesimlerinin sahip olduğu sosyal hakları ortadan kaldıracak ve güvencesizliğe itecek “reform”ları içeren Derviş’in “Güçlü Ekonomiye Geçiş” programını, toplumsal tepkiyi de kontrol altında tutarak uygulayacak “siyasi irade”, ne mevcut koalisyon partilerinde ne de bu dönemde parlamentoda yer alan diğer partilerde (Saadet Partisi ve CHP) mevcuttur.

Krizin ortaya çıkmasından yaklaşık altı ay sonra AKP kurulmuş; bu partinin kurucu kadroları, içinden geldikleri Milli Görüş geleneğinin ulusal kalkınmacı anlayışını reddederek, Kemal Derviş’in Güçlü Ekonomiye Geçiş adıyla ortaya koyduğu neoliberal yapısal uyum programının uygulayıcılığına soyunmuştur. AKP’nin yıldızını parlatan ve büyük bir hızla iktidara yükselmesini sağlayansa, ulusal ve uluslararası sermayenin yapısal uyum programını hayata geçirecek başka bir alternatif bulunamaması olmuştur.

Yapısal uyum programı, neoliberal politikaların toplum üzerinde en fazla tahribat yaratacak aşamasındadır ve bunun toplumsal patlamalara neden olmadan uygulanabilmesi için ekonomik ve siyasi istikrarı sağlayacak güçlü bir irade gereklidir. Oysa dönemin parlamentosunda temsil edilen partilerinden DYP, Refah Partisi’yle birlikte 28 Şubat’ın darbesini yemiş; DSP, MHP ve ANAP ise 2001 krizinin enkazı altında kalmışlardır. Geriye bir tek CHP kalmıştır ama o da kendi içinde bile bir istikrar sağlayabilmiş değildir ve ne sermayeye ne de topluma güven vermektedir. İşte bu koşullar içinde alternatifi kalmayan AKP, gerekli mercilerden icazet aldıktan sonra Kasım 2002 seçimlerinde tek başına parlamento çoğunluğunu elde ederek, iktidar koltuğuna oturmuştur.

Yapısal uyum programının yasal zemininin hazırlanmasının ardından 2002 yılında tek başına iktidar olan AKP’den beklenen, küresel rekabet koşullarına entegrasyonu sağlayacak bu programın yaşama geçirmesi yani toplumun çok geniş kesimini oluşturan işçilerin, emekçilerin, onları karşısına almak pahasına, yüzyıllar süren mücadelelerle elde edilmiş kazanımlarını ortadan kaldırmasıdır.

AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte krizi aşma programı çerçevesinde yaptığı ilk icraatlardan biri, 12 Eylül cuntasının dahi cesaret edemediği, emekçileri sermaye karşısında koruyan düzenlemeleri içeren 1475 Sayılı İş Kanunu’nu değiştirmek olmuştur. 1475 Sayılı Kanun’un yerine getirilen 4857 Sayılı İş Kanunu ile, işçileri işveren karşısında güvenceye alan düzenlemeler ortadan kaldırılmış, esnek ve güvencesiz çalışma rejimi yasal hale getirilmiştir. Üstelik emek piyasasında esnekliği ve güvencesizliği egemen kılan bu yasa değişikliği, ne muhalefet partilerinden ne de sendikalardan büyük bir tepki almadan çıkarılmıştır. Böylece AKP, emek karşıtı politikaları uygulamak konusunda cesaretlenmiş; ulusal ve uluslararası sermaye nezdinde AKP’ye güven ve destek artmıştır. Bu cesaretle AKP hükümetleri, emekçilerin ekonomik haklar ve çalışma standartlarındaki gerilemelere ek olarak sosyal haklarında da önemli kayıplara neden olacak birçok düzenlemeyi yasalaştırarak ya da fiilen uygulamaya koymuştur. Bunlar içerisinde en önemlisi kuşkusuz 2008 yılında yasalaşan 5510 Sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) Yasası’dır. Sağlık ve sosyal güvenlik harcamalarının genel bütçe üzerine yük olması gerekçe gösterilerek getirilen bu yasayla, sağlık ve sosyal güvenlik harcamalarını azaltacak ve sistemi piyasaya açacak bir yapılanma gerçekleştirilmiştir. Böylece emeklilik yaşı 65’e çıkartılmış, emekliliğe hak kazanmak için gerekli prim ödeme gün sayısı arttırılmıştır. Sağlık hizmetlerinden yararlanmak için ise primin yanı sıra tedavinin her aşamasına getirilen katkı payı uygulamalarıyla sağlık, piyasa koşullarında satın alınabilen bir meta haline getirilmiştir. Böylece geniş toplum kesimlerinin en temel sosyal haklardan yararlanma olanağı önemli ölçüde ortadan kaldırılmıştır.

AKP’nin emekçilerin en temel haklarını ortadan kaldırırken ciddi bir muhalefetle karşılaşmamasının en önemli nedeni, bu düzenlemelerin büyük bölümünün Avrupa Birliği müktesebatına uyum gerekçesine dayandırılmasıdır. Türkiye’de demokratik ve sosyal hakların AB üyeliği ile sağlanacağına inanan pek çok sendika ve toplumsal muhalefet örgütü, AB üyeliği sürecine uyum gerekçesiyle getirilen düzenlemeleri görmezden gelmiş, bunlara karşı etkili bir mücadele örgütlemekten imtina etmiştir.

2001 krizine, işçi sınıfını temsil kabiliyetinden önemli ölçüde yoksun giren Türkiye sendikal hareketi, krizin ardından gelen piyasalaştırma sürecine karşı koyamadığı gibi sürece müdahil olabilme etkisini iyice kaybetmiştir. Türkiye’de de işçi sendikaları ve kamu emekçi sendikaları bu süreçte sermaye ve hükümetle uzlaşı içinde emekçi kesimlerin ekonomik ve sosyal haklarının aşındırılmasında önemli pay sahibi olmuştur. Bu da sendikalara yönelik güveni büyük ölçüde sarsmış ve sendikalar, emekçilerin haklarını koruyamayan, işlevsiz kurumlar haline gelmiştir. Bu süreçte sendikaların aksine kadın hareketi, ekoloji hareketleri, LGBTİ hareketi ile Kürt siyasal hareketi gibi diğer toplumsal muhalefet örgütleri görece güçlenmiş ve kendi alanlarında daha etkili bir mücadele ortaya koymuşlardır. Ancak söz konusu muhalefet hareketleri, sınıfsal perspektiften önemli ölçüde yoksun olmaları ve mücadeleleri yeterince ortaklaştıramadıkları için tamamen sınıfsal bir içerik taşıyan kriz ve ardından gelen dönüşüm sürecine karşı koyamamışlardır.

2008 Krizinden 2018 Krizine Toplumsal Muhalefet 

2008’de birçok gelişmiş ve gelişmekte olan ülkede yaşanan üretim düşüşleriyle açığa çıkan kriz, ekonomilerin küçülmesi ve istihdamın daralmasıyla birlikte işsizliğin artışını da beraberinde getirmiştir. Kriz Türkiye’ye de yansımış, ekonomi 2009’da yüzde 5,8 küçülerek, ekonomisi krizden en çok etkilenen ülkeler arasında yer almıştır. 2001’den beri yüzde 10 seviyelerinde olan işsizlik de 2008 kriziyle birlikte hızla artarak 2009’da yüzde 14’e yükselmiştir. Bu işsizlik oranıyla Türkiye dünyada işsizliği en yüksek ilk 5 ülke arasına girmiştir.

1970’li yılların sonlarından itibaren Türkiye’nin lokal düzeyde yaşadığı krizlerden farklı olarak 2008 krizi, kapitalist sistemin bütününü kapsayan küresel ölçekte bir krizdir. Neoliberal politikaların küresel düzeyde başarısızlığının göstergesi olarak da değerlendirebileceğimiz 2008 krizi, Türkiye ekonomisinde sermayenin emekçilerin daha yoğun sömürüsü üzerinden birikimini arttırdığı bir süreçte ortaya çıkmıştır. 2001 krizinin ardından AKP’nin etkili bir muhalefetle karşılaşmadan uyguladığı neoliberal yapısal uyum programı sayesinde yüksek büyüme oranları gerçekleşmiş, kâr oranları yükselmiştir. Buna karşılık, emekçi kesimler ekonomideki büyümeden pay alamamış büyümeyi sağlayan politikalar, emekçilerin iş ve sosyal güvencelerini önemli ölçüde kaybetmelerine, reel ücretlerin gerilemesine ve işsizliğin, yoksulluğun daha da artmasına neden olmuştur. Henüz 2001 krizinin yükü emekçilerin ve sermaye dışı diğer kesimlerin sırtında hissedildiği bir süreçte yeni bir krizin ortaya çıkması faturanın kimin tarafından ödeneceği sorusunun önemini daha da arttırmıştır.

2008 krizinde hükümet, krize yönelik küresel düzeyde belirlenen politikalar doğrultusunda hareket etmiştir. Bu politikalarda, bazı kesimlerin beklediği gibi başarısızlığa uğrayan neoliberal uygulamalardan ve bu bağlamda serbest piyasa anlayışından bir dönüş olmadığı gibi, tam tersine politikalar, piyasa ekonomisinin daha katı biçimde uygulanmasını içermiştir. Krizle birlikte işsizliğin hemen tüm ülkelerde toplumsal bir sorun haline gelmesi ve işsizlik sorununun çözümüne yönelik beklentilerin artması nedeniyle piyasa ekonomisinin gereği olarak uygulanan politikalar “işsizlik sorununu çözme” söylemi üzerinden gündeme getirilmiştir. Kriz öncesi dönemde de işsizliğin önemli bir sorun olduğu Türkiye’de, krize karşı hazırlanan önlem paketlerinde de istihdam vurgusu hep ön planda olmuştur. Dolayısıyla hükümetin krize karşı getirdiği düzenlemeler sendikaların talepleriyle de önemli ölçüde örtüşmüştür. Ancak “işsizlikle mücadele” adı altında getirilen ve sendikalar başta olmak üzere toplumsal muhalefetin fazlaca tepki göstermediği ve hatta desteklediği bu paketler, özü itibariyle çeşitli adlar altında sermayeye yönelik teşviklerden öteye geçmemiştir. Yani daha önceki krizlerde olduğu gibi 2008 krizinde de fatura yine sermaye dışı toplum kesimlerine kesilmiş, toplumdan alınan kaynakların sermayeye aktarılmasıyla, yoksulluk, işsizlik ve gelir eşitsizliği daha da artmıştır.

1970’ler sonrasında neoliberal politikalar ve küreselleşme sürecine karşı koyamayan sendikalar, sistemle uzlaşma yoluna gitmiş ve küresel rekabette enternasyonal bir anlayış yerine, ulusal sermayenin yanında yer almıştır. Başka bir deyişle sermaye küreselleşirken işçi hareketi ve sendikalar ulusallaşmıştır. Bu nedenle lokal krizleri yaşayan ülkelerin işçi sınıfı, kendi başının çaresine bakmak zorunda kalmış; çalışma standartları ve sosyal haklar konusunda sahip olduğu kazanımları sürekli olarak kaybetmiştir. Bunların yanında, bu ülkelerde işyerlerinden başlayarak demokrasi, insan hakları ve adalet anlayış da sürekli olarak gerileme göstermiştir. Bunda yukarıda da belirtildiği gibi, işçi hareketinin, 20. yüzyıl başlarından beri izlediği, reformcu anlayışı ile üretim sistemi ve devletin sosyal konumlanma biçimi de etkili olmuş; bu etmenler, sendikaları tarihi belirleyici bir aktör olmaktan çıkartıp, edilgen hale getirmiştir. Doğu Bloku’nun dağılması ve kapitalist üretim sisteminin giderek belirgin hale gelen çelişkileri görmezden gelinerek benimsenen “tarihin sonu tezleri”; işçi hareketini ve sendikaları, kapitalizmin üretim ve dolaşım sürecinde yarattığı tahribata karşı bir güç olmaktan çıkartmıştır. İşçi hareketinin ve sendikaların etkisiz olduğu koşullarda diğer toplumsal hareketlerin de bu sürece karşı koyabilmesi mümkün olmamıştır.

İşte tüm bu koşullar içinde 2008’de ortaya çıkan küresel krize küresel düzeyde ya da ulusal/bölgesel düzeyde karşı koyabilecek bir toplumsal muhalefet bulunmamıştır. Türkiye’de de durum farklı değildir. 2001 krizinde faturanın sermaye dışı kesimlere kesilmesine engel olamayan toplumsal muhalefet 2008’de çok daha etkisizdir. Örneğin 2001 krizinde Türk İş, Hak İş, DİSK, KESK, Memur Sen, Türk Kamu Sen ve diğer birçok meslek örgütü, Emek Platformu adı altında bir araya gelebiliyor, eylemde birlik sağlayamasalar bile taleplerde birlik sağlayabiliyordu. Oysa 2008’e gelindiğinde AKP’nin incelikle uyguladığı “yandaş sendika yaratma” politikası sonrasında, sendikalar ve meslek örgütleri birbirlerinden öylesine ayrışmışlardır ki bir araya gelerek ortak talep belirleme olanağı bile ortadan kalkmıştır. Hatta işçi örgütlerinin bazıları, krize karşı mücadele bir tarafa, işveren örgütleriyle yaptıkları ortak açıklamalarda üyeleri ve sermaye dışındaki tüm toplum kesimlerine hükümetin sermayeye kaynak aktarmaktan ibaret olan kriz politikalarını destekleme telkininde bulunan açıklamalar yapmışlardır. Bunlardan en çarpıcı olanı, Türk İş, Hak İş ve Türk Kamu Sen’in, işveren örgütleri TİSK, TESK ve TOBB’la birlikte düzenlediği, tüketimi arttırarak kriz aşma düşüncesiyle hazırlanmış olan “Kriz Varsa Çare de Var” kampanyasıdır. “Eve Kapanma Pazara Çık” sloganıyla düzenlenen kampanyada temel hedef, çoğunluğunu ücretlilerin oluşturduğu orta gelir düzeyindeki kesimi, tüketime yöneltmektir. İşten çıkarmaların ve işsizlik tehdidinin en üst düzeyde olduğu, ücretlerin reel olarak azaldığı bir dönemde işçi sınıfını temsil eden sendikaların sermaye ile işbirliği içinde tüketimi ve borçlanmayı öneren bir kampanyada yer alması son derece ironiktir. Aynı derecede ironik bir başka girişim ise, DİSK Tekstil İşçileri Sendikası’nın TÜSİAD ve sermaye sınıfının krizin mağduru olduğu ve sermayenin teşvik edilmesini istediği gazete ilanlarıdır.

Krizi, sermayenin cephesinde yer alarak karşılayan sendikaların yanı sıra, krizin faturasını emekçilerin ödemesini engellemek amacıyla merkezi ve bölgesel mitingler ile iş bırakma eylemleri düzenleyen sendika ve meslek örgütleri de olmuştur. DİSK, KESK, TMMOB ve TTB’nin başını çektiği bu eylemlere toplumsal muhalefetin diğer alanlarında mücadele eden örgütler ile sermaye tarafında yer alan sendikaların yerel örgütleri de kimi zaman katılmış, destek vermişlerdir. Krizin ortaya çıkardığı sonuçlara karşı sendikasız işçiler de birçok eylem ve direniş gerçekleştirmiştir. Bu eylemlerden önemli bir kısmını, toplu işten çıkartmalar, esnek ve güvencesiz çalışmaya zorlama, ücret ödememe, sendikalaşma hakkını engelleme ve iş cinayetleri olarak sıralamak mümkündür.

2008 krizinin üzerinden geçen 10 yılın ardından Türkiye AKP’nin iktidarında yine bir krizle yüz yüzedir. Aradan geçen 10 yılda gerek dünyada gerekse Türkiye’de sınıflar arasında güç dengesi emekçiler aleyhine daha da bozulmuştur.  Küreselleşmeyle birlikte üretimin çevre ülkelere kayması sonrasında artan işsizlik, neoliberal politikaların refah devletini aşındırmasının ardından, dünyanın pek çok yerinde yaşanmakta olan savaşlar, ekonomik ve siyasi krizler nedeniyle merkez ülkelere yönelik göçün artması, demokrasinin beşiği sayılan merkez ülkelerde dahi ırkçılığın, milliyetçiliğin yükselmesine neden olmuştur. Türkiye’de de ağır aksak yürüyen demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları gibi değerler dünyadaki gelişmelerin yanı sıra darbe girişimleri, OHAL ve bunların ardından otoriter tek adam rejiminin inşa edilmesiyle tamamen tahrip edilmiştir. Her ne kadar Kürt sorununun barışçıl çözümüne ilişkin adımların atıldığı iki yıllık dönemde toplumsal muhalefet etkisini arttırmaya başlamış, Gezi gibi önemli direnişler yaşanmışsa da 7 Haziran 2015 seçimlerinin ardından çözüm sürecinin sona ermesiyle birlikte baskılar yeniden artmış, demokrasinin tahrip edildiği ve otoriter rejimin inşa edildiği sürece karşı duracak etkiye sahip bir toplumsal muhalefet oluşturulamamıştır.

15 Temmuz darbe girişimi ve ardından ilan edilen OHAL’le birlikte bir taraftan parlamenter sistem kadük hale gelirken, diğer taraftan demokrasinin en temel ayaklarını oluşturan basın özgürlüğü, akademik özgürlükler ve örgütlenme özgürlüğü ortadan kaldırılmış, yaratılan baskı ortamının sermayenin çıkarlarına hizmet ettiği en üst düzeydeki yetkililerce pek çok kez açıkça ifade edilmiştir. Zaten OHAL süresince çıkartılan KHK’ler ve yasalarla getirilen (Varlık Fonu, Bireysel Emeklilik Fonu vb) birçok düzenlemeyle yaratılan otoriter düzenin amacının, ideolojik araçlarla ikna edilemeyen toplumun üzerinde baskı kurarak tahakküm oluşturmak olduğu görülmektedir. 16 Nisan referandumu ve 24 Haziran seçimleriyle OHAL’le kurulan baskı düzeni, kalıcı bir rejim halini almıştır. Tüm bu süreçte baskı politikalarına verilen destek, ulusal ve uluslararası sermayenin de  “zora dayalı birikim” politikalarını benimsediğini göstermektedir.

Sonuç olarak, Türkiye 2018 krizine, diğer krizlerden çok daha otoriter bir rejim içinde, demokrasinin, insan haklarının, hukukun üstünlüğünün tamamen değersizleştiği bir ortamda girmektedir. Sermayenin de bu ortamı desteklemesinden anlaşılmaktadır ki, içinde bulunduğumuz krizin yaratacağı toplumsal sorunlar, öncekilerden çok daha ağır olacaktır. Bu sorunlar sadece emek sömürüsünün yoğunlaşması değil, doğa ve yaşam alanlarına da el konulması ve tahrip edilmesi şeklinde ortaya çıkacaktır. Öte yandan tarihsel süreçte; kriz dönemlerinde savaşlara,  iktidarları kurtarıcı bir rol atfedildiğinin sayısız örneği mevcuttur. Demokrasinin en temel ilkelerinin, hukukun işlevini kaybettiği ve krizin de derinleştiği koşullarda süreçlerde savaşların kullanışlı bir araç olarak devreye sokulabildiği unutulmamalıdır. Dolayısıyla toplumsal muhalefeti oluşturan kurumların, karşı karşıya olunan krizi tüm yönleriyle değerlendirerek ve geçmişte yapılan hataları, eksiklikleri gidermeye çalışarak güçlü bir mücadele örgütlemesi gerekmektedir.