Yalan Söyleme Sanatı Üstüne

Tüm zamanların en iyi aktörleri arasında sayılan Marlon Brando ölümünden 11 yıl sonra gösterime giren, yönetmenliğini Stevan Riley’nin yaptığı otobiyografik belgesel Dinle Beni Marlon’da (Listen To Me Marlon) mesleğinden “yalancılık” diye bahseder. Yıllarca sürdürdüğü bir alışkanlık olduğu anlaşılan kendi kendine konuşmalarını içeren 200 saati aşkın ses arşivinden aktardığı “insanlık hali” öyle içten, öyle dokunaklı, öyle kırılgandır ki dinledikleriniz karşısında sarsılmamak, ona ve onun aracılığıyla değdiğiniz kendi varoluşunuza hüzünlenmemek olanaksızdır. İçdünyası allak bullak bir halde cebinde beş kuruşu olmadan New York’a gelmiş gencecik delikanlılıktan yıldızlığa yükseldiği 1950’li yıllara, “kişiliğimin canavar yönü, bende makul, mantıklı, ahlaklı ve edepli ne varsa aldı götürdü” dediği devasa cinsel iştahının hükümranlığından insan hakları alanında verdiği mücadeleye, oradan Tahiti’de bir mercan adasına yerleşip şöhrete arkasını dönmesine uzanan bu son derece mahrem, bir o kadar da dürüst anlatıda Marlon tüm kariyerini iyi bir yalancı olmasına indirger: “Oyunculuk, hayatını kazanmak için yalan söylemektir. Benim yaptığım yalnızca bu işlemin farkında olmayı öğrenmekti. Hepiniz birer oyuncusunuz. Ve üstelik iyi oyuncularsınız çünkü hepiniz yalancısınız… Ne zaman niyetlenmediğiniz bir şey söyleseniz oyunculuk yapmış olursunuz. Barış için yalan söylüyorsunuz. Sevgi için yalan söylüyorsunuz. Bazılarımız ise karşılığında para kazanıyor… Eğer şansım yaver gidip de oyuncu olmasaydım muhtemelen dolandırıcı olurdum. İyi bir dolandırıcı”.

Marlon belgeselin başında izleyiciyi birlikte çıkacakları bu içsel yolculuğa, oyunlarında hep insanın zaaflarını gözler önüne seren, onları derinlemesine irdeleyen Shakespeare’den bir tiradla karşılar: “Yarın, yarın, ardından yarın, ardından yine yarın… Günden güne sinsice böyle sokulur işte, gelir vakti zaman. Eridi gitti cılız mum. Hayat dediğin nedir ki: Oynayan bir gölge, sahnede çırpınıp duran zavallı bir oyuncu. Oyun bitince duyulmaz artık sesi. Bir ahmağın anlattığı gürültülü patırtılı bir masal bu, hiddetli ve hiçbir anlamı olmayan.” (Macbeth, V. Perde, 5. Sahne). Hani öyle böyle değil, Macbeth çok yalan söyler, en çok da kendisine. Gayri meşru yolla (Kral Duncan’ı öldürerek) iktidarı ele geçirdikten sonra nasıl güce bağımlı hale geldiğini; her türlü merhamet, adalet ve vicdan duygusunun önüne geçen hırsını kafasının içinde kurguladığı dünyadan bağımsız değerlendirmek mümkün değildir. İktidarına tehdit gördüğü herkesi öldürdüğü yıkıcı sarmalda, başladığı işe devam etmesini sağlayan en önemli unsur belki de yalanlarıdır. Bu esnada giderek gerçeklerden kopar ve bu kopuşla birlikte korkuları artar. “Beynim akreplerle dolu” der. Hakikatle bağı gevşedikçe paranoyalara sürüklenir.

Usta yalancının öncelikle iyi bir belleği olması gerektiği söylenir, bir de Macbeth’in yapamadığını yapması, gerçekle bağını sürdürebilmesi. Tarifi zor bir samimiyetle kendini anlatmasından çıkan sonuç Marlon’u “iyi” oyuncu yapan şeyin, gerçekle bağını sürdürebilmesi olduğu. Macbeth ise yalanlar üzerine kurduğu düzenin “kötü” tiranı olmaktan öteye geçemez, tarihin yazdığı pek çok örnekte olduğu gibi.

Kahramanın Binbir Yüzü

Gerçek gibi yalanın da tek bir çehresi olsaydı onu daha dostane karşılardık çünkü yalancının söylediğinin tam tersi, mutlak doğru olurdu. Oysa gerçeğin zıddı, binbir yüze ve sonsuz bir alana sahiptir. (Montaigne, Denemeler.)

Asistanlığımın ilk yılında hocam Leyla Zileli’ye bir hastamla ilgili isyan etmiştim: “Yalan söylediği duygusuna kapılmadığım, kandırılmış hissetmediğim tek bir seans yok. Beni aptal yerine koymaktan zevk mi alıyor nedir?!”. Her zamanki sakin, bilge haliyle “Galiba sana kendi gerçeğini anlattığını gözden kaçırıyorsun” demişti. O gün ancak zamanla anlayacağım çok önemli bir bilgi aktarmıştı: Yalan her zaman, dolaylı biçimde de olsa içdünya hakkında fikir edindiğimiz duygu yüklü bir iletişim türüdür ve işlevi ne olursa olsun içinde hep bir miktar hakikat barındırır. Hakikat, kişinin iç dünyasını oluşturan nesne temsillerini kendi ruhsallık alanına hangi niteliğe bürünmüş şekilde aldığına dairdir. Eğer içdünyaya yerleşen, dürüst ve açık iletişim kurmanın olanaksız hissedildiği türden bir nesne temsiliyse, terapi alanı kaçınılmaz olarak bu niteliğin sahneye konduğu/canlandırıldığı yer olacak, terapist kendisini gerçekdışı bir senaryonun içinde hapsolmuş hissedecektir. Gündelik yaşamdaki ilişkiler de bundan farklı olmayacaktır.

Sartre, yalanı gerekli kılan “öteki”nin varlığıdır der. Bu bağlamda yalan, ilişkilerimizdeki mesafe konusunda yaşadığımız uzlaşma güçlüğünün ürünüdür. Gerçek ve yalan sözcüklerinin dilbilimsel kökeni yalan söylemenin olası işlevleri hakkında fikir verir. Gerçek sözcüğünün Yunanca etimolojisi “açık”tır, yalanınki ise “eğimli/çarpık/kıvrık”. Bu dilbilimsel kökenler, yalanın nasıl da ruhsal bir saptırma yöntemi olduğunu ortaya koyar. Yalan, kişiye, doğrunun çevresinde dolaşma olanağı sağlar. Burada yalan söylemek, kişinin nesneleriyle açık ve dolaysız ilişki kurma güçlüğüne, hatta tehlikesine, işaret etmektedir. Bu bağlamda yalan, ruhsal açıdan kişinin nesnelerinin (ötekilerin) üstesinden gelmek için bir gerekliliktir. Böylelikle onların kıyısından dolaşır ve onlarla “kafa kafaya” çarpışmaktan kurtulur.

Yazıyı hazırlarken fikirlerinden çokça yararlandığım psikanalist Alessandra Lemma, Sartre’ın sözüne ek olarak Jankélévitch’in, yaşamakta olduğumuz “mat, ketum, yanlı ve gizemli yaratıklar” dünyasında yalanların hayatta kalma stratejisi olduğu önermesini hatırlatır[1]. Yazısının giriş bölümünü de aldatma yetisinin evrimsel açıdan nasıl büyük bir avantaj sağladığına kanıt oluşturan Darwinci örneklere ayırır. Gerçekten de bazı kişiler, kendiliknesnesi (içsel nesne temsili) kurulumları nedeniyle ruhsal sağ kalımı güvence altına almanın tek yolu olarak yalana sarılırlar. Bir anlamda bu, zihinsel açıdan ulaşılmaz olan “mat” nesnelerin yarattığı katıksız kuşku halini aşıp kesinliğe ve açıklığa demir atma çabasıdır. Böylelikle, kendiliğe anlaşılmaz veya ulaşılmaz gelen gerçek içsel nesneden feragat edilerek de olsa yalana dayalı da olsa, nesneyi tümgüçlü şekilde denetimi altına almış olur. Yalan, en azından kendilik tarafından kesin olarak bilinendir: Yalancı yalan söylediği sırada, ötekinin neye inanacağını ve düşüneceğini denetleyebildiği ve dolayısıyla onun zihnindekini “bildiği” yanılsamasını oluşturur. Hayatını yalan söyleyerek kazandığını söyleyen Marlon, annesinin alkolik olduğunu ve çocukluğu boyunca onun sarhoş haliyle ilişki kurmak durumunda kaldığını anlatır. Sarhoşluk, matlığın en has hallerinden biri olsa gerektir.

Yalan Söylemenin Ruhsal Dinamikleri

Yalan söylemenin altında yatan ruhsal dinamik iki temel eksende ele alınabilir: Kendini koruma amaçlı ve sadistik. Önce sadistik yalan söylemeden bahsedeyim… Bu yalancılık türü şiddetin bir biçimidir ve kasten ötekine saldırmayı amaçlar. Sadistik yalanlarda niyet, aldatılan kişiye hücum edip büyük bir zafer kazanmaktır. Oyuna gelen (olasılıkla daha eski bir aşağılanma deneyimini tersine döndürmek amacıyla) yalancının doyumu için küçük düşürülür. Örnek olarak yine bir Shakespeare karakterini vereceğim: “Dürüst Iago”. Oyuna adını veren Mağripli komutan Othello, yaverliğine Cassio’yu terfi ettirir ve Iago kendisine vermesini beklediği rütbeye Cassio’yu lâyık gördüğü için Othello’dan intikam almaya yemin eder. Iago’yu kıskançlıktan çılgına çeviren yalnız rütbelendirilmemek değil, Othello’da gördüğü hasetli olmayan, içsel dinginliği temsil eden, kendisinin sahip olmadığı, halinden memnun zihin durumudur. Başkasındaki mutluluk, “gündelik güzellik”, keyif, öldürülmelidir çünkü yalnız varlığı dahi ona kendisini çirkin hissettirmektedir. Aynı zamanda, iyi ve sevgi dolu olduğunu düşündüğü bir ilişki görmüş -Othello ve Desdemona-  kendisinde olmayanı, eksik kalanı hatırlamıştır. Bu noktada, artık katlanılmaz boyuta gelen kıskançlığını olduğu gibi Othello’nun içine yansıtmaya başlar: “Herife öyle bir kıskançlık aşılamalıyım ki, akıl da mantık da para etmesin”. Desdemona’nın Cassio ile bir ilişki yaşadığını ima eder. Ne zaman ki Othello tuzağa düşmeye direnip Desdemona’nın sadakatsizliğini kanıtlamasını ister, Iago korkuya kapılır. Ayrıntılı bir şekilde hazırladığı düzenbazlıklara sarılır ve sürekli yalan söyler. III. Perde’nin III. Sahnesi’nde, ufak önermelerle -ki her biri yadsınabilirdir, Othello’yu dürttüğünü ve gitgide zihninin akordunu bozduğunu izleriz. Onu öyle bir noktaya taşır, karısının sadakatsizliğine öylesine inandırır ki Desdemona silinip yok olurken iki adam bütünleşir. Artık Othello için sadece Iago vardır. Iago’nun en temel ihtiyacı, mütemadiyen, nesneyi (Othello’yu) bilgisizlikle nitelenmiş küçük düşürücü bir konuma yerleştirmektir. Böylelikle ona, kendi yaşadığı durumu yaşatır: Olan bitene kör, ancak dışlandığı gizemli ve bir o kadar da heyecan verici gelen anlamlandıramadığı şeye dair boş yere umutlandırıldığından kuşkulanan biri. Artık üstün konumda olan kendisidir. Zaferiyle övünür. Ne de olsa kendi mitolojisinin gerçekliğine ötekini inandırmış, destan yazmıştır.

Sapkınlık salt cinsellik alanına özgü bir olgu değildir. Gerek Macbeth’de gerek Iago’da tanık olduğumuz yalan dünyalar, kendiliğin sapkın yanı tarafından üretilir. Freud’a göre psikotik yan gerçekliğin yerini alır, nevrotik yan gerçekliği bastırır, sapkın yan ise gerçekliği inkâr eder, yadsır[2]. Bir kez bu savunmalar kurulduğunda, birbirlerini etki altına almadan yaşam boyu yan yana kalırlar. Bu bir yerde, benliğin bölünmesi olarak adlandırılabilir. Sadistik yalanlar söyleyen psikopat karakterdeki kişilerde bu yadsıma (disavowal) düzeneği sebatkârdır, yani, sapkın yan baskındır. Biteviye hakikate saldırırlar. Öğrenmenin yerine her şeyi bilmeyi geçirirler; engellenme (frustrasyon) karşısında her şeyi bilmeye saparak hakikati çarpıtırlar. Sapkın organizasyonda, gerçeklikten tamamen kopulduğu, gerçeği değerlendirmenin ortadan kalktığı psikotik organizasyondan farklı olarak gerçeklikle sahte bir şekilde yüzleşildiği söylenebilir. Dolayısıyla, sapkınlıkla yalanlar arasında yakın bir bağ vardır. Bir başka deyişle sapkınlık, doğruluğun zıt kutbunda durur. O’Shaughnessy, müzmin yalancı iki hastanın analiz sürecinden şu sonucu çıkartır: “Yalan söyleme alışkanlıkları karakter bozukluğu olduğu kadar bir kişilerarası iletişim sapkınlığıydı.”[3].

Kohut bu yadsıma düzeneğini, bastırmanın yatay bölme (bilinçdışına itme) karşıtlığına atıfla, “dikey bölme” veya dikey yarık diye adlandırır[4]. Dikey yarıkta, yatay bölmeden farklı olarak bilinçli bir yan vardır; bilir de bilmezden gelinir. Kohut’un dikey yarık kavramsallaştırması narsisistik davranım bozuklukları olan kişiliklerle uzun yıllar klinikte çalışmasının ürünüdür. Dikey yarık, sadistik yalan söyleyenlerin kişiliğinde büyücek bir yer kaplayan, gerçeği bilen ancak kendisini üstün hissedebilmek ve güce sahip olabilmek için karşısındakini aldatarak küçük duruma düşüren, aşağılayan patolojik narsisizmin temel düzeneğidir. Tanıdık geldi mi?

Daha masum olduğu açık olan kendini koruma amaçlı yalanlara gelirsek bunlar ya başta sözünü ettiğim duygusal olarak yanıtlamayan, ilişkiden uzun sürelerle kopuk kalan ve sürekliliği olmadığı için anlaşılmaz gelen öteki (nesne) karşısında yaşanan bunaltı duygusunu aşmak için söylenen ya da nesnenin son derece girici, kapana kıstırıcı hissedildiği türden ilişkilerde nefes alabilmek için bir üçüncü gibi araya sokulan yalanlardır. İlk senaryoda birey ya aşırı düzeyde kendiyle meşgul olduğu (narsisistik anne) ya da başka bir nedenle varken yok gibi olduğu (alkolik anne, çökkün anne, yasta olan anne, vb.) için kendisine “mat/gizemli” gelen nesne karşısında yoğun bir bunaltı hisseder. Bu olgularda yalanlar tipik olarak kendiliğin ilgi çekici, etkileyici, sevilebilir olduğu bir sürümünü kurgulamak amacını taşır. Kişi adeta çocuğuna hayran bir anne tarafından yaratılabilecek türden ülküleştirilmiş bir sürümünü kurgulayarak kendisini yatıştırır, avutur; artık onunla meşgul, onu seven bir anneyle ilişki içindedir. Burada yalanlar, sevilmeye değer olmadığı hissedilen “gerçek” kendiliğin yerine “yapma” bir kendilik kurarak kişiye nesne sevgisini garanti altına aldığı duyumunu sağlar. İkinci senaryodaysa nesne kişi tarafından, kaçınılması veya bypass edilmesi/aşılması gereken bir tehdit olarak deneyimlenir. Yalanlar yoluyla kendilik, zorla içine girdiğini, onu istila ettiğini hissettiği bu her şeyi bilen, çılgın nesneden korunmaya çalışır. Kısacası, kendini koruma amaçlı yalanlar Publius Syrus’un “acı masuma da yalan söyletir” sözündeki türdendir.

*

Uzunca bir süredir, hakikati bilmeden yaşadığımızdan kuşkulanıyorum. Olayların nedenine ve arka planına dair benim inandığım gerçekle bir başkasının inandığı gerçek taban tabana zıt. Karşılıklı olarak birbirimizi yalan söylemekle veya bir yalana inanmakla suçluyoruz. Bir kısmımız ise kendisine anlatılanlardan en ufak kuşku duymaksızın, sorgulamadan, sakince yoluna devam ediyor (görünüyor). Bazılarımız da yalanlarla, çarpıtmalarla, hilelerle dolu bir dünyada gerçeği soruşturmanın olanaksızlığına ikna olmuş. Hem manipülasyondan korunmak hem de vaktini, enerjisini boşa harcamamak için dışarısıyla arasına dev bir filtre koymuş durumda.

Size ve kendime, güç de gelse acı verici de olsa Marlon’u örnek alıp en azından kendimize karşı dürüst olabildiğimiz; sadistik yalanlara boğulmuş bu yeni dünya düzeniyle bir şekilde baş edebildiğimiz daha aydınlık günler dilerim.

 

DİPNOTLAR

[1] Lemma A (2005) The many faces of lying. Int J Psychoanal., 86:737-53.

[2] Freud S (1924) The loss of reality in neurosis and psychosis. S.E. 19.

[3] O’Shaughnessy (1990) Can a liar be psychoanalysed? Int J Psychoanal., 71:187-95.

[4] Heinz Kohut. Kendiliğin Çözümlenmesi: Narsisistik Kişilik Bozukluklarının Psikanalitik Tedavisine Sistemli Bir Yaklaşım. Büyükkal B, Atbaşoğlu C, İşcan C (Çev). 3. Basım. Metis Yayıncılık, İstanbul, 2015, s. 171-173.