“Yer” ve “Yol” Arasındaki  “Hayaletler”…

Tanıdığınız “yer”de olmak, nelerle karşılaşacağınızı bilmediğiniz bir “yol”a düşmekten iyidir. Yaşadıkları “yer”leri terketmek zorunda kalan insanların günümüzde yaşadıkları zorunluluk “yol”ları, belirsizliklere, acılara, katliamlara gebe. Apansız bir şekilde, birkaç parça eşyayla çıkılan, bir teli aşarak, bir duvardan atlayarak, çelme takanları yaşayarak, yol kenarlarında, garlarda, parklarda geçirilen, etrafta “çakal”ların olduğu, günlerle gecelerle dolu yollar.

İnsan kendisini bulamadığı her yere yabancıdır; ama düşeceğiniz “yol” insani koşulların dışında bir yolsa, o zaman yerinde kalmak iyidir. Ailecek düşülen, etrafta insan pazarlarının olduğu, küçük çocukların fuhuşa zorlandığı, her türlü istismarın, tacizin tecavüzün yaşandığı, “önce kendi yurttaşımızı doyuralım!” ırkçı nutuklarının atıldığı “yer”lerle dolu yeni yollar… Yol olmayan yollar…

Özellikle son yıllarda savaşın yollara düşürdüğü insanlar, dünyanın en acı yüzlerinden birini oluşturuyor. Ortadoğu’dan Batı’ya doğru bir akın gidiyor, sessiz ve bir başına. “Milyonlarca Suriyeliye”, hiçbir insani güvence sağlamadan, inşaat harabelerinde, parklarda, üç beş günlük bebekleriyle sokaklarda “kucak açan” ülkelerden geçen insanlar. Komşuda savaşı büyütmenin bedeli olarak yola çıkan insanlar. Binlerce Suriyelinin düştükleri zorunlu yollarda yaşananlar, onları “hayalet” yapıyor. Etrafımızdan geçen binlerce insan zorunlu bir yolun çilesini yaşıyor. Sokaklarda görüyoruz; dilenirken, yürürken, bir parkta, onları belirsiz bir deniz yoluna sokacak haberi beklerken, sabahlarken. Hayatımızın içinde olmayan insanların hayatları da kendileri gibi belirsiz. Biraz daha şanslı olanları, sınırlardaki kamplarda kalıyor, belirsizliği yaşayarak. Avrupa’da şehirlerin dışında oluşturulan bölgelerde. Cesedi kıyıya vuran Aylan bebeğin küçük bedeninin “hatrı”na, gitmelerine izin verilen yollarda. Bazen şehirler arası bir otobüs yolculuğunda, dil bilmeden bir yere varmaya çalışmalarında yaşadıkları aşağılanmalarda. Ama hayatlarımıza bir türlü değmeyen dünyalarında, yaşadığımız hayatın içine giremeyen yerlerinde. Hayaletler çünkü görmüyoruz, gözümüzün ucuna çarpıyor bakışları. Oysa o varlığı ile yokluğundan haberdar olmadığımız “hayalet” yaşamlar, her anını, vücudunun her yeriyle en sert bir şekilde hisseden insanların yaşamları. Milyonlarsa Suriyeli, günümüzde insanlığın en büyük dramlarından birini yaşıyor.

Louis-Ferdinand Celine, Gecenin Sonuna Yolculuk’ta, “Sonuçta savaş dediğiniz şey, anlamadığınız ne varsa odur” der. İnsanlık, tarih boyunca kendini var eden, onlarca savaş verdi, veriyor emperyaliste, sömürgeciye, katil ordulara karşı. Bunların pek çoğunda yenildi pek azından galip çıktı. Ama savaşların daha “anlamlı” olduğu zamanlar da oldu. Son yıllarda, özellikle Ortadoğu’da yaşanan savaşların iç çatışmaların katliamların nedenlerini anlamak pek zor olmasa da, milyonlarca insanın katline neden olan, ailelerin ansızın yola çıkmalarına neden olan, insanların dostlarını, kardeşlerini, çocuklarını, anne-babalarını, kaybettikten hemen sonra düşünmeden yola düşmelerini gerektiren “anlamsız” savaşlar bunlar. Bu savaşlar, içinde ya da dışında yer alsanız da “anlamadığımız ne varsa o” olan savaşlar. Yanıbaşımızda milyonlarca insan bir katil sürüsünün zulmünden kaçarken tarihin en vahşi dönemlerini yaşıyor çağımızda. Birçok bölge devleti bu katil sürüsüne destek veriyor. Dünyanın büyük güçleri bu savaşta taraflar tutup, kendi taraflarına destek oluyor, daha çok silah yığıyor bölgeye. Yaşananlar enerji koridorlarındaki mücadeleye yorulup stratejiler çiziliyor. Hemen yanıbaşımızda, değil yanımızda yaşananlara sessiz kalan Müslümanlar, muntazam bir şekilde beş vakit namazlarını kılıyor, oruç kazaya bırakılmıyor. Kendisine İslamcı diyen bir katil sürüsünün yaşattıkları, namazın, orucun, kurbanın çok zorunlu ritüelleri arasında görmezden geliniyor. Bir din, kendi kendini “bitirme”nin kıyısında geziniyor.

Dünyada bir “hayalet” değil gerçek insanlar dolaşıyor…

Yerinden edilip yollara düşürülen bu insanlar, hiç kimsenin görmek istemediği gerçek hayatlarını yaşıyorlar. Küçücük çocuklarıyla yollarda bir ekmeği pay etmeye çalışıyorlar. Önlerine çıkan, onlardan “görüş alan” gazetecilere, geride bıraktıkları ölüleri anlatıp geldikleri yerlere bir daha dönmeyeceklerini haykırıyorlar. Yaşamlarına “kıyı”dan kenardan baktığımız bu insanlar, en azından bizim kadar gerçek bir dünyanın hayatını yaşamak zorunda kalıyorlar.

Hayalet, görünmez olandır. Oysa ortada, evlerini, bahçelerini topraklarını terk etmek zorunda kalan milyonlarca insan var. Görmeseniz de onlar yaşamaktalar.

Anadolu topraklarının tarihi dünyanın en büyük eziyetlerini çekenlerin yaşadıklarıyla doludur. Bu yollar, durmayanın mekanlarıdır. Orada olmayanın. O yüzden mülteci hayalet gibidir. Hayatı bir zorunluluklar hapishanesidir.

Misafirperverlik değil, gerçek ve insancıl bir göçmen politikası…

Yeryüzünde yaşanan her şeyin müsebbibi tüm insanlardır. Hele ki, komşudaki savaşı körükleyerek insanların yerinden edilip belirsiz yollara düşmesine sebep olan ülkelerde yaşayanlar, bundan daha fazla sorumludurlar. Tüm insanlık, yoldaki insanların yaşadıklarından, yaşayacaklarından sorumludur.

İktidarlarının devamı için ülkeyi kana bulayanların komşudaki savaşta da payları büyük. O yüzden “Anadolu misafirperverliği” ile “Suriyelilere kucak açma” palavralarını bir yana bıraktırmak gerek.

Yanımızda, kıyımızda, köşemizde olan, “yerinden edilen” insanlar, her insan gibi temel yaşam güvencelerinin sağlanmasını hak ediyor. Misafirperverlik palavralarını atanlara karşı, insancıl bir göçmen sosyal politikası ve sosyal hizmeti. Yüzbinlerce insana sınırları açmak zorunda kalırken, bunların küçük bir kısmını sınırdaki insanlık dışı kamplarda tutmak, yüzbinlercesini ise ülkenin her tarafında, sokaklarda, parklarda, dağlarda tepelerde bırakmak, bir göçmen duyarlılığı değildir. “Her şeyi” göçmen sayısını artışından bile kendilerine övgü çıkarmaya çalışan insanlık düşmanı “devlet”ten beklemeden, acil, gerçekçi bir göçmen siyaseti geliştirmek, Türkiyeli tüm insanların da önemli bir ödevi olarak duruyor.