“2000’li yılların Milliyetçi Cephesi, İslamcıların öncülüğünde kuruldu” (Mustafa Şen İle Söyleşi)

Mutlu Arslan: İslamiyetin bu topraklarda yüzyılları aşan bir geçmişi var, fakat söz konusu “Siyasal İslam” olduğunda çok daha yakın zamanlı bir olgudan bahsediyoruz. Ülkemizdeki siyasal islam hareketinin ortaya çıkışını hangi tarihsel momentle ilişkilendirmek daha doğru olur?

Mustafa Şen: Öncelikle siyasal İslam’dan ziyade İslamcılık kavramını kullanmayı tercih ediyorum. Hatta Türkiye örneğinde Türk-İslamcılığını kullanmanın daha açıklayıcı olduğunu düşünüyorum. Siyasal İslam yerine İslamcılık kavramını kullanmamın iki ana nedeni var. İlki; Siyasal İslam kavramının, “İslam” ile “İslamcılık” arasında ayrım yapmamaktadır. Oysa söz konusu olan İslamcılıktır.

İslamcılık, İslam’ı temel alan siyasal-toplumsal bir harekettir ama İslam’ı tüketemez, İslam’ın tümünü temsil edemez. Bu anlamda İslam ile İslamcılık eşitlenemez. Siyasal İslam kavramı bu riski taşımaktadır ve aradaki farkı belirsizleştirmektedir.

İkincisi; “İslam” ile “İslamcılığı” eşitlemek siyasal olarak da açıklayıcı değildir. Tek tanrılı bir din olarak İslam içinde birçok geleneği, kültürü, yorumu barındırmaktadır. Hiçbir siyasal-sosyal akım, büyük bir iç çeşitliliği olan İslam’ı tek başına tanımlayamaz ve tüketemez. Zaten İslamcılığın bir akım olarak ortaya çıkması son yüz, yüz elli yılın ürünüdür. Diğer modern akımlar gibi Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıkmıştır.

Özelde Osmanlı’da genelde “İslam Alemi”nde yaşanan büyük siyasal-toplumsal alt-üst oluşlara, dönüşümlere bir yanıt olarak ortaya çıkmıştır. Osmanlı-Türkiye İslamcılığının içinde de bir çeşitlilik hep mevcut oldu. Hatta İslamcılığın bazı iddiaları milliyetçi hareketler ve sağ partiler tarafından da benimsendi.

İkinci önemli momentin 1970’ler olduğunu söyleyebiliriz. Bu yıllardan itibaren İslamcılık hem kitlesel bir partiye dönüşüyor hem de toplumsal tabanını genişletiyor; kendine has özellikleri ön planda olan bir hareket olarak siyaset sahnesinde yer alıyor. Son olarak 1990’ları görebiliriz. Bu tarihten itibaren artık siyasal iktidarın parçası olan, sağ partilerin tabanına kolayca müdahale edebilen, geleneksel söylemlerinin dışına çıkan, eklemleyici kapasitesi yüksek dinamik bir harekete dönüştüğünü söyleyebiliriz. 

Mutlu Arslan: Millî Görüş Hareketinin ortaya çıkışı İslamcı hareket açısından önemli bir sıçrama noktası oldu. Türkiye siyasetinde kendine hızla yer bulan bu hareket hangi toplumsal kesimlere dayanıyordu, bu kesimlerin siyasetten beklentileri neydi? 

Mustafa Şen: Millî Görüş bir hareket olarak ortaya çıkmasını, Erbakan’ın 1960’ların sonunda Adalet Partisi’nden ayrılması ve 1970’te Millî Nizam Partisi’ni kurmasıyla başlatabiliriz. Bu tarihsel konjonktüre baktığımızda, Millî Görüşün toplumsal tabanının geleneksel orta sınıflar olduğunu görürüz. Yani, esnaf, zanaatkar ve belli ölçüde orta-küçük ölçekli ticari ve sanayi sermayedarlar Millî Görüşün toplumsal tabanını oluşturuyordu.

İki yönlü bir durumdan bahsedebiliriz. 1960-70’ler bir yandan, tarımsal yapıların çözüldüğü ve buna bağlı olarak köy ve köylülüğün çözüldüğü, piyasa ilişkilerinin hızla yayıldığı; sol-sosyalist hareketlerin yükseldiği bir dönem. Piyasa ilişkilerinin yayılması ve sosyal-siyasal değişim karşısında, esnaf ve zanaatkarların ve küçük burjuvazinin kendini büyük bir tehdit alında hissettiği bir dönem. Bu kesim aynı zamanda burjuvazi ya da sermayenin iç farklılaşmasında statü ve ekonomik gücü zayıflayan bir kesim.

Büyük dönüşüm zamanları, belirsizliklerin de arttığı dönemlerdir. Değişime dönüşüme ayak uyduramayanlar, gerçekliği açıklamakta zorlananlar, değişim-dönüşümü bozulma, yozlaşma olarak görürler. Bu tür dönemlerde, belli kesimlerin, eskiye özlemi, eskiyi koruma ve hatta eskiye dönüş isteği daha güçlü olabilir. O yıllarda Millî Görüşün tabanına ve topluma seslenirken, sanayi kalkınma yanında hatta ondan önce ahlaki/manevi kalkınmayı vadettiğini görüyoruz. 

Mutlu Arslan: Milli Nizam Partisi’nden başlayarak Türkiye’deki İslamcılık gözle görünür şekilde “Batı Karşıtı” söylem yaşıyor olmasına rağmen, ABD’nin özellikle Sovyetler Birliğine karşı geliştirdiği bölge politikalarının en önemli aktörlerinden biri oldu. Bu çelişkili durumu nasıl anlamak gerekir.

Mustafa Şen: Bu çevrelerce sol doğrudan din karşıtı bir hareket olarak kodlandı ve ahlaki bozulmasının müsebbibi olarak görüldü. Dindar olmayan birisinin ahlaki ve manevi değerlerinin olmayacağı fikri bu çevrelerde halen sabit bir fikirdir. Bu nedenle, “Allahsız, Dinsiz, İmansız Komünistlere” karşı Batıyla ABD’yle birlikte olmak büyük bir sorun olarak görülmedi.

Tabii, bir de Suudi Arabistan faktörü var. Suudi yönetimi her yerde sol-sosyalist hareketlere karşı İslamcılığı doğrudan ya da dolaylı olarak destekledi. Fakat, bu dönemde sol-sosyalist gruplarla sıcak ilişki geliştirmek isteyen grupların da var olduğunu görüyoruz. Bu dönemde İslam’ın eşitlikçi ve paylaşımcı bir din olduğu ve bazı sol değerleri benimsediğini söyleyenleri de bulmak mümkün. Ama ana gövde sol karşıtı olmakta beis görmedi. 

Mutlu Arslan: Türkiye tarihi ve toplumu açısından en önemli kırılma anlarından biri olan 12 Eylül Darbesi, İslamcılık açısından da önemli bir dönemeç oldu. Atatürkçü iddia ve söylemlerle ortaya çıkan darbe ve darbeciler hızla İslamcılıkla eklemlendi. Devlet geleneği, kadroları ve ideolojisi İslamcılık ile karılarak/karışarak yeniden biçimlendirildi. Bunun nedenlerini nerede aramak gerekiyor?

Mustafa Şen: Sorunun cevabı 12 Eylül’ün niteliği ve pratiğinde saklı. 12 Eylül’ün amaçlarını kabaca şöyle tarif edebiliriz: Solu (o zamanki CHP’yi de kapsayacak şekilde) toptan sindirmek, mümkünse tasfiye etmek, sermayenin önündeki tüm engelleri kaldırmak, emekçilerin haklarını elinden almak ve yeni birikim rejimine itaatini sağlamak, kültürel alanda milletine-dinine bağlı bir toplum inşa etmenin yollarını açmak, uluslararası alanda ABD-NATO çizgisine tam bağlılığı sağlamak.

Tüm dünyada neoliberalizme geçiş otoriter rejimlerle oldu. Bizde de neoliberal politikaların uygulanması için devlet otoritesinin işe koşulması gerekti. 1970’ler bunun mücadelesiydi. Sonunda ulusal ve uluslararası düzeyde güçler dengesi yeni sağın lehine döndü. Neoliberal düşünce ve politikalar dine özel bir önem verdi hep.

Bu işin mimarı iki figürü hatırlamamız yeter: ABD’de Reagan İngiltere’de Thatcher sağ-muhafazakâr değerleri göklere çıkardılar. Büyük dönüşüm dönemlerinde toplumu bir arada tutacak bir çimento olarak dini görüyorlardı. Halen bu şekilde görüyorlar. Türkiye’de darbeden çok önce Türk-İslam sentezinin müellifleri bunun fikri ve siyasi alt yapısını hazırlamıştı. AKP’nin bugünkü kadroları arasında bile o yılların Türk-İslamcı kadrolarını bulabilirsiniz. Kısacası mayalanma darbeden çok önce başlamıştı. Darbe son noktaydı. Galibiyetin ilanıydı. Atatürkçülük kısmı işin cilası, geniş kesimleri ikna etmenin sosuydu. Unutmayalım ki, 12 Eylül döneminde ve sonrasında sol Kemalist diyebileceğimiz kesimler (bürokratlar, aydınlar, gazeteciler) az çekmedi.

Birkaç temel neden var. Birincisi ve en önemli nedenin ithal ikameci sanayileşme stratejisinin tıkanması ve yeni bir birikim rejimine geçişin yarattığı sancılar olduğunu söyleyebiliriz. Bu uluslararası düzeyde sistemik bir krizdi: Fordist birikim rejiminin ve Keynesyen politikaların tıkanmasıydı. ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki mücadele ikinci boyuttur. Bunlarla eş giden ülke içinde solun ve emekçilerin yükselen mücadelesinin egemen sınıflar için bir beka sorunu yaratmasıdır.

Tüm bunlar hem devlet içinde hem sağ içinde hem de egemen sınıflar içinde güç dengelerini değiştirdi ve Türk-İslamcılığına büyük bir alan açtı. Başka bir ifadeyle, sağ içindeki denge ve gruplaşma, darbeyle birlikte Türk-İslam sentezi etrafında yeniden kuruldu ve bu Türk-İslam sentezinin farklı kanatlarına siyasal ve toplumsal alan açılmasını sağladı. Hem Anayasa ve yasal düzenlemeler hem de siyasal alandaki önemli figürlerden bunu görmek mümkün. 

Mutlu Arslan: Türk İslam Sentezinin 12 Eylül sonrası Türkiye’sinin temel ideolojisi olması, o döneme kadar radikal siyasal unsurlar olarak görülen İslamcı ve Türk Irkçısı partilerin de siyasal-toplumsal alanını genişletmiş oldu. Bu geleneklerin siyasal merkezin içine dahil edilmesinin topluma ve siyasete etkisi ne oldu?

Mustafa Şen: Aslında Türk-İslam sentezinin tezleri her zaman sağda yer buldu. Bu nedenle Türk-İslam sentezinin sağda egemen olması çok zor olmadı. Merkez sağ her zaman kendi kadrolarını yetiştirmekte zorlanmıştır. 1950’lerden beri en azından kadrolarının bir kısmını Türk-İslam sentezinin milliyetçi ve İslamcı kanatlarından devşirmiştir. Sağ iktidarlar bürokrasiye bu kadroların yerleşmesinde ve yükselmesinde hep önemli bir rol üstlenmiştir.

Sol-sosyalist hareketlerle mücadele ve soğuk savaş ortamında cephe anlayışıyla hareket ettikleri için bunu zorunlu bile görmüş olabilirler. Yani, komünizme karşı devleti-milleti korumak için genç, dinamik, mücadeleci kadroları aşırı sağdan devşirmekte beis görmediler. Bu yol sonuçta eskiden sağ merkez diye anılan partilerin güçsüzleşmesine ve siyaseten etkilerini yitirmelerine yol açtı. Bu en önemli siyasal sonuçtur.

Şimdi aktif siyasette eski merkez sağdan kalan çok az sayıda kadro var. Yani, özellikle 1970’lerden başlayarak, merkez sağın, milliyetçi ve İslamcı sağ ile hemzemin olduğunu görüyoruz. Partiler arasındaki geçişlere, kadrolara baktığımızda bunu net olarak görebiliriz. Merkez sağ kendi tabanı ile bu kesimler arasındaki sınırı belirsizleştirdi ve bu kendileri için de pahalıya mal oldu. Bu aynı zamanda toplumda milliyetçiliğin ve İslamcılığın daha egemen olmasına yol açtı. 

Mutlu Arslan: 90’lı yıllar Türkiye’deki İslamcılık açısından adeta şahlanma dönemi oldu. Hem genel seçimlerde hem de yerel seçimlerde gözle görünür başarılar elde ettiler. Bu başarıda temel etkenler neydi?

Mustafa Şen: En temel siyasi etkenin merkez sağın çökmesi olduğunu söyleyebiliriz. Önce ANAP’ın güç kaybetmesi, sonra DYP’nin güç kaybetmesi ve bu iki partinin kıran kırana mücadeleye girişmesi, siyasal alanda İslamcılığın güçlenmesine zemin hazırladı. Tabii SHP-CHP-DSP çizgisinin hatalarının, yetersizliklerinin ve basiretsizliklerinin de büyük katkısı oldu.

Toplumsal olarak ise, 12 Eylül darbesi ile ülke hayatına giren neoliberal politikaların yarattığı sosyo-ekonomik eşitsizliklere ve adaletsizliklere karşı soldan güçlü bir yanıt gelmemesi de önemli bir rol oynadı. Bir diğer faktör ise kırdan kente göçün yarattığı sorunlardır. Aslında 90’lı yıllardaki seçim başarıları öyle büyük başarılar değil. Var olan partilerin, hataları, basiretsizlikleri bir o kadar önemli. 1994 Ankara ve İstanbul yerel seçimleri bunun en güzel kanıtıdır. Siyaset mantığı ve biçimi açısından bakarsak, İslamcılar bu işi en iyi şekilde yaptılar. Karşılarındaki partiler ise bunu en kötü şekilde yaptılar. Bir yandan iç tutunumu ve dayanışması yüksek, mücadeleci bir İslamcı hareket, diğer tarafta iç çatışmanın yüksek, dayanışmanın düşük olduğu diğer partiler. Bu durumda yüzde 20’li oylarla büyükşehirleri aldılar.

Fakat, şunun hakkını verelim, dine dayalı bir dayanışmayı örgütlediler ve emekçilerin bir kısmının oyunu aldılar. Diğer önemli faktör ise, dini argümanlardan çok sosyal sorunları ön plana alan seçim kampanyaları ile bu sıçramayı yapabildiler. Yani, İslamcılık propagandasında sosyo-ekonomik sorunlara yer vererek başarının kapısını aralayabildi. Saf İslamcı propagandanın halktaki karşılığı o zaman da zayıftı halen de zayıf. 

Mutlu Arslan: Türkiye Cumhuriyeti’nin temel yapıtaşlarını oluşturan “laiklik” ve “milliyetçilik” ilkelerinin toplumu kapsayıcı ve birleştirici rolünün kalmadığı, İslamcığın ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin yarattığı dinamikler nedeniyle köklü bir rejim krizinin doğduğu tespiti 90’lı yılların en önemli tartışmalarındandı. 28 Şubat Kararlarının da bu rejim krizine bir önlem olarak ortaya çıktığı tespitleri yapıldı. Bugünden bakıldığında bu “rejim krizi” tartışmasını nasıl yorumluyorsunuz?

Mustafa Şen: Olağanüstü yöntemlerin kullanılması zaten bir kriz göstergesidir. Dolayısıyla 90’lar neoliberal dönemin sorunlarının ağırlaştığı, derinleştiği, köklü, kalıcı çözümlerin bulunamadığı bir dönemdi.

O dönem hangi sorunlar varsa bugün de aynı sorunlar var. Hatta daha da derinleşmiş olarak var. 90’lardan bu yana ülkede çözülen bir sorun bulmak çok zor. Belki ulaşım biraz daha iyi konut arzı arttı, buna benzer bazı değişiklikler var ama köklü ve kalıcı çözüm derseniz yok. Siyasal alanda da durum aynı. Hem toplumsal hem ekonomik hem de siyasal sorunlar daha da ağırlaşmış olarak orta yerde duruyor. Demokrasi dışı müdahalelerle sorunları çözmek mümkün değil. 28 Şubat hiçbir sorunu çözmedi, çözemedi. Üstüne üstlük bugün durum daha da çetrefilli. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi denilen yeni bir sisteme geçildi ama halen beka sorununda bahsediliyor. 

Mutlu Arslan: 28 Şubat Süreci İslamcı Hareketi nasıl etkiledi? Hareketin ekonomik ve siyasal odaklarını hedef alan tedbirler, toplumsal tabanda neden beklenen etkiyi yaratmadı?

Mustafa Şen: İslamcılığı daha da güçlendirdi. Sağ kitlenin büyük kısmını İslamcı harekete doğru itti. Sağ içindeki ittifak ve cephe anlayışını perçinledi. İslamcıların 28 Şubat’ı doğrudan dine karşı yapılmış bir saldırı gibi sunmaları, desteklerinin büyümesine katkı yaptı. İçeride ve dışarıda hakkını hukukunu savunan ama zulme uğrayan, ezilen bir grup olarak kendilerini sundular. Demokrat oldukları, otoriter bir rejime karşı demokrasiyi savundukları, ezilenleri ve dışlananları temsil ettikleri argümanını başarıyla yaydılar.

Tüm bunlar, İslamcı argümanların hem meşruiyetini artırdı hem de geniş kesimlere ulaşmalarını sağladı. Öte yandan, Türkiye’de demokrasi sanılandan daha gelişmiş ve sağlam, geniş kitleler demokrasiye güveniyor. Sorunların seçimlerle ve demokratik sivil siyaset mekanizmalarıyla çözülebileceğini düşünüyor. Askeri bir darbenin de askeri bir müdahalenin de pek şansının olmadığı, olamayacağı o zaman da görülmüştü. 

Mutlu Arslan: Fazilet Partisi’nin kapatılması sonrasında Millî Görüşçüler ile Yenilikçiler ayrışmasının nedenleri nelerdi?

Mustafa Şen: Bu ayrımın ne kadar doğru olduğuna karar vermek zor. Ama sonuçta bir bölünme oldu. Yenilikçiler denilen grubun Millî Görüşün lider kadrosundan daha atak, daha pragmatist, piyasa değerleri ile daha iç içe bir grup olduğunu söyleyebiliriz. İkincisi sağın tüm bileşenlerinden önemli figürleri kadrosuna kattı. Sağın tümünü kucaklama iddiasındaydı ve bunu başardı. 

Şöyle söyleyelim, 2000’li yılların Milliyetçi Cephesi İslamcıların öncülüğünde kuruldu. Bunu Erbakan liderliği becerilebilir miydi, bilemiyorum. Tabii, bir de uluslararası ortam var. Erbakan liderliği bu konuda daha temkinli, ihtiyatlı bir çizgideydi. Bugünden bakınca yenilikçileri, “ne olursa olsun, iktidar olalım, artık iktidarın nimetlerinden yararlanma vakti bizde” diyen bir grup olarak görebiliriz. İçerikten ziyade, kullandıkları siyasal dil ve teknikler açısında Millî Görüş çizgisinden ayrıydılar. Muhtemelen henüz bilmediğimiz, kişisel yönleri de olan, başka faktörler de vardır. 

Mutlu Arslan: AKP, daha ilk girdiği seçimlerde Millî Görüş çizgisinin çok ötesinde bir oy oranına ulaştı ve sonrasında her seçimde bu tabanını genişletmeyi sürdürdü. Merkez sağdaki geleneksel partiler siyaset sahnesinden silindiler ve İslamcılık bir tür merkez siyaset haline geldi. Bunu da hem büyük sermaye hem Avrupa Birliği hem de ABD ile uzlaşı halinde yaptı. Bu uzlaşıyı nasıl değerlendirmek gerekiyor?

Mustafa Şen: AKP sonuçta bir koalisyon olarak kuruldu. 2010’lu yıllara kadar bir koalisyon olarak kaldı. Çekirdeğinde eski Millî Görüşçülerin ağırlıkta olduğu fakat sağın diğer unsurlarını da barındıran bir koalisyon. Kuruluşundan beri eski ülkücülerin de içinde önemli bir yer tuttuğu bir koalisyon. Eski merkez sağın önemli kadrolarının içinde yer aldığı bir koalisyon. Kuruculara ve 2010’lara kadar AKP’de önemli pozisyonlarda yer alan kadrolara baktığımızda bunu net olarak görebiliriz.

Önemli bir faktör daha vardı: ulusal ve uluslararası düzeyde liberal yazar ve gazetecilerin büyük desteği. Bu bileşim, AKP’nin hem ulusal hem de uluslararası düzeyde meşruiyetini ve gücünü artırdı. AKP iktidarının ilk yıllarında Avrupa Birliği ve Batı ile kurulan ilişki hem büyük sermayenin hem de liberallerin gözünü kamaştırdı.

Tabii, bu uzlaşıda birkaç önemli nokta daha vardı. Sermaye açısından 2001 krizinden sonra başlayan yeni dalga neoliberal politikaların kesintisiz ve büyük bir kararlılıkla uygulanması en önemli etmendi. İkincisi, İslamcıların Kemalizm ve cumhuriyete bakışta liberallerle büyük ölçüde hem fikir olması da bu uzlaşının temel etmenlerinden biriydi. Üçüncüsü, özellikle bölge politikalarında ABD ve AB ile de büyük bir uyum vardı.

Hatırlayalım, 2010’lu yıllara kadar, ABD ve AB’nin liberal çevreleri AKP’li bir Türkiye’yi “ılımlı İslam” için bir model olarak gördüler ve sundular. Böylece terörü önleyeceklerini ve Orta Doğu’nun “otoriter laik” devletlerini dönüştürebileceklerini düşündüler. Kısacası, uzlaşının birçok boyutu vardı. 

Mutlu Arslan: AKP iktidarının kopuş çizgisindeki İslami muhalefetin düzenle bütünleşmesini sağlayan bir pasif devrim olduğu, ılımlı ve rejimi tehdit etmeyen bir İslamcılığın ortaya çıkmasına neden olduğunu ileri süren tez hakkında ne söylemek istersiniz?

Mustafa Şen: Açıkçası farklı düşünüyorum. Bu soruya bir soruyla cevap vermek gerek: İslamcı hareket düzen dışı mıydı? Ya da ne zaman düzen dışı oldu? Bence İslamcı hareketin ana damarını bir bütün olarak düzen dışı görmek pek mümkün değil. Daha önce bahsettiğim gibi, İslamcılık sağ partiler yoluyla çok önceden sisteme zaten entegre olmuştu. Zaten rejimi tümden tehdit etmedikleri için iktidar oldular. Yani, durum tam tersi.

Dikkat ederseniz “tümden tehdit etmediler” diyorum. Ancak Türk tipi laikliğe karşı olduklarını söyleyebiliriz, ki bu da tartışmalı. Şunu da unutmamak gerekir. 1970’li yıllarda Milli Selamet Partisi koalisyonlar yoluyla iktidara ortak olmuştu. Hatta 1970’li yıllarda koalisyonlarla da olsa iktidarda en uzun kalan parti MSP’dir. AKP iktidarından önce 1990’lı yıllarda da Millî Görüş belediyeler ve koalisyon yoluyla iktidara ortak olmuştur. Kısacası, müesses nizam İslamcılığa tümden kapalı olmamıştır. 

Mutlu Arslan: İslamcılık Türkiye’yi dönüştürürken kendisi de büyük bir dönüşüme uğradı. Özellikle devlet imtiyazları ve imkanlarıyla hızla zenginleşen, lüks düşkünü bir siyasal İslamcı tipolojisi ortaya çıktı. Geçmişteki ekonomik, kültürel ve sosyolojik olarak daha homojen olan bu taban içerisinde ortaya çıkan bu gözle görünür tabakalaşma ve farklılaşmalar hareket içinde nasıl sonuçlar yaratacaktır?

Mustafa Şen: Öncelikle AKP tabanının tümünü İslamcı olarak görmek mümkün değil. AKP tabanı baştan itibaren Millî Görüş tabanından daha geniş bir yelpazeye yayıldı. Farklı kesimleri eklemleme kapasitesine sahipti. Eski merkez sağın tabanının büyük kısmına oturdu. Bu anlamda tabanda hali hazırda zaten farklılaşma vardı. İslamcı hareketin tabanına gelirsek, burada ciddi bir farklılaşma ve çeşitlenme var.

Yeni partilerin kurulmasını bunun sonuçlarında birisi olarak görebiliriz. Bu aynı zamanda İslamcı kesimin bir kısmının AKP’den uzaklaşması anlamına da geliyor. Sorunuz açısında en önemlisinin AKP’nin iktidarın ilk yıllarında sıklıkla yenilediği “Siyah Türkleriz” iddiasının hiçbir anlamı ve varsa gerçekliğinin kalmamış olmasıdır.

İslamcılar içinde hızla zenginleşen, iktidarın her türlü olanağından yararlanan, lüks düşkünü ve şımarık bir kesim oluştu. Bunun taban ve taraftarlar arasında uzaklaşmaya yol açan etmenlerden birisi olduğunu söyleyebiliriz. O yüzden AKP’den çok lider figürü giderek çok daha öne çıktı. Lider figürü partiyi eritti.

Mutlu Arslan: Türkiye’de İslamcılık geçmişten itibaren gerek devletle arasındaki mesafe gerekse toplumsal tabanların etkisiyle Kürtlerle ve hatta Kürt Siyasal Hareketiyle görece yakın bir temas içinde olmuştu. Çözüm Sürecinin sona ermesiyle birlikte bu ilişki bambaşka bir hale dönüştü. Sadece Kürt Siyasal Hareketini değil, Kürt halkının neredeyse bütününü dışlayan bir söylem ve pratik ortaya çıktı. Bu kopuşu neye bağlıyorsunuz?

Mustafa Şen: Bu konunun başlı başına uzun uzun ele alınması ve tartışılması gerekir. Sadece kısaca bir iki şey söylemek istiyorum. Birincisi, Türk-İslamcılığı dememin nedeni tam da bu. İslamcılık içinde yüksek dozlu bir milliyetçilik vardır. Yukarıda bunu anlatmaya çalıştım zaten. İkinci bir konu AKP’nin çözüm sürecinden dar anlamda, yani oy anlamında, kazanacağı pek bir şey yoktu. Hem oy hem meşruiyet anlamında kazanan HDP olacaktı. O yüzden AKP’nin bunu sürdürmesinin büyük bir siyasi getirisi yoktu.

2015’e kadar iktidarını sağlamlaştırmak için istediği hemen her şeyi yapmıştı. İktidarını sürdürmek ve pekiştirmek için ne HDP’nin ne bir bütün olarak Kürtlerin ne de liberallerin desteğine ihtiyacı kalmıştı. Bölgesel ve uluslararası faktörlere hiç girmiyorum. Saydığım etmenler kopuşu getirmeye yetti. 

Mutlu Arslan: Uzun zamandır AKP içerisinde yaşanan huzursuzluklar ve görüş ayrılıkları son bir yıldan bu yana kopuşlara sahne oluyor. Kurulan bu yeni partiler İslamcı Hareketin tabanında nasıl bir karşılık bulacaktır?

Mustafa Şen: Şimdiden iddialı şeyler söylemek mümkün değil, fakat AKP’nin bölünmüş olması, içinde iki partinin çıkmış olması başlı başına önemli bir gelişme. Yani, bu AKP’nin momentumunu çoktan yitirdiğinin bir nişanesi olarak görülebilir. Yani, bırakın tabanını ve kadrolarını genişletmeyi, eski yöneticilerini bile bir arada tutamıyor. Üstüne üstlük ayrılanlar AKP’nin revaçta olduğu dönemlerin önemli isimleri. AKP’nin yurt içinde ve yurtdışında geniş kesimler tarafından kabul görmesinde rolü olanlar, ayrıldı ve iki yeni partide toplandı. 

İkincisi, yeni partilerin demokrasi, parlamenter sistem, hukukun üstünlüğü, insan hakları gibi konularda AKP’ye yönelttiği eleştiriler muhalefetin eleştirileriyle büyük ölçüde uyumlu. Burada önemli olan, demokrasi ve hukukun üstünlüğü gibi temel meselelerin Türkiye’de geniş kesimlerce kabul görmüş olması ve savunulmasıdır.•