Akışkanlaşma Katılaşma Sarkacında Türkiye Karakter(ler)i

Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla yaşayanların zihinlerine kâbus gibi çöker. Ve, tamamıyla yeni bir şey yaratmak için kendilerini ve maddi çevreyi dönüştürmekle uğraşır göründüklerinde, tam da böyle devrimci bunalım çağlarında, geçmişin ruhlarını kaygıyla yardıma çağırırlar, onların adlarını, sloganlarını ve kılıklarını ödünç alır, yeni tarih sahnesine bu zamanında saygın olan kılıkla ve ödünç alınmış dille çıkmaya kalkarlar. (Karl MARX)

 

İnsanca ve çok aptalca:

2015 Milletvekilliği aday adaylıklarının açıklanmaya başlamasıyla birlikte, tüm partilerin aday adaylarının önüne geçen birkaç AKP adayı oldu. Konya’dan, İstanbul’dan ve Tokat’tan aday adaylıklarını açıklayan biri kadın üç kişi, billboardları kaplayan afişlerinde ‘Muhteşem Yüzyıl’ dizisinden fırlamış ‘Osmanlı hünkârı, sultanı ya da yeniçeri’ giysileriyle poz vermişlerdi. Malatya’dan aday adaylığını ilan eden ve medyaya çıkar çıkmaz hakkında çok sayıda suç isnadı, dava vs olduğu ortaya çıkanı ise ‘referansım Allah’tır’ sloganını tercih etmişti. Dördü de aday listesine giremediler tabii ki. Ama bununla kalmadı başlarına gelen, neredeyse Türkiye’nin tümü için alay konusu oldular. İster AKP ‘entelijansiyasının’ bas bas bağırdığı Yeni Osmanlı şahlanışını ciddiye alıp inanmış, isterse bu zamanda geçer akçenin bu olduğu kurnazlığıyla yapmış olsunlar, düştükleri hal aptalca ama çok insancaydı.

Bu topraklar parlamenter demokrasiden daha öncesinden beri ‘din bezirgânlığını’ bilir evet, doğru ama, bu kez olan sadece dini siyasete alet etme kalıbından öte, dinin alınıp satılır bir meta haline dönüşmüş olması. Bu halin diğer bir örneği de Diyanet İşleri Başkanı’nın gözyaşları içinde Mercedes’ini iade etmesinin (gerçekten edip etmediğini bilmiyoruz) temsilciliğini üstlendiği dinin buyruğuyla değil, tersine toplumsal baskı karşısında siyaseten kendisini kurtaracak bir hamlenin sonucu olması. Nedamet getirdiğinden değil siyaseten yapmak zorunda kalmaktan doğan bu manevra, güya dinsel hayatı düzen altında tutsun diye kurulan bir kurumun başındaki kişinin bile dini ideolojik bir araç olarak gördüğünün tanıtı.

Bu örnekler AKP döneminde şahikasına ulaşan ve kalıcı olarak yerleşen bir ilkenin yansıması olarak görülebilirler. İster din, ister ahlak, ister tarih, gelenek her ne varsa değer olarak hepsinin alınır satılır pazarlama araçlarına dönmesinin sindirilmiş olması. Demem o ki din her zaman ideolojik bir araçtı ama bu araç olma hali kendisini ‘dindar’ olarak tanımlayanların çoğunun bilincinde oldukları bir durum değildi. Artık bizatihi temsilcileri için bile din ve dindar hayat bir amaç olmaktan çıkıp araçsallaşmış durumda. Aynı şekilde bu günün muktedirlerinin ‘Yeni Osmanlıcılığı’, hakikaten Osmanlı dönemine bir öykünme değil, Osmanlıcılığı yayılmacı arzularının stratejik aracı olarak kullanmaları.

Hayat tarzını belirleyen değerlerin, amaç olmaktan çıkıp hayatı sürdürme araçları olarak kullanılmaya başlanması bir karakter dönüşümünün işareti. Bu dönüşüm de hayatın yaşanma koşullarındaki değişimin sonucu olarak görülebilir.

Türkiye’nin karakter(ler)inin değişme yolunda olduğunu iddia edecek olan bu yazının temel önermesi, geleneksel, kırsal, tarım toplumun hayat koşullarının belirlediği Türkiye karakterinin artık silinmek üzere olduğu ve yerine Modern, kentli, kapitalist hayat koşullarının belirlediği bireyin çoğunluğu oluşturmaya başladığı. Geleneksel, toplulukçu benlik yerini modern, bireysel benliğe terk etmekte.

Önümüzdeki 2015 Haziran Milletvekilliği Genel Seçimlerine Türkiye, oldukça gergin giriyor. Kimilerine göre bu seçim Erdoğan-AKP tek parti diktatörlüğünü engellemek için ‘son fırsat’, kimilerine göre zaten çoktandır iktidarı gasp etmiş olan bu diktatörlüğün alaşağı edilmesinin ilk adımı, kimilerine göre ise iktidarı bir daha bırakmamak üzere ele geçirmek için atılacak adımların en büyüklerinden biri. Taraflar kendi meşreplerince bu uçlara yığılmış/ çekilmiş bir halde bekliyorlar. Hiç birinin kendisinden emin olmadığını ve güvende hissetmediğini söylemek mümkün.

Tarihsel/toplumsal dönüşümler için kullanılan milat anları çoğunlukla dönüşümün başladığı tarihten çok, görünür hale geldiği ya da baskınlaştığı zamanları imler. AKP’nin 13. yılına giren iktidarındaki dönüşümleri de 2002 Genel Seçimleri ile başlatmak yanılgıya yol açabilir. Biraz da bu yüzden Haziran 2015 seçimleri de bir değişimin miladı olacak olsa bile söz konusu değişim tam o tarihte değil ondan çok daha önce başlamış durumda.

Yine de AKP- Erdoğan döneminde olup bitenlerin hesaplanması, bu dönem boyunca ilk kez ortaya çıkan, baskınlaşan, silinen, gözden düşen insan hallerinin bir dökümünün yapılması yararlı olabilir. Evet, insanlar bir çırpıda değişmiyorlar, değişimin en hızlı ve sarsıcı olduğu devrim anlarında bile tohumları çok önceden ekilmiş olanlar ‘yeni’ olarak ortaya çıkarlar; tabutlarda ise taze bedenler değil öleli çok olmuş, çürümüş cesetler taşınır. Böyle olsa da AKP-Erdoğan iktidarı boyunca Türkiyeli insan tipinde öne çıkan, belirginleşen karakter hatları üzerine gözlemde bulunmak mümkün.

Kuramsal art alan

Karakter, insanın başkasının gözünde olmasını umduğu kendi imgesidir. Her insanın hayatı ‘yaşama tarzının’ yansıması olduğundan aynı zamanda karakter, o insanın kendi dışında kalan hayatı nasıl anlamlandırıp, yorumladığını, verili hayat koşulları içindeki kendisini nasıl gördüğünü, nereye koyduğunu da ifade eder.

Karakterin yapısal temellerinde insanın türsel evrimi boyunca geçirdiği varkalım sürecinde evrimleşmiş temel zorunluluklar bulunur. En temel zorunluluk hayatta kalmaktır. Her canlı gibi insanın da temelinde hayatını sürdürme çabası ön koşul olarak yer alır. Öyle ki kendi hayatından vazgeçme eylemi bile bu ön koşulla bir hesaplaşmadır. Kimi zaman başka hayatların sağ kalması için bir feda, kimi zaman da hayatın yaşanmaz olmasına bir tepki olarak ortaya çıkar.

Yapıp ettiklerimizi ‘son tahlilde’ hayatta kalma arzusunun tezahürleri olarak görmek ne onları açıklamaya, ne anlamaya ne de meşrulaştırmaya yeter. İnsan, insan olduğundan bu yana sadece yaşamaya çalışıyor, önermesi doğru ama aynı oranda da anlamsızdır. İnsanlar hayatta kalma çabaları bağlamında ne kadar aynılarsa bunu nasıl yaptıkları bakımından da o denli farklıdırlar. Bu fark aynı ‘temel iç güdünün’[1] çağlar, olaylar ve tarihsel koşullar içinde ve onlara bağlı olarak, etkileşerek farklı farklı görünümlere bürünmesini sağlar. Tabi ki hayatta kalma çabasını ‘değişmeyen öz’ olarak görmek mümkündür. Ama bu değişmezliğin kendi başına hiçbir anlamı yoktur. Hayatta kalma çabasının mutlaklığı insanın değişmez bir karakteri olduğunu tanıtlamaz.

Antik Yunan döneminde Aristoteles’in ardılı Theophratus’un ‘karakterler’ eseri tiyatro oyunu tipleri için hazırlanmışsa da tanımladığı karakter tiplerinin çoğu günceldir. Bu benzerlikler sanki insanın yeryüzünde görünmeye başladığı zamanlardan bu yana aynı karakter hatlarını taşıdığı yanılsamasına yol açabilir. Psikanalitik kuramın, özellikle Freud ve ona bağlı ardıllarının karaktere yaklaşımı da bu doğrultudadır. Klasik psikanalitik kurama göre, hayatta kalma arzusuna karşı ölüm arzusu, hazza yönelme arzusuna karşı acıdan kaçma çabası insanın karakterinin özüdür ve gördüğümüz tüm değişimler bu iki eksenin çeşitlemelerinden ibarettir. Freud, bu iki ana eksene toplumsallaşmanın ana kavşağı olan Oedipus Karmaşası’nı yerleştirir. İnsan yavrusu, ödipten geçe(meye)rek insanlaşır. Bu önerme kabul edildiğinde insan karakterinin bir tarihi ya da dönüşümü imkânı ortadan kalkar. Karakter tarihsizleşir. Beş bin yıl önceki insan nasılsa bu günün insanı da aynıdır demeye getirilir. Bu yazının kapsamı nedeniyle ayrıntılı olarak tartışılamasa da psikanalitik kuramdan tümüyle farkı olan güncel biyolojik kuramlarda da benzer bir değişmez öz vaaz edilir. Yenilik arayışı, zarardan kaçınma, ödül bağımlılığı, sebat etme gibi dört yapısal mizaç boyutu ile kendini yönetme, iş birliği yapma, ve kendini aşma olarak adlandırılan üç karakter boyutu kişiliği oluşturan 7 evrensel, biyolojik boyut olarak kabul edilir.

Hem psikanalitik hem de psikobiyolojik kuramların ‘değişmez öz’ anlayışları sorunludur. İnsan türünde kan her zaman kalp aracılığıyla pompalanır, oksijeni alyuvarlardaki hemoglobinler taşır gibi değişmezliklerle aynıymış yanılsaması oluşur. Bu yaklaşım hayatın koşulları her ne olursa olsun insanın karakterine bir etki etmez gibi bir anlayışa neden olur. Oysa durum ne kalp ne de oksijen taşınımı için bile değişmez değil. Kalp aynı insanda bile o kişinin hayatı boyunca aynı değildir; büyür, küçülür, sertleşir, yapısal dönüşüm geçirir vs. Oksijen hemoglobine bağlanır ama onu taşıyan alyuvarların sayısı, yapısı, diğer doku ve organlarla etkileşimi biteviye değişir. Maddi temellerin değişmezliği o temellerin etkileştiği kendi dışındaki gerçeklikle etkileşim içinde bir değişim geçirir. Kırsal, tarım toplumun acıdan kaçınma arzusunun ‘niteliği’ ile kentli, kapitalist toplumdaki acı anlayışı, anlamlandırması ve kaçınması birbiriyle hiçbir benzerlik taşımayabilir. İkisi de sonuçta acıdan kaçınma demek elma ile armudun ikisi de meyve demekten farlı değildir.

Reich, Fromm ya da Ericson (bir tek o kimlik kavramını kullanır) gibi psikanalistler ise insan karakterinin çevresiyle olan etkileşimindeki değişime önem vermişlerdir. Hem tek bir bireyin kendi hayatı boyunca karakterinde değişimler olabileceği, dahası içinde yaşanılan hayat koşullarının insanın kendini ve kendi dışındaki dünyayı görme biçimlerini değiştirebileceğini öne sürmüşlerdir.

Karakteri bir yandan aynılığını korurken diğer yandan biteviye değişen, dönüşen bir süreç olarak görmek gerekir. Karakter bizatihi inşa edilen bir yapıdır. Bu inşa süreci aynılık/değişmezlik ile farklılaşma/değişme arasında süre giden bir çarpışma/çatışma halidir. Karakter, bireyin kendisini belirleyene müdahale edebildiği ve bu belirlenme durumuna aynı zamanda müdahil olup, maruz da kaldığı boyuttur. Bu haliyle daha karakterden söz edildiği anda dinamik bir inşa süreci hakkında konuşmak zorunda kalınır. Karakter bizatihi akışkan olmak zorundadır. Bu durumda bir çelişki daha ortaya çıkar; inşa edilen bir yapı olmakla sürekli yıkılıp yeniden inşa edilmek zorunda kalınan bir akış hali. Karakterin bu akışkanlığı, sabitliği imleyen özellikleriyle çelişiktir. Bu durumda insanın kendisine bakışında gördüğü hareketi ve karmaşayı çözümlemek gerekir. Bir yanda “ben hep ben(d)im”, diğer yanda “ben, sürekli bir başkasıy(d)ım”.

Karakter bir tarihsizlik değil, tersine tümüyle özgül bir tarihi olandır. Bu tarihsel değişim içinde katılaşıp, değişmez kalan yanlarla sürekli değişen, akışkan yanlar iç içe birbirlerini etkileyerek, değiştirerek bir arada olurlar.

Tez

Biraz uzun kuramsal bölümden muradım Türkiye insanının karakterindeki değişimin AKP döneminde bir karakter karmaşası/ krizi biçiminde ortaya çıktığı önermemi temellendirmek. AKP Türkiyelisinin, Türkü, Kürdü, Alevisi, Sünnisi ya da her ne ise o grup kimliğini içeren karakteri, uzun zaman önce başlayan ve devam da edecek olan bir değişim geçirmekte. Kırsal, geleneksel, tarım dünyasında yaşayan toplulukçu benliğe sahip karakter kaybolurken yerini kentli, kapitalist ve modern bireyci benliğe sahip insanlar alıyor. Bu değişim başka birçok şekillerde olabilecekken Türkiye’nin kendi iç dinamikleri ve onlarla etkileşen tarihsel dönemin belirleyiciliği altında bu şekilde olmakta.

Toplumsal koşullarının değişimi insanın dünyayı algılama, yorumlama ve o dünya içindeki kendisini görme ve anlamlandırma biçimini değiştirir. Bu değişim bu günden yarına ve bir çırpıda olmaz. İnsan karakteri avcı toplayıcı, tarım ve sanayi dönemlerinde birbirinden farklıdır. Türkiye’de görünür tür gerileme, dinselleşme eğilimlerine karşın olan biten tarım ağırlıklı topluluktan sanayi ağırlıklı topluma ve onun ‘yeni’ insanına doğru bir değişim. Bu değişimin olumsuz ve olumlu karakter örgütlenmeleri var.

Erken bir örnek gecekondudan TOKİ ailelerine

Altmışların başına tarihlenen ve kentin çekmesi mi kırın itmesi mi başlattı tartışmalarının hala sürdüğü kente göç süreci, gecekondulaşmaya yol açmıştı. Yirmi yıl içinde kentlerin çeperinde pıtırak gibi büyüyen gecekondular ne kır ne kent olan ama hem kır hem kent özelliği gösteren yapılar olarak büyüdüler. Gecekonduya gelenler ya fabrikalarda iş bularak ‘işçileşiyor’ ya da basit al sat işleri, hizmet sektörü, gündelik güvencesiz işlerle ekmek, hayatta kalma ve kente, apartmana doğru yükselme hayalleri yaşıyorlardı. Kırdan her gelen kendisinden önce gelen akrabasının, köylüsünün ya da memleketlisinin gecekondusunun yanına yapıyordu kendi evini. Bu şekilde meşhur ‘Erzurumlular’ mahallesi gibi yerleşimler kentleri çepeçevre sardılar. Gecekondu bir yandan kırın tüm geleneklerini taşıyordu ama çocuklara (kız çocukları dahil) eğitim ve kadınlara da gündelikçilik olsa da iş imkanı yarattı. İş ya da eğitim için kente gidip, barınma için kıra dönen nüfus ikili bir hayat yaşamaya başladı. Düne kadar erkeklerin odasına gir (e)meyen kadınlar dolmuşta, okulda, fabrikada yan yana, omuz omuza olmaya başladılar. Bu ikili yapı kimi zaman insanların, kırın tahakküm araçlarına çok daha şiddetli maruz kalmasına yol açıyordu, kimi zaman ise özellikle fabrika ve eğitim ortamında özgürleşmeye. Devrimciliğin fabrikalarda işçileşen ya da okulda ‘aydınlanan’lar arasında yayılması boşuna değildi. Şehirde iş bulan önce erkekler ve sonra kadınlar sendikalaşmaya başladıkça, kırsal hayat tarzının insan ilişkileri içine girdiği krizden çıkma fırsatı elde etmeye başladı. Sosyalist devrimcilerin gecekondulardaki örgütlenme stratejileri, kurulan mahalle komiteleri ve özyönetim modelleri, gecekondularda artan ve şehir merkezindeki devletin umurunda olmayan suç eğilimlerini, arsa çatışmalarını, yol, eğitim, sağlık sorunlarını çözme imkanını doğurdu. Köyden tülbentle gelen kadın, şehre inerken başörtüsü takmaya başladı ve sonra fabrika ve sendikada yavaş yavaş başını açmaya başladı. Üstelik bu süreç kimsenin önemsemediği ya da sembol olarak görmediği bir durumdu. Yetmişli yılların devrimcileri kadın işçilerin ve erkeklerin başörtüsü gibi bir sorunları olmadığını çok iyi anımsarlar. 12 Eylül Darbesi sonrası uzun süre alçakça ilkellik olarak suçlanan ‘devrimci bacı’ karakteri tamda bu kırın tahakkümüne karşı gelişmiş bir geçiş aracıydı. Kırın geleneksel fistanı ve yazması yerine manto ve başörtüsüne geçen kadınlar, erkeklerle ‘bacı’ eğretilemesi ile bir arada çalışma, okuma ve eylem yapma olanağı buluyorlardı. O dönemin bacı kavramını ilkellik olarak damgalayanların kırdan daha da geriye gitme kanıtı olan türbanı, kadınlar bu sayede okula, işe gidebiliyor diye savunmaları da başka türden bir ahlaksızlıktır.

Ancak örnek bununla ilgili değil. Gecekondular zamanla kentle bütünleşmeye, imar afları vs ile tapulanmaya başladıktan sonra artan nüfusun itmesi ve inşaat hamlelerinin de katkısıyla apartmanlaşmaya başladılar. Bu da seksenlerin sonunda başladı[2]. Gecekondu sahibi kondusunu evdeki erkek çocuk sayısına göre 3- 4 katlı apartmana çevirmeye başladı. Apartmanın birkaç dairesi kiraya verilerek rant elde edilirken, anne baba bir daireye yerleşiyor, erkek çocuklar da evlendikçe dairelere dağılıyorlardı. Böylece görünürde ayrı evlerde oturan çekirdek ailelere dönüşmüş görünenler aslında babanın oğullara, annenin gelinlere mutlak hâkimiyetinin katmerlendiği geniş baskıcı ailelere dönüştüler. Aynı zamanda süren ekonomik değişim, iş olanaklarının azalması, işsizlik, eğitim kalitesindeki düşme ama tüketim odaklı hayat tarzı bu kondudan bozma apartmanlarda eski kırdan daha geri aile, iktidar ilişkilerini üretti. Sonra TOKİ konutları başladı. Çok sayıda değişimin yanı sıra dikkat çekmeyen başka bir değişim daha oldu bu konutlarda. Alt alta üst üste geniş aile olarak yaşayan bu aileler dağılıverdiler konut kuralarında. Anne baba çocuklar falanca blokların bilmem kaçıncı katlarına dağılarak, koptular birbirlerinden. Sadece bu kura dağılımı bile gündüzleri gelinlerin kaynananın evinde toplu oturdukları, akşam yemeğinin hep birlikte yendiği ve ancak yatma saatinde kendi dairelerine gidenleri bir çırpıda kaynana, kayınbaba, anne baba boyunduruğundan, denetim ve gözetiminden çıkarıverdi. Erzurumlular Mahallesi silinip gitti, yerine hangi kentse artık kendisini oralı olarak adlandıran kentliler aldı.

Bu basit gibi görünen mekânsal değişim bile aile, ana baba çocuk, gelin kaynana ilişkilerini değiştirdi. Kimin binip kente kiminle gidip, hangi saatte kiminle döndüğünü bütün mahallelinin bildiği gecekondunun tek dolmuş hattının yerini hangi dairede kimin kimle oturduğunu, ne zaman gelip ne zaman gittiğini kimsenin bilmediği ve bilmek de istemediği yüksek bloklar, toplu taşım araçları ve özel araçlar aldı. Ortak hayat mekânının dağılması aile içi tahakküm sistemini amacı bu olmamasına karşın yıktı.

Temel değişim süreci

1927 yılında Türkiye nüfusunun %75’i, on binden az nüfuslu kırsal yerleşimlerde yaşarken 2014 yılında kırsal nüfus %20’nin altına düşmüş durumda. Yüzyıldan az bir sürede olağandışı hızlı kentlileşme, tarımsal kırsal hayat koşullarından kapitalist kentli hayat koşullarına maruz kalma. Üstelik giderek artan bir vahşi kapitalist dönüşümün esiri olmak üzere denetimsiz ve insanlık dışı şiddetle korkutularak.

Bu değişimin ana motoru olan kapitalistleşmenin kendi değişim sürecinin de giderek hızlanmasıyla daha ‘liberal ekonomi, çok partili parlamenter demokrasi’ yerleşemeden neoliberal hizmet ekonomisinin boyunduruğuna girme. Kentlileşme süreci tamamlanmadan aynı mekânlardan soylulaştırma ile bir kez daha atılma. Kısa Türkiye tarihi bu iki değişkenle bile özetlenebilir. Seksenlere kadar olan süreç kendi içindeki devrimci potansiyeli gün yüzüne çıkarabilmiş ve kapitalizm yerine sosyalist seçenek için bir güç birikmesine de imkân vermişti. 12 Eylül Darbesi tam da bu devrimci müdahaleyi hedefleyerek bu gün AKP olarak tanımladığımız rejimin temellerini atmış ve günümüz insanını inşa etmiştir.

AKP Türkiyelisi diye adlandırabileceğimiz bu karakterin inşasında iki temel özellik öne çıkar. İlkin şiddet ve şiddete maruz kalma ve ikinci olarak da üretim ilişkisi ve çalışma koşullarındaki değişime ayak uydurma ve yeniden konumlanma çabası.

Şiddet

AKP Türkiyelisinin karakterindeki en temel kurucu güç, insanlık dışı şiddetin kurumsallaşması ve gündelik hayatın her alanı ve ilişkisine nüfuz etmesidir. Şiddeti devletin kurucu ve sürdürücü bir araç olarak kullanması vakidir. Ancak özellikle 12 Eylül Darbesi’nin uyguladığı şiddet türü meşruiyet kaygısı gütmeyen ve böyle bir kabule ihtiyaç da duymayan yaygın, nedensiz, orantısız ve keyfi olmasıyla bilindik devlet şiddetinden ayrılır. Bu günün AKP’sini anlamanın yolu 12 Eylül faşizminin şiddetine derinlemesine bir bakışla olasıdır.

‘Sadece 1980 yılında, resmi makamların verdiği bilgiye göre 47.000 kişi hürriyetinden yoksun bırakılmış, gözaltı süresi 90 güne çıkarılmış, adil yargılanma hakkı tamamen kaldırılarak, sıkıyönetim komutanlıkları Mahkemeler kurmuş, gözaltında işkence en doğal sonuç olarak yaşanmış, sokakta veya gözaltında onlarca insan öldürülmüştür. 650.000 kişi gözaltına alınmış ve 90 güne varan gözaltı sürelerinde ağır işkence görmüştür. Açılan 210.000 davada 23.000 kişi yargılanmış, 14.000 kişi vatandaşlıktan çıkartılmış, 30.000 kişi siyasal sığınmacı olarak yurtdışına kaçmış, 171 kişinin işkenceden öldüğü belgeleriyle kanıtlanmıştır. 388.000 kişiye pasaport verilmemiş, 30.000 kişi sakıncalı olduğu için işten atılmış, 23.667 derneğin faaliyeti durdurulmuş, yargılanan gazetecilere toplam 3315 yıl 6 ay hapis cezası verilmiştir. 300 gazeteci saldırıya uğramış, 3 gazeteci öldürülmüş, 31 gazeteci cezaevinde yatmıştır. 12 Eylül 1980 ile 6 kasım 1983 tarihleri arasında gözaltında yada cezaevinde ölen kişi sayısı 183, cezaevlerinde açlık grevlerinde ölen kişi sayısı 5’tir. Aynı tarihler arasında sıkıyönetim askeri mahkemelerinde savcıların istediği ölüm cezası sayısı 6533. Sadece 1986’da Türkiye’nin çeşitli mahkemelerinde 134 ölüm cezası verildi. 23 adi/adli suçlu, 24 siyasal suçlu ve 1 Ermeni Asala militanı olmak üzere 48 kişi idam edildi. Yasalar hiçe sayılarak 18 yaşından küçük olan Erdal Eren idam edildi. 12 Eylül 1980 ile 30 Ağustos 1981 tarihleri arasındaki sürede Askeri mahkemelerde 136’sı sol 305’i sağ görüşlü olmak üzere toplam 1468 sanık idam cezası ile cezalandırıldı.[3]

12 Eylül 1980 sabahı Türkiye’de başlayan açık ve sistematik devlet terörüydü. Toplumda yarattığı temel duygu ise korku! Korku karşısında yaşanılan çaresizlik çoğu zaman varlığın inkâr edilmesine neden olur. İnkâr edilen benlik sürekli başka biri olarak tehlikeden kurtulmaya çabalar. Darbeciler sağcı, solcu ve adli suçluları aynı anda asarak topluma yalın bir mesaj verdiler. İp hepinizin boğazında ve her an altınızdaki tabureyi devirebiliriz. Üstelik bu gücümüze karşı koyabilecek hiçbir karşı gücünüz yok. Biz önce hepinizi suçlu kabul edeceğiz ve sizler de masumiyetlerinizi kanıtlayabilirseniz inebileceksiniz tabureden. Bir toplumda korkunun bir kültür haline dönüşmesi kadar örseleyici bir yaşantı olamaz hele devlet eliyle yerleşiyorsa. Düşünün, bir sabah evden çıktınız ve yanınızda duran bir araçtan çıkan sivil giyimli birileri sizi çevrenizdekilerin korku dolu bakışları arasında ite kaka aracın içine bindirdi. Gözleriniz bağlandı ve güpegündüz, herkesin gözü önünde ensenize inen yumrukla başınızı bacaklarınızın arasına sıkıştırdılar. Bir daha sizi hiç kimsenin göremeyebileceğini, hakkınızda devletin hiç bir kayıt tutmayabileceğini, dahası en yakınlarınızın bile nerede olduğunuzu devlete sormaya korkabileceğini, sorsalar da maruz kalacakları tek şeyin çıplak şiddet olabileceğini düşünün. Bu durumu Türkiye’de yaşayan ne kadar çok insan oldu. Otuz beş yıl önce Türkiye nüfusunun tümü tam da bu haldeydi. 1980 yılında Türkiye’nin nüfusu 45 milyondu ve hakkında işlem yapılan kişi sayısı da 650 000’di. On beş yaş altı nüfusu çıkarırsak neredeyse her hanede birden fazla kişi hakkında kovuşturma yapıldığını buluyoruz.

1980 cuntası ayrım gözetmeksizin ülkenin bütün insanlarına, “hepiniz benim gözümde vatan haini suçlularsınız. Önce hepinizi böyle kabul edip ona göre muameleye tabi tutacağım, ardından bana vatansever, iyi vatandaş olduğunu kanıtlayanlar temize çıkacaklar” dedi. Sıradan yurttaşın en çok kapıldığı hal, masumiyetini kanıtlama çabasıydı. Masumiyetini kanıtlama çabası ise istemese de onun kendini suçlu hissetmesine neden oluyordu. Terörist devletin tüm yurttaşlarına “hepiniz suçlusunuz ve iyi vatandaş olduğunuzu kanıtlamanız gerekli” yaklaşımı, eşlik eden işkence, ölüm ve kaybetme operasyonlarıyla bir korku kültürü yaratır. Öyle bir korku kültürü ki, dolaysız ve yargısız şiddetten korunmanın yolu suç işlememek değil, sürekli masum olduğunu kanıtlamaya çabalamak haline gelir.

Terörist devlet düzeninde bireylerin davranışlarının sessizlik, düşüncelerini ifade etmekten kaçınma, tepki göstermeme, içe dönme ve otosansür’ olarak biçimlendiği biliniyor. Masumiyeti kanıtlamanın yolu devletin emirlerine harfiyen uymak ve onun çizdiği sınırların içinde olduğunu göstermektir. Bu durum bir çeşit benlik bölünmesine yol açar. Bireylerin dışarıya gösterdikleri davranış, söz ve düşünceleri terörist devletin buyruklarına uygun olurken, kendi içlerinde başka bir dünyada yaşamaya başlarlar. Herhangi bir konuda fikirlerini açıklarken, terörist devletin koyduğu sınırlar ve dayattığı görüşler içinde konuşurlar; gerçekte çok daha farklı düşünseler bile. Bireyler gündelik hayat ve ilişkilerinde apolitik, rejim yanlısı’ davranırlarken kendi dünyalarında politik’ olmayı sürdürürler. Ama bu politiklik de sadece hayatta kalmayı sağlamaya yönelik bir bireyselleşmeyi doğurur.

Soluduğu havada asılı duran devletin katıksız şiddeti karşısında benliklerini ikiye bölerek ayakta kalmaya çalışan bütün bir toplum, kurbanın ruh halinde yaşar. Her gözaltı her kayıp, kulaklara fısıldanan her işkence bireyleri biraz daha sessizleştirip, içe kapanık yapar. Bir oğlunuz gözaltına alınmıştır ve siz çalıştığınız yerde bir yandan bunun duyulmamasına çabalarken, diğer yandan Paşa’nın Asmayalım da besleyelim mi?’ demecini onaylamak zorunda kalırsınız. Kızınız kaybedilmiştir ve siz diğer Paşa’nın Niye cop kullanalım, elimizde taş gibi askerler var’ sözünden yola çıkan ‘esprileri’ sessizce dinlersiniz.

Bireyler çevrelerinde sürüp giden şiddeti hiçbir şey yapamadan karşı çıkamadan izlemek zorunda kalırlar. İzlemek katılmaktır. Bu katılım izleyende kendisinin de her an izlenilenlerden biri haline gelebileceği korkularını besler. Tıpkı Ortaçağ’ın halka açık idam ve cadı yakma törenleri ve İslam’daki taşlanarak öldürülme cezaları gibi. Her an yakalanıp kendini savunma fırsatı verilmeden cezalandırılabilecek bir suçlu gibi hissetmek, bireysel benlikleri çocuklaştırır. Kendini çocuk kadar zayıf ve güçsüz hissetmeye başlayan bireyler karşılarındaki zalimin mutlak güç’ ün tek sahibi olduğu duygusuna kapılmaya başlar. Tümgüçlü saldırgan karşısında edilgen boyun eğişle birlikte birçok kurbanda ‘saldırganla özdeşim’ mekanizması çalışmaya başlar. ‘Mutlaka bir şey yapmıştır, yoksa gözaltına alınmazdı, atılmazdı, sürülmezdi …’ sözlerinin anlamı buradadır. Türkiye toplumu böylece 12 Eylül’ün kurduğu korku kültürünün içinde pasif boyun eğiş ve saldırganla özdeşim içinde yaşamayı öğrenmeye başladı.

‘Kürt sorunu’ ve geçmişin mücadele sürecinin devamı olarak 1984 yılında başlayıp hala süren PKK ile devlet arasındaki savaş koşulları yukarıdaki korku kültüründe bir ikinci ‘bölünmeye’ yol açtı. Kürt illerinin tümü ve diğer yerleşimlerde yaşayan Kürtler için 12 Eylül bu gün bile bitmiş sayılmaz. Savaş hali, devletin şiddetinden korkarak edilgen boyun eğiş gösteren ‘Kürt olmayan’ için, devletle birlikte Kürtlere karşı olarak, devletten korunma imkânı doğurdu. PKK çatışmalarının ağırlıklı olarak Güneydoğu bölgesinde yoğunlaşması, Türkiye’nin diğer bölgelerindeki insanların şiddete uzaktan tanıklık etmelerini sağladı. Böylece ‘kulak kesme’, ‘panzerin arkasına bağlayıp sürüklenen terörist ölüleri’, ‘bir gecede yakılıp yıkılan köyler’ haberleri ikizli duyguları kışkırttı; ‘neyse ki bana değil, bana yapılmıyor’ ve aynı anda da ‘hak etmese yapmazlardı’! Şiddetin Kürtlere yönelmesi, Kürt olmadığı için şiddetten korunma ve Kürt olmadığını kanıtlama çabaları biraz da bilinçdışı korunma, sağ kalma çabalarının yansımalarıydı.

12 Eylül Darbesinin dehşetini hatırlatmanın nedeni bu günün AKP iktidar tarzının kurucusu olmasıdır. Bu günün AKP’li olmayana hayat yok, onun boyunduruğuna girmeyenin ne iş bulması, ne ihale alması mümkün olur, AKP karşıtı en küçük bir laf edersen ekmeğinden olursun korkusuyla,12 Eylül döneminin masumiyetini kanıtlamazsan terörist kabul edilecek ve hiçbir insani muameleyi talep edemeyeceğin gibi şiddeti de hak etmiş olacaksın ve seni kimse kurtaramayacak dehşeti, arasında bir fark yoktur. Tıpkı Kenan Evren’in zihni ile RT Erdoğan’ın zihni arasında fark olmaması gibi.

Devletin gayrimeşru şiddetinin kurumsallaşması o şiddet karşısında ezilen, korkan bireyin kendi gündelik hayatını da şiddet ve zor kullanım üzerinden sürdürmesini sağlar. İkili ilişkilere kadar şiddet aracılığıyla egemen olma anlayışı yerleşir. Karşıtı hemen düşmanlaştırmak ve düşmanın var olmasını bile kendi varoluşuna açık bir tehdit olarak kabul ederek saldırıya geçmek temel hayat tarzı haline gelir.

Üretim ve tüketim koşullarındaki değişim

Bu yazının kapsamı derin ve sayılara dayalı ekonomipolitik değişim çözümlemesini içermiyor. Ancak 1980 yılından bu yana Türkiye ekonomisinin yapısal bir değişim süreci içinde olduğu da açık. 12 Eylül 1980 Darbesi’nin de, tıpkı çok sayıda Latin Amerika ülkesinde olduğu gibi, ancak askeri cunta aracılığıyla uygulanabilecek 24 Ocak 1980 ekonomik değişim kararlarıyla bağı da bilindik bir gerçek.

Bu değişimin temel özellikleri sanayi yerine hizmet sektörünün gelişmesi ve sendikasız (örgütsüzleştirilmiş) ve taşeronlaştırılmış (güvencesizleştirilmiş) çalışma koşullarının dayatılması. Türkiye’de son otuz beş yılda çalışanların sendikasızlaştırılmaları hızını hiç kaybetmedi. Sendikasızlaştırma ya da sendika işlevi olmayan sendikaların önünün açılmasıyla, taşeron işçi kullanımındaki yaygınlaşma çalışma koşullarını belirler oldu.

Sendikasız yani örgütsüz, taşeronlaştırılmış yani güvencesiz çalışma koşulları insanların gelecekle ilgili ‘iş, aş ve barınma’ koşullarını belirsiz ve tehditkâr hale dönüştürmüş durumda. Taşeron işçinin işini ne kadar süreyle elinde tutabileceği belirsizdir. Sözleşme dönemi sonrasında aynı işini sürdürüp sürdüremeyeceğinin hiçbir garantisi ya da güvencesi; çalışma koşulları ve ücreti üzerine hiçbir söz hakkı ya da pazarlık gücü yoktur. Zaten kıt kanaat, açlık sınırının altında çalışmak zorunda kalan taşeron işçi için işsiz kalmak hemen bir sonraki ayın ev kirasını ödeyememek ve ekmek bile alamamak; aç ve ortada kalmak demek. Taşeron işçilik, iş konusunda uzmanlaşmayı da ortadan kaldırmakta, kelimenin tam anlamıyla ‘ne iş olsa yapan’ vasıfsızlaşmış dolayısıyla vazgeçilmezliği olmayan, pazarlık gücünü yitirmiş iş gücünü yaygınlaştırmaktadır. Bu gün bu kurumda temizlikçi, yarın başka bir inşaatta boyacı, sonrasında bulabilirse garsonluk, olmadı ağaç dikimi vs.

Geçicilik, esneklik, vasıfsızlaşma, kendi emeğine yabancılaşma ve emeğini adlandıramama. Buradaki yabancılaşmanın bant üretim sisteminde sadece bir vidasını sıktığı için üretilen buzdolabındaki kendi emeğine olan yabancılaşmadan daha ağır olduğuna, bizatihi kendi varoluşuna yabancılaştığını söylemek mümkün.

Çalışma koşullarındaki değişimle birlikte kamunun başta eğitim ve sağlık olmak üzere kamu hizmetinden çekilmesi ana politikalardan biri oldu, özelleştirme adı altında kamu kaynaklarının nerdeyse tümü kelimenin tam anlamıyla yağmalandı, yağmalanıyor.

AKP’nin en çok öğündüğü ve oy devşirdiği iddia edilen iki alan olan eğitim ve sağlık hizmetlerinden kamu çekilmekte ve her ikisi de özelleştirilmekte. Aslında sağlık hizmetinin kamu hizmetinden çıkarılması süreci olan Sosyal Güvenlik Kurumu ve Genel Sağlık Sigortası uygulamaları Dünya Bankası’nın 1991 yılından bu yana Türkiye’ye dayattığı neoliberal ekonominin sağlığa bakışından öte değil. Türk Tabipleri Birliği’nin sağlık göstergeleri raporları Türkiye’de sağlık hizmetlerinin son 13 yılda eskisinden çok daha kötü bir durumda olduğunu tanıtlamakta (bakınız, bu sayıda yer alan Onur Hamzaoğlu’nun yazısı). Cemaat kavgası denilen itişme en çok da eğitimin özelleştirilmesi sürecinin önemli bir aşamasının geçilmesini sağladı. Bu gün itibarıyla Türkiye’de özel liselerin sayısı devlet liselerinin sayısını geçmiş durumda. Bir de nitelik farkını düşünün. Sağlık hizmetinin özel hastaneler ve kamu (devlet- üniversite) hastaneleri arasındaki bölüşümü de eğitimdeki özelleştirmeden farklı değil.

Sonuç olarak kötü sağlık ve eğitim koşullarına mahkûm edilmiş, iş güvencesi olmayan, vasıfsızlaştırılmış, örgütsüzleştirilmiş ve mekânsızlaştırılmış yığınların temel sağ kalım olanaklarını bile sürekli tehdit altında hissettikleri, belirsiz, güvencesiz ve yapayalnızlaşmış bir halde yaşama uğraşı içinde bir Türkiye inşa edilmiş durumda.

Turgut Özal ile başlayan ama Recep Tayyip Erdoğan’la şahikasına ulaşan ana slogan ‘ne satın alıyorsan sen osun’ mottosu oldu. Kırsal hayatın zorunluluklarıyla gelişen kanaatkârlık, bir lokma bir hırka ve tutumluluk anlayışı yerini ‘kullan, at, değiştir’ ilkesine bıraktı. Kredi kartı ve taksit uygulamaları insanların gerçekte olmayan ve gelecekte olup olmayacağı belli olmayan bir geliri, henüz o gelecekten çok önce harcayıp tüketmelerinin önünü açtı. Boşluk, belirsizlik ve anlamsızlık ‘satın alınabilen’le ikame edilmeye başlandı. Ancak satın alınan her şey kalıcılık değil uçuculuk karakteri taşır oldu. Aynı kredi kartı ekstresinde daha birinin taksiti bitmeden alınan bir sonraki telefonun taksiti olmaya başladı. Satın alınan tüketim maddesi ile ödenen para arasındaki karşılıklılık silindi ve sanallaştı. Bu ilişkideki kopma, hiçbir ‘şeyin’ kalıcı olmayan, geçici, uçucu ve tarihsiz bir form(suzluğ)a bürünmesinin önünü açtı.

Üretim ve çalışma koşullarındaki değişimle iç içe giden dahası bu değişimin itici gücü olarak hayatın her alanına sızan şiddetin egemenliği altında gelişen Türkiyeli karakterini belirleyen ana hatlar bu temellerde inşa edildi.

Güç arzusu ve güce yönelme, düşmanlaştırma ve şiddet hakkı

Bir yanda her an tepesine inecek şiddetin yarattığı terör duygusu ve aynı anda çalışma koşullarındaki dönüşüm, örgütsüzleşme, güvencesizleştirilme, toplum ve içindeki insana, geleceği ne olacağını bilemediği dahası geleceğinin tehdit altında olduğu duygusunu yaşatmaya başlar. O vakit bir yalnızlaşma duygusu üşüşmeye başlar ruhlara. Hele yaralılarsa, hele örselenmişlerse, korkutulmuş, dövülmüşlerse ruhları, bedenlerini kan içinde bırakarak; önce yalnızlaşmaya sonra sessizleşmeye ardından silinmeye başlarlar. Gelecek belirsizleştikçe, tehdidin korkutuculuğunu onu adlandırarak azaltmaya çalışır insan. Adını bildiğimiz düşman, bilinmeyen korkudan daha az tehlikelidir. Kürtler oluverir, Aleviler, Ermeniler, Solcular böyle uzar gider düşman listeleri. İktidar kimi düşman bellerse onun boyunduruğunda ezilen halk sorunlarının kaynağında o düşmanın olduğunu yanılsamaya başlar.

Düşman olarak hedefe oturtulmaktansa silahı elinde tutanların tarafındaymış gibi yapmaya başlayarak, kendi varoluşunu, aklını, bütünlüğünü silmeye, görünmez kılmaya çalışır. Silinmek en önemli ve acıklısıdır. İnsan kendisini var eden tüm renklerinden, ayrıksılıklarından vazgeçmeye, o ya da bu küme içinde birörnekleşerek kaybolmaya çabalar. Bir savunma tepkisi, hayatta kalma çabasıdır olan biten. Kendini silerek, en büyük sandığı kalabalığın içinde gizlenebileceği ve bu yolla tehditten korunabileceğini yanılsamaya başlar.

Hızla değişen hayat koşulları kargaşa duygusunu körükler. Kargaşa, tehdit edici belirsizlikleriyle korku verici ve edilginleştiricidir. Yarın ne denli belirsizse o denli edilginleştiricidir de. Belirsizliğin tetiklediği korkular en edilgin, en çaresiz hallerine doğru geriletir kişiyi; çocukluğun güçsüzlüğüne. Çocuğun güçsüzlüğü somut ve geçici bir durumdur içinde büyüme olanakları taşır. Tutunmak ister çocuk, bağlanmak ve bağlandığından yola çıkarak O gibi olmak. Ben yürüyemiyorum O yürüyebilir, ben yapamıyorum O yapabiliyor; O’nun gibi olursam O olursam ben “de” yapabilirim. Büyümenin en temel süreçlerinden biri olan özdeşim böylesi bir süreçtir çocuk için. Sağlıklı koşullarda işlediğinde kendini yeniden üreten yapısıyla her kuşakta daha da zenginleşerek akıp gider. Çocuk her adımında kendi kahramanının özelliklerini, yetkinliklerini kazandıkça ‘kendi’ olabilmeye ve kahramana gereksinim duymamaya başlar; ‘büyür’. Toplumun kargaşaya sürüklendiği, bizatihi erişkin olmaları gerekenlerin çocuklaştıkları dönemlerde ise saldırganla özdeşim işlemeye başlar. Otoriter, despot ve zalim liderlerin devri için şartlar olgunlaşır. Toplum çocuğun edilginliğiyle kendi yapamadıklarını yapabilecek güçlü, karizmatik, dokunulmaz, özel güçleri olan kahramanını kendi içinden doğurur. Kahraman, çoğunlukla tam da o doğum anına kadar sıradan ve özelliksizken, büyüsel bir şekilde birden üstün özelliklerle donanmış hale gelerek ortaya çıkar.

Çocuklaşan toplum doğurduğu kahramanını manevi/dinsel bir haleyle kuşatır, dokunulmazlaştırır. Artık her dediğinde bir özel anlam, her yaptığında gizli bir mucize olduğuna vehmedilmeye başlanır. Kahraman da bu halenin etkisi altına girer, Tanrılaştığını hissetmeye başlar. Demem o ki, sıradan bir komisyoncu, kendisini Halife olarak kabul ettirmeye çalışan bir tiran özentisine kendi başına be kendi çabasıyla gelmedi. Gelmedi.

Erdoğan’da cisimleşen ‘güç arzusu’ sıradan insan için büyüleyici. Öyle ki sağcısından solcusuna, sosyalistine çoğu insan bu güç ve gücün getirilerinin büyüsüne kapılmış durumda. Başarıya ancak ‘güç’ sahibi olanların erişebileceği, güç sahibi olanın da hayata kendi kuralını dayatma hakkını kazanacağı anlayışı. Recep Tayyip Erdoğan böyle böyle sevenin canını verecek denli bağlandığı, sevmeyenin ise elinden gelse bir kaşık suda boğacak kadar nefret ettiği bir ‘lider’ oldu. Bir insan figürü olarak partisinin, hükümetinin, ideolojisinin üzerine çıktı. Neredeyse kimsenin örneğin AKP, şöyle bir partidir, şu yapıdadır diye bir fikri yok; Erdoğan’ın partisi olarak biliniyor artık. Aynı hal hükümet için de geçerli; Erdoğan hükümeti. Kendisi de aynı anlayışta; benim bakanım, benim vekilimle başlıyor, benim bacım, benim Alevim, benim Kürdüm, benim milletimle devam ediyor. Duracağa da benzemiyor. Kimsenin kayıtsız kalamadığı bu ‘karakter’ giderek toplumu sarıp sarmaladı ve karşı olanlar bile O’na öykünmekten kendilerini alamıyor. Sağcısından solcusuna, dincisinden faşistine liberaline, ayakkabı boyacısından üniversite rektörüne, kadınlı erkekli ‘tayyiperdoğanlaşma’ salgını söz konusu.

Fütursuz özgüvenleriyle örülü soğuk kibirleri, herkese tepeden bakan, duruşu, oturuşu, konuşmasıyla biteviye ben farklıyım, sizden farklıyım, değişiğim sizlerle aynı değilim diyen bir kurumlanma hali. İlkeli, vefakar ya da sorumluluk sahibi olmak yerine gerekçesini sadece kendilerinin bildikleri çifte standartları olmak. Çok ilkeliymiş gibi görünürken başkalarına dayattıkları ilkeleri sadece kendilerinin bozabilmeleri. Sevdiklerine, ki uçucu, güvenilmez bir sevgidir bu, en umulmadık payeleri şıpın işi veriverme haklarının olması. Üstelik bu davranışlarıyla ilgili bir açıklama beklemek gafletinde bulunanları sıra dışı yok sayma becerileri. Öyle istemiştir, vardır bir bildiği, ona böyle yapmak doğru gelmiştir; lütfederse ancak bu gerekçeleri duyulabilir. Herhangi bir anlaşmazlık, çatışma ya da karşı çıkışta dolaysızca şiddete başvurma hakkını kendinde bulmaları. Bu şiddetin de sürekli güçlüden güçsüze ve oradan da daha güçsüz olana aktarılması. İlişkilerin temel belirleyicisinin egemenlik ve güç değişkenleri olması ve ihlal ettiği düşünülene haddinin ne pahasına olursa olsun bildirilmesi. Kadına, çocuğa, yaşlıya, eşcinsele, transa şiddetin meşrulaştırılması ve şiddetin anlaşmazlıkların tek çözüm aracı olarak kabul görmesi.

Dinin araçsallaşması

İnsan, baş edemeyeceği yeni bir durumla karşılaştığında, ruhu karmaşa içinde geçmişe doğru sürüklenir. Üstesinden gelinemeyecek, çözülemeyecek denli zorlayıcı olarak yaşantılanan her yeni, tehdit hissine neden olur. Tehdit, yıkım ve yok oluş korkularını doğurur. Var olma, hayatta kalma çabasını sekteye uğratan bu korku başlangıçta insanı gözüne ışık tutulmuş tavşan gibi hareketsiz kılar. Bir tür ne olup bittiğini anlamayı engelleyen donakalma hali. Örselenme karşısında bireyin kendisini hissetmeyen, duymayan, anlayamayan, hareket edemeyen bir ölü gibi hissetmesi hali. Eğer örseleyici olay üstesinden gelinemeyecek denli ağırmış gibi yaşantılanırsa kişi önce o olayı yok sayıp, olmamış gibi davranmaya çabalar. Bu ancak şimdiden geçmişe doğru gerileyerek mümkün olur. Şiddet karşısında kendisini bir çocuk gibi çaresiz hissettiğini hatırlayanlar bilir bu gerilemeyi.

Toplumlar da aynı ruh halini yaşarlar çoğu zaman. ‘Üretim ilişkisinin her değişimi sömürüyü daha da keskinleştirdiği için sömürülen sınıflar eski sömürü sistemlerini özlemle arar.’ Göç ettiği büyük şehirde tek göz gecekondusunda açlıktan ve soğuktan ve işsizlikten titreyenin köyündeki ağasının düzenini özleme hali. Bu gerileme, yıkılıp yok olmaya karşı bir tutunma çabasıdır. En çok da manevi olandan beslenir. Maneviyat sanıldığı gibi yalnızca din ve Tanrı ile ilgili alanı içermez. Büyüsel olan, akıldışı, mucizevi olanı da kapsar. Türkiye’de doksanların sonlarıyla birlikte dinci AKP’nin iktidar olma sürecine koşut olarak ‘fal’ kafelerinin, Reiki, Yoga vb meditasyonların, hipnozun moda olması şaşırtıcı değildir.

Dünyada altmışların sonunda ilk ipuçlarını Güney Amerika kıtasındaki askeri darbelerle veren, seksenlerle birlikte yaygınlaşıp dünyayı kaplayan neoliberalizmin neden olduğu yıkım tehdidi ve ardından gelen yıkıma karşı ayakta kalma çabası olarak okunabilir bu durum. Dünyanın yeniden büyülenmesi ya da ‘demodernizasyon’ olarak adlandırılan bu süreç boyunca bi’başınalık, işsizlik ve yersiz yurtsuzluk tehdidi altında sürüklenen kitleler ‘manevi’ olanda bir tutunma, ayakta kalma imkânı buldular. Manevi olan uçurumdan sürüklenirken son anda tutunulan bir çalı işlevi gördü. Çalı hem dikenleriyle ona tutunanın elleri parçalamakta ve fakat aynı zamanda uçuruma düşmekten de korumakta. Bu bağlamda manevi olan ileriye doğru bir hamle değil, geriye doğru bir ayakta kalma çabasından öte bir değer taşımaz. Gerileyerek kurtulmak hayatı ve kendi değerini yok saymak demektir.

Dine doğru gerileyerek tutunma çabasının karşılığı dinsel simgelerin görünürlüğünün artması ve dini ritüellere katılımın yaygınlaşması. Ancak bu yaygınlaşmanın birörnek ve ‘dindar bir hayat’ için olduğunu söylemek pek mümkün değil. İktidar ve dağıttığı ranttan pay kapmak için kullanılan bir araç (eşinin başı kapalı olmayan ve ayrıca bağış da yapmayan müteahhidin ihale alamaması). Belediye ve sosyal yarım kuruluşları üzerinden kurumsallaştırılan sadaka ekonomisinden yararlanabilmek için bir tür ‘karne’ (!) II. Dünya Savaşı’nın bir döneminde kullanılan ekmek karnesi sahibi olabilmek için nüfus cüzdanı gerekiyordu, şimdiki yardımları alabilmek için de kılık kıyafet, camiye gidiş, partide çalışma ölçütleri karne olarak kullanılıyor. Üçüncü olarak egemenlik için zor ve şiddet kullanımının meşrulaştırılma aracı. Belirsiz gelecek kaygısından kurtulmaya yarayan büyük gücün önceden belirlediği kadere tabi olmanın rahatlatıcılığı

Bu gözle bakıldığında Türkiye’de de dinin hayatın belirleyicisi olmaktan çıkıp araçsallaştığından söz etmek mümkün. Ne demek araçsallaşma? Hayatın kendisi ve amacı olmaktan çıkıp herhangi başka bir amaç için kullanılan bir araç olma hali. İster iktidar olmak ister gündelik hayatı sürdürme stratejilerini gerçekleştirmek için. Din bir politik araç haline geldikçe insanlar sadece din adına gönüllü olmaktan kaçınmaya başlayacaklardır. Şimdi olan biten de bu gibi duruyor. Evet, mitinglere katılırım, para yardımı da yaparım ve belki sana oy da verebilirim ama benden senin politik amaçların için canımı göze almamı bekleme! Bu değişim din algısındaki değişimle birlikte ele alınmak durumunda.

Bilimsel araştırmalar sanılanın aksine özellikle gençlerin dini bilmediklerini gösteriyor. Öğrenseler de akıllarına yatmayan kural ve yasakları da onaylamıyorlar. Yani dini kuralı zorunlu olarak uyulması gereken bir hayat ilkesi ve tarzı olarak görmemeye başlamış durumdalar. İlahiyat fakültelerindeki kız öğrencilerin neredeyse tümü örneğin kadının aklı da dini de noksandır hadisini onaylamadıklarını açıkça belirtiyorlar. Üstelik bu önermenin bir hadis olduğunu bilmelerine karşın! Tek eşliliğe inanıyorlar ve kadına yönelik şiddete kutsal kitapta geçse bile karşılar. Yani onları dövmeye kalkan erkek, din de var dese bile onlar için bir anlam ifade etmeyecek. Kadınların neredeyse tamamı, dinsel dünyanın kadın imgesine tümüyle karşılar ve onaylamıyorlar. Çok manidar olarak kadınlardan daha düşük olmasına karşın erkekler de dinin kadın imgesini onaylamıyorlar. Erkeklerin oranlarının düşük olması, erkek egemenliğinin tek kaynağının din olmadığını, tersine dinin erkek egemenliğini dayatmak için bir araç özelliği gösterdiğini de kanıtlıyor. Bu araştırmaya katılan gençler kendilerini dindar olarak görüyorlar. Dinlerine inandıklarını ve bağlı olduklarını söylüyorlar. Ama iş gündelik hayatı sürdürmek olduğunda kadınların neredeyse tümü ve erkeklerin de yarıya yakını, dinin inşa ettiği ve hayat kurallarını dayattığı kadın imgesini kabul etmiyor ve o kurallara göre yaşamıyor ya da yaşamamaya çalışıyorlar.

İlahiyat öğrencileri çok kadınla evliliği, İki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine denk olmasını, mirastan erkeğin yarısı kadar hak almayı, kadının dövülebilmesini onaylamıyorlar. Oysa bu önermeler açık hüküm olarak kitapta bulunuyor. Örtünmeyi dini buyruk olmaktan çok özgürlük sorunu olarak görüyorlar. Bu değişim kadınlarda erkeklere göre çok daha baskın. Kız öğrenciler kadın ve din konusunda zihnen daha fazla bir “değişim ve dönüşüm” yaşıyorlar. Erkek öğrenciler kadınlara dair dini bilgi ve algı düzeylerini koruma konusunda daha “tutucu” eğilimler içindeler. Sadece bu kadın erkek değişim oranı bile kadına yönelik şiddetin artışının nedenlerinden biri olarak değerlendirilebilir. İktidar dini araç olarak kullandıkça tebaanın da dini araçsallaştırması artıyor.[4]

Tabi dinin araçsallaşması şiddetin ana taşıyıcısı olma özelliğini taşımasına da katkı sağlıyor. Din, şiddet için bir gerekçe, eylemi meşrulaştıran ve failin sorumluluğunu dini buyruğa devreden bir yararcılık potansiyeli kazanıyor.

Uçuculuk, esneklik, süreksizlik

Çalışma koşulları ve mekânın esnek, sürekli değişen ve kalıcılık hissi yaratamayan uçuculuğunun bireyin zihniyet dünyası ve anlamlandırıp yorumlama süreçlerine değiştirici ve yeniden kurucu bir etkisi oluyor. Kıra göre çok daha karmaşık ve yoğun uyaran bombardımanı altında kalan zihin bulanıklaşıp, hipnotize oluyor. Çevresinden hızla akıp giden ve tekrar karşılaşması pek de olası olmayan insan yüzleri belirdiği anda siliniyor, kalıcı, tutarlı bir varlıkla temas duygusu kayboluyor. Mahallenin değişmeyen kasabı, sokağı, her sabah aynı saatte işe giderken sokakta karşılaşılan komşular vs gibi tutarlılık, süreklilik hissi sağlayan mekân ve insan birliği kayboluyor. Yerine alışveriş merkezleri, büyük marketler, kalabalık otobüs, metro ya da hep değişen taksi ve daha çok da içinde hapsolunmuş özel araçlarla bir uyaran sağanağı altında şaşkınlaşıp, uyuşmuş bir kalabalık içinde atomize oluyor insanlar.

Kimse çocukluğunda top oynadığı sokaktan erişkinliğinde geçemiyor. Üç kuşaktır oturuyoruz ailecek, denilen mahalleler kalmıyor. Dedem ayakkabıcıydı, babam işi sürdürdü ve ben de şimdi ayakkabıcılık yapıyorum diyenlerin oranı hızla düşüyor. Ben de babamla aynı fabrikada işçi oldum demek mümkün olmuyor. Ne fabrika, ne şirket ne de işyerinin bulunduğu mekân sabit kalamıyor. İki binli yıllardan başlayarak iş yerlerinin tabelalarına çoğu da uyduruk olan ve uzak geçmişi niteleyen kuruluş tarihlerinin yazılmaya başlamasının ‘bir’ nedeni de insanlarda yerleşen tarihsizlik, geçmişsizlik bunaltısına karşı bir zaman ve mekân sabitliği oluşturma niyetiydi. Tabii ki sanaldı çoğu.

Hem çalışma şartlarının hem de çalışma, barınma ve yaşama mekânlarının sürekli bozulup, yıkılıp, yeniden kurulması geçmişten beri süregelen hayat duygusunu paramparça etti. Bu tarihsizliğe karşı tarih ve geçmiş oluşturma gayretlerinin bir ucu, üstelik kurgusal olduğundan gönlünce güzelleştirilebilen ‘geçmiş’ arayışları ve inşalarına kaynaklık etti. Üretim ve hayat koşullarındaki sömürünün artması, sıradan insanın bir önceki ve sömürünün görece daha az olduğu dönemlere olan özlemini alevlendirdi. Uzak geçmişte şanlı, büyük, mutlu ve güçlü olma düşlemleri, kurgusal bir büyük geçmiş hikâyesini yazar oldu. İster yeni Osmanlıcılık ister televizyonda akıp giden bir dizi olarak da olsa, insanlar kendilerine tutarlı ve kalıcı bir geçmiş bulma arzusunu besleyen her imgeye sarılır oldular. Ama paradoks olarak esneklik ve belirsizlik hiçbir kalıcı ilişki, ilke, değerin korunamamasına da bir tür ‘kullan at’ değer sisteminin yerleşmesine yol açtı.

Karakter ya da hayatın yaşanma tarzı ‘kes yapıştır’ ‘kopyala yapıştır’ yöntemlerinin kullanıldığı bir ‘kolaj’a evrildi. Tutarsızlığın artması güvensizliğe ve belirsizliğe böylece ortaya çıkan tehdit altında olma hissi yetersizlik korkularına doğru bir akış oluşturdu.

Olup bitene anlam vermeyen, kendi hayat koşullarına ve geleceğine müdahil olma gücünü kendisinde hissedemeyen insanlar faillik hissini yitirmeye başladılar. Kendi hayatımı ben yaşamıyorum akıl yürütmesi büyük güçlerin denetleyip yönlendirdiği bir ‘komplo dünyasında’ yaşandığı düşüncelerini doğurdu. Şiddet ve düşmanlaştırma eğilimleri ‘büyük, güçlü lider’ arzusunu kamçıladı.

Hayatın bu değişici, esnek, tutarsız ve zamansızlaştırıcı koşulları akışkanlık içinde kaybolma, yok olma korkularına karşı sabitlik, kalıcılık, tutarlılık arayışları arasında sürekli bir çalkantıya bizatihi akışkanlığa neden oluyor.

Karamsar bir distopya mı?

Bu yazı boyunca ana hatları ve kaynağı üzerine bir inceleme yapılmaya çalışılan ‘günümüzün Türkiyelisi’ karakterinin bir boyutunu içeriyor. Durum bu denli kötü, karamsar ve çıkışsız değil. 12 Mart 1971, 24 Ocak ve 12 Eylül 1980 tarihleriyle sembolize edilen hayat ve o hayatın yaşanma koşullarında şiddet kullanarak oluşturulan değişim, bu yazıdaki edilgen boyun eğişle iğdiş edilmiş, güç arzusuyla büyülenmiş, hiçbir süreklilik hissi yaşantılayamayan, dünyayı düşmanlaştıran, egemenlik kurmayı ve bunu şiddetle yapmayı içselleştirmiş insanından farklı karakterlerin de tohumunu attı.

Aynı hayat ve çalışma koşulları başka türden örgütlenmelerde, hiyerarşik olmayan, eşitlikçi, bu dünyanın peşine düşmüş, ortaklaşmacı ve dayanışmacı insan tipini de yetiştirdi. Kentlileşme ve kapitalistleşme sürecinin modern bireyi, kırın kahraman isyancı asisinin yerine geçmeye başladı. Direnerek hayatı yeniden kurabileceğine inanan ve direnişi tabana yayan bu karakter de hızla çoğalıyor. Kadim zamanlardan bu yana olan ezen ezilen ilişkisinde her dönemin, koşulun üçüncü karakteri, başka bir hayat yolu olduğunu da göstermeye devam ediyor. İki ana kaynağı var bu üçüncü yolun; Kürt mücadele hareketinin özellikle kadında kendini gösteren modern bireyi ve Gezi ile ilk kez ortaya çıkmayan ama geçmişin mirasını Gezi ile ayağa kaldıran modern, kentli devrimci karakteri. Bu iki hat üzerinden ütopyanın süreceğini bilmek en büyük umut.

 

DİPNOTLAR

[1] Burada içgüdü kalıcı, değişmez tarih dışı bir kavram olarak kullanılmamıştır. 6. Tezdeki insanın özü toplumsal ilişkilerinin bir bütünüdür, önermesi bağlamındadır. F. Engels. Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu. Sol Yayınları. 1976

[2] O. Işık, M. M. Pınarcıoğlu. Nöbetleşe Yoksulluk. Sultanbeyli Örneği. İletişim Yayınları 2011

[3] İzmir Barosu avukatlarının 11 Eylül 2000 tarihinde !2 Eylül Darbecilerinin yargılanması için açtıkları dava dilekçesinden..

[4] N. Göçeri. Kelebek Kanatlı Kadınlar. Üniversite Gençliğinin Kadına ilişkin Dini Bilgilere Dayalı Dini ve Dünyevi Görüş Oluşturma Düzeyleri Üzerine Bir Alan Araştırması. 2010