Türkiye’deki ana akım İslamcı gelenekten koparak değişim iddiasıyla iktidara gelen AKP, bugün hem ortaya çıkış koşullarından çok farklı bir noktaya geldi, hem de dış politika alanında yıkıcı bir aktöre dönüştü.
Bush yönetiminin bir yandan Irak’ı işgal, öte yandan da Ortadoğu’da demokratikleşme dalgasını başlatma aşamasında iktidar adayı olarak ortaya çıkan Erdoğan ve Gül, 1999-2001 uğrağında ABD’li yetkililerle uzun süren bir pazarlık dönemi geçirmişlerdi. Buna göre Türkiye’nin İslamcıları olarak öncelikli konu olan Irak’ın işgalinde yardımcı olacaklar, genel dönüşüm açısından ise Milli Görüş hareketinin ulusal kalkınmacılık, Müslüman ülkelerle birlik oluşturma çabası, AB, ABD ve İsrail karşıtlığı gibi siyasi ve ekonomik pozisyonları terk edecekler ve İslamcılık yerine demokratikleşme ve insan hakları söylemine geçeceklerdi. Daha ilginci Erdoğan bu türden pazarlıkları ve değiştiğine dair kendisini ispat görüşmelerini ağırlıklı olarak Neocon’larla yürütmüş, hatta Yahudi Lobisinin önde gelenleriyle görüşmekte bir sorun görmemişti.[1]
Erdoğan bu dönemde oldukça pragmatik davranmış, gerek içte gerekse dışta uyumlu bir siyasal çizgiyi tutturacağını belirterek, bu dönüşümü Milli Görüş “gömleğini” çıkarmak olarak tanımlamıştı. Silahlı Kuvvetlerin hala siyasal hayatta güçlü olduğu, henüz hükümete bağlı müteahhit iş adamı tipinin türemediği, Müsiad çevresinde örgütlenen muhafazakar/İslamcı iş adamlarının 28 Şubat’ın etkisinden kurtulmaya çalıştığı bu dönemde yeni bir tarihsel blok kuruldu. 2001 krizinin yaratacağı olası sınıfsal bir tepkiden çekinen TÜSİAD AKP’nin iktidara tırmanış sürecine destek sağlarken, TSK gönülsüz de olsa elindeki fiziki güce güvenerek ses çıkarmadı. TSK içinde bir kanadın, AKP’nin gerektiğinde nasıl gönderilebileceğine dair bol bol fikir egzersizi yaptığı daha sonra ortaya dökülecektir.
Dolayısıyla, AKP bir yanda TÜSİAD ve MÜSİAD’ın, öte yanda liberal ve liberal sol çevrelerin, o tarihe kadar Erbakan ve Milli Görüş hareketine her zaman mesafeli durmuş olan Fetullah Gülen ve diğer tarikat ve dinsel grupların desteğini sağlayarak, aldığı oydan çok daha geniş bir toplumsal, entellektüel ve sınıfsal taban üzerine oturdu. Buna bir de dışarıdan ABD ve AB ile özellikle Körfez ülkelerinin sağladığı politik ve ekonomik destek eklenince, AKP’nin dayandığı iç ve dış bileşenlerden oluşan bu tarihsel blok giderek güçlendi. Bu noktada AKP için sıkıntı geniş bir iktidar blokunun parçası olduğu halde, kendi hegemonyasını kurma imkanından yoksun bulunması, bir tür liberal bir söylem ve pratik üzerinden hareket etmek zorunda kalmasıydı. AKP kendi hegemonyasını kurma konusunda, bu tarihsel blokun 2012’den sonra dağılmasından itibaren daha ısrarcı olacak ama bu kez de hegemonik araçlar parçalanacak, dahası kendisini güvensiz ve tasfiyeye açık bir iktidar olarak tanımlayarak dışarıya karşı defansif, içte ise baskıcı olmaya başlayacaktır.
Neoliberalizmin taşıyıcılığını İslamcıların üstleneceği bu model ayrıca demokratikleşmeyi yaygınlaştırmayı ve laikliğin alanını daraltmayı öngörüyor, tüketim kültürünün muhafazakar kitlelere nüfuz etmesini, ılımlı İslamcıların içeride AB reformları aracılığıyla devleti ve devletçi mantığı dönüştürmesine dayanıyordu. Ilımlı İslamcılık denen bu dönüşüm süreci Soğuk Savaş koşullarında aşırı güvenlikleştirilmiş, merkeziyetçi, kimlik siyasetinde adım atma konusunda son derece isteksiz olan devletçi anlayışı dönüştürme ve bu dönüşümü Ortadoğu’daki İslamcı hareketlere örnek ya da model olarak sunmayı içeriyordu. Özellikle ABD çevreleri, bu modele verdikleri desteği gizleme ihtiyacı bile hissetmediler. Graham Fuller Türkiye’de sessiz bir devrim yaşandığını yazacak, Henri Barkey ve Morton Abramotiwz 2008’de ulusalcıların kapatma davasıyla gelen karşı hamleleri üzerine Newsweek dergisine “Yargıçların Darbesi” başlıklı bir yazı yazarak desteklerini göstereceklerdir.[2] CHP ise bu aşamada kimlik siyasetinin laik çizgisini sahiplenerek ulusalcı bir hatta çekildi ve bu dönüşümden memnun olmayanların sığınağı olmayı kabullendi.
Uzlaşı ve Dış Politikada Liberal Söylem
AKP kendisini görece zayıf hissettiği, 28 Şubat’ın etki ve izlerinin devam ettiği bu dönemde içteki demokratikleşme yönündeki reformlara benzer şekilde dış politikada da liberal bir söylem geliştirdi. Özellikle Abdullah Gül ve Ali Babacan’ın Dışişleri Bakanlıkları dönemlerinde Türkiye genel olarak bir önceki dönemden kalan dış politika anlayışını sürdürdü. Bu dönemde AKP aslında dış politika alanında elverişli bir mirasın üzerine oturmuştu. 1997-2002 arasında dışişleri bakanlığını yürütmüş bulunan İsmail Cem’in başlattığı ama hayata geçirme konusunda iç ve dış koşullar nedeniyle yeterince etkili olamadığı birçok dış politika dönüşümü yaşanmıştı. Cem’in belki de bir diğer şansızlığı imaj siyasetini AKP kadar becerikli bir şekilde uygulayamaması, üniversite, medya, düşünce kuruluşu üçgeni içinde dış politika söylemini yaygınlaştıramamasıydı. Oysa bu dönemde, dış politikada normalleşme ve aktivite açısından önemli işler yapılmıştı. Suriye ile Eylül 1998’de Adana Mutabakatı imzalanarak ilişkilerdeki düzelmenin ilk aşaması gerçekleşmiş, ardından dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer Hafız Esad’ın cenaze törenine katılarak yeni bir başlangıç yapmıştı. Yine, 1998’de Afrika, Latin Amerika ve Uzak Doğu açılımları başlatılmış ama 1999-2001 krizleri nedeniyle önemli bir gelişme sağlanamamış, İKÖ’deki üyelik statüsü değiştirilerek bu örgütle ve üye ülkelerle ilişkiler geliştirilmeye çalışılmıştı. 1999’da Bakü-Ceyhan boru hattının inşasına dair anlaşma imzalanmış, Aralık 1999’daki Helsinki zirvesinde Türkiye’nin adaylığı kesinleşmiş, Yunanistan’la “deprem diplomasisi” adı verilen bir yumuşama dönemine geçilmiş, Ortadoğu ülkeleriyle “Komşuluk Forumu” denilen bir girişim başlatılmış, 2001’de Rusya ile “Avrasya Eylem Planı” imzalanmış, Şubat 2002’de AB ve İKÖ üyesi 50 ülkenin katılımıyla İstanbul’da Medeniyetler Buluşması toplantısı gerçekleştirilmiş, yine aynı yıl ABD işgali öncesi Irak’a komşu ülkeler toplantısı düzenlenmişti.
Aslında Türkiye’nin sorunlarının önemli bir kısmı 1990’lar boyunca Kürt sorununun dış politikayı ipotek altına almasından kaynaklanıyordu. Türkiye içeride ve dışarıda bütün enerjisini Kürt sorununu silahla çözmeye vermiş, ilişkilerini de bu eksen üzerine kurmuştu. Öcalan’ın ABD’nin desteğiyle yakalanması ve PKK’nın ateşkes ilan etmesi dış politika üzerindeki bu önceliği kaldırdı ve ilişkilerde normalleşme süreci başladı. Ne var ki, bunu sürdürecek ve daha ileriye götürecek bir ortam sağlanamadan seçimler oldu.
AKP bu elverişli iç ve dış ortamı devralarak geliştirme imkanını buldu. Gerek söylem gerekse pratik düzlemde bu liberal sayılabilecek çizgiyi sürdürmeye devam etti. Özellikle AB üyelik süreci içerideki liberal, Gülenci, Batıcı blokun da desteğiyle AKP’nin içte ve dış politikada geliştirdiği hegemonik dili çok güçlendirdi.
Bu ortamda 1 Mart tezkeresinin aslında Erdoğan’ın istemesine ve sonrasında çıkardığı tezkerelerle daha da fazlasını önermesine rağmen geçmemesi, hükümete içeride daha geniş bir meşruiyet sağlarken, dışarıda büyük bir saygınlık getirdi.
Her ne kadar Ortadoğu siyasetine Türkiye giderek angaje olmaya başladıysa da bu, AB üyelik sürecinin hızlanmasıyla dengeleniyordu. Türkiye ayrıca neredeyse 50 yıllık dış politikasında radikal bir değişikliğe giderek Denktaş’la yolları ayırmış, Kıbrıs sorununda asker çekmeyi ve KKTC’nin ortadan kalkarak yeni bir devlet kurulmasını öngören Annan Planını kabul etmiş, böylece hem Batı, hem de liberal çevrelerin gözündeki değişim ve inandırıcılık sorununu aşmıştı.
Bu aşamada Başbakan Erdoğan’ın dış politika danışmanlığına getirilen Ahmet Davutoğlu da, dış politika yapım sürecinde pek görülmedik bir şekilde Dışişlerine paralel bir mekanizma oluşturmaya çalıştı. Bunda ne kadar etkili olduğunu saptamak kolay değilse de en azından dış politikanın kavramsal çerçevesini çizmeye başladığını söylemek gerek.
Davutoğlu’nda temsil edilen ve onun Stratejik Derinlik kitabında çerçevesini çizdiği, siyaseten Kemalizm ama felsefi açıdan Batı ve modernite karşıtı dış politika anlayışına kısaca değinildiğinde, daha sonraki kırılmanın izleğini takip etmek daha kolay olacaktır. AKP iktidara geldikten ve kendisi danışman olduktan sonra Davutoğlu, daha iki yıl önce çıkmış olan kitabındaki fikirlerini önemli ölçüde revize ederek, dış politikayı daha liberal kavramlar üzerine oturtmaya çalıştı. Bunda da başarılı oldu çünkü yeni serpilen İslamcı yazar, akademisyen, gazeteciler ile liberal kesimler doğrudan Stratejik Derinlik kitabına gönderme yapmak yerine “komşularla sıfır sorun”, “yumuşak güç”, “ritmik diplomasi”, “çok boyutlu dış politika”, “sorun çözücülük” gibi liberal söylemden türeyen kavramları öne çıkardılar. Daha akademik düzeyde ise “Türk dış politikasının Avrupalılaşması”, “Hobbesçu mantıktan Lockeçu mantığa” geçildiği yolunda görüşler ileri sürüldü ve bu yönde bir kabul oluştu. Oysa, Davutoğlu’nun daha önceki çalışmaları doğrudan Aydınlanma ve modernite eleştirisi yaparken ve Hıristiyanlık karşısında İslam’ın ve İslam medeniyetinin üstünlüğünü kanıtlamaya çalışırken, Stratejik Derinlik[3] çalışması Türkiye’nin eski Osmanlı coğrafyasında yeniden nüfuz sahibi olması gerektiğini savunan, bunu bir borç ve sorumluluk olarak gören bir metindi. Kitap boyunca Davutoğlu coğrafi havzalar üzerinde mücadele ve etki alanı kurmayı öneren ve skandal bir şekilde Türkiye’nin “hayat sahası”ndan (yani Lebensraum) bahseder ve jeopolitik ve yayılmacı bir dil kullanır. Kitapta demokratikleşme, insan hakları, AB üyeliği gibi konulara girilmediği gibi, Türkiye’nin geçmişte Balkanlar ve Sovyetler’deki Türk/Müslüman azınlıkları bu ülkelere karşı kullanmamış olması eleştirilir. Bütün bu arkaplan ya bilinmediği ya da görülmek istenmediği için, AKP’nin dış politikası söylem düzeyindeki değişim üzerinden içeride İslamcı ve liberal çevrelerden, dışarıda da Batı’dan büyük övgü aldı, hatta şişirildi. Davutoğlu, bir “Türk Kissinger’ı” olarak adlandırıldı, Foreign Policy dergisi onu dünyanın önde gelen 100 düşünürü arasında saydı.[4] Türkiye bu dönemde Suriye ile İsrail, Hariri suikastı soruşturmasında Suriye’nin işbirliğine ikna edilmesi, Irak’lı gruplar, Hamas ile FKÖ, FKÖ ile İsrail, Pakistan ile Afganistan arasında çeşitli arabuluculuk girişimlerinde bulundu.
Bu dönemde yine coğrafi alan olarak Ortadoğu giderek öne çıkmaya başladı. Körfez ülkelerinin yanında Suriye ile ilişkiler de gelişecek, ilk kez bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı İslam Konferansı Örgütü’nün genel sekreterliğini üstlenecekti. Bütün bunlar uyumlu, barışçıl bir bölgesel düzen arayışından çok Türkiye’nin bu uzlaşı döneminde daha yumuşak araçlarla bölgesel nüfuzu artırma çabasıydı.
Ne var ki, içte demokratikleşme yönünde reformlar, dışta aktif ve liberal bir çizgide yürütülen bu dış politika, AKP’nin kendisini daha güçlü hissetmeye başlaycağı 2009’dan itibaren yeniden dönüşmeye ve Stratejik Derinlik kitabındaki siyaset anlayışına yaklaşmaya başladı.
Kırılma ve Uzlaşının Sonu
Dış ve iç politikada kırılma yaratan sürecin ilk uğrak noktası Ocak 2009’da Davos’ta “One minute” olarak anılan ve Erdoğan’ın İsrail cumhurbaşkanı Şimon Perez’e açıktan katil diyerek toplantıyı terk ettiği olaydı. Türkiye’nin Ortadoğu’da daha etkin görünmesi, bölgedeki rejimler açısından bazı sorunlar doğursa da, Arap sokağına hitap eden bir yön içermekteydi. Erdoğan posterlerinin AKP görevlileri tarafından dağıtılması, Erdoğan’ın bir bölge, hatta dünya lideri olarak sunulması açısından başarılı sayılabilecek bir imaj çalışması olmuştu. Aslında bu görüntü Batı’nın da tercih ettiği bir durumdu. Irak işgali sonrası bölgede ABD ve Batı karşıtlığı çok güçlüydü ve bölge içinden Arap ve Batı karşıtı İslamcı ya da milliyetçi ideolojiyle çıkacak Nasır tipi karizmatik bir bölgesel liderin yerine, NATO üyesi ve seçimle başa gelmiş bir liderin Ortadoğu’da liderlik rolü oynaması tercih sebebiydi. Zaten AKP’den beklenen model olmasıydı ve Erdoğan’ın sempati toplaması bölgedeki İslamcı hareketlerin dönüşümü açısından cezbedici olabilirdi. “One Minute” olayı bu imajı daha da güçlendirdi. Ama bir etkisi daha vardı ki, İsrail ile takışıp sonrasında ABD tarafından önemli bir cezalandırıcı işlemin gelmemesi, AKP’nin kendisine güvenini artıran bir işleve sahip oldu.
Yine bu süreçte, AKP Gülen grubunun gözü kara bir şekilde ve hukuku askıya alarak yürüttüğü Ergenekon, Balyoz ve ona eşlik eden ve merkezinde askerlerin ve ulusalcı, Ülkücü bir kısmı eski derin devlet artığı bazı tetikçilerinin yer aldığı yargı süreci de hükümetin kendisine olan güvenini pekiştirdi. Sonuçta, generaller evlerinden, kışlalarından alınıyor, ne TSK’dan ne de toplumdan bir tepki geliyordu. Her bir tutuklama sonrası hükümet muhtemelen kendisini daha güçlü hissediyor, Türkiye tarihinde yapılamayan bir şeyi gerçekleştiriyor, yalnızca askerleri ve ulusalcıları değil, sakıncalı gördüklerini de Gülen ile kurduğu ittifak sayesinde hapse yollayabiliyor, vahim hukuk hatalarını aslında gücünü test etmek için, tepki gelmediğinde göstermek için kullanıyordu. Bundan sonra AKP içeride daha hızlı bir şekilde otoriterleşmeye başlayacaktır.
AKP’nin (iç ve) dış politikada giderek dönüşmesine neden olan bir başka kırılma Davutoğlu’nun Mayıs 2009’da Dışişleri Bakanı olması, böylece kafasındaki dış politika anlayışını doğrudan siyasete yansıtma imkanını bulmasıydı.
Bu arada ABD’de Obama öncülüğünde demokratlar iktidara gelmiş, AKP’yi Neocon’ların desteklediği bir yönetimle muhatap olma sorunundan kurtarmıştı. Ortadoğu’da İslamcı hareketlerin dönüşmesi siyasetini Obama yönetimi de sürdürmüş, hatta bölgeye ilk ziyaretini Türkiye’ye yapmış, ilişkileri tanımlamak için ABD “model ortaklık” kavramını ortaya atmıştı. Paradoksal bir şekilde ABD’de Bush yönetimi döneminde genel hatlarıyla uyumlu giden bir ilişki seyri varken, demokratların başta olduğu dönemde ilişkiler gerginleşecektir.
AKP’nin (iç ve) dış politikada Batı ile girdiği uzlaşmayı bozmasına neden olan bir diğer gelişme, ekonomik büyümenin yarattığı yanılsama oldu. Küresel düzeyde yaşanan sermaye genişlemesi, sıcak para girişinin artması, yüksek ithalat, inşaat sektörünün genişlemesi ve genel olarak 2000’lerde, kendisini BRICS ülkeleri gibi oluşumlarla gösteren çevredeki büyümeden Türkiye de payını almıştı. Daha çok küreselleşme dinamiklerinin yarattığı bu gelişme AKP iktidarının kendisine güvenini artıran bir başka dinamik oldu. Yüksek ithalata dayanan büyüme hem ithalat hem de tüketim vergilerinden elde edilen gelirleri artırınca hükümetin dış politikadaki hareket alanı da tarihinde olmadığı kadar genişlemeye başladı. Öyle ki, Türkiye BM Güvenlik Konseyi’ne üye olduğunda bazı Afrikalı ülkelere oy karşılığında ekonomik destek sunabilecek duruma gelmiş, TİKA aracılığıyla birçok yerde çoğu verimsiz ve gereksiz müsrif harcamalarda bulunmaya başlamıştı. Hatta, gayri safi yurtiçi hasılaya oranlandığında en çok dış yardım yapan ülkeler arasına girmişti.
Aslında küresel olarak da çevre ülkelerde yaşanan ekonomik büyüme dış politikaları etkilemeye başlamış, Meksika, Brezilya, Güney Afrika, Malezya, Endonezya gibi ülkeler dış politikalarında daha özerk davranmaya başlamışlardı. Literatürde “Global South” olarak tanımlanan bu yeni dinamik, küreselleşmeye giderek daha derin entegre olan ve dolayısıyla küresel sistem içinde alternatif yaratmanın zorlaştığı bir ortamda Soğuk Savaş tipi, ABD’nin istediğini yapan, yapmayınca darbeyle tasfiye edilen ilişki modelinin gevşemesine neden olmuştu. Zaten ABD uzun süredir kendisine yakın müttefiklerinin bölgelerinde daha fazla inisiyatif almalarını destekliyordu ve Türkiye’nin Ortadoğu’daki girişimleri ve artan faaliyetleri bu çerçevede görülüyordu.
Türkiye küresel sistemin sunduğu bu avantajı, diğer içsel faktörlerin de etkisiyle, özellikle Ortadoğu’da Yeni-Osmanlıcı bir siyasete yönelmek için kullanmayı tercih etti ve bölgede nüfuz alanı oluşturma çabasına girdi. Bu çerçevede öncelikle ve en çok Suriye öne çıktı. Sonuçta İran bunun için hem fazla büyük hem de mezhep olarak Şii idi. Irak ise istikrarsızdı ve burada İran’ın etkisi artmaktaydı. Davutoğlu Suriye ile Türkiye’nin entegrasyonundan söz etmeye başlamış, 2009’da vizeler kaldırılmış ve dahası bir yıl sonra Doğu Akdeniz Dörtlüsü adıyla Türkiye, Suriye, Lübnan ve Ürdün arasında serbest dolaşımı öngören bir anlaşma imzalanmıştı. Devamında Erdoğan Esad ailesiyle sembolik olarak tatile çıkacak, Davutoğlu iç savaş başlayıncaya kadar 60’tan fazla kez Suriye’ye gidecektir.
Bütün bu dinamikleri altüst eden ve başta Davutoğlu olmak üzere AKP’nin kimyasını bozan gelişme ise Arap Baharı oldu. AKP, otoriter ve laik düzenlerin tasfiyesi karşısında bir heyecana kapıldı. Arap dünyasında en örgütlü ve yaygın gruplar, bütün baskılara rağmen İslamcılar, onun da çatı örgütü sayılabilecek Müslüman Kardeşler’di. Tunus’tan Suriye’ye kadar uzanan coğrafyada Müslüman Kardeşlerin iktidara gelmesi Yeni-Osmanlıcı tahayyülün hayata geçmesi için tarihsel bir fırsat yaratmıştı. Davutoğlu, devrilen her bir diktatörden sonra büyük bir heyecanla “ırmağın kendi yatağını” bulduğunu yazıyor,[5] Batı modernitesinin bir ürünü olan sınırların kalkarak yeni bir Ortadoğu jeopolitiğine geçildiğini müjdeliyordu. Halklarına yabancı rejimler gitmiş, bölge kendi kaynağına dönmüştü. Arap Baharı artık Yeni Osmanlıcılığın baharına dönebilirdi. Tunus ve Mısır’da görece çabuk, Libya’da ise ABD ve Fransa’nın (Türkiye’nin de denizden askeri) katkısıyla rejimler yıkılmış, Suudi Arabistan bu süreçte maaşlara zam yaparak, Ürdün Kralı ise öyle bir kaynağa sahip olmadığı için hükümeti değiştirerek ve seçimlere giderek bu dalgayı atlatmaya çalışmıştı. Arap Baharı coşkusuyla Erdoğan artık seçim galibiyetlerini Şam’ın, Beyrut’un, Trablus’un kazancı olarak sunmaya başlamış, Libya ve Mısır’da miting düzenler hale gelmişti. Nasıl olsa bir entegrasyona doğru gidiliyor, bu ülkeler bir iç coğrafya haline geliyordu. Dahası ilişkiler devletten devlete değil, AKP’den bu ülkelere doğru kurulmaya da başlanmıştı. Bunun kırılma noktası Eylül 2012’deki AKP Kongresine Mursi, Barzani, Halid Meşal, Gannuşi’nin diğer yabancı konuklarla birlikte katılması, ama bir tek Mursi ve Barzani ve Meşal’e konuşma yaptırılmasıydı. Mursi kısa süren iktidar deneyiminde Türkiye’ye akıl danışmaya başlamış, yalnızca Erdoğan ve Davutoğlu değil, Hakan Fidan da akıl hocalığına başlamışlardı. Türkiye bir yandan Mısır-Türkiye-İran, öte yandan Mısır-Türkiye-Suudi Arabistan eksenlerini oluşturmaya çalışıyordu. Mursi Ağustos 2012’de İran’a kısa bir ziyaret gerçekleştirecek, Şubat 2013’te ise Ahmedinejat Mısır’ı ziyaret edecektir. Dolayısıyla, Suudi Arabistan’ın daha ihtiyatlı olduğu ama bir yanda merkezinde Türkiye’nin olduğu Mısır-İran ekseni, öte yanda yine Türkiye’nin öncü olacağı Tunus-Libya-Mısır-Gazze-Lübnan hattı kurulacaktı. Bu enternasyonalist İslamcı kuşak, bir yandan Şii-Sünni ayrılığını aşma potansiyeli taşırken, Erdoğan’ın liderliğinde, Türkiye’yi Davutoğlu’nun hayalindeki merkez ülke, küresel bir güç yapacak, eski Osmanlı coğrafyasını tarihe tekrar damga vuracak bir özne haline getirecekti. Bu jeopolitik eksenin eksik halkası olarak Suriye kalmıştı. İran’ı Esad’dan vazgeçmeye ikna etmek mümkün değildi ama İran da içinde bulunduğu yalıtılmışlık ve yaptırımlardan çıkmak adına, Suriye’de ayrı yerlerde durmakla birlikte Türkiye ile arasını iyi tutmayı ve özellikle Mısır’ı denkleme dahil etmeyi tercih etti.
Erdoğan ve Davutoğlu’nun, bölge ülkelerine demokratikleşme konusunda model olmak yerine, bir liderlik çabasına girmeleri, ABD’nin o tarihe kadar aslında Türkiye ile birlikte yürüttüğü Suriye muhalefetine askeri destek vermeye dayalı politikasından vazgeçmesine neden oldu. Mursi yönetiminin Gazze kapısını açması, IMF ile anlaşmaya yanaşmaması, Sina Yarımadasına asker sokması ve İran ile yakınlaşmaya çalışması, Türkiye’nin iç politikasında otoriterleşme, dış politikasında ise İslamcı bir eksen kurma çabalarıyla birleştiğinde ABD için genel olarak ılımlı İslamcılara, özelde Arap Baharına destek olmasını anlamsız kılmaya başladı.
Önce Tunus’ta muhaliflere suikast düzenlenmesi sonrasında Ennahda hükümetinin istifa etmek zorunda kalması, ardından Temmuz 2013’te Mısır’da Mursi’nin darbeyle devrilmesi Libya ve Yemen’de istikrarsızlık, iç çatışma ve düzenin kurulamaması Arap Baharını bitirirken, aynı zamanda Yeni Osmanlıcılığın gerçekleşmesine en yakın tarihsel an’ı da yıktı. Hükümet ilk başlarda, Akdeniz’de kurmayı planladığı jeopolitik havzanın eksik halkasını tamamlamak için ABD’yle, ABD muhaliflerden desteğini çektikten sonra ise (ABD yalnızca öldürücü olmayan non-lethal silah yardımı yapacağını açıkladı) en azından Esad rejimini yıkmak için tek başına çabalamaya başladı. Rejimi değiştirmeyi başlıca hedef olarak belirlediği için var gücüyle, uluslararası hukuku göz ardı ederek ve yaptığı yardım ülkedeki kanlı savaşı uzattığı ve derinleştirdiği halde hem radikal savaşçıların geçişine izin verdi, hem de El-Nusra gibi aslında El-Kaide olan örgütlere silah sağlamaya başladı. Esad yıkılırsa, 2013 sonrasında Arap Baharının çöktüğü bir ortamda en azından Suriye’yi Müslüman Kardeşlere teslim edip, zararı minimize etmeye çalıştı. Bu politika Suriye içindeki tabloyu giderek ağırlaştırırken, Türkiye’nin içine iki milyonluk bir kitlenin göç etmesine yol açtı.
Dış Politikanın Geldiği Nokta
Genel olarak dış politika yalnızca Suriye’de değil ana hatları, öne sürdüğü hedefleri, iddiaları ve uygulamasıyla yalnızca başarısızlığa uğramadı, ağır bir çöküş ve bedel yarattı. AKP hükümeti en ağır hezimeti en iddialı olduğu coğrafya olan Ortadoğu’da yaşadı ve bu süreç devam ediyor. Oyun kurucu olma, Ortadoğu sorunlarının içinde olmazsa, bu sorunlar Türkiye’nin içinde olur iddiasıyla başlayan dış politika sonuçta Türkiye’yi Ortadoğu denklemi içinde marjinalleştirdi. Şu anda Türkiye’nin Kahire, Şam ve Tel Aviv’de büyükelçisi bulunmuyor, Türkiye’ye ait sivil uçaklar Libya’ya uçamıyor, bakanları taşıyan uçaklarına bir dönem Irak hava sahası kapatıldı. Musul konsolosluğu basılarak diplomat ve aileleri rehin alındı, Türk pilotlar, havayolları ofisleri saldırılara uğradı. Türkiye’nin uçağı düşürüldü, Reyhanlı’da Türkiye tarihinin en ağır bombalı saldırısı yaşandı, Türk vatandaşı gazeteciler kaçırıldı vs. Bütün bunlar dış politikada en liberal, komşularla ilişkilerin en sorunsuz olduğu iddia edilen dönemde yaşandı.
Sonuç olarak, AKP belli bir pazarlığın ve uzlaşının ürünü olarak iktidara gelmişti. İktisadi olarak neoliberal ilkelere uygun hareket edecek, İsrail ile çatışmayacak, AB üyeliğini sürdürecek, ABD’yle bölgede işbirliği yapacak, demokratik reformları yürütecek ve bölgedeki İslamcı hareketlere bu modeli önerecekti. Ne var ki, bu uzlaşıyı tek taraflı bozarak içeride otoriterleşmeye ve Milli Görüşçü refleksler vermeye, dışarıda da Yeni Osmanlıcı bir hevese kapıldı. Bu proje gerçekleşemediği ve aynı zamanda Batı ile de ilişkileri bozulduğu için, içine düştüğü açmazı aşabilmek adına önce Putin’den Şangay İşbirliği Örgütü’ne üyelik için ricacı oldu, buradan da bir sonuç alamayınca Mayıs 2015 itibariyle Mısır ve Suriye’de politikaları farklılaşan Suudi Arabistan’la yeniden anlaşarak ve yanlarına Katar’ı da alarak Suriye’de yeni bir hamleye girişti.
Ortadoğu siyasetine bu türden taktik ittifaklarla ve jeopolitik ara formüllerle yapılan müdahaleler sorun çözmek yerine şimdiye kadar çatışmaların daha da artmasına neden olu.
AKP şu anda 2000’lerin başında kurulmuş olan tarihsel blokun iç ve dış bileşenlerini kaybetmiş, bir çoğu karşısına geçmiş bir durumda, İslamcılığın tarihte imajının en bozuk olduğu bir dönemde, yalnızlık içinde, korkan ve içe kapanan, korktukça zor araçlarına daha çok başvuran ve özgürlük alanını daha da daraltan bir aktöre dönüştü.
DİPNOTLAR
[1] Bu pazarlık ve görüşme süreçleri için bkz. İlhan Uzgel, “Neoliberal Dönüşümün Yeni Aktörü AKP,” AKP Kitabı: Bir Dönüşümün Bilançosu, der. İlhan Uzgel ve Bülent Duru, Ankara, Phoenix Yayınevi, 2009.
[2] “Turkey’s Judicial Coup D’etat”, Newsweek, April 14, 2008
[3] Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu, Küre Yayınları, İstanbul,2001.
[4] Andrew Swift, “The FP Top 100 Global Thinkers,” Foreign Policy, 28/11/2010,
[5] The Guardian, 15 Mart 2011.