Bugün Türkiye gazeteciliğine dair uzun bir sorunlar listesi yazmak mümkün. Ancak, bu sorunların AKP ile başladığını ve AKP öncesi dönemin güllük gülistanlık olduğunu ileri sürmek doğru, adil ya da bilimsel bir sav olmaz.
Gazeteciliğin karşı karşıya olduğu temel sorunların ve nedenlerinin saptanabilmesi için bu mesleğin ve medyanın ekonomi-politiğine odaklanmak gerekir. Bunu yaptığımızda, dünden bugüne yaşanan sorunların temelinde iki ana etkenin yattığını görebiliriz: Medya sahiplik yapısı ve devlet/iktidar.
Gazeteciliği “doğruyu söyleme mesleği” sayarsanız, sahiplik yapısı ve devlet/iktidar faktörlerinin bu mesleğin doğuşundan beri “doğruyu söyleme” önünde, belli dönemlerde artan veya azalan oranlarda, engel olduğunu, doğruyu söylemeyi zorlaştırdığını, hatta olanaksızlaştırdığını görürsünüz.
Sahiplik yapısı ile devlet/iktidar faktörü AKP öncesinde de vardı. AKP, yine de, bu noktada kendisine özel bir yer açılmasını hak ediyor. Türkiye’nin zaman zaman “çarpık” olarak tanımlanan kapitalist sistemi ve kör topal ilerleyen “parlamenter rejim”i, AKP’nin ikinci dönemine kadar düzen partilerinin tümü tarafından sahiplenilir, devlet de bu ortak sahiplenme üzerinde yükselirdi. Düzen partileri, devletin ve düzenin devamı konusunda birbirlerinden ayrılmaz, varlığı ve birliği hepsi tarafından kabul edilen aynı devletin farklı partileri olarak çalışırlardı. Bir devlet ve onun partileri vardı. AKP’nin ikinci döneminde de facto olarak büyük ölçüde yaptığı ve 2015 Haziran seçimi sonrası başarabilirse bir anayasa değişikliği ile başkanlık sistemini de getirerek tamamlamak istediği bir “parti devleti”ne geçiştir.
Siyasal düzlemde AKP ile olan; devletin partilerinin olduğu işleyişten bir “parti devleti” düzenine geçmektir. Medya ve gazetecilik alanında yaşananlar da bu değişim/dönüşümün yansımalarıdır.
‘80 Sonrası, AKP Öncesi
Türkiye, küresel düzeyde yaşanan değişimlere ve neo-liberalizm salgınına paralel olarak 80’li yıllarda önemli yapısal değişimler yaşamaya başladı. Ekonomik düzeyde 24 Ocak kararlarıyla ifadesini bulan bu değişimler, siyasal olarak da bunları hakim kılmaya dönük 12 Eylül Darbesi ve Özal dönemiyle somutlandı.
Yine küresel gelişmelere paralel olarak, 80’li yılların Türkiye medyasına yansıması da, 90’ların ortalarında tamamlanan “sahiplik yapısı”ndaki dönüşüm oldu. Yeni iletişim teknolojileri mesleğin yapılış biçimlerini belli ölçüde değiştirip, gazetecilik açısından fırsatlar ve tehditler içeren yeniliklere yol açarken, “geleneksel medya sahipleri”nin sektörden tümüyle çekilişine ve onların yerini “yeni medya sahipleri”nin alışına tanıklık ettik.
Simaviler’in, Karacanlar’ın, Nadiler’in, Ilıcaklar’ın basına hakim olduğu dönemler, medya patronunun asıl işinin gazetecilik olduğu dönemlerdi. Onların yerini alan “yeni medya sahipleri”nin temel nitelikleri ise asıl işleri gazetecilikten başka her şey olan holding patronları olmalarıdır.
Bankacılık, turizm, inşaat, otomotiv, enerji, ticaret gibi ekonominin gazetecilik dışında her alanında faaliyet gösteren patronlar, bu faaliyet alanlarının yanına gazeteciliği de eklediler. Bu Türkiye’ye özgü bir süreç de değildi ve Türkiye’de 90’ların ortasında tamamlanırken, Batı’da ve ABD’de çok daha önce tamamlandı.
Prof. Ben Bagdikian, gazetecilik alanındaki önemli çalışmalardan biri olan “Medya Tekeli” kitabının 1983’te yapılan ilk baskısında ABD medyasının durumunu anlatırken, Amerikan medya pazarını yönlendiren 50 şirket olduğunu söyler. Medya patronlarının sayısını, “büyük bir otelin salonunu dolduracak kadar” diye tanımlar. Kitabın sonraki yıllarda yapılan baskılarına yazdığı önsözlerde bu medya patronlarının sayısı sürekli azalır. 1987’de 29’a, 1990’da 23’e, 1997’de 10’a, 2000’de 6’ya ve nihayet 2004’teki son baskıda da 5’e iner. Buna “The Big Five” der Bagdikian, “Beş Büyük”.
Önemli ölçüde iç içe geçen bu beş dev korporasyon arasında artık klasik kapitalist rekabet de yoktur. 25 yılda medya sektöründe öyle muazzam bir yoğunlaşma yaşanmıştır ki, 1983’te büyük bir otel salonunu dolduran medya patronları, 2004’te, Bagdikian’a göre, bir telefon kulübesine sığacak kadar azalmıştır.
Daha önemlisi, bu yeni patronlar gazetecilikle uzaktan yakından ilgisi olmayan pek çok alanda faaliyet göstermektedirler. Savaş uçakları için motor üretmekten kozmetik sanayine, kimya sanayiinden elektroniğe, turizmden bankacılığa kadar her alanda vardırlar.
Bu “beş büyük”, yerel ortaklık, işbirlikleri ve satın almalarla dünyanın her yerine uzanmış, adeta ahtapotun kolları gibi beş kıtayı da sarmıştır. Yeni medya sahiplerinin medyası, girdiği her yerde iktidarları neo-liberal politikalara, özelleştirme ve kuralsızlığa (deregülasyon) zorlamış, bu zorlamanın sonuçlarını da almışlardır.
Medya patronlarının asıl olarak ekonominin farklı sektörlerinde faaliyet göstermelerinin, küresel düzeyde yol açtığı sorunlara işaret eden Prof. Belsey ve Prof. Chadwick Gazetecilikte Etik Sorunlar kitabında, her biri kendi yanıtını da içinde taşıyan şu soruları sorarlar: “Bilgiyi kim sağlayacak, üretecek, kontrol edecek ve dağıtacak? Eğer bunu yapan küresel tekellerse, onlar yalnızca kendi karlarını düşünmeyip daha sorumlu davranmaya nasıl ikna edilebilirler? … Eğer bilgiyi üreten ve dağıtanlar, ekonominin gazetecilik dışında her alanında at oynatan kâr amaçlı çok uluslu küresel korporasyonlarsa, onların sağladığı bilgiye nasıl güvenebiliriz?”
80 sonrası dönem, küresel olarak da, Türkiye’de de gazeteciliğe olan güveni büyük ölçüde aşağı çekti. AKP’li yıllarda, özellikle ortaya saçılan tapelerle birlikte, gazeteciliğe olan güven dibe vurdu. Yoksullar, emekçiler ve işçiler, eskiden sorunlarının çözümü için araç saydıkları medyayı, hasım gibi de görmeye başladılar.
1980’lere kadar sağda ya da solda olsun, Türkiye gazetelerinin çoğunda işçi sendika sayfaları vardı. Emek dünyası sayfaları vardı. 80 sonrası bu sayfalar yok oldu. Onun yerine borsa haberleriyle dolu ekonomi sayfaları geldi. Emekçiler medyada görünmez oldular.
80 sonrası yaşanan süreçte, Özallar, Yılmazlar, Demireller ve Çillerler de medyayı baskı altına almaya çalışıyor, kendi boruları olarak ötmesi için belli başlı yöntemler kullanıyorlardı. Kamu kaynakları medya patronlarının hizmetine seferber ediliyor; kamu bankalarının kredileri, ithalat kolaylıkları, arazi tahsisleri ve özelleştirmeler yoluyla medya kontrol ediliyordu.
Özal, Türkiye’de 2,5 gazete kalacak şekilde medyayı şekillendirmeyi amaçlamıştı. Londra’dan Asil Nadir’i, İzmir’den de Yeni Asır’ın patronu Dinç Bilgin’i İstanbul’a getirerek medyaya soktu. Sabah’ı medyadaki kendi “amiral gemisi” olarak çıkarttırdı. Kuralsızlık devreye girdi ve yasal olmadığı halde, oğlu Ahmet Özal’a, Cem Uzan’la birlikte sonradan Star olan Magic Box televizyon kanalını kurdurdu. Bunu Teleon, Kral TV izledi.
Gazeteler ansiklopedi savaşları, tencere tava, nevresim savaşları ile birbirlerine alan açmaya çalışıyor, rakiplere “saygın” gazeteciler üzerinden bel altı darbeler vuruluyordu. Medya patronları, özelleştirmeler ve banka sahibi olma konusunda birbirleriyle yarışırken, iktidara yapışma konusunda da bugün yaşadıklarımızdan çok da geri kalmayan bir performans sergiliyorlardı.
Yeni medya patronlarının ortak özelliklerinden biri de örgütlenmeye, sendikaya karşı olmalarıydı. 1979’da Milliyet’i, 1994’de de Hürriyet’i alarak medyaya giren ve “yeni medya sahipleri”nin en önde gelen ismi olan Aydın Doğan’ın ilk işi, satın aldığı gazetelerden sendikayı söküp atmak olmuştu. Tabii, bu operasyonda gazetecilerin de patrona epey yardımcı olduklarını unutmamak gerekir.
Yeni medya sahiplik yapısının dayattığı koşullar ve 80 sonrası yaşanan gelişmeler, gazetecileri, güçlenen ve iktidarla ilişkileri iyice pekişen patronlar karşısında son derece örgütsüz ve zayıf bıraktı. İşe sahip olup işte kalabilmenin, patronun ve patronun özel mülkü olan medyanın bir tür “çiftlik kahyası” konumundaki yöneticilerinin iki dudağı arasında olduğu koşullarda, iş güvenliği gazetecilerin yumuşak karnı haline geldi.
İş güvencesinden yoksun gazeteciler mesleki ilkeleri bir yana itebiliyor, korkak ve ürkek bir habercilik yapmaya başlıyor, her türlü baskıya açık hale geliyorlardı. Baskıya açık hale gelen gazeteci de güçlülerin, güç sahiplerinin “haber” dediği şeyi haber kabul edip onlarla ilgileniyordu.
Aslında, Özal’ın, Yılmaz’ın, Çiller’in kavga döğüş oluşturmaya çalıştıkları “iktidar dostu”, “iktidara amade” medya ortamı Recep Tayyip Erdoğan’ı hazır bekliyordu. Öyle ki, iktidara gelmesinden bir gün öncesine kadar, bütün diğer liderleri soy isimleriyle anarken yalnızca Erdoğan’ı bir tür aşağılama ifadesi olarak ön adıyla “Tayyip” diye anan ana akım medya, AKP iktidar olduğu gün derhal “Tayyip”ten “Erdoğan”a çark etti.
AKP’li yıllar
Gazetecilik, özellikle kaynakla ilişkiler söz konusu olduğunda, bir “temas ve mesafe mesleği” olarak tanımlanır. Kaynaktan bilgi alacak düzeyde temas, ama onunla özdeşleşmeye izin vermeyecek kadar da mesafe olmalıdır. AKP dönemini bu ölçü üzerinden irdeleyenler, temasın iç içe geçme düzeyine taşındığını, mesafenin de sıfırlandığını görecektir.
Gerek gazeteciler gerekse medya patronları düzeyinde durumun tam da bu olması, bunun da ayan beyan ortaya dökülmesi, yıllar önce medyanın karşı karşıya olduğu sorunlardan çıkış yolu olarak gördüğüm “utanç”tan da umudu büyük ölçüde kesmek gerektiğini gösteriyor.
“Utanıyorum ama gazeteciyim” kitabını yazarken, utancın en insani duygulardan biri olduğunu, gazetecilerin pratiklerinden utanmalarının sağlıklı bir şey olduğunu, utanan gazeteciler oldukça durumun düzeleceğine dair umutların da var olacağını düşünmüştüm. Kitabın ilk baskısının üzerinden 17 yıl geçti; şimdi cumhurbaşkanına aşık olduğunu ilan eden ve “Solculuk dönemimde Mevlana ile Şems’in arasındaki aşka anlam veremiyordum. (Erdoğan’ı) Tanıdıktan sonra gördüm ki, böyle bir ilahi aşk iki erkek arasında olabiliyor” diyen bir medya patronu, Ethem Sancak var.
Şimdi, televizyonda röportaj için karşısına oturduğu Cumhurbaşkanı’na “Çok insancılsınız, çok sıcakkanlısınız, ailenize düşkünsünüz, birlikte olunduğu zaman bal gibi tatlı bir adamsınız” diyerek soru soran, en çok kaç saat uyuduğunu, enerjisini neye borçlu olduğunu merak eden “yılların gazetecisi” Mehmet Barlas var… Ve başka bir kulvardan da olsa iktidarla ilişki noktasında, onunla aynı yönde ilerleyen Hakan Albayrak gibi daha yeniler… Öyle sorular soruyorlar ki, hangi çanağa koysan almaz: “Benim en büyük sorunlarımdan bir tanesi zaten sizin başbakan olduğunuz bir ülkede köşe yazarı olmak. Bazen hayal kurmayı bitirmeden siz o işi yapmış oluyorsunuz ve ben de böyle ortada kalıyorum.”
AKP döneminde, gazetecilikte tam da bu yoldan ilerleyerek Cumhurbaşkanı danışmanlığına “yükselen”, orada da, iki ruhsatlı silahı yüzlerce de mermisi olduğundan dem vurarak, “Ben ölmeden, beni vurmadan, ben asılmadan bu ülkenin seçilmiş cumhurbaşkanına kimse elini süremez” diyerek göğsünü iktidara siper edenler çıktı.
Bu döneminin karakteristik özelliği, en sağlam midenin bile kaldıramayacağı vıcık vıcık ilişkilerdir.
Öte yandan, AKP ve Erdoğan, düzenin devamı ve şirketlerinin çarkına çomak sokulmadıkça her türlü iktidarla çalışabilen, desteğini o düzen partisinden bu düzen partisine kaydırabilen medya patronları yerine, yüzde yüz kendilerine ve sadece kendilerine biat etmiş bir medya sahiplik yapısı yarattı. 80’ler sonrası ortaya çıkan ve asıl işinin “gazetecilikten başka her şey” olmasıyla tanımladığımız yeni medya sahipleri, AKP dönemiyle birlikte, bu özelliklerine bir de yüzde yüz Erdoğan ve AKP’ye biatı eklediler.
AKP ve uzun yol arkadaşı Gülen Cemaati arasındaki ilişkilerin kopup çatışmaya başlamalarıyla ortaya dökülen telefon kaydı tapeleri, dönemin iktidar-medya ilişkilerini de bütün çirkinliği ve acıklılığı ile ortaya döktü.
Milliyet gazetesinin sahibi ve gazeteyi aldığında kimi genel yayın yönetmeni yapacağını dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan’a soran Erdoğan Demirören’in, Başbakan Erdoğan’la yaptığı iddia edilen ve sonu ağlamayla biten görüşmesi bu açıdan tam bir ibret belgesi. O görüşmede yaşını başını almış bir medya patronunun, gazetesinin başarılı bir haberi için Erdoğan’dan özür dileyişine, sorumlusundan hesap sorma sözü verişine tanıklık edildi. O görüşmeden sonra gazetenin yayın yönetmeni Derya Sazak kovuldu. Görüşme sonunda, kendini bütünüyle iktidara teslim etmiş medya patronun ağladığı duyuldu, medyanın iktidar karşısındaki zavallılığının bir ifadesi olarak.
AKP dönemi, ortaya dökülen bütün bu ilişkilerle, benzersiz bir sürecin yaşandığı dönemdir. İktidarın, iktidar gücünü kullanarak kendi medyasını yarattığı, “AKP fikriyatına yakın” medya gruplarının toplam medyanın yarısından fazlasını ele geçirdiği, onlar dışında kalanların da ürkek bir yayın çizgisi izlediği dönemdir.
AKP iktidarı boyunca, Erdoğan’ın sık sık hedef aldığı Doğan Grubu ile ilişkisinin, aralarındaki kan uyuşmazlığının her iki tarafça da açıklanan nedeni, medya-iktidar ilişkilerinin niteliği açısından oldukça öğreticidir.
Erdoğan, 2008’de, Doğan Grubu gazetelerinin boykotu çağrısını yaparken; “Sayın Doğan, Hilton’un önündeki devasa boş alanı, benden İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanıma bu noktada talimat vermek suretiyle rezidans yapmak üzere ricada bulundu. (…) RTÜK’te hangi işiniz var? Açıklamadığın takdirde açıklayacağım. RTÜK Başkanını peşinen suçlu ilan etmenizin çıkar hesaplarınızla alakası var mı, yok mu? (…) Bundan sonra artık saygılı götürelim, gizli götürelim yok, her şeyi açık ve net millete duyuracağız” diye meydan okumuş, Doğan Grubu’nun Deniz Feneri haberlerini, Hilton arazisi konusundaki talebin iktidarca karşılamamasına bağlamıştı.
Bu meydan okumaya Aydın Doğan’ın yanıtı ise; “Ben Başbakan’a Hilton için gitmedim. Ben gidip kendisine ‘2,5 milyon dolar param var, rafineri kurmak istiyorum, ruhsat lazım. Üç yıl sonra bitireceğim’ dedim. Başbakan da ‘Orayı sana veremem, oraya Çalık Grubu talip’ yanıtını verdi” olmuştu.
Bu konuda Erdoğan’ın mı, Aydın Doğan’ın mı doğru söylediğinin medya-iktidar ilişkileri açısından hiçbir önemi yok. Hangisi doğru olursa olsun, medya ile iktidar arasındaki ilişkilerin rafineri, arazi, vb. pazarlıkları üzerinden şekillendiği görülüyor. AKP öncesi için de geçerli olan bu ilişki, AKP döneminde iktidara ideolojik bağlılık ve kesin biat boyutu da kazanarak zirve yaptı.
AKP iktidarı ve Erdoğan ile Doğan Medya grubu arasında, her seçim öncesi patlayan ve bir türlü sona ermeyen çatışmaya bakınca, akıllara meşhur Sarı Öküz hikayesi gelir. Bu hikaye, genel olarak gazetecilerin, sendikadan ayrılmaları doğrultusundaki ilk baskılara karşı tavırları açısından da öğreticidir.
Hikayeyi bilirsiniz; ormanda yan yana yaşayan öküz sürüsü ve bir grup aslan arasındaki mücadeleyi anlatır. Aslanlar sürekli öküzlere saldırır, öküzler de organize olur, direnir, saldırıyı hep birlikte püskürtürlermiş. Bir gün aslanlar beyaz bayrakla gelip, aslında öküzleri çok sevdiklerini, kavga istemediklerini aktarıp; “Ama şu aranızdaki sarı öküz var ya, sarı öküz, işte sorun o… Görünce tahrik oluyoruz, canımız çekiyor, verin şu sarı öküzü, kavga döğüş bitsin, huzur içinde yaşayalım!” derler. Öküz heyeti düşünür taşınır, aralarında tartışır ve “bana dokunmayan yılan bin yaşasın”, “mühim olan otlağın selameti” diyenler ağır basınca verirler sarı öküzü… Aslanlar afiyetle yer, ama sonra belli aralıklarla gelip hep böyle bir öküz isterler. Kah uzun kuyruklu öküz, kah benekli, kah tombul öküz gider. Birer ikişer azalıp, titreyerek sıranın kendisine gelmesini bekleyen son birkaç öküzün hataları kafasına dank eder: “Sarı öküzü vermeyecektik” derler.
Doğan Grubu ve diğer medyanın durumu bu; iktidarın saldırıları başladığında kurbanlar vererek, Erdoğan’ın istemediği gazetecileri, köşe yazarlarını, yayın yönetmenlerini kurban vererek kurtulacaklarını sandılar. Oysa verilen her kurban, Erdoğan ve AKP’yi cesaretlendirirken, medyayı güçsüz bıraktı.
Bu dönemde, uzun süre birlikte yürüyen AKP ve Cemaat’in medyadan yansıyan yüzleri de ibretliktir. İktidarın 10. yılında, Türkiye’nin on yılda nice devrimler yaptığını, ne büyük başarılara imza atıp, ülkeye kaç kez çağ atlattığını anlatan Cemaat medyası, AKP ile yaşanan kopuştan sonra ülkenin 12 yıldır nasıl kötü yönetildiğini, demokrasiden ekonomiye her alanda nasıl geriye gidildiğini anlatmaya başladı.
Cemaat medyasının desteğini kaybeden AKP ve Erdoğan, medyaya daha agresif bir şekilde yüklenmeye, baskıyı yoğunlaştırmaya, medya gücünü artırmaya dönük yeni hamleler yapmaya başladılar.
Cemaat medyası ise, daha birkaç yıl önce hukuk ucubesi davalarda yargılanan, hapisler yatan gazetecileri linç ettiği günleri unutup, benzer yargıların ve hapisliklerin hedefi oldu.
Penguenler zamanı
İktidarın yazılmasını istemediği şeyleri yazıp göstermemek AKP döneminde ana akım medyanın içselleştirdiği bir reflekse dönüştü. Adına “haber kanalı” denilen ve olup bitenleri anında, en hızlı şekilde izleyiciye iletme becerileriyle böbürlenen televizyonlar, haber verme değil “vermeme” kanalı olduklarını Roboski olayında tüm çıplaklığı ile gösterdiler. Bütün yabancı ajansların geçtiği, internette ölen insanların fotoğraflarının olduğu, Vali’nin açıklama yaptığı bir olayı 12 saat boyunca izleyicilerinden gizleyebildiler. Başbakan’ı kızdırmaktan korktukları için.
Medyanın bu hallerini de Medya Mahallesi programında dile getiren Ayşegül Aslan, 28 Aralık 2011’de gerçekleşen katliamın CNNTurk haber merkezinde nasıl karşılandığını şöyle anlatmıştı: “Roboski Katliamı internette vardı. Sordum kanaldakilere; ‘resmi açıklama bekliyoruz’ dediler. Şırnak valisi açıklama yaptı, ben programda söyledim. Kıyamet koptu. ‘Biz vermeyecektik’ dendi. Ferhat Boratav rejiye girdi ve ‘Uludere haberi verilmeyecek’ diye bas bas bağırdı. ‘Vali açıklama yaptı’ dedim. ‘Vali nereden bilecek’ dendi. Genelkurmay’dan bekleniyormuş resmi açıklama!” (Alan, 2015: 286).
Medyanın tavrı buydu. Yine de AKP iktidarı ve Erdoğan’ı tatmin etmek zordu. AKP dönemi, medyanın bu “haber vermeme” tavrının yasalarla da bağlandığı dönem oldu. 52 kişinin ölüp 146 kişinin yaralandığı, 11 Mayıs 2013 tarihli Reyhanlı saldırı Türkiye tarihinin en büyük terör eylemiydi. Ancak Reyhanlı’da ne olduğunu öğrenmek için epey zaman geçmesi gerekti. Çünkü saldırının hemen ardından yayın yasağı konmuş, insanlar neler olduğunu öğrenmek için memleketin haber kanallarına değil, BBC’ye kulak kesilmişti. Yayın yasağı vardı ama iktidarın istediği gibi yazıp söylemek serbestti. Bugün, Habertürk, Hürriyet, Sabah, Yeni Şafak ve Vatan gazeteleri aşağı yukarı aynı manşetleri atarak; bombaların parasının Esad’dan geldiğini, katillerin Suriye’ye kaçtığını yazıyorlardı. (Alan, 2015:297)
Gezi Direnişi de Türkiye tarihinin en büyük direnişiydi. O direniş, medyanın nasıl habercilik yaptığı açısından bir turnusol işlevi de gördü. Olaylar sosyal medyadan bütün detayları ile yayınlanırken, CNNTurk “penguen belgeseli” yayınlıyor, NTV olayları görmezden geliyordu. TRT’nin ve “AKP fikriyatına yakın” özel medyanın tavrına ise değinmeye bile gerek yok.
Sonuçta, insanlar bu güne kadar Güneydoğu’da yaşananları bu medyadan ne kadar ve nasıl öğrendiklerini sorgulayıp kavramaya başladır. Öfkeli kalabalıklar “beyaz Türk haber kanalları”nı da hedef aldılar. NTV’nin belkemiği Oğuz Haksever için “Oğuz Ak-sever” pankartları açıldı, grubun CEO’su Cem Aydın özür dileyip istifa etti.
İktidara güya mesafeli medya, “penguenler zamanı”nda susarak durumu idare etmeye çalışırken, AKP’ye biat etmiş medya ise yalanları allayıp pullayıp yayarak “gazetecilik” yapıyordu. Eylemcilerin camide bira içtiği, Kabataş’ta “başörtülü bacı”nın başına gelenler(!), asılsız olduklarına dair onca kanıt ortaya dökülmesine karşın tekrar tekrar gündeme getirilebiliyordu.
Gezi, medyaya “penguenler zamanı”nın hakim olduğunu tüm çıplaklığı ile ortaya koyarken, 17-25 Aralık sonrası ortaya dökülen tapeler, bu “penguenler zamanı”nda gazete ve televizyonların yönetimlerinin Erdoğan’a bir “Alo” mesafesinde olduğunu da kanıtladı. Erdoğan kendisi doğrudan aramasa da, medyayı yakından takip eden bir mekanizma kurmuş, televizyonların alt yazıları bile izlenir olmuştu.
Anlaşılan, Erdoğan’ın ve AKP’nin bir tür komuta kontrol odası gibi medya takip merkezi vardı. Orada onlarca kanal duvarlardaki ekranlardan izleniyordu. Aynı anda tümünün sesi açık olamadığından, alt yazılara dikkat kesiliyorlardı. Bunun farkında olan kimi haber merkezleri, muhalefetin sözlerini canlı yayınlarken, alt yazıda söylenen köşeli eleştirilere değinmeyip onlar yerine genel geçer ifadeler yazarak bu denetimden kaçmaya çalışıyordu.
Bunun yapılamadığı dönemde, “Alo” devreye giriyor, yükseklerden gelen bir telefonla yayınlara ayar veriliyordu. Yayınlara telefonla müdahale, ara istasyonda bulunan görevlinin isminden dolayı “Alo Fatih Hattı” olarak anılmaya başlanmıştı. Ortaya çıkan tapelerden anlaşıldığına göre, Erdoğan medyanın takibinden sorumlu Fatih Saraç’ı arıyor, şikayetini bildiriyor, o gereğini yerine getiriyor, getiremediği yerde de kendi kendine ceza veriyordu.
“Penguenler zamanı” yalnızca “haber vermeme” zamanı değil, değişik nedenlerle televizyonlara çıkıp konuşan “uzman” ve “gazeteciler”in de sıkı bir elemeden geçirildiği zaman oldu. Dikkatli televizyon izleyicisi, bir dönem sık sık ekranlarda gördüğü kişilerin nasıl birer ikişer görünmez olduklarını da fark etmiştir.
Çok değil, daha 6 yıl kadar önce, NTV editörlerinin elinin altında, gerektiğinde görüşlerine başvurulup programa çağrılacak insanlardan oluşan 111 kişilik bir liste vardı. Aralarında, Ahmet Altan, Ali Sirmen, Cengiz Çandar, Cüneyt Ülsever, Erdal Güven, Ekrem Dumanlı, Hasan Cemal, İhsan Dağı, Kadri Gürsel, Murat Belge, Nuray Mert, Rıza Türmen, Umur Talu, Zülfi Livaneli gibi isimlerin bulunduğu o listeden bugün geriye sadece 15-16 kişi kaldı. Diğerlerinin üzeri, iktidarın beğenisine mazhar olmadıkları için, çizildi.
Basın özgürlüğü liginde son sıralar
AKP dönemi, özellikle iktidarının ikinci yarısı, Türkiye’nin basın özgürlüğü sıralamasında dünyanın en geri ülkeleri arasına demir attığı yıllar oldu. Farklı uluslararası örgütler, 180 ülkenin sıralandığı listede, Türkiye’yi 134’üncülük ile 154’üncülük arası yerlere yerleştirdiler. Türkiye; Ermenistan, Ekvator, Libya ve Güney Sudan gibi ülkelerle aynı sıraları paylaşırken, Moritanya, Nepal, Tanzanya, Kenya ve Mozambik gibi ülkelerin gerisinde kalıyordu.
Freedom House, Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF), Gazetecileri Koruma Komitesi (CPJ) gibi birçok uluslararası örgütün incelemeleri ve onların hazırladıkları basın özgürlüğü endeksleri, Türkiye’de basın özgürlüğünün AKP’li yıllarda ciddi şekilde gerilediğine işaret ediyordu. Freedom House tarafından yayınlanan 2014 raporunda, Türkiye, “kısmen özgür olan ülkeler” kategorisinden “özgür olmayan ülkeler” kategorisine geriletildi.
Freedom House tarafından yayınlanan bir raporda da, Türkiye’de “sahiplik yoluyla medyayı kontrol etme” başlıklı bir bölüme yer veriliyor ve Sabah gazetesinin Erdoğan’ın damadı tarafından satın alınması “sahiplik yoluyla medyayı kontrol etme”ye dönük örnekler arasında sayılıyordu.
AKP’li yıllarda medya, hükümetin kontrolüne giren gazete ve televizyonlar ile basın adeta iktidarın “halkla ilişkiler bürosuna” dönüştürülürken, gidişata itiraz edenlerin başına türlü bela geliyordu. Bu yıllar cezaevindeki gazeteci sayısı açısından rekorlar kırılan, gazeteciler aleyhine açılan davaların 10 binlerle ifade edildiği, eleştiri sınırları içinde sayılan pek çok ifade nedeniyle insanların Erdoğan’a hakaretten yargılandığı yıllar oldu. 2015’e 22 gazeteci ve 10 dağıtımcı cezaevinde girdi.
Erdoğan’ın işadamlarını bir araya gelip havuz oluşturarak kendisine bağımlı bir medya oluşturmaları için zorladığı görüldü. İktidar müdahaleleriyle pek çok medya kuruluşu el değiştirdi.
Kamu için ve kamu yararına hizmet vermesi gereken TRT ve Anadolu Ajansı (AA) gibi kuruluşlar iktidarın arka bahçesi haline getirildi. AA’da uygulanan baskılarla yetkili sendika TGS’nin gücü kırılırken, TGS’den istifa ettirilen gazeteciler iktidar marifetiyle kurulan Medya-İş sendikasına üye yapıldılar. TRT ve AA’da gazeteciler emekliliğe zorlanarak yerleri önce Cemaatçi gazetecilerle dolduruldu, Cemaatle çatışma başlayınca da onların işten uzaklaştırılmasına dönük operasyonlar başlatıldı.
AKP döneminde soru sormak, özellikle Erdoğan’a, o kadar zorlaşmış ve neredeyse imkansız hale gelmişti ki, bunu yapan bir BBC muhabiri bir yandan kahraman ilan ediliyor öte yandan da AKP’lilerce hedef tahtasına oturtuluyordu.
Erdoğan’ın kimi gazetecileri, kadın gazetecileri, miting meydanlarında hedef alması, Nuray Mert’e “mert mi namert mi” diye seslenişi, Amberin Zaman’a “Haddini bil, edepsiz kadın” diyebilmesi, başka dönemlerde görülmüş şeyler değildi.
Sonuç
Girişte de belirttiğimiz gibi, medya ve gazeteciliğin karşı karşıya olduğu sorunların AKP dönemine özgü olduğunu, öncesinde benzer sorunlar yaşanmadığını söylemek mümkün değildir. Yine de, yukarıda da belirtildiği gibi, AKP dönemini diğer dönemlerden ayıran özellikler var.
AKP döneminde medya ve gazetecilere dönük baskılar o düzeye ulaştı ki, o güne kadar asla bir araya gelemeyen meslek örgütleri, her biri kendini tehdit altında hissederek bir araya geldiler ve Gazetecilere Özgürlük Platformu’nu (GÖP) kurdular. Ülkenin değişik yerlerinden dernek, cemiyet ve sendikaları da içerecek şekilde 100 kadar meslek örgütü GÖP’te birleşip iktidarın baskılarına karşı ortak tavır almaya çalıştılar.
3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü gününde, 2015’te, GÖP’ün yaptığı acıkma, AKP döneminin medya açısından bir özeti gibiydi:
“Karikatür çizip tweet atanın Cumhurbaşkanı’na hakaretle, haber yazıp manşet atanın halkı iktidara karşı kışkırtmakla, belgesel çekenin terör propagandasıyla suçlandığı, gazetelerin yargılanıp gazetecilerin hapsedildiği ve basın özgürlüğü sıralamasında dünyanın 154’üncüsü olan bir ülkenin habercileri olarak karşılıyoruz bu yıl da 3 Mayıs’ı.
BM tarafından “Dünya Basın Özgürlüğü Günü” olarak kutlanmasına karar verilen 1993’ten bu yana, Türkiyeli gazeteciler olarak bir tek yıl bile “kutlama” yapamadık.
Bugün cezaevlerinde bazıları yıllardır yatmakta olan 21 meslektaşımız, yüzlerce gazeteci aleyhine açılmış binlerce dava var. Buna karşın, dünyanın en özgür basınına sahip olduğumuzu söyleyerek adeta dalga geçen bir iktidara sahibiz. Terörle Mücadele Yasası (TMY) yıllardır yazan çizen herkesi terörize edip sindirmek için kullanılıyor.
Bir soru sorma mesleği olan gazeteciliği, soru sormadan ya da yalnızca iktidarın hoşuna giden sorular sorarak yapmamız isteniyor.
İktidarı rahatsız eden sorular soranlar, sokakta ve sosyal medyada linç ediliyor.
Akreditasyon uygulamasıyla haberi alıp halka ulaştırmamız gereken ve özünde halka ait olan mekanlar muhalif gazetecilere kapatılıyor. Neredeyse cami avlusunun bile yandaş olmayan gazetecilere, foto muhabirlerine, kameramanlara kapatıldığı bir akreditasyon uygulaması var. Bu gidişle, halkın temsilcilerinin yasama görevini yerine getirdiği Meclis’in bile gazetecilere kapatılması endişesi yaşıyoruz.
Tekzip hakkı kötüye kullanılarak, iktidarı eleştiren her haberde, dosyalar doğru dürüst incelenmeden tekzip kararları veriliyor.
İktidarın aynı zamanda medya patronu olduğu ve asıl işi gazetecilikten başka her şey olan holdinglerin mülkiyetindeki bir medya sahiplik yapısı; “muhabirsiz, foto muhabirsiz bir gazetecilik” düzeni kurmaya çalışıyor. Her gün 10, 100, 1000 gazetecinin işten atıldığı, işsizliğin kabus olduğu zamanlardan geçiyoruz.
Hala işten atılmamış olanlarımızın, sendikasız ve kölelik koşullarında, yıllardır zam alamadan, açlık sınırının altında maaşlarla çalışabildiği için şükretmesi bekleniyor.
Ekonomik, siyasi ve fiziki baskı, tehdit ve sindirmenin zirve yaptığı, Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın yargı kararı olmaksızın kurumlara müdahale edip yayın yasakları koydurabildiği, yayınları beğenilmeyen medya kurumlarının vergi baskısıyla denetime alınmaya çalışıldığı bir dönemde, kaçınılmaz olarak otosansür halkın haber alma hakkı önündeki bir başka büyük engele dönüşüyor.
Dünyanın özgürlük alanı olarak gördüğü internet de burada yasaklar alanına dönüştü, artık sitelere ulaşım yargı kararı olmadan engellenebiliyor, sosyal medyayı zincirlemeye dönük yasal düzenlemeler yapılıyor.
Bütün bu koşullara karşın, “gazetecilik” yapmak adına her kapıyı açan, ekranları ve köşeleri dolduran yüksek ücretli “mabeyn katipleri” de var. Tarih onları da gazeteciliğin utanç sayfasına not ediyor.
Biz aşağıda imzası bulunan meslek örgütleri olarak, gazetecinin aydın olması gerektiğine ve aydınlığın en temel ölçütünün de otorite ve iktidara hizmeti reddedip halk için yazıp çizmek olduğuna inanıyoruz.
Bu nedenle, “özgürlük gazeteciliğin oksijeni, özgür gazetecilik de demokrasinin garantisidir” diyoruz. Basın özgürlüğü mücadelemizin, sadece bir meslek için yürütülmediğini, özgür ve demokrat bir Türkiye özleyen her vatandaşın mücadelesi olduğunu vurguluyor ve herkesi “GAZETECİLİK İÇİN AYAĞA KALK”maya çağırıyoruz.”
Ülkenin 100 kadar meslek örgütü ortak olarak imzaladıkları bu metne “ÖZGÜRLÜK GAZETECİLİĞİN OKSİJENİ, GAZETECİLİK DEMOKRASİNİN GARANTİSİDİR” başlığını atmışlardı.
AKP dönemi, bir cümleyle ifade etmek gerekirse, gazeteciliğin en oksijensiz kaldığı dönemlerden biridir ve pek çok gazeteciye göre bu dönem yaşanalar 12 Eylül dönemini bile aratmıştır. AKP dönemi, Erdoğan-Gülen kavgasında ortaya dökülen bir takım belgelerin de kanıtladığı gibi, gazeteciliğin iktidar tarafından tape tape kullanıldığı bir dönem olmuştur.
Deneyimli gazeteci Zülfikar Doğan’ın 2015 yılı Nisan ayında Başkent Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde yaptığı bir sunumda da belirttiği gibi, gazeteciliğin tape tape kullanılır hale gelmesinde gazetecilerin de sorumluluğu vardır:
“Meslektaşları atılırken susan, arkasını dönüp koltuğuna, cüzdanına, maaşına bakıp, olanları umursamayan bu gazetecilerin, yazarların, AKP’nin medyayı bu hale getirmesinde hiç mi günahı, vebali, sorumluluğu yok? AKP’nin yandaşları, yazarları, cemaat medyası, o iktidara gelmeden de vardı. Ama AKP’nin medyayı teslim almasında ona asıl hizmeti, medya içinde kişisel ikbal ve çıkarlarını ön planda tutan, bu ‘beşinci kol gazetecileri’ verdi. Şimdi AKP, o liberal demokratları da, solcuları da, her istediklerini verip tepe tepe kullandığı cemaat medyasını da silkeledi. Bu, elini verip kolunu kaptırma meselesidir”.
Ya da Sarı Öküz hikayesi!
KAYNAKLAR
Ağbaba, V., Işık, M., Demir, N., ve Özel, Ö., (2014) Kalemi Kırılan Gazeteciler, İstanbul: Cumhuriyet Kitapları.
Alan, Ümit, (2015), Saray’dan Saray’a Türkiye’de Gazetecilik Masalı, İstanbul: Can Yayınları.
Bagdikian, Ben H., (2004), The New Media Monopoly, Boston: Beacon Press.
Belsey, A. Ve Chadwick, R. (Ed), (2011), Medya ve Gazetecilikte Etik Sorunlar (2. Baskı), İstanbul: Ayrıntı.
Dağıstanlı, Mustafa A., (2014), 5 Ne? 1 Kim? Medyanın mutfağından sansür-otosansür hikayeleri, İstanbul: Postacı Yayınevi.
Doğan, Zülfikar, (2015), “Gazetecilerin hiç mi günahı yok”, Konferans, Ankara: Başkent Üniversitesi İletişim Fakültesi.
Tılıç, L. Doğan, (2004), Utanıyorum ama gazeteciyim, İstanbul: İletişim Yayınları.