Nagehan Tokdoğan’ın “Yeni Osmanlıcılık: Hınç, Nostalji, Narsisizm” adlı kitabı 2018’in sonlarında çıktı ve üstelik çok geçmeden ikinci baskısını yaptı. Tokdoğan, AKP’nin 16 yıllık iktidarını Yeni Osmanlıcılık anlatısı üzerinden ve duyguların gözünden anlatıyor. Türkiye’nin halet-i ruhiyesini düşünmeye ve anlamaya bir davet olan bu kitaptan yola çıkarak, hem AKP’yi hem de siyaset ve duygular arasındaki ilişkiyi konuştuk.
SELBİN YILMAZ: Öncelikle Türkiye’nin yeni diyebileceğimiz ruh hallerini incelediğin bu araştırmanın ortaya çıkmasındaki motivasyonunu sormak istiyorum. Kitabının giriş kısmında AKP’ye kitlelerin verdiği desteği anlama yönünde bir “duygu körlüğü” olduğundan söz ediyorsun, bu “duygu körlüğü” tam olarak ne demek?
Nagehan TOKDOĞAN: Aslında “duygu körlüğü” [emotions-proof], duygular sosyolojisi alanında çalışan Batılı düşünürlerin ortaya attıkları bir kavram. Temel olarak modern siyaset bilimi literatürünün siyasetle duygular arasındaki kaçınılmaz ilişkiye kör kaldığı eleştirisine dayanıyor. Hâlbuki klasik siyaset felsefecileri duyguları es geçmemişlerdir. Hobbes deyince aklımıza gelen ilk kavram “korku” mesela. Fakat modern siyaset kuramcıları, modernitenin vazettiği o katı ikiliklerin (akıl-duygu, erkek-kadın, kamusal-özel vb…) çerçevesinde düşünmekten çıkamadıkları ve siyaseti daha ziyade akıl ve çıkarla ilişkilendirerek ele aldıkları için siyasetle duyguları bir arada düşünmeyi es geçiyorlar.
Benim motivasyonuma gelecek olursak: Kişisel motivasyonum kendi hayatımın da akışı içerisinde duyguların gücüne ve yönlendiriciliğine önem veriyor oluşum. Politik ve akademik motivasyonum ise, AKP’nin 16 yıllık siyaset etme pratiğine dair yapılan tüm tartışma ve analizlerin eksik bıraktığı bir şeylerin olduğunu hissetmiş olmam. Yakın çevrem dâhil etrafımda o kadar çok AKP seçmeni var ki. 2010’lu yıllara kadar Keçiören’de oturdum, orada büyüdüm vs… Dolayısıyla AKP seçmeninin “aptal” ya da “cahil” olmadığına eminim. “Bir paket makarna”ya oy vermediklerine de eminim. Orada gözden kaçırdığımız kocaman bir şey var ve ben bunu anlamaya çalıştım: Duygular. AKP’nin yıllardır etkili biçimde yürüttüğü duygu siyasetini, AKP seçkinleri ve seçmenlerinin duygusal motivasyonlarını anlamaktı çıkış noktam.
SELBİN YILMAZ: Bu “duygu körlüğü” ifadesini sadece muhalefet için değil, ayrıca sosyal bilimlerin kuramsal boyutu için de söyleyebiliriz o halde. Nitekim kitabının ilk bölümünde duygular ve siyaset üzerine bir literatür çalışması var. Bugün “duygulanımsal dönemeç” olduğu iddia edilen bir yaklaşım var kuramsal alanda. Bu bakış açısını genel olarak nasıl değerlendiriyorsun?
Nagehan TOKDOĞAN: Elbette, hatta bahsettiğim o katı ikilikler en çok sosyal bilimler alanında yeniden üretiliyor. Haliyle de duygular psikolojik, bireysel fenomenler olarak kavranıyor ve meselenin sosyolojik-siyasal boyutu görülmüyor. Duygu körlüğü dışında bir eğilim daha var: Duyguları “patolojikleştirmek”. Genelde kitle hareketlerine referansla duygulara pek de sıcak bakılmıyor, çünkü duygularıyla hareket eden kitleler siyasal iktidarları korkutuyor. Daha da ilginç bir şey söyleyeyim: Sosyal bilimciler bugün hala doğa bilimlerine öykünüyorlar, insanların davranışlarını, hatta insana dair her şeyi ölçüp-biçmek gibi bir eğilimleri var. Ve duygular sosyolojisi alanında yapılan çalışmalar da bu eğilimden muaf değil. Alanla ilgili literatür taraması yaparsanız yurtdışında yayınlanan makalelerin çoğunda insanların belli durumlarda nasıl duygusal tepkiler verdiklerinin “ölçüldüğünü” görürsünüz. Hâlbuki duygular akışkandır, pek ele avuca gelmezler, daha ziyade bağlam-bağımlıdırlar.
Duygulanımsal dönemeç, aslında tıpkı sosyal bilimlerdeki diğer ekoller ve paradigmalar gibi dünyanın gidişatının zorunlu kıldığı bir yaklaşım. Dünyada cereyan eden belirli siyasal, ekonomik ve kültürel dönüşümlere paralel olarak farklı disiplinlerde ortaya çıkan yeni çalışma alanlarından güç alıyor: psikanalizde özneler ve öznellik meselesine odaklanan teoriler, postyapısalcı feminist teori, bedene ve maddeselliğe eğilen teoriler, queer çalışmalarının ortaya çıkışı ve melankoli, travma gibi meselelere yönelik sosyolojik ilginin artması, modern sosyal bilim tarihinde uzunca bir süre bireysel, psikolojik ve içsel fenomenler olarak görülen duygulara bakışı da değiştiriyor. Daha geriye gidecek olursak sosyal bilimlere damga vuran ve dil, anlam ve söylemi odağa alan çalışmaların gelişip serpildiği kültürel dönemecin bugün duygular sosyolojisi alanının ortaya çıkmasında kilit bir rolü olduğunu teslim etmek lazım.
SELBİN YILMAZ: Duygular kesinlikle doğrudan temas ve karşılaşma pratiklerinde önemli rol oynuyorlar. Nitekim Tayyip Erdoğan’ın “halktan biri” olması söylemi de, onun kitlelerle kurmayı başardığı bu doğrudan ilişkiler sayesinde ortaya çıkıyor. Peki, muhalefet bunu neden beceremiyor? Sadece “duygu körlüğü”mü?
Nagehan TOKDOĞAN: Elbette mesele sadece “duygu körlüğü” değil. Muhalefetten kastımız parlamenter siyaset içindeki muhalefetse, örneğin CHP’li seçkin ve seçmenlerin, Erdoğan’ın kastettiği “halk”la kurduğu ilişkide her daim bir sorun olduğunu teslim etmek lazım. Özellikle CHP seçmenleriyle siyasi sohbet etmeye kalktığınızda –ki genelde onlar başlatırlar- o sohbetin bir yerinde mutlaka halkın ne kadar cahil olduğu, koyun sürüsü gibi davrandığı şeklinde argümanlar çıkmaya başlar. Meseleye böyle bakınca da, daha neyle mücadele ettiğinizi bile anlamamış olduğunuz için başarısızlık kaçınılmaz oluyor tabii.
Parlamenter siyaset dışında ise muhalefetin siyaset yapma yöntemiyle ilgili bir sorun olduğunu düşünüyorum. Makro siyaset geleneğinin tüm arazları bizlerde de baş gösteriyor sanki. İnsanlarla temas edip küçük dönüşümler biriktirmektense, büyük iddiaların peşine düşüyoruz, bugünden yarına yapısal dönüşümler olmasını bekliyoruz. Haliyle de sıradan, apolitik bir insanın gözünden göremiyoruz dünyayı. Meseleleri daha ziyade yapısal ve ekonomik düzlemlerde ele alıyoruz. Hâlbuki insanlar salt maddi varlıklar değiller. Duygusal ihtiyaçları da var. Kendini değerli hissetmek mesela…
SELBİN YILMAZ: Doğrudan ilişki kurma başarısı diyoruz ancak bu ilişkinin sahihliğini sorgulamak da gerekmez mi? Verdiğin bir başka röportajda etik meselesini tartıştığınız bir bölüm var. Duygular siyasetinde etik tartışması nerede duruyor? Duygu siyasetini manipülatif bir yöntem olarak yorumlarsak -ki AKP’nin başardığı tam olarak bu- duygulara etik bir mesafe koymak anlamsız mı?
Nagehan TOKDOĞAN: Buna kısmen katılabilirim. Yani duyguların yoğun mobilizasyonunun kötü niyetli ellerde nasıl sonuçlar doğurduğunu hepimiz deneyimliyoruz. Fakat ben baştan beri duygu siyasetini bir tür “manipülasyon” olarak görmeye karşıyım. AKP seçmenindeki hınç 16 yılda oluşmadı, bir tarihsel arka planı, bağlamı var bu duyguların. Haliyle de AKP’nin insanları duygusal olarak manipüle ettiğini düşünmüyorum. Bilakis, 16 yıldır her dönemde insanların duygusal ihtiyaçlarını iyi tespit ettiklerini ve oraları kaşıdıklarını görüyorum.
Bana öyle geliyor ki bugün AKP seçmeninde karşı karşıya olduğumuz duygular, bir birikimin sonucu olarak tarihin bir döneminde illa ortaya çıkacaktı. AKP bu duyguların ortaya çıkışında bir katalizör işlevi gördü ve iktidardaki gücünü sürdürmek için süreci o kadar kötü yönetti ki, bugün sahici anlamda bir “toplum” olmaktan çok uzaklaştık. Şunu söylemeye çalışıyorum: İnsanlarda hâlihazırda var olan negatif duygular başka türlü de yönetilebilirdi, daha bağışlayıcı ve barışçıl bir ruh hali çıkabilirdi buradan mesela. Bence etik tartışılacaksa bu noktada tartışılmalı, duygu siyasetini baştan “kötücülleştirerek” değil.
SELBİN YILMAZ: Toplumsal ve siyasal olanı anlamaya çalışırken duyguları göz ardı etmemeliyiz diyorsun temelde. Çoğu zaman “anlamak” ile “meşrulaştırmak” arasında ince bir çizgi olduğunu düşünmüşümdür. Etik tartışma, rasyonel olanın buyruğuna uymak anlamında değil de duyguları savunma ve yargılama anlamında devreye girmeli sanki. Örneğin, insanların başka kimliklere olan nefretini, bu nefretin hangi koşullarda serpilip büyüdüğünü, toplumsal ve siyasal fenomenleri düşünerek anlayabilir, açıklayabiliriz ama kabul edemeyiz değil mi? Burada hep bir mesafe kalmak durumunda sanki! O nedenle kitlelerle kurulan duygusal ilişkinin bir anlamda sahiciliğini sorgulamaya çalıştım…
Nagehan TOKDOĞAN: Elbette anlamakla meşrulaştırmak arasına kalınca bir çizgi çizmemiz şart. Ben bir yerde “anladım, ama affetmiyorum” yazmıştım AKP ve seçmenleri için. Anlamak, neyle mücadele ettiğinizin farkına varmak için şart. Hınç, nefret her ne olursa olsun meşru ya da haklı görülecek duygular değil, sonuçları yıkıcı oluyor çünkü. Ama mesela öfke tatlı bir duygudur, Gezi’yi düşünelim. Temelde öfkenin tetiklediği bir hareketti ve süreç içerisinde o öfkeye kahkahalar, mizah, üretkenlik, barışçıllık eşlik etti. Türkiye gibi ülkelerde kitlelerin duyguları genelde linçlerle anıldığı için, bizler de temkinli yaklaşıyoruz duygu siyasetine. Ama Gezi’yi unutmayalım derim.
SELBİN YILMAZ: Doğrudan kitaba dönecek olursak: Yeni Osmanlıcı anlatı hem muğlaklığı hem de tam olarak veda edilememesi nedeniyle Türkiye siyasi tarihinde zaman zaman geri çağrılan bir hayalet olarak karşımıza çıkıyor. AKP’nin bu anlatıyı kullanmasındaki farklılık tam olarak nedir? Çünkü hiçbir merkez sağ parti onun ulaştığı başarıya ulaşamadı. Ve neden bugün diye de sormak gerekebilir…
Nagehan TOKDOĞAN: “Neden bugün?” sorusu çok yerinde bence. Oradan başlayalım: Yeni Osmanlıcılık 2010 yılı ve sonrasında siyasal jargona ve gündelik hayata sirayet etti. Ben bunu hiç tesadüfi görmüyorum. AKP ve Erdoğan bu tarihten önce daha temkinli bir iç-dış siyaset izliyordu. Daha ziyade mağduriyet söylemini dolaşıma sokuyor ve bu söylemden fışkıran öfke, nefret gibi duyguları mobilize ediyordu. İktidardaki yerini sağlamlaştırdığını hissettikten sonraysa o temkin yok oldu, artık mağduriyetin sorumlularından intikam almak, zaferi hoyratça kutlamak icap ediyordu çünkü. Temelde Cumhuriyet rejimiyle kurulan karşıtlığın bir sonucu olarak Yeni Osmanlıcılık tedavüle sokuldu. Zafer, azamet, kibir, kadir-i mutlaklık gibi duyguların akacağı bir sembolik siyaset aracına dönüştü.
Osmanlıyla ilgili “hayalet” metaforunu çok açıklayıcı buluyorum. Gerçekten de Cumhuriyet rejimi Osmanlı geçmişini ne sahiplendi ne de toprağa gömdü. Özellikle İslami-muhafazakâr seçkinler Cumhuriyet tarihi boyunca İslam nizamına özlemlerini Osmanlı güzellemeleriyle makyajladılar. Osmanlı’nın hayaleti Cumhuriyet’e her dönem musallat oldu. AKP’nin Yeni Osmanlıcılığı daha çok dış siyaset bağlamında algılanıyor fakat bence asıl içerideki ruh halinde yarattığı dönüşüm muazzam. AKP’yi ayrıksı kılan bu fikrin toplumsal boyutuna verdikleri olağanüstü önem gibi geliyor bana. Yeni Osmanlıcılığı “banalleştirmeyi”, hemen her Türk öznesinin duygularını gıdıklayacak bir anlatı haline getirmeyi başardılar galiba.
SELBİN YILMAZ: Bu Yeni Osmanlıcı anlatı, belli duyguları dolaşıma sokuyor: nefret, intikam arzusu, öfke, haset, hınç, iğrenme, kendini beğenmişlik, kibir… Bunların hepsine kabaca “kötü duygular” diyeceğim. Burada dikkat etmemiz gereken bir durum var sanki? AKP’nin bu kitlelere vaat ettiği “iyi” ne? AKP’nin ne kazandığı ortada, peki kitleler bundan ne kazanıyor?
Nagehan TOKDOĞAN: Kitleler tam da Yeni Osmanlıcılıktan saçılan o azamet duygusunu, kibri çok sevdiler bence. Osmanlı torunu olduğunu bilmek, hissetmek bir tür milli öz-değer açlığıyla, özgüven yoksunluğuyla baş etmeyi kolaylaştırıyor. Kitlelerin bu anlatıya duygusal açıdan çok ihtiyaçları varmış belli ki, yoksa bizatihi AKP tarafından vahşice sömürülen bir asgari ücretli neden Osmanlı motifli ev mobilyaları, saatler, tespihler alsın? Neden AKP’ye hala oy versin? Duygular, duygular ve duygular…
SELBİN YILMAZ: Bugün AKP’nin duygu siyasetinde başat rolü oynayan ve sonsuz sembollerle sürekli üretilen Yeni Osmanlıcı anlatıyı lider (Erdoğan), mekân (İstanbul) ve mit (15 Temmuz) üzerinden ele alıyorsun. Bu anlatı üzerinden, Tayyip Erdoğan ile tutkulu bir özdeşlik yaratılıyor. Her ne kadar lider, mekân ve mit üzerinden bir analiz yapsan da, her şey tamamen Tayyip Erdoğan kimliğinde billurlaşıyor sanki. Aslında tek bir özne, tek bir duygu nesnesi, duygusal yatırımın yapıldığı tek bir kişi… Bunu kitleleri peşine takmış bir liderin başarısı olarak mı okumalıyız yoksa bu başarının kırılganlığı olarak mı?
Nagehan TOKDOĞAN: Evet, bütün bir kitap tek başına Erdoğan üzerinden de yazılabilirdi bence. Erdoğan çok güçlü bir duygusal yatırım nesnesi halini aldı zaman içinde. Duygu siyasetinin hem baş aktörü hem de başat nesnesi. Bu bir başarı elbette, fakat salt Erdoğan’ın liderliğine özgü değil. Tüm dünyada lider merkezli siyasete eğilim arttı, haliyle de otoriterleşme kaçınılmaz hale geldi. Yani Erdoğan bir yandan da “zamanın ruhu”nun ürünü. Bugün gelinen noktada AKP’yi ayakta tutan, Erdoğancılık halini aldı. Erdoğan yoksa AKP hiç yok demektir. Miadı çoktan doldu. Bu açıdan baktığımızda evet, bir yandan Erdoğan’ın gücü o güçle aynı oranda bir kırılganlığı da getiriyor.
SELBİN YILMAZ: 15 Temmuz darbe girişiminin ardından, özellikle Yenikapı’da düzenlenen mitingle birlikte yeni bir mit yaratılmaya çalışıldığını söylüyorsun. Mitlerin en belirgin özelliği ise kapsayıcı olmaları, ayrımların ötesinde işlemeleridir diyorsun. Yenikapı ruhu gerçekten bir uzlaşı, yeni bir faz arayışı mıydı ve neden başarısızlığa uğradı? Bu başarısızlığın nedeni çoktan dolaşıma sokulmuş “kötü duygular”, her daim nesnesini arayan –ama en iyisinin hiç bulunamayacak olması- kötü duygular olduğunu söyleyebilir miyiz?
Nagehan TOKDOĞAN: Yenikapı ruhu aslında hiç var olmadı bence. Yani CHP kurmayları da oradaydı evet ama ben bu darbe kalkışmasının ardından o ruhu benimseyen tek bir CHP’liyle karşılaşmadım. O bileşim çok sentetikti zaten ve nitekim tutmadı. Ardından ortaya çıkan şaibeler ve AKP’nin OHAL ilanıyla birlikte de 15 Temmuz’un kapsayıcı bir mit olmak şöyle dursun, ülkede zaten var olan gerilimleri ve ayrışmayı iyiden iyiye tırmandırdığı aşikâr. Artık saflar çok daha net: bir tarafta AKP ve destekçileri var, diğer taraftaysa teröristler, darbeciler, hainler. Ve evet, yıllardır mobilize edilen o “kötü duygular” öyle kemikleşti ki, AKP sahiden istese ve çabalasa dahi Yenikapı Ruhu’nun çağırdığı o uzlaşı havasını kısa vadede yaratması imkânsızdı.
SELBİN YILMAZ: AKP’nin yarattığı “duygu iklimi” [pathos], bugün sadece AKP’yi destekleyen kitleler için mi geçerlidir yoksa herkese yayılmıştır diyebilir miyiz? Örneğin, AKP seçmeninde diri tutulmaya çalışılan nefret, intikam, öfke bugün muhaliflere de sirayet etmedi mi? Birtakım rövanşist arzular içten içe büyümüyor mu? (Özellikle sosyal medyada örneklerine pek rastlamaktayız.) Belki de AKP’nin asıl başarısı budur, sadece kendi kitlesini mobilize etmesinden fazla bir şey olarak…
Nagehan TOKDOĞAN: Muhalifler, ya da AKP’li olmayan herkes diyelim, tüm bu duyguların bizatihi taşıyıcısı, aktarıcısı haline geldiler. O yüzden toplum olmaktan çok uzaklaştığımızı sıkça duyar olduk son zamanlarda. O “kötü duygular” herkese bulaştı, yapıştı. Bana asıl tedirgin edici gelen de işin bu kısmı aslında. AKP iktidarı sona erecek belki ama ortalığa saçılan duygular varlığını sürdürecek. Bizlerde, hepimizde biriken hıncın en kötü sonucu bizleri rövanşizme sevk etmesi olur. Bu yüzden de kendi negatif duygularımızın farkında olmamızı çok önemsiyorum. Hınç, nefret, öfke insan olmanın birer parçası, bu duygular elbette varlar ve var olacaklar. Onlarla nasıl baş ettiğiniz, onları nasıl pozitif ve üretken yerlere kanalize edebileceğiniz asıl mesele. Yani Sara Ahmed’in de dediği gibi “Duygular bize ne yapar?” sorusundan ziyade, “Biz duygularla ne yapıyoruz?” sorusunu sormak elzem.