Alper Taş: “Türkiye’de yaşanan iki darbe var: biri askeri, diğeri sivil darbe…”

MUTLU ARSLAN: 15 Temmuz darbe girişimini Türkiye’nin darbe geçmişi içerisinde nereye oturtmalıyız? “NATO’suz, Amerikasız darbe girişiminin başarıya ulaşma şansı yoktur” diye özetlenebilecek bir siyasal yorumunuz var. Bu açıdan değerlendirildiğinde 15 Temmuz nasıl ele alınmalıdır?

ALPER TAŞ: 15 Temmuz darbe girişimi gerçekten çok karmaşık. Birçok soru işaretini içinde barındıran tam bir muamma. Birçok yönü hala karanlıkta. Girişimde bulunan baş aktörlerin Fethulahçılar olduğu söylense de siyasi muhataplarının gizliliği devam ediyor. Bu iki çerçeveden baktığımız zaman hem yapılış tarzı bakımından hem siyasi muhatapları ve aktörleri bakımından önceki darbelerden çok farklı bir süreç yaşandı, yaşanmaya devam ediyor.

Türkiye’deki darbe süreçlerini bizlerin, sermaye içi çelişkilerden, oligarşinin emperyalist güçlerle olan ilişkisinden, emperyalizmin yeni sömürgeci siyasetinden bağımsız bir noktada düşünmemize ve değerlendirmemize imkân yok. Türkiye’nin darbeler tarihine bakıldığında, Talat Aydemir’in 1963’deki girişimini bir istisna olarak kenara koyarsak, klasik okuma tarzı şöyledir: ordu silahıyla, tankıyla, tüfeğiyle devreye girer, iktidar hevesine kapılır ve siviller yönetemiyor biz yönetelim bu memleketti der. Bu sebeple de darbe meselesi hep askeri vesayet tartışmaları merkezinde yürür. Halbuki Türkiye ordusu NATO’ya bağlıdır ve emperyalist güçlerden, çeşitli sermaye fraksiyonlarından bağımsız, kafasına estiği gibi eylemler düzenleyemez. Bu sebeple okumalar ve tartışmalarda asıl olarak bu zemin üzerinden ilerlenmelidir ilk başta. Bir sömürü ve yönetme krizi ortaya çıkmalıdır ki darbeciler ve sermaye bundan beslenebilsin.

27 Mayıs 1960 darbesini ele alalım. Sonucunda her ne kadar ilerici, demokratik bir anayasa çıkmış olsa da öz itibariyle emperyalizmin yol verdiği ve oligarşi içindeki iç dengelerden kaynaklı çatışmaların sayesinde şekillenen bir darbedir. 27 Mayıs’ın hedeflerinden birisi de sermayenin önünün açılmasıdır ve fakat ekonomik gelişmeleri aşan bir toplumsal süreç doğmuştur o dönem. Bu sosyal hareketlilikle ekonomik hareketliliğin uzlaşamayacağını anlayan sermaye bu sefer 12 Mart’ı sahnelemiştir. 12 Mart muhtırasıyla tıkanan sömürü ilişkilerinin yeniden önü açılmaya çalışılmıştır. Fakat muhtıra sonrası egemen güçlerin taleplerinin karşılanmasını bırakın solun toplumsal alanda, sokakta, mahallelerde istedikleri sömürü mekanizmasına karşı sesi öyle yükselmiştir ki artık eşitliğin, hakkın ve tam bağımsız bir Türkiye’nin olasılığı her zamankinden daha fazladır. Bu sebeple de tarihin en kanlı darbesi vuku bulur: 12 Eylül 1980.

12 Eylül’ün cuntacıları emperyalizmin bizzat desteği, onayı ve kumandasıyla memleketi resmen talan etmişlerdir. Şimdi bütün bu darbeler tarihine baktıktan sonra 15 Temmuz’u belki 80’lerdeki gibi çok keskin bir şekilde değil ama yine de NATO’dan, ABD’den ayrı değerlendirmek doğru değil. Neden keskin bir netlik koyamayız derseniz egemen güçlerin bu girişimdeki rolüne dair bir muamma vardır. Çünkü 1970’lerde, 60’lardaki dünya iklimi bambaşkaydı. Soğuk Savaş’ın ortaya çıkardığı saflar arası bir netlik vardı. Türkiye de safı itibariyle özerk tutumlar alabilme, kendine ait alanlar açabilme ve inisiyatifler geliştirebilme şansına hemen hemen hiç sahip değildi. Bu sebeple o dönemki bağımlılık ilişkisi gibi ele almak doğru olmaz.

Bu sürece bizi sürükleyen en temel sebeplerden biri de AKP’nin günümüz emperyalizm çağında emperyalist blokların arasında ortaya çıkan çelişkilerden, çatışmalardan yararlanarak kendi çıkarına hamleler yapma, kendine ait inisiyatifler yaratma çabasıydı. AKP bunu yapmaya çalışırken diğer blokların memleketteki iki İslami gücün çatışmasından yararlanmayacağını söylemek mümkün değil. Cemaat-AKP kavgasında, bu iki bloğun bağlı olduğu farklı egemen güçlerin de bir rant sağlama arzusu vardı. Farklı egemen güçler diyoruz çünkü herkes kabul eder ki ne tek bir Amerika var ne de tek bir NATO. Biraz önce bahsettiğim durumu tekrarlamak istiyorum; daha önceki dönemlerden farklı olarak safların net olmadığı, egemen güçlerin çıkarlarının ve zıtlıklarının hem bu kadar iç içe geçip hem de aynı oranda çatıştığı bir dönem yaşamıyor olsaydık bir girişimin değil yeniden kanlı bir darbenin ortasında kalmış olacaktık. Bu iç içeliğin, bu girişimin bütünüyle emperyalist güçler tarafından desteklenmesini engellediği kanaatindeyim. Elbette parmağı, rolü vardı ama 12 Eylül’de ya da 12 Mart’da olduğu gibi topyekûn, bizzat bir müdahale değildi.

15 Temmuz’un bir farkı da darbenin tarafları ve iki tarafın da ulaşmaya çalıştığı toplumsal zemindi. Muhataplar Erdoğan’ın ifadesiyle aynı menzile farklı yollardan gitmeye çalışan iki taraftı. Her ikisi de Türkiye’yi İslami bir rejimle yönetmeye çalışan ve bir noktadan sonra iktidar hırsıyla kafa kafaya gelen iki güçtü. Bu başka bir bağlamda daha önemli: Memleket öyle bir hale dönüştü ki iki İslamcı fraksiyonun çatışması bu ülkenin insanlarını onların iktidar hırsları için avlanacak, öldürebilecek birer hedefe dönüştürdü. Her ikisi de 12 Eylül rejiminin, 28 Şubat postmodern darbesinin yarattığı yeşil kuşak, ılımlı İslam siyasetinin bir ürünü aslında. Yani her ne kadar bugün bizzat emperyalizm eliyle yapılmayan bir 15 Temmuz’dan bahsediyor olsak da bu süreci hazırlayan yine bizzat emperyalist güçler olmuştur. Bizim bu egemen güçlere en sert düzeyde göstermemiz ve en yüksek sesle haykırmamız gereken şey şudur ki; bu memleketi, ve bu memleketin halklarını sizin ellerinizle yarattığınız İslamcı örgütlerin, siyasal İslamcıların kavgasına indirgeyip, insafına bırakacak, terk edecek değiliz. Memleketin şu anda görünen hali budur, ne yazık ki budur.

MUTLU ARSLAN: Balyoz yargılamalarının yeniden görülmesinin ardından ordu içerisindeki ulusalcı kesimle veya siyasal bağlamda Vatan Partisi ile iktidarın ilişkilerinin iyileştiği, 15 Temmuz darbe girişiminde de özellikle ordu içindeki ulusalcıların darbeye ciddi bir tavır mesafe koyduğundan bahsediliyor. AKP’nin Avrasyacılık siyasetiyle ittifakı, Türkiye’nin siyasal yönelimi açısından bir etki doğurur mu yoksa AKP bu işi geçici bir uğrak olarak mı görüyor?

ALPER TAŞ: AKP’nin 2002 yılında iktidar olması bütünüyle Atlantikçi bir projenin ürünü olarak gündeme geldi. Hatta Erdoğan ve arkadaşları o dönem yeterince ABDci bulmadıkları milli görüş geleneğinden ayrılarak emperyalizmle uyumlu bir İslamcılığı tercih ettiler. Bu tercih doğrultusunda gelişen süreçte liberal kesimden önemli bir destek aldılar. Liberal kesimlerin yanı sıra askeri darbelerin yarattığı o baskıcı otoriter sistemden zarar görenler de görece bir destek verdiler o dönem. Aslında o dönem AKP’nin yaptığı askeri vesayeti yeniyoruz adı altında Batı emperyalist kampın içerisine hem ekonomik sahada hem de kültürel sahada daha fazlasıyla dahil olmaktı. Batının ve en önemlisi ABD’nin bu dahil etme isteğinin sebebi ise 2001’deki ikiz kuleler saldırısından sonra İslam coğrafyasında güya yaratmaya çalıştığı “ılımlı İslam” projesiydi. Bu projeyle asıl amaçlanan İslam coğrafyasını emperyalizmin pazarına engelsiz açmaktı. Emperyalizme karşı olan radikal İslam’ı zayıflatıp kendisiyle uyumlu bir İslam zemininde bölgeyi yeniden dizayn edip düzenlemekti. O yüzden AKP bir rol ortaklığı modeli olarak benimsendi, geliştirildi, güçlendirildi. Tabii AKP bunu tek başına yapmadı, bizzat Komünizmle Mücadele Dernekleri’nden CIA eliyle büyütülen Fethulah Gülen cemaati de bu ortaklığın içerisine sokuldu.

Hem siyasi hem sosyal İslam bir koalisyon kurarak ABD’nin ılımlı İslam siyasetinin, genişletilmiş Ortadoğu projesinin bir parçası olarak belirli bir noktaya kadar ortaklık yaptılar. Burada asıl krizin çıktığı nokta, Arap baharı düzleminde Tunus’ta, Mısır’da, Libya’da başlayan süreçlerde ortaya çıkan farklılıktı. Emperyalizm bölgeyi Sünni İslamcı bir önderlikle kuşatacaktı ve bu konuda misyon biçilen parti AKP’ydi. Bir Müslüman Kardeşler kuşağıyla Şii İslam’a karşı -ki Şii İslam ABD karşıtı bir İslam olarak gözüküyordu. Bölgeyi dizayn etme konusunda Arap baharında başlangıçta oluşmuş olan ilerici halk hareketlerini gerici bir zemine doğru taşıyıp örgütleyerek sürece bir ivme katmaya çalıştı. Fakat özellikle Libya’da büyükelçisinin başının kesilmesinden sonra ve Suriye’de ortaya çıkan direnişten sonra ABD emperyalizmi artık bölgeyi Sünni İslamcı bir önderlikle yürütemeyeceğini gördü. Sonra bu konuda bir siyaset değişikliğine gitti ve bu siyaset değişikliği Şii İslam’ı da içeren onu da değiştiren dönüştüren sadece Sünni İslam’a oynamayan bir çizgiydi. Bu konuda İran’la nükleer müzakerede bir noktaya geldi. AKP paldır küldür gittiği için ve emperyalizmin çatlaklarından yararlanarak eski Osmanlı coğrafyasına nüfuz eden yayılmacı bir siyaseti benimsediği için emperyalizmin bu manevrasını görmedi veya görmek istemedi. Hiçbir şey değişmemiş gibi paldır küldür bölgede kaldığı yerden bir hegemonya mücadelesini geliştirmeye devam etti. Aslında cemaatle arasındaki ilişkilerin uluslararası siyaset düzleminde koptuğu noktalardan biri buydu bunu görüp kavramak gerekiyor. Doğal olarak Türkiye’nin Numan Kurtulmuş’un deyimi ile başına ne geldiyse Suriye politikası denilen aslında olan biteni görememek, manevra yapamamak sonucunu doğuran kafasındaki ideolojik dogmaya teslim olmalarından kaynaklı büyük stratejik iflasın eşiğine gelmiş oldular.

Bu noktada AKP’nin Atlantikçi hattan bütünüyle kopabilme şansı yok. NATO içerisinde ve sermaye ilişkileri pozisyonu itibariyle büyük bir alt üst oluşa yol açar. Tabiri caizse kıyamet kopar ama dünyada da tek bir emperyalizm yok. Daha doğrusu her şeye egemen olan bir emperyalizm yok. Bunun karşısında ortaya çıkan emperyalist yayılmacı eğilimler taşıyan, şu an ABD’nin olduğu pozisyonda olmasa bile giderek dünyaya damgasını vurun bir Avrasyacı hat gelişiyor Çin Rusya ekseninde. Ve Çin Rusya ekseni ile ABD-AB ekseni hem çatışıyorlar hem uzlaşıyorlar. Böyle çelişkili ama aynı zamanda uzlaşmalı bir ittifak içinde olabiliyorlar dünyanın bugünkü tablosu itibariyle. Türkiye de doğal olarak bulunduğu yer itibariyle zayıfladığı Atlantik ekseninde elini daha güçlendirmek açısından Avrasya tarafına da bir yönelme içerisinde. Oralardan da pazarlık gücünü arttırma konusunda Batı’daki pozisyonunu yani ABD ve emperyalist güçler tarafındaki pozisyonunu güçlendirmek konusunda Rusya ve Çin ilişkilerini bir koz olarak kullanıyor. Şu an bütünüyle Avrasyacı bir hatta dönebilmesi mümkün değil ama Türkiye egemen sınıfları ve onların siyasi sözcüsü olarak AKP tek bir noktaya da kendisini teslim etmek istemiyor. Çünkü herkes görüyor ki dünyanın hegemonik gücü artık Asya’ya doğru kayıyor. Bu ABD’ye rağmen de olmaya başlıyor. Dolayısıyla tek bir yere çapa atmakla önümüzdeki yüzyılı görebilmek mümkün değil. Bu nedenle daha esnek daha özerk hamleler yapıyor ama bu özel destek hamlelerini bütünüyle Atlantikçi hattan kopma olarak görmek doğru değil.

MUTLU ARSLAN: AKP özellikle 2007 yılından itibaren toplumsal gerilimi, toplumsal çatışmaları körükleyen bir siyasal hat çiziyordu. Bütün kırılma noktalarında toplumu saflaştırarak, gerginleştirerek kendi tabanını konsolide ediyordu. 15 Temmuz sonrası ise bir tür milli mutabakat söylemi, herkesi ortak miting alanlarına devam eden, ortak mitinglere yönlendiren bir siyasal çizgisi oldu. Bu çizgi AKP’nin genetiği ile ne kadar uyumlu?

ALPER TAŞ: Zaten şu içinden geçtiğimiz dönemde milli mutabakat bitiyor artık. Çünkü Batı’da ABD ile yeni kurduğu ilişki zemininde ve Cerablus meselesi konusunda açtığı alanla şu ana dek oluşturduğu milli mutabakatın meyvesini almış gözüküyor. Milli mutabakata elveda diyen eski bildik tanıdık bir çizgiye kaldığı yerden devam etmeye başladı. Bu bahsettiğin süreç sona erdi. Tek tek örneklerini saymak mümkün ama tek bir örnek verelim. Dört partinin Meclis’te ortak iradesi ile bir tarafa koyulan yerel yönetimlere kayyum ataması meselesinin Kanun Hükmünde Kararname ile yaşama geçirilmesi veya türbanın kamusal alana bütünüyle polisler eliyle taşınması. Şimdi bunlar milli mutabakat denilen o ruha uygun hamleler değil onun dışında adli açılışta sergilediği tutum yani bütünüyle yargıyı kendine bağlama siyaseti ve buna herkesin teslim olmasını istemesi. Milli mutabakat denilen şey AKP etrafında veya Erdoğan etrafında mutabakat. Yani bütün dünya yedi düvel Erdoğan’a karşı, Erdoğan ve Türkiye’nin geleceği özdeşleşmiş söylemini, o yıkılırsa Türkiye yıkılır algısını yaratma. Bu algı etrafında herkesi, yerli ve milli güçleri Erdoğan’ın etrafında toplama siyaseti bu.

Şimdi AKP’nin genetiğinde zaten pragmatizm çok yüksek. AKP pragmatik esnek bir harekettir, karakteri oportünisttir, ittifakları yenileyebilme becerisi vardır. Ergenekon sürecinde Avrasyacı hat karşısında ve Türkiye’nin iç siyasetinde askeri vesayet rejimini yenme ve benzeri bağlamda ittifak siyasetini sol liberallerden Kürt hareketine, cemaate kadar yaygın bir eksende oluşturabiliyordu. Şimdi uluslararası düzlemde değişen konjonktürü esas alarak, oradan hareketle bu kez içerideki ittifakını ordu MHP ve ulusalcı bazı kesimler noktasında yenileyebildi. Bu ittifak kalıcı olarak böyle gitmez, koşullara bağlı olarak ittifak sürecini her zaman yenilemeyi amaçlayan bir partidir AKP. Ama darbe sürecinde zayıfladığını gördüğü, yani asla devlete hakim olamadığı ve emperyalizm güçleri tarafından da bütünüyle arkasında durulmadığını hissettiğinden dolayı bu yalnızlığı aşabilme ve emperyalist güçlere meydan okumada yalnız olmadığını, büyük bir kitleye sahip olduğunu ortaya koyma açısından milli mutabakat siyasetini gündeme aldı. Kendisinden hoşlanmayan, beğenmeyen kesimlerin gönlünü alabilecek kavramlar, simgelerle bazı atraksiyonlar yapıldı. Ama bu esasen geçici bir süreci kapsıyordu şimdi kendini toparladıkça sivil diktatörlük inşa etme konusunda kaldığı yerden devam ediyor. Zaten OHAL rejimi bu olanakları kendisine veriyor. OHAL rejimini sivil diktatörlüğü bütün boyutlarıyla inşa etme konusunda değerlendirmeye devam edecek.

MUTLU ARSLAN: 15 Temmuz darbe girişimini daha önceki darbelerden ayıran en önemli şeylerden biri geniş kitlelerin Erdoğan’ın çağrısıyla beraber darbe karşısında sokaklara çıkması oldu. Halkın sokaklara dökülmesi demokrasiye sahip çıkma açısından olumlu bir şey olarak görülebilir, ama aynı zamanda bu işin iktidar çağrısı ile yönlendirilmiş olması paramilitarizm tehdidini de gösteriyor. Bu tehdit önümüzdeki dönemde Türkiye’nin başını ağrıtabilir mi?

ALPER TAŞ: Darbenin bertaraf edilmesi sevindirici, biz bunun altını çizdik elbette. Darbe başarılı olsaydı Türkiye çok daha kanlı bir sürecin içine girecekti. Kaldı ki o darbenin başarılı olma ihtimali yoktu, sadece kan daha fazla akmaya devam edecekti. Sonunda o girişim bastırılacaktı. O açıdan, bu saikle sokağa çıkılmasını bütünüyle yargılayamayız, topyekûn bunlara otoriter bir rejim özlemcileri olarak bakamayız. Ama sonuç itibariyle çıkan topluluğun dile getirdiği talepler, yürüttüğü siyaset tarzı, kullandığı argümanlara baktığımızda; darbenin yenilmesi sağlanmıştır, doğrudur ama bunun demokrasi getiremeyeceği ortaya çıkmıştır. Yani tekbir sesleri eşliğinde demokrasi inşa edilmedi hiçbir yerde, doğal olarak buradan idam sesleri, idam isteriz sesleri etrafında demokratik gelişme söz konusu olmaz. Darbe bastırıldı tamam ama darbenin bastırılması demokrasinin geldiği manasına gelmiyor. Örneğin anti demokratik bir darbe söz konusu olduğunda yapılabilecek her şey bugün siviller eliyle yapılıyor. Demokrasiye sahip çıkan, o gün tankların karşısında duran, sokaklara çıkan halkımız bu tabloyu olumlu buluyor. Bu gelişmeler sokağa çıkan halk kitlelerinin esasen demokratik taleplere değil daha çok bağlı oldukları siyasal lidere, siyasal çizgiye sahip çıktıklarını gösteriyor. Sokağa çıkan kitlenin ana omurgası da bunu işaret ediyor.

Burada solun durumu önemli. Çünkü bu darbe girişimi aynı zamanda hedefi itibariyle bir iç savaş çıkarmayı da planlıyordu. Sol topluluklara darbeciler seslendi, esasen onları etkilemeye çalıştı darbe bildirisiyle. Sol bu tuzağa düşmedi, darbenin arkasına düşen bir çizgiyi sahiplenmedi. AKP’ye de darbeye de karşı olarak darbecilikle AKP’nin yenilmeyeceğini bildi. Tam tersine bu darbecilik aynı zamanda Gezi’de halkın AKP’yi demokratik bir tarzda yenme iradesini de çalmış oldu. O yüzden AKP’nin de bu manada elini güçlendirdiğini söyleyebiliriz. AKP’nin yedeğine düşmeden elbette ki darbecilerin de tuzağına düşmeden iki İslamcı gücün yarattığı Türkiye tablosunu teşhir ederek, siyasal İslamcılığın yarattığı Türkiye tablosunun ne olduğunu ortaya sererek özgür, demokratik, laik, sosyal bir Türkiye mücadelesini anlatmak, kavratmak, örgütlemek ve onu toplumsallaştırmak göreviyle karşı karşıya olduğumuzu bir kere daha gördük. Aslında darbenin yarattığı konjonktür solun az önce saydığımız değerleri anlatabilesinin de zeminlerini sunuyor. Çünkü her şey ortada, AKP cemaat ortaklığının ne olduğunu Türkiye toplumu biliyor. Siyasal İslamcılığın vaat ettiği bir Türkiye tahayyülünün ne olduğu ortaya çıktı. Siyasal İslamcıların ortaya koyduğu ilkelerin ne kadar değersiz bir toplam olduğunu, toplumun manevi değerlerini bütünüyle tahrip ettiğini net olarak gördük.

Türkiye değerleri itibariyle çürümüş ve parçalanmıştır. Türkiye’nin değerlerini yeniden oluşturmak gerekiyor. Türkiye’nin insani, demokratik, vicdani bütün değerlerini yeni bir kültür içerisinde var edebilecek yegane gücün devrimci sosyalist güçler olduğu ortadadır. Çünkü biliyorsunuz Fatsaları, solun egemen olduğu mahallelerdeki değerleri yıkarak geldiler, solu maneviyatsız buldular, maneviyatı tahrip edecek sol dediler… İktidar oldular, hiçbir değer üretmeyen, değerleri bozulmuş, parçalanmış, bireycileşmiş, birbirinin kurdu olmuş, ahlaki manada bütünüyle dejenere olmuş çürümüş bir Türkiye toplumu yarattılar. Şimdi eşitlik ve özgürlük temelinde Türkiye’nin insani vicdani toplumsal demokratik değerlerini yeniden kurma iradesi solun dışında bir yerde yoktur. Sol bunu görmelidir, buna inanmalıdır, bu inanç ve haklılıkla artık Türkiye’nin geleceğinde siyasal İslamın değil, demokratik, laik güçlerin egemenliğinde bir Türkiye iradesini büyütmelidir.

MUTLU ARSLAN: Özellikle 15 Temmuz’dan sonra sosyal medyada ve gazete köşelerinde hem AKP’liler hem liberal kesimler 15 Temmuz gecesini Gezi’yle hatta 12 Eylül darbesiyle beraber ele alarak Türkiye sağının 15 Temmuz’daki direniş kapasitesini Gezi’dekinden ve 12 Eylül’de solun darbeye karşı mücadelesinden daha kuvvetli, dirençli olduğunun altını çizdiler. 12 Eylül’e karşı direnmekle 15 Temmuz’da direnmek arasındaki fark nedir? Ya da Gezi’de sokakta olmakla 15 Temmuz sonrasında sokakta olmak arasındaki fark nedir?

ALPER TAŞ: Şunun altını çizelim, o gün şu ya da bu niyetle, niyeti ne olursa tankların karşısında duran insanların cesaretine dair bir küçümsememiz olamaz. Ama 12 Eylül’de, Gezi’de direnmekle 15 Temmuz direnişinin arasındaki farklılık şudur ki; 12 Eylül, sabaha karşı bizzat ordu komutasından yapılmış ve uzun bir süre ava dönüştürülmüş büyük çaplı bir darbe. Bütünüyle sol hedef haline getirilmiş. Sokağa çıkılması halinde sorgusuz sualsiz insanların vurulduğu çok zor bir döneme denk geliyor. 15 Temmuz’da televizyonda darbe gelişmelerinin izlendiği ve bunun başarıya ulaşmadığını an be an kavrayıp görüp anlıyorsun. Ama 12 Eylül öyle bir şey değil, hiçbir biçimde karışıklığa asla izin vermeyen net emir komuta zinciri içerisinde, hiçbir şeye taviz verilmeyen bir süreç olarak yaşandı. Sol dağlarda işkencehanelerde direnerek çatışarak cuntaya karşı durdu ve yüzlerce arkadaş öldü bu direnişlerde. İnsanlar sokaklarda dahi toplanamadı, dağlara çıkmak zorunda kaldılar. Dağlarda sokaklarda direniş mücadelesini geliştirdiler. Bizzat silahlı tarzlar geliştirdiler. Doğal olarak bütün iktidar bloğuna, iktidar araçlarına karşı sol 12 Eylül’e direnmeye çalıştı. Yine Gezi’de bütün devlet mekanizmasına karşı, onun şiddetine karşı insanlar, ellerinde sadece bayraklar, flamalar, cesaretleriyle, yürekleriyle, bedenleriyle polisin gaz, cop, orantısız şiddetine, saldırısına karşı durdu ve iktidar bloğu yine bütünüyle kitlelerin karşısındaydı. Kitlelerin karşısında bugün kavga eden cemaat ve AKP’nin ortaklığı söz konusuydu Gezi direnişçilerinin karşısında.

Ve fakat 15 Temmuz’da tek bir iktidar bloğu yok, çözülmüş bir iktidar bloğu var. Darbeye karşı direnen halk kendi yanında iktidar aygıtlarının nerdeyse tamamını alıyor. Polis, askeriyenin önemli bir kısmı halkın yanındaydı bu direnişte. Şimdi askeri gücün yüzde yüzünün katıldığı 12 Eylül’le istatistiklere göre ordunun yüzde birinin katıldığı bir darbe girişimine yönelik direnişi, mücadeleyi bir tutamayız. Ayrıca şunu da not etmeliyiz ki bu darbe girişimi halk sokağa çıkmasaydı da bastırılacaktı zaten. Kitlelerin sokağa çıkması bu bastırmayı daha meşru bir hale getirdi. Aslında AKP böylelikle yeni bir tarih yazdırmaya çaba gösterdi. Anladığımız kadarıyla mesela İstanbul’da tankın içinde yakalanan bir askerden whatsapp çözümlemesi yapılıyor ve nerelere güç yığdırılacağını tespit edip kitleleri oraya sürüklüyorlar.

12 Eylül günü öyle salalarla milleti sokaklara çağırabileceğin, televizyonlardan bağırarak hadi sokağa çıkın diyebileceğin bir iklim yoktu zaten. 15 Temmuz’da sokağa çıkanlar şunu biliyordu: devlet her aygıtıyla bizim yanımızda. Bunun güvenirliği içinde sokağa çıktılar. Yanlarında böyle bir gücü görmeselerdi ve hâlihazırda başarısız olacağı kesin olan bir darbe girişimi olmasaydı kitleler bu denli rahat sokaklara yönelemezdi.

MUTLU ARSLAN: Darbe sonrası döneme gelelim. Kürt meselesi darbe girişimi öncesinde çatışmacı bir seyre gelmişti, sonrasında da milli mutabakat siyaseti içerisinde HDP dışlandı ve yine sonrasında baskılar ve tutuklamalar artarak devam etti. Suriye’deki çatışmalarda da Türk ordusuyla YPG’nin karşı karşıya geldiği durumlar oluyor. Sizin bu soruna dair öngörünüz nedir? Öncesinde çözüm sürecine Gülen hareketi karşı çıkıyor diye sürekli söyleniyordu, şimdi hareket tamamen tasfiye edildi. Barışın önünde engel nedir?

ALPER TAŞ: Aslında Türkiye’de yaşanan iki darbe var. Biri askeri, diğeri sivil darbe. Biz hep askeri darbe üzerinden tartışıyoruz. Tabii çok somut olarak 15 Temmuz’da bunu yaşadığımız için ama Türkiye’yi oraya getiren bir sivil darbe süreci var. Erdoğan’ın tek başına bütün anayasal zeminleri dışarıda bırakarak geliştirdiği bir sivil darbe süreci var. Özellikle 7 Haziran sonrası fiili olarak geliştirdiği bir sivil darbe süreci var. Aslında bu sivil darbenin sonunda bu girişim gerçekleşti. Hem darbe girişiminin hem sivil darbenin oturduğu en önemli zemin Kürt sorunu oldu, çözüm süreci masasının aniden devrilmesiyle söz konusu oldu bu. 7 Haziran’da iktidar alanını kaybeden Erdoğan onu yeniden kazanmak için bir hamle yaptı. Ama bu hamlenin bir dış politika zemini var. Bu da özellikle Suriye’deki gelişmelerdir, Suriye’de ortaya çıkan Kürt iradesidir. Doğal olarak devletin derin aygıtları, refleksi orada ortaya çıkan Kürt iradesini devletin bütünlüğüne dair bir tehdit olarak gördüler. Başta onu kendi hegemonyalarına çekebilmeye uğraştılar. Bu olmayınca esasen Suriye’de ortaya çıkan o tablo ürküttü ve özellikle MHP’yi ve orduyu yanına alarak Erdoğan sivil darbe sürecini derinleştirdi. O noktada HDP ve Kürt meselesine yönelik siyaset zaten darbe öncesinde başlayan bir şeydi. HDP’nin dışarıda bırakıldığı, Kürt meselesinin çözümünde barışçıl demokratik yöntemlerin tamamen terk edildiği bir siyasal düzlem… Burada devletin planını boşa çıkarma konusunda Kürt siyasi hareketi doğru hamleler yapmadı. Aksine devletin yürüttüğü siyaseti güçlendiren, kuvvetlendiren bir siyasete kendini itti. Daha doğrusu o siyasette çivi çiviyi söker siyasetiyle AKP’nin savaş stratejisine bir savaş stratejisiyle karşılık verdi. Belli ki Suriye’de yarattığı kantonlaşmanın içinden geçtiğimiz süreçte bölgede de gerçekleşebileceği yanılsamasına kapıldı ve Kürt sorununda yeni bir şiddet süreci ortaya çıktı. Yani Kürt hareketi AKP’nin savaş stratejisine askeri ve silahlı mücadele tarzıyla yanıt vermeyip kitlesel politik sivil bir mücadele tarzıyla yanıt vermeye çalışsaydı, biz bugün başka bir Türkiye’de yaşıyor olabilirdik. Hem bölgede daha başka gelişmeler olurdu hem Türkiye belki de 15 Temmuz ve benzeri süreçleri yaşamayabilirdi, başka bir ülkede yaşıyor olabilirdik. Türkiye demokratikleşirdi demek istemiyorum ama böylesi bir kaos sürecinin içine girmezdik.

Şimdi şu bir yalan siyaseti: bütün suçları cemaate atıp kendini temize çıkarma siyaseti. Bu AKP’nin son dönemlerde izlediği bir siyaset tarzı. Kürt sorununu çözmek istemeyen bir cemaate karşı o sorunu çözmek isteyen bir AKP hiçbir zaman olmadı, ne yaptılarsa beraber yaptılar. Kürt sorununda bütün siyaseti birlikte belirlediler. Cemaatin çözümsüzlüğüne karşı çözümü hararetle savunan bir AKP görmedik. Tam tersine işte mesela Suriye meselesinde de Rus uçağı meselesini cemaate havale ettiler ama siyasi olarak uçağın düşürülmesini nasıl sahiplendikleri ortada. Ergenkon’u, Balyoz’u cemaate yıkıyorlar ama siyasi olarak o davaya nasıl sahip çıktıkları ortada. Roboski’yi cemaate yüklüyorlar ama o meselede de nasıl orduya sahip çıktıkları ortada. Bir vurucu güç olarak cemaat görevlendirilmişse bile bu cemaatin bağımsız inisiyatifi olarak ortaya çıkmadı. Bu bizzat siyasi bir talimat doğrultusunda ortaya çıktı. Öyle bir yanılgıya düşmemek gerekiyor. İşte şimdi cemaat madem devlet kadrolarından temizlendi, buyduysa engel, bu engel ortadan kalktığına göre Kürt sorununun demokratik, barışçıl çözümü için yeni bir dönemin önü açılabilirdi. Tam tersine Kürt siyasetini bölgesel bir savaşın parçası kılma konusunda adımlar atıyor Türkiye, Cerablus’a girme meselesi böyle bir adımdır.

MUTLU ARSLAN: Son soru Birleşik Haziran Hareketi (BHH) ile ilgili. BHH Gezi’nin değerleri ışığında ve laiklik talebi ekseninde önemli bir toplumsallık ve çıkış yakaladı, fakat 7 Haziran’a doğru seçim tartışmaları ve sonrasında ortaya çıkan siyasal yoğunlaşma BHH’nin toplumsal yaygınlaşmasını aşan, onu boğan bir yoğunluk kazandı. Şimdi benzer bir yoğunluk yaşıyoruz. BHH’nin önümüzdeki dönemde içinden geçtiğimiz karanlığı aşması açısından toplum kesimlerine önerisi ne olacak? Nasıl çıkacağız bu karanlıktan?

ALPER TAŞ: Öncelikle şunu söylememiz gerekiyor. BHH’nin önemli bir çıkış yaptığı ve seçimlerde büyük bir kırılma yaşadığı doğrudur. O süreci iyi atlatamadı Haziran Hareketi. Aşabilir miydi, aşabilirdi bu ayrı bir tartışma konusu. Haziran’ın esasen seçimlerde izlediği ve onu siyaseten daha çok etkileyen 7 Haziran’dan sonra ortaya çıkan tablo ve 1 Kasım seçim sonuçlarıyla ortaya çıkan siyasal iklimdir. Bu siyasal iklim siyasal mücadele alanını oldukça daralttı. Sonuç itibariyle sokaklara çıkmayı seven ve sokaklarda kendi geleceğini arayan geniş emekçi halk kitlelerinin yerine silahlar, bombalar, katliamlar devreye girdi ve halk hareketi geriye çekildi. Haziran’ın ”zayıflamasını” böyle bir nesnellik içerisinde görmek lazım. Haziran her şeye rağmen kendi hattı ekseninde ayakta durmaya çalışan çeşitli çalışmalar, çabalar içerisinde olmaya çalışan bir hareket oldu. Esasen şu an Haziran Hareketi doğrusunu söylemek gerekirse bir laiklik hareketi olarak gelişip güçleniyor ve bu çok önemli.

Elbette ki kendini yalnızca bir laiklik hareketi olarak tanımlamıyor. Bir barış hareketi olarak da tanımlıyor, bir ekolojik hareket olarak da tanımlıyor, bir antiemperyalist antikapitalist hareket olarak da tanımlıyor, bir feminist hareket olarak da tanımlıyor, bir özgürlük hareketi olarak da tanımlıyor. Ama esasen mücadele başlıklarının içerisinde en öne çıkan ve en çok görünür kıldığı eksen laiklik ekseni oluyor. Bu eksen de laikliği koruma değil kazanma ekseni. Bu oldukça önemli. Haziran Hareketi’nin bu mücadele çizgisi, geniş kesimlerde de bir yankı buldu. Türkiye solunun gündemine laikliği eski zihniyetten farklı bir şekilde koruma kollama vazifesinin ötesinde. Çünkü korunacak kollanacak da şu ya da bu şekilde bir laiklik kalmadı. Laikliği yeniden, aşağıdan bir emekçi hareketi olarak bir aydınlanma hareketi olarak yeniden kazanma doğrultusunda Haziran çok önemli bir zemini işaret etti. Bu zemin üzerinde yürüyor. Şimdi denilebilir ki onca mesele varken bu laiklik vurgusu neden BHH tarafından bu kadar fazla yapılıyor? Aslında bugün hem bölgede yaşanan gelişmeler hem de Türkiye’nin içinden geçtiği -15 Temmuz darbe girişimi de dahil laiklik meselesinin ne kadar önemli bir mesele olduğunu zaten gözler önüne seriyor. Bugün Suriye’yi kana bulayan kesimler belli. IŞİD, siyasal İslamcılık, mezhepçilik bölgeyi yakıyor. Tabii bunlar emperyalizmin bir politikası olarak bölgeye taşındı. Laikliğin bölge açısından ne kadar önemli olduğu ortaya çıkıyor ve 15 Temmuz darbe akşamındaki Türkiye tablosu da laikliğin ne kadar önemli olduğunu ortaya koyuyor.

Bu açılardan baktığımızda barış için, emek için, emeğin özgürlüğü, kadınların özgürlüğü, antiemperyalist mücadele için laiklik diyoruz. Emperyalizme bağımlılık geliştikçe Türkiye’de laiklik karşıtı uygulamalar hep arttı. Doğal olarak laikliği ana mücadele birleştirici ekseni olarak geliştirmememiz güçlendirmememiz gerektiğini görüyoruz. En geniş toplumsal kesimleri bugün bir mücadele halkası olarak yakalayabilecek ana halkanın laiklik olabileceğini düşünüyoruz. Türkiye’nin ve bölgenin son dönemlerde içinden geçtiği süreç elbette ki antiemperyalist-antikapitalist çizgide siyaseti gerektirir, gerçek bir laiklik bunlardan geçer ve bu eksende laikliği yeniden kazanma mücadelesi önemli bir mücadele başlığı olarak Haziran’ın önünde duruyor. Vaat ettiği şeye, laikliği kazanma mücadelesine bütün herkesi davet ediyor Haziran.