“Omnis cellula e cellula” – Rudolf Virchow
“Ethics is nothing else than reverence for life.” – Albert Schweitzer
Hekim olmanın -hiç değilse kültürel bellekte- beyazlıkla yakinen ilintisi olduğu gibi, filantropi ile, erdemler etiğiyle, “sınır tanımamak”la da yakinen ilintisi var. Sınırlar, aşina anlamıyla gayet fiziksel ulus-devlet ve ülke-içi sınırları olabildiği gibi, mahremiyetin toplumsal tanımındaki (görme ediminden, ‘ziynet’ten ‘avret’e, oradan ‘ölüm’e değin) sınırlar olarak da telâkki edilebilir. Sınırları görebilen kritik ve politize akıllar için, tababet, sahiden de bir sınırlar uğraşı ve koordinatlar kavşağı olmasıyla tuhaf, özgün. Tam da bu nedenle “kutsal” değil belki de. İmdi, bu iki anlamıyla sınırların ilkini aşındıran toplum sağlığı hekimliği ile, ikincisini esneten acil tıp hekimliğinin örtüştüğü, kavuştuğu zeminlere temas etmek istiyorum, metin patinajdan kurtulup ilerledikçe.
Onca özelleşme ve branşlaşma furyası süredursun, tababet zanaatını birkaç pratiğe indirgeme olanağı sorusunu yanıtlamaya cüret etmeyi düşlediğim çok olmuştur. Sahiden de, üstte lafzı geçen bu iki pratiğin elzemliğine varmak çok zor değildir. Hakezâ, bu ikiliye ‘patoloji’ mesaisini eklemek de.
***
Günlük tutma alışkanlığına hep yenildim; denedim, yenildim, denedim, yenildim, denedim, neden sonra Beckett’in iddiasının aksine daha kötü, daha kötü yenildim. Tomris Uyar’ı, Salâh Birsel’i, Pavese’yi belki de hep bundan, bu noksanlık penceresinden sevdim. Sürdürmeden, Salâh Birsel’e bir derkenar düşmek istiyorum: Birsel’in bir ‘1001 Gece Denemeleri’ cildi olarak Gece Mavisi kitabında, aynı başlıklı ve oldukça nefis bir hastalık tarihçesi kazı denemesi (Varlık Yayınları, 1994, s. 134-167) vardır; öyle ki sırf bu metin bile beni kendisinin vaktiyle Galatasaray Üniversitesi’ne bağışladığı kişisel kütüphanesini görmek için heyecanla hareketlendirdiyse de, aynı tarihlere denk düşen o iç kavurucu yangından sonra hevesimi yitirmiştim. Neyse; ense kararsa da sürdürelim. Acil servisteki yaşanmışlıklar, bir günlüğü, öyle mühendislik etüdü, bıktırıcı ve mota-mot değil ama, can tüten, boğuşan, günün ve giderek günlerin pürüzünde okurunu terletip örseleyen bir günlüğü ne çok hak eder diye düşündüm hep. Tababet erbabı, “yaptığını yaz, yazdığını yap” savsözünde cisimleşen o kadim (Hipokratik) meslek alışkanlığının bir uzantısı olarak yedeğinde pek çok hatırat bırakmıştır. Bu parkurda, inan olsun, diplomatlarla, “siyaset büyükleri” ile yarışabilir bir kırattadır. Kütüphane değilse de bir tür kitap ardiyesi olarak kullandığım bir Ankara dairesinde yığılı olan cilt cilt hekim anılarını düşünüyorum. Henüz ortada bir ‘nadirkitap’ fasilitesi -medyûn-u şükran- yokken, sahaflardan tek tek, beraberinde gelecekteki olası bir bütüncül okumayı düşleyen (tıpkı bir tür Enis Batur tekniği ile kendisine yine kendinden menkûl bir “tez mesaisi” tayin eden) ve tabii o arada yıllara yayılan bir emekle devşirmiştim. Çoğu özel baskı, şahsî girişimlerin ürünü, bir kısmı meslek örgütü veya muhtelif vakıfların yayını, diğer bir bölüğü ise yaygın/ulusal yayınevi baskısı… Belki 40-50 cilt. Cumhuriyet öncesi ve erken Cumhuriyet’ten 1990’lara varan ardışık hekim kuşakları. Devletlû ve bürokratik yaşanmışlıklar (Rıza Nur, Tevfik Sağlam, Sadettin Bilgiç, Doğramacı, M. Fuat Umay, Cevdet Aykan, Ömer Şarlak, Mağmumi, Abdurrahman Melek gibi isimler aklımda, ilk elde) başta olmak üzere, çoğu akademik karakterdeki idarî ve meslekî deneyimler, ilişkiler, yazışmalar derken, (bir veri madeni olarak enikonu mühimsediğim) taşrada mecburî hizmet anıları veya çoğu anonim olan kasaba hekimliği (bu bahiste su yüzüne çıkanlardan belki de en meşhuru, Dr. Muzaffer Sertabiboğlu’nun o iki ciltlik hatıratıdır) şeklinde bir silsile. Hâricen, biyografiler, nehir söyleşiler, buluş öyküleri, atipik vaka takdimleri, hastalık anlatıları (patografi), “inadına yaşamak”lar, “nasıl başardım”lar, “neden olmasın”cı omuz verme mentorlukları, hastane ve servis günceleri, gebelik ve lohusalık (demişken: Elif Şafak’ın Siyah Süt’ünü ve kopan patırtıyı peşinen anımsarız!) yaşantıları, bağımlılık savaşımları, cazibeli polisiye adlî hadiseler ve dahası.
Meraklısı olacaksa, şu meşrepte bir terra incognita’yı da içerelim isterim: Graham Greene’in Cüzam’ı, Camus’nün Veba’sı, Zola’nın Doktor Pascal’ı, Balzac’ın romanları, Kafka’nın öyküleri, Kamelyalı Kadın’dan Sefiller’e (Huxley’e öykünerek söylersem) verem olmaklık, Soljenitsin ve olanca tıbbî detayıyla Kanser Koğuşu, Thomas Mann ve bir leitmotiv olarak akciğer hastalıkları (ki, Susan Sontag yeterince eşelemiştir bu izleği, Mann özelinde), Dostoyevski ve epilepsi/sara, üzerine bir fiske de Bulgakov ve Çehov derken, yahut ne bileyim, kırık kalpli bir tıpçı olarak küçük İskender’in belli erken şiirleri ve ötesi. Doğrusu ya, bir palto-usta olarak Çehov’u bir çırpıda tüketmemeli: Erken Çehov’un satirik yönü, sonrasında hüzünlü bir ambiyans solutur, görece karamsarlaşırsa da Çehov, ideolojik değil ama insanî bir pencereyi aralar, bilim ve sağduyudan yana atar zarını. Altıncı Koğuş’ta da (çev. N. Y. Taluy, İstanbul: Yankı, 1966) bunun mimlerini görürüz; alabildiğine insaniyetli bir doktor olan A. Yefimiç ile hastasının ilişkilerini hastane uzamında işler.
Zebercet’ten Bihter’e, Bovary’den Anna Karenina’ya, Adalet Ağaoğlu’nun profesör Aysel’ine dek müntehir karakterler ve özgün anlam dünyaları, ve sâire. Rousseau’nun o usandırıcı hastalıklarından özgürleşip “iyi olabilme” ülküsü (İtiraflar, çev. K. Somer, Ankara: Doruk, 2006, s. 264-76), Nietzsche’nin bir “hastalık talebesi” olarak portresi (Ecce Homo), derken, Virginia Woolf’un aynı minvaldeki motifleri içeren tekmil verimi. Doğrusu, çağcıl eserlere, zaten belli bir tarihsel farkındalığı -neyse ki- haiz olduklarından, kulak çınlatıp malumatfuruşluğu tahkim etmek istemiyorum. Burada soluklanıyorum.
***
Soluklanayım dediğim anda aklıma üşüşüveren bir izleğe varmak istiyorum. Tababeti bu denli güçlü kılan, kutsal kitap metinlerine (Eski Ahit) dek varan bunca itibar tarihçesinin sırrı, belki de metnin girişinde imâ edildiği üzere “ölüm” gibi, “ucubelik/iğrençlik” gibi toplumsallığın kara kutusunda yer alan ve bir kaçıngan duygulanımlar silsilesi uyandıran mahrem dehlizler ile hemhâl olmasıdır. Öylesine böyledir ki, cazibesi oranında sanatsal üretimlerde işlevsel bir malzeme olarak sıkça işe koşulduğu vâkidir. Tıp dolayımında çağdaş edebî kurgularda şöyle bir gezinince, ‘ölüm’e yakınlığı ölçüsünde daha ziyade gerilim/korku/dehşet duygusal silsilesiyle mücehhez olduğu göze çarpar. Özel olarak patolojik malzeme işe koşulur, el mahkûm, burada.
Stephen King’in deyimiyle “tıbbî gerilim ustası” olan Tess Gerritsen, artık mesleğini bilfiil yapmayan bir dâhiliye uzmanıdır. Bu janrda roman üretimi 1996’daki Harvest’a (Hasat) uzanır. Tastamam bir tıbbî gerilim olmamasına karşın Cerrah’ta (2001), sözgelimi, tıpkı öteki romanlarında olduğu gibi mesleğinin en ince detaylarıyla işlediği cinaî bir gerilim kurgusu, adlî-bilimsel çalışma alanlarından da devşirilmiş (otopsi, moleküler teknikler, vd.) desenlerle, kavramlarla ustalıkla bezenmiştir. DIC (Yaygın Damariçi Pıhtılaşması) patofizyolojisinden katgüte, VDLR’den yoğun bakım temposuna, oradan monitörizasyona sızmayan ve daha mühimi, okuru bunaltmayan bir medikal nosyonu vardır.
Tabii, medikal gerilim türünde anmadan geçilemeyecek olan, ama henüz hiç okumadığım Robin Cook, hayat verdiği patolog Jack Stapleton karakteriyle, hâlihazırda bu türün muhtemelen en meşhur ismi. Bir diğer meslekten isim, Michael Palmer da, esinini Cook’a borçlu olduğu (ve maalesef Ekim 2013’te duruveren) üretken motoru ve külliyatıyla, gene oracıkta durmaktadır.
Meslekten olmayanların ise muhtemel eğretiliğine bir örnek olarak zikredilebilecek, tıbbî endüstri altyapılı romanlar yazmayı seven bir başka yazar, ülkemizde de yeterince rağbet bulmuş Arthur Hailey, gerçekçi ve ‘düz’ tarzıyla bilinir. II. Savaş’ta pilotluk yapmıştır. Yazarlığının erken döneminde, 1959’da, hastane ortamında geçen bir roman yazmış, bunu otel, havaalanı gibi yine mekânsal kurgular izlemiştir. Sonra, 1984’te Strong Medicine ile yine başladığı izleğe gelmiş, ilaç endüstrisini romanlaştırmıştır. Türkçeye Hastane olarak çevrilen anılan romanına (The Final Diagnosis, 1959) bakıldığında, tıbbî terminolojinin sanki sırf zevahiri kurtarmak adına savruk ve eğreti kullanımı göze çarpar. Bir patoloji departmanındaki ilişkiler, çekişmeler, idari buhranlar, vb. romanın ana arteridir, burada.
Bibliyomaniye savrulmadan frene basmalı: Kâfi!
***
Taşrada “devlet hizmeti yükümlülüğü” meselesi Türkiye sularında zannediyorum 12 Eylül ile gözüktü. Babam, uzmanlığını 1980’lerin başında almıştı, yükümlülüğünü İzmit’te cezaevi hekimi olarak ifâ etti. Ömrühayatında Foucault okumamış birisinin, ait olduğu coğrafyanın (Kürdistan) verili politizasyonu dolayımıyla sosyo-entelektüel olarak inşa ettiği bir tür devlet kritiği eliyle meğer nasıl da “Foucaultcu” bir meşrepten seslenebildiğini bizzat alımlamıştım, yaşadıklarından, o 2 yıllık mecburî hizmet periyodundan bahsederken. Devlet dersi, devletlû olmak ya da olmamak, devlet ve emniyet/asayiş yahut tekinsizlik duygulanımları mekiği meseleleri sandığımızdan çok daha büyük bir kütleyi, bir o kadar da geniş, engebeli bir uzamı kaplar. Hâriciyeciler, evet, mebzûl sayıda hatırat yazmıştır; bilemiyorum ama belki askerler de, nihayet, vurguladığım üzere tabipler de. Buradan o ezelî “mülkiye-tıbbîye-harbiye” sacayağına mı varıyoruz yoksa? Doğrusu ya, sakıncası yok. Buradan devamla: Sacayağının üstünde biteviye fokurdayan tencere ise devletin ta kendisidir.
İlber Ortaylı’nın şu meâldeki bir cümlesi, makul çınlamış olmalı ki mıhlanmış kulağıma: “Bizde hatıralar, sâfi saray/hanedan kayıtlarından ibarettir; günlük yazma ve mektuplaşma geleneği ise zaten yoktur.” Tıbbiyelinin kaleme aldıkları da, bu anlamda yeterince iştah açıcı değildir. Mizahı derinliksiz, nezaketi itici, bilinçdışını taşıyan ideolojisi (Žižekçi anlamda hem fikirler kompleksi, hem de “kendiliğindenlik” uğrağı anlamıyla) ise tıraşlı, ehlî ve künttür.
Aksi, pekiyi, hiç mi yoktur? Kurcaladığım zamanlardan anımsıyorum: 1980’ler sonu-1990’lar başı Varlık sayılarında yer bulan, Dr. Erdal Atabek’in anı-öykü füzyonu metinlerindeki insanî duyarlılık alabildiğine belirgin ve lâtif idi. Hoş, çok geçmeden kitaplaştı da bunlar, gene Varlık’tan neşredildi. İlave isimler de zikredilebilir elbette.
Hatıralar pekâlâ canlıdır. Ama yaşanırken, ama yazılır, ama okunurken. Değil mi ki Ahmet Telli, o aynı ölçüde canlı mısrasında “Hatıralarımı yazma tarih sanıyor birileri” diyebilmişken. İnatla canlıdır, inatla erdendir, diridir. Bunu, en basit ve vurucu hâliyle, işkenceden geçirilmiş bir ’78 kuşağı mensubuyla görüşürken duyumsarsınız. Travmanın yeniden yaşantılanması (reenactment), neredeyse bir kuraldır. Bir antropolog da olan Dr. Ercan Kesal’ın üretimini, tahkiyesini bu açıdan bakınca pek elverişli buluyorum –bulanlardanım.
***
Tıbbiyenin Türkiye özelindeki kurumsallaşması, ta subasmanından başlayarak gayet pervasızcasına devlete ait müseccel ve makbul bir damga taşır. Bu damga, tıbbiyeden mezun çiçeği burnunda hekimlere ciltaltına dek siner, kaslara kavuşur ve onun gündelik hayat reflekslerini belirler. Tıp pratiğinde, hekimlerin ağzına pelesenk olma kertesinde meşhur bir klinik-semiyolojik kalıp vardır, “aksi ispat edilene dek” diye: Aynen işe koşulursa, aksi ispat edilene dek devletlû bir kafadır o. Örnek olsun: Babamın bana naklettiği anılarla, Dr. Levent Burak Yıldız’ın gene bir cezaevinde, üstelik de yakın bir zaman diliminde (1983-87) mesleğini icra ederken yaşadıklarını yorumsama ve yordama tarzını (Cezaevi A.Ş. – Bir Cezaevi Doktorunun Anıları, İstanbul: Alfa, 2004) mukayese edince, şeyler insana daha bir berrak şavkıyor. L. B. Yıldız, orada, herhangi bir yapısal okumaya asla gönül indirmeksizin, tastamam sathî gözlemlerine yaslanarak ve bunları süfli bir betimsellikle aktarmakla yetinerek, “suçluların konforundan” dem vuruyor, serzendikçe serzeniyor ve onları bir çırpıda “yavuz hırsız” kıssasına iliştirebiliyordu. Yazıklanmıştım.
Özel basım hatırat kitabını (Marangoz Doktor: Bir Cerrahın Sıradışı Anıları, haz. E. Elmas, 2009) hiçbir yerde bulamadığım için kendisine müracaat etmek durumunda kalınca (tutkulu zamanlardı!), kitabını teslim almak üzere İzmir Caddesi’ndeki (Ankara) o meşhur Anadolu Kulübü’nde buluştuğumuz, eski milletvekili de olan cerrah Ekrem Saatçı ile oturduğumuzu, (esasen asimetrik bir monologdan ibaret olan) sohbetimizi anımsıyorum –pek de anımsamak istemediğim hâlde! Bu gibi çok sayıda anekdot, biyografik tipoloji, arşiv dokümanı veya da zindanları ve otopsi tezgâhlarıyla devletin o mahremiyet köşelerinde kısa bir gezinti, basit bir teşrih, bu olguyu ispata fersahıyla yeter. Dr. Tolga Ersoy’un Türkiye Tıp Tarihi İçin Materyalist Notlar’ı, bu bahiste refere etmekten gönendiğim az sayıdaki eserden bir tanesidir (İstanbul: Sorun, 1998; bilhassa, s. 69-103). Yetinip geçeyim. Yahut kısa bir değini daha: Tıbbiyelinin Vatan, Milliyet ve Cumhuriyet’teki (gazete) vefât ilanları. Kabristanları ve taşları. Yalçın Küçük duymasın! Hasbelkader duydu varsayalım ve gardımızı alalım madem: Küçük, 2007’den itibaren kendi tabiriyle “mediko-politik” adını verdiği bir çabaya, bir okuma biçemine girişti. Epilepsi ile Orgazm’ı ve Caligula–Saralı Cumhur’u yazdı, 2010’da da Hasta Despot’u. Sonuncusu, ilk ikisinin bütünleştiği, ikisinden de özet pasajlar bulunan ve tabii ilave notlar da içeren bir eserdir. Bu mezkûr “mediko-politik” disiplini, çok geçmeden Prof. Aytaç Yiğit tarafından, eksik bilgiyle, doğrusu bilgisizliğin acul helecanı ile sistematik bir etiketleme (stigma) çabasının ne denli etik-dışı (ve tam da politik) olduğunu ve Küçük’ün onca bilimsellik iddiasına karşın tastamam bir kulaktan dolma ve işkembeden fışkırtma metodolojisi kullandığını ortaya koyarken, bir yandan da okura/kitleye epilepsiyi izah eden bir kitapla tüketildi, yitti (Velev ki Sara: Bir Epilepsi Masalı, Ankara: Proteus, 2009). Can Yücel’in vaktizamanında “(. . .) ama mide bulandırır” dediği türden bir yitişti bu.
Tıbbî bilginin tahvil değeri ile bir toplumsal erke dönüşmesinde hekimlerin vebali hiç de az değildir. Diğer taraftan aydının, tıp gibi teknik meselelere eğilirken genellikle açıkta bıraktığı ‘doksozofisi’ de dokunaklıdır. Komiktir. Hep aklımdadır: Etyen Mahçupyan’ın hayat arkadaşı 2002 yılı ortalarında vefat eder, kanserden. Hastalığı süresince eşine destek olmanın yanında ‘kanser’ mevzuuna da hususiyetle eğilir Mahçupyan. Bir mülâkatında, Zaman Gazetesi’nden Nuriye Akman’a “Son bir senedir çok disiplinli bir şekilde tıpla ilgili çok okuyorum,” der. 2000 yılının Ekim ayında, Yeni Binyıl gazetesinde yazdığı ve epeyce ses getiren bir yazı dizisi vardır kanserle ilgili. “Geleneksel/Ortodoks” tıp anlayışının dışında bir bakış açısıdır bu. Pek nazikâne oldu, vitesi yükseltiyorum: Tastamam bir absürt komediydi söyledikleri, öyle ki burada muhtevasına değinmek dahi yersiz olur. Kişisel hayretimi uyandıransa, yazarın, İstanbul Tabip Odası ve ilgili uzmanlık (medikal onkoloji) derneğinin basın açıklamalarıyla daha da çağıldayan o ısrarlı cüretkârlığıydı. Öte yandan mesnedini ‘hasta/kayıp yakını’ psikolojisinden aldığı da aşikârdı. Aşikârdı fakat, aynı psikolojinin başka berrak zihinlerde nasıl da o ‘pozitif’ entelektüel havsala ile öğütülebildiğini, muhtelif zamanlarda bir Gündüz Vassaf, bir H. Ünal Nalbantoğlu, bir Perihan Mağden örneğiyle görmüştük. Nihayetinde neyse ki mıntıkayı temizleyen ise, mesele islim üstündeyken hem nalına, hem mıhına vurarak yazdığı “Tıp ve Medya: Hastalıklı Bir İlişki” başlıklı o mutedil yazı ile, Tanıl Bora olmuştu.
***
Türkiye özelindeki yerel tıp kurumsallaşmasının kendine özgü ayırıcı nitelik ve dinamikleri saklı dursun, ortada, belki de Rönesans mirası bir muhkem antroposantrik refleks var. Bir seçkincilik, bir kanıksanmış başarı fetişi, bir akademya özdeşliği var. ‘Yüksek şahsiyet’ler, ‘gerçek tıbbiyeli’ler var. Meslekî taassup var, hoca kutsiyeti var. Beyaz önlüğünü artık duvara asmış, demek ki ‘hocalaşmış’ hocalar var. Hiç unutulmayan, biteviye yâd edilen, anekdotlarda yaşatılan bir isim silsilesi, adlı adınca bir jenealoji var. Antrparantez: Kadim tıpta, yadırganmasın ki, aforistik ifadelere, savsözlere (maxim) sık başvurulur: Ustanın söyledikleri ‘pendname’ misâli okunur, okutulur. Tababetin ustalarla, büyüklerle, ‘babalarla’ yürüyegelmesi, anonim olmaması, belki de tekmil zanaat-oluşun getirdiği bir mahiyettir. Bir gelenek, bir vefa göstergesi olarak addedilen sözkonusu eponimlerin, aforizmaların niceliği ifrada ad nauseam varmadıkça, kriter çerçevesi mamur biçimde kurulduğu müddetçe zanaata has ‘elzem’ telâkki edilegelmiş bir törendir bu. Ne ki, gene âni bir parantez ile sade bir tarihsel silsile çizildiğinde, imtiyaz bekçiliğinin ifşâsı işten bile değildir: 16. yüzyılda VIII. Henry, tıbbı Kraliyet yaldızıyla elitize etmişti. Yoksulları ve kadınları bu dairenin dışında tutmuştu. Kadınların haklarını geri almaya başlaması, ta 19. yüzyılın son çeyreğini bekledi. Bu tarih üç yüz yıl sonra Amerika’da yinelendi. Beyaz, üst-orta sınıf, erkek bir azınlığın hekimlik iktidarı kurulmuştu orada da. Tıp uzmanlarının/hekimlerin gücü; tıbbî kurumların, pratiklerin ve bilgilerin üretimini şekillendiren sermaye, sınıf, ırk ve cinsiyet değişkenleriyle belirlenen güç ilişkileri ile içiçe geçerek oluştu zamanla. Teknik işbölümü de buna göre tayin edildi. Hekim, sisteme verdiği destek karşılığında sunulmuş ayrıcalıkları taşıyordu; erkin paydaşıydı. 16. yüzyılda VIII. Henry’le başlayan sürecin tahkimatı Amerika’da yaşandı. İşte, böylece tabibin, hâl yolunda ayak sürümeye oldukça alışık olduğu alışkanlığına, hamartia’sına geliyoruz: Medikal olanı çok aşan mesleksel aşırılığı. Bir tür aşırı tabiplik.
Mezkûr aşırı tabipliğin tarife kitabında başka neler “var”, sürdürelim: Sonra, efendime söyleyeyim, balolar, bayramlar, müsamereler var. ‘Beyaz eylemler’ var. Lions kulüpleri, Rotaryen yapılar, vakıflar, giderek masonik örgütler var, sereserpe; ve buralarda ampirik olarak gayet çekirdek bir hekim kitlesi var. Sırf o gümüş takımlarla tefriş edilmiş grantuvalet bir saygıyla karşılanan hekimlere duyulan minnetin tesiriyle tababet yoluna revân olmuş nice tabip var. Jargonu, üniforması, ahdi, hiyerarşik kodlarıyla oldukça aşina bir alt-kültürü var. ‘Eskilerde’ daha bir billurlaşan mübalağalı bir terminoloji kumkumalığı var. Köşeli, tutucu, rijid bir meslektaş algısı var. Kadro tasfiyeleri, kurumsal tevhid ve tensikat var. Dahası, Hilâl-i Ahmer’i, Hilâl-i Ahzar’ı var. Israrla yaşam destek ünitesine bağlı tutulan enikonu idealize bir ‘tıbbiyeli’ tipolojisi var. Örnekse, Emin Faik Üstün’ün betimlediği ‘tıbbiyeli’ tarifine müracaat edilebilir (Tıbbiyeli, İzmir: E. Ü. Tıp Fakültesi Talebe Cemiyeti, 1964). Buna koşut bir tevafuk: Dr. Sami Zan, o meşhur ince nüktelerinin akabinde talebelerine “Gülme bunlara; doktor gülmez, tebessüm eder” diyordu; Ferhan Şensoy da bir ara, bundan elbette habersiz, “gülmeme hastası doktor”u yazmıştı.
Temel ve klinik tıbbî bilimler arasında ilanına hâcet olmayan bir soğuk savaş var. Dâhilî ve cerrahî branşlar arasında adı konmamış bir köşe tutma mücadelesi var. Hepsinin itibar ile, sınıf ile, ikbal ile, kazanç ile ilintisi var. Lozan’da veya Cenevre’de hukuk veya hâriciye okumak ile tıbbiyeli olmanın ortaklaştığı bir algı, bir hülya var. Dünya Sağlık Örgütü gelecek onyıllarda kadın hekimlerin sayısının erkekleri geride bırakacağını öngöredursun, bu noktada henüz yüzleşilmemiş veballer var ve ‘kadın’, yapılanmanın bir çocukluk hastalığı sekeli olarak, yok: Safiye Ali’nin, Müfide Kâzım’ın, Perihan Çambel’in, Pakize İzzet Tarzi’nin ve sâir pek çoğunun belki de farkında dahi olmadan sineye çekerek yaşadıkları, deneyimledikleri bir varolma mücadelesi, ve de bizatihi dillendirmediklerinin anlattıkları var. Acil servise başvuran kadınların çokça (ve aksi ispat edilene dek) “konversiyon bozukluğu” (demode ve kirli/mizojinik tabiriyle, “histeri”) olduğu yönünde bir özgüvenli tasnif telâşesi var… Engels’in, 1842 senesinde, olanca içtenliğiyle “Zaten, doktor değilim ben, hiçbir zaman da olamayacağım, ben yalnızca tüccarım ve Prusya krallığının basit bir topçusuyum,” demişliği var. Toplum ve Hekim’in Mart-Nisan 2009’daki (24/2) sayısında, değerli Tülin Öngen’in hekimliği sınıf-statü bağlamında yerli yerine oturttuğu yetkin bir tartışması -ki pek nadirattandır- var…
Kubrick’in Eyes Wide Shut’ı (1999) var: Yapımı bir defa da bu nazarla süzerek temaşa etmek, kişiye oldukça ferah ufuklar vaat eder ki, film, bir hekim olan Arthur Schnitzler’in novellasından uyarlanmıştır.
***
Tıptaki, az evvel bahsi geçen “akademya özdeşliği”nin sayılabilecek sebeplerinden biri de, üniversiteye girişte sınav sisteminin merkezî karakteridir; daha tıbbiyeye kaydolurken, öğrencinin çoktan bir filtrasyona tabi tutulmuş, elekten geçirilmiş olmasıdır. Tıbbiyeliye 6 senelik uzun (dahası çetin ve külfetli) bir öğrenim yetmez; ihtisaslaşma sosyal icbar ve meslekî rekabet doğrultusunda gerekli değil, “zorunludur”! Haddizatında, buna gerek bile yoktur. Ambulansta çalışan paramediklerin veya acil tıp teknisyenlerinin aldıkları meslekî eğitim görece fevkalade kısadır; fakat bu sürecin doğrudan “saha”ya matuf ve çıktıya odaklanmış oluşu ile tıbbiyeliden ayrılır. İnsan hayatına ve “yaşatmaya” dönük temel prensipleri baz alan verimli bir tedrisattan geçirilirler. Hep söylendiği üzere bir İsviçre çakısı ve kök hücre olarak yetiş(tiril)en tıbbiyelinin paçasını kaptırmamak adına uyanık olmak durumunda olduğu tükenmişlik (burn-out) ve sürmenaj gibi tablolar onlar için sözkonusu dahi olmazken, çalışma ve iş barışı ise gayet yukarılardadır. Yaşamı medikalize etmez, erk istismarı ve tatmin nesneleri arayışına da girmezler –aksi ispat edilene dek. Kimi kırmızı şeritli, yani donanımlı ambulanslarda hekim de istihdam edilir. Olmayanlarla kıyas edildiğinde, hekimin oradaki varlığının dahi o barışçı atmosferi nasıl da baltaladığı görülür.
Sınır Tanımayan Doktorlar’ın (MSF) eğitim süresine ve uzmanlık derecesine değil, klinik deneyime göre adaylarını tefrik etmesi yeterince anlamlı değil midir? Öyledir; ne ki, o efsunlu ve lanet “vazgeçil(e)meyen imtiyazlar” dinamosu, buradaki kısırdöngünün de hem müsebbibi, hem sürdürücüsüdür. Yeniden söylenirse: Hekimin hamartia’sıdır bu. Bir yetkilendirme krizinin vâki olduğu ve bunun salâhına da hiyerarşik normlarca ket vurulduğu kesindir.
***
Türkçedeki çeviri furyâsına -niteliği bir yana- bazen hayranlık besliyorum. Geçenlerde fark ettim, Gawande’nin kitabı da çevrilmiş (Komplikasyonlar, çev. D. Yazgan, Koton Kitap, 2016). “Kimdir acep” diye merak edilirse, iyi hastanelerin ameliyathanelerinde anestezi-operasyon süreçleri için bir checklist olarak kullanılan “Güvenli Cerrahi Kontrol Listesi” vardır; işte onu oluşturan ve bu sayede cerrahiye bağlı komplikasyonları anlamlı ve de dramatik bir hızla azaltan ekibin sorumlusudur Gawande. Çevrilmesi iyi olmuş.
Acil Servis, özelde ait olduğu hastane idaresinin, genelde ise câri sağlık sisteminin çöplüğüdür. ‘Vitrinidir’ de denebilirdi, ‘aynası’ da, ‘ibresi’ de. “Çöplük”ü burada, elbette ki nötral bir sözcük olarak hassaten tercih ettim. O ki şayet, atık ayrıştırma düzenekleriniz mevcutsa, ne bileyim çinko-karbon veya lityum-iyon pillerini filan, yeşilliklerle, demden artakalmış çayla aynı poşete boca edip kapının önüne koyma alışkanlığınızın men edildiği bir sistem ise mevcut olan, pekâlâ makul ve “sağlıklı” bir çöplüktür orası. Bir çöplük olarak Acil Servis. Kimin başvuracağını evvelinden kestiremez, mevzuat gereği başvuranı (ne kadar keyfî ve ciddiyetsiz de olsa) reddedemezsiniz; “herkes” oradadır. Sistemik/yapısal olanı isabetle imleyen, temsil gücü yüksek bir örneklemdir. Acil için en büyük sermaye boş/müsait yataktır; hâliyle bir Acil Servis için aslolan, hasta sirkülasyonudur. Hastanın o veya bu biçimde, gerek taburculukla, gerek servislere çekilmesiyle, gerek başka kurumlara sevkiyle, gerekse de ‘exitus’uyla morga eksterne edilmesidir. Devletin sosyal ve dayanışmacı mantıktan uzak olduğu kliyentalistik ve kleptokratik rejimlerdeki popülist, basamaksız ve başıbozuk sağlık sistemlerinde, Acil, evet gayet Marksist muhtevasıyla bir yabancılaşma (alienation) ve şeyleşme (reification) laboratuvarıdır.
Tıbbî hatanın adı “komplikasyon” değil (o ki mesleğe içkin bir doğal öğretmenin adıdır), komplikasyonu fark etmemek veya onda ısrarcı olmak diye de tanımlanabilecek “malpraktis”tir; bir istatistik-bilim-ce(he)nneti olan ABD’de malpraktis sonucu ölümlerin yılda hâlihazırda 200 bin civarında olduğu sık söylenir. Malpraktis, öte yandan, sigorta sisteminin belkemiğidir. Açın TED-Talks’u sözgelimi, Amerikanların (çoğu mağdur/davacı olmak üzere) çok sayıda “medical error” tanıklıklı konuşmasına rastlayacaksınız. Bir hukuk (daha doğrusu, avukatlık) sektörü oradaki. Sigorta davaları, hekim yargılamaca mizansenleri, defansif tıp pratiği, hastanın onca konsültasyon gelgitinde inatla sahiplenilmeyip müdavi/primer hekiminin muğlâklaşması, artık birer hukuksal kılavuz teşkil eden binlerce sayfalık oylumlu ansiklopedik tıp textbook’ları ve sâire: ABD hekim(liğ)i kıskıvraktır, kısacası. Türkiye özelinde hâlihazırda bizler de o güzergâhtayız (en route), menzile doğru yol almaktayız. Atmosferi teneffüs edebilen, konjonktür duyargaları açık olanlar için gayet berrak bir önermedir bu.
Tababet pratiğinde iki şey çok vuruyor zihnime: İlki politik ve “sistemik” çıktıları, ikincisi ise -bu kez- sistemik olanın dinamik makro siyasetinden yalıtılmış, hâliyle bir istismar kapısı olmaktan azade bir muayene atmosferi (Abraham Moles’tan mülhem “mikro-sağlık” diyorum buna).
Sistemin berbat (asosyal ve dehümanize) olduğu yerde hekimlik yapmak çekilmez ve onulmaz çiledir. Tam da burada, bir vital gösterge olarak önemsediğim bir şey var: Hemşirelik müessesesi.
Protestan ülkelerde, bir tür dini görev olarak kabul edilmediği için hasta bakımı her zaman biraz doğaçlama olmuştu. İngiltere’deki klişe hemşire tipi “pasaklı, ayyaş ve cadaloz”du. Roy Porter kaydeder bunu. Sonra, malûm ve bereket ki, Kırım Savaşı ve Florence Nightingale.
Doktor tipi, order’cıdır (yazılı talimat), karar alır ve çoğu kez direktif veren bir üslûba kaptırır kendisini; bunun nasıl olacağı/yapılacağı (“what’s next”) ise bir hemşirelik, bir nursing meselesidir. Hemşirelik holistiktir; iletişimseldir. Hizmet sunumu, bir tür girişimsel/dokunsal özgüven ister ve bu da hemşire ideal-tipinin karakteristiğidir. O tip “anlatır” ve hastanın hastaneye sürekli ve fasit-dairevî başvurusunun önüne geçer. Bir tür bedensel farkındalık aşılar hastaya. Hemşire, bir seks nesnesi değildir; her ne kadar etimolojisi aksini söylese de bir tür kızkardeş veya rahibe değildir. Almancada Schwester’dır hani, sonra, Teresa’nın başına sıkça “Mother” eklerler; hâliyle etimolojik hemşirelik bir tür dinî/teolojik akrabalıktır; hemşire, ailedendir. Olmaması gerekir. Hemşirelik bir profesyon, bir meslek, bir zanaattır. Böyle kabul görmemesi, bizatihi bu normun hemşireler-içi nizama da sirayet etmesine yol açarak ikili ilişkileri hiyerarşikleştirmesiyle adeta bir metastazdır.
Buna, bunca (Çetin Altan’a layık kullanılırsa) “önemsiz değerine” mukabil toplumsal minderde yenilmiştir hemşire; toplumu bu denli dönüştürebilme kapasitesini haizken en vulger toplumsal cinsiyet normlarıyla biçimlenmiştir. Ezcümle, mevcut hemşirelik pratiğinin yukarıda sıraladığım tasvirlerden olanca uzaklığı, bir sonuç değil, neden de olabilir pekâlâ. Hastanede hâlihazırda icra edilen hemşireliğin, sistemik olana içkin hiyerarşinin hem nedeni, hem de trajik sonucu olduğunu düşünüyorum epeydir. Onca ötelenmişliğin, hiyerarşik tahakkümün bir sorumluluğu da var. Yazılan onca eleştirel çıkıştan sonra hele de.
Atul Gawande’nin sürekli vurguladığı şeydir: Kovboylar değil, ekiplerdir (‘pit crew’) aslolan.
***
“Ekip”ten kasıt, belki de tanımı uyarınca, hiyerarşik değil ama heterarşik bir oluşumdur. Yetki ve sorumluluğun yatay tevdiidir. Tıbbî branşlaşma ve akademik ikbal hülyâları, sağlığın sadelik ve ölçülülük prensibinin önünde ciddi bir engeldir bugüne bugün. Acil tıp departmanının otonomisini ilan etmesi henüz yenidir; çok çok 50-60 yıllık bir geçmişe sahiptir. Buradaki sakınca, taşra hekimliğinin vazgeçilmez bir cüzü olarak “acil hasta” nosyonunun uzmanlığa ertelenmesi veya inisiyatif hakkının uzmanlara devredilmesidir. Sağlığın sadeliği bahsinde, neyse ki, Ockham’ın usturası gibi öğretici bir enstrümanımız var: Toplum/halk sağlığı. Halk sağlığı, alabildiğine “sıkıcı” bir branştır. Görünmezdir; zımnîdir ve sütre gerisindedir. Mutfaktadır, kamera arkasındadır. Solist değildir, frontman değildir; davulcudur, klavyecidir. Hâliyle hafifsenir; fonlanmaz, finanse edilmez ve çalışılmaz. Başka nedir? “Makro” bir branştır. Politik olan ile, siyasa üretme ve planlama dinamikleriyle organiktir. “Dördüncü” değilse de “beşinci” kuvvet ile pekâlâ ilintilidir. Uzun-erimli çıktıları olan bir tür “bilim politikası”dır. Eleştirel bir ekonomi-politik değerlendirme ile (dışsallıkları [externality] düşünelim) var olur. Eleştirel bir aksiyondan alır demini. Hekim olmayı, profesyonel iştigâli icbar etmez. Toplumun bizzat kendi sağlığının avukatı olabilmesi yolunda mobilizasyonunu öngörür. “Hasta(lık)” söyleminden kalkmaz, mağduru/kurbanı suçlamaz, şeyleri patolojize etmez, kaynağı soruşturur, verili olanın sürekli izlemi (monitoring) ve sürveyansı ile, tezahür paterni ve belirleyicileriyle (determinant) hemhâldir, kitlesel ve “koruyucu” yaklaşımı esas alır; bu anlamda gayet “pozitif”tir (Martin Seligman’ın “pozitif psikoloji” yaklaşımı, tam da burada makûl ve berrak bir numune olarak addedilebilir).
***
Şarkiyatçılık’ı (Orientalism) bundan yaklaşık 40 sene önce, 1978’de yayımlayan ve kendisi de bir karşılaştırmalı edebiyat akademiği olan Edward Said, Polonya asıllı İngiliz yazar Joseph Conrad’ı, Rudyard Kipling ile birlikte post-kolonyal edebiyatı başlatan kişilerden biri olarak sayıyordu. Kipling’e bir parantez: Kendisi, her ne kadar ideolojik anlamda oryantalist bir İngiliz kraliyet yanlısı olsa da, hikâyelerindeki alegorilerle ters bir açıdan kullanır/okur onu Said (Kim romanının [1901] güncel bir baskısının başına yazdığı önsöze bakılabilir). Bununla birlikte, “dâhili oryantalizm” (Hasan Bülent Kahraman) bakımından da oldukça öğretici bir vakadır Kipling. Paranteze nokta.
Pek tabii ki ondan öncesi de varsa da (sözgelimi, klasiklerden, medeniyet, öteki ve bağımlılık ilişkisi temelinde esasen emperyalizmin sembolik anlatısı sayılabilecek Robinson Crusoe vd.), tarihselliğiyle ve biyografisiyle Conrad, bir 19. asır figürü olarak denebilir ki, Karanlığın Yüreği’yle (1899) beraber artık yepyeni bir sayfayı eşelemiştir. Conrad’ın Türkiye özelinde öğrettiği bir diğer şey, hatıratın kıymeti hakkında olsa gerektir. Bizde, bilhassa hatırat alışkanlığı yoktur; olanlar/kalanlar da hep tarafgir ve mesnetsizdir. Bizde kayıtlar, vesikalar hep yönetsel-bürokratik kadroların, tarihsel oligarşik-komprador rejim mümessillerinin kayıtları olagelmiştir, terennüm edildiği gibi. Tarih ise hep donuk, statik ve cansız addedilmiştir.
Salt Said veya salt edebiyat değil elbette: Frantz Fanon (1925-1961) da, daha baştan bir psikiyatr olarak kolonyalizmin psikolojik altyapısını sunmaya çalışmıştır. Fanon ölüm döşeğindeyken neşredilen Yeryüzünün Lanetlileri, içlemi ve kaplamı ile sahiden de muazzam bir metindir. Yine, bir diğer hekim-yazar Albert Schweitzer (1875-1965) da, bir hümanist ve aktivist olarak bilfiil yer aldığı mahrumiyet coğrafyalarındaki gözlemlerinde bu bakışın bir çerçevesini sunmuştur, denebilir.
***
Schweitzer örneği Türkiye’de iyi bilinir. Dindar bir isimdi ve düşünsel anlamda “iyi” olanı, “medeniyet” okumasını oradan kuruyordu ki, ne gam. Gelgelelim mesele şu ki, İslâmî neşriyat, Türkiye’de bir ismi tanıtmakta karar kıldıysa onu alıkoymak artık pek mümkün olmaz. Dr. Alexis Carrel örneğinden de (İnsan Denen Meçhûl’den başlayarak) biliyoruz bu yetiyi. Carrel kadar usandırıcı bir nicelikte olmasa da Schweitzer, 1960’lardan itibaren periyodik olarak dağıtıma çıkacağı bir 3. hamur cildi yine de bulabildi. İslâmi neşriyat, çoğunlukla bir yazarın külliyatı veya herhangi bir eseri ile değil, “o” eseriyle ilgilenir ve gereğini yapar! Bu uğurdaki “ufak-tefek” tahrifatlar ise teferruattan addedilir; mûbahtır. Bu (zorlarsak, Makyavelci) davranış paternine, İslâmî sağlık çalışanının/personelinin Afrika “seyahatinde” de aynen ve sıklıkla rastlarız. Tabii yine: Aksi ispat edilene dek.
Babamın Somali’de, sahra hastanesinde hekimlik yaparak geçirdiği 2 aylık bir periyottan izlenimlerini aktardığı, oradayken tuttuğu günlüğü deşifre ederek paylaştığı metni redakte ederken zihnime oturan fikriyat bana bunu söyletiyor (Somali’de de Çiçekler Açar, İstanbul: Cinius, 2016). Yine oradan bana kalan, bugün-buranın son kertede bir Ortadoğu stepnesi oluşu, gene, arafta olmanın o melez ikiliklerini çokça barındırsa da bir Üçüncü Dünya oluşudur. Aklımın çekmecesinde her daim yer alan bu adı konmamış zannın, bir kupayı kaldırır gibi iddialı bir önermeye dönüşmesi neticesidir. Nihayet, bu önermeden kalkmayan herhangi bir asgari politik çabanın hemen az ileride bir hüsran ile, tok bir yenilgi hissiyatıyla eli böğründe kalakalacağıdır.
Diyelim ki bir Samir Amin bibliyografisi indirgemeci bir etiketleme ile tenkit edilebilir, topa tutulabilir ve hatta istihza ile karışık hafifsenebilir. Ne ki bunu “sağlık” sözkonusu olduğunda, öyle ayan beyan ve minnetsizce yapmak mümkün olmaz. Gayet “pozitif” veriler ve dayanaklar, bize sıhhî ve biyomedikal sektör ölçeğinde bir Kuzey-Güney saflaşması, bir Bir’ler-İki’ler-Üç’ler konfigürasyonu olduğunu bar bar söyletir. Adına ne dendiği ise, gene sağlıkçı için, çoktan tâlileşmiştir.
***
Nazilerden, III. Reich mezaliminden kaçan Alman Yahudisi akademiklerden, pediatri profesörü bir Dr. Albert Eckstein vardır. 1934-1949 yılları arasında Anadolu’da 20 küsur il dolaşmış, yüzlerce kasaba ve köyü arşınlamış, çocukları tedavi etmiş (biri de Korkut Boratav’dır), o güne dek Türkiye’de varlığı bilinmeyen endemik hastalıkları kaydetmiş, bulgularını derleyip yayınlamıştı (Eckstein’ın biyografisi bilahâre Prof. Nejat Akat tarafından yazıldı; Ankara: Pelikan, 2003). Ne ki, son tahlilde bir uzmandı o, uzmanlığını icra ediyordu. Taşrada, köy hekimliğinde o bütüncül “temel bakım”ın hayatiyetini vurgulamak adına daha verimli bir tanıklık var yedeğimizde. 1959-1967 yılları arasında Kayseri Talas’ta çalışan cerrah Dr. Warren H. Winkler –oradayken tuttuğu tıbbî kayıtlar ve günlüklerden derlenen kitap (İki Doktor Bir Yolculuk, çev. Y. Varnalı, İstanbul: YKY, 2014), değme textbook’tan daha değerli meslekî ipuçları taşır.
Taşra, bir “mahrumiyet coğrafyası”dır, “perifer”dir. Böyle söylenegelir. Nominali ne olursa olsun, böyle olmasının ucu gelir ve rasyonel bir “son tahlilde” ataşı ile ekonomi-politiğe yaslanır. Taşra hekimliği, bir insan(lar) manipülasyonudur, tabir yerindeyse bir gündelik hayat psikososyopolitiğidir. Taşrada hekim, gezegenin başka herhangi bir yerinde hiç olmadığı kadar deus ex machina’dır. Hekim, bizatihi hekimliğinin bir tür dolaylı zulmü olarak, işgüzarlığa soyunan hasta yakınlarını da içerecek şekilde hastalığı bütüncül olarak yönetmek durumunda kalır. Yakını olan hastaya yabancılaşan ve otoriteyi (hekim), onun ödevlerini/buyruklarını yerine getirerek temsil ettiğini vehmederek rol çalan hasta yakınları ve dahası, üfürükçü, kırıkçı, muskacı vd. yerel şifacılarla olan karşılaşmalar, onlara dair anlatılar denklemi apansız çoğullaştırır, polinomik kılar. Dahası, o arada cereyan gayet sosyolojik olaylar da denklemin zorunlu bir bileşenidir: Örnekse, Dr. Clarence D. Ussher’ın 1917’de, bir savaş atmosferinde Türkiye’de bulunduğu sıralarda ağırlıkla Van’da tanık olduğu Ermeni isyanını yazmak “zorunda kaldığı” hatıratı geliyor aklıma. Hakeza, Norveçli hekim Dr. Mads Gilbert’ın yakın zamanlarda Türkçede ağırlanan Gazze’de Gece kitabı (çev. E. Saraçoğlu, İstanbul: İntifada): Onunki de, İsrail ablukası altındaki bir kentin eş-Şifa hastanesindeki o aşina ‘beyaz aydınlatmalı’, ‘yeşil formalı’ deneyimlerden ibaret değil pek tabii. Gilbert, kitabında “Sadece solunum yollarını açık tutuyor, kanamayı durduruyor, acıyı dindiriyor, yaraları iyileştiriyorsam, yaptıklarımın yeterli olmadığını hissediyorum,” diyor nitekim. Diyor ve ben onun tıpkı Somali’den dönen babam gibi konuştuğunu düşünmeye başlıyorum.
Ezcümle, Dr. Winkler’ın deneyimi, bigâne kalamadıkları ve ortaya koydukları ile oldukça önemlidir; velev ki onun hekimlik mesaisi bir Protestan misyonerlik örgütü kapsamında olsun, bunu değiştirmez. Bu metnin başındaki epigraflarda özlüce ifade olunduğu gibi: Yaşam, sadece yaşamdan doğar ve etik de, ona bir saygıduruşundan, bir fener alayından, bir yaşam nümayişinden başka bir şey değildir çünkü. Ötesi teferruattır.
***
Michel Foucault, entelektüelin görevinin doğruyu iktidarın yüzüne haykırmak olduğunu ve bunun da daima ‘aşağıdan’ yapılabileceğini söyler. Eklemeli ki, entelektüel, ona göre bundan böyle daima bir özgüllüğe, spesifik branşa gönderme yapar; estetik yanı mahfuz olmak kaydıyla elbette.
İlgili-ilgisiz artık hemen herkesin malûmu olan Onur Hamzaoğlu ve Dilovası vakası, terimin sahih ve dahi Foucaultcu anlamıyla bir parrhesia vakasıdır. Bir toplum sağlığı neferi öyküsüdür. Doğruyu söyleme cüretidir. Bu nokta ile, Acil’deki hekimin hasta yakınına kötü/kara haber verme ânının ortaklaştığı bir düzlemin mevcudiyetini düşünüyorum; buna kâniyim. Böylesi bir iletişim şemasında “ölüm” sözcüğünü kullanmaktan yüksünmemek, artık alandaki profesyonellerin üzerinde uzlaştığı ve hatta önerdiği bir tavır tercihidir. Sözkonusu tavrın, terminal dönem hastalarda, kaza/olay yerinde ölmekte olan insanlarla ve tabii yakın çevresiyle temasta neleri nasıl değiştirdiği saptanmıştır.
“Ölüm” üstüne onca mürekkep saçmış Elias Canetti, ister istemez kendine özgü bir yazın türünün temelini atmış olduğu meşhur Notlar’ında bir yerde, 15 Şubat 1942’e tarihlenen şöyle bir cümleyi sarf eder: “Bugün karar verdim: Ölüme karşı düşüncelerimi yazacağım, rastgele aklıma geldiği gibi…”
İnsanın Taşrası (Die Provinz des Menschen), Canetti’nin 1942-1972 yılları arasında oluşturduğu notlardır ve “ölüm” üstüne yazdığı pek çok şeyi içinde barındırır. Tesadüf de değildir tevekkeli de. Olanaklı bir girişim olarak ‘taşrada ölüm, ölümde taşra’ ve nihayet ‘insanın taşrası olarak ölüm’ klasörünün görece erken ve pekâlâ derinlikli ilhamlarındandır.
***
Johann Friedrich Struensee, bir 18. asır figürüdür. Danimarka Kralı’nın hekimbaşısı. Sarayda önemli nüfuza sahipti. ‘Halk’tan geliyordu. Bakan tayin edildi, kont unvanı aldı. Sansürü ve işkenceyi kaldırdı, çiftçilerden alınan vergileri izale etti. Eski muhafazakâr soylular arasından pek çok hasım kazandı. 1772’de görevinden alındı ve öldürüldü.
Yaşadığı ülkede, Danimarka’da dışarlıklı olanı deneyimleyen Dr. Anton’u resmeden In a Better World (2010) filmini vizyona girdiği zamanlarda görmüştüm. Atmosferi ile çarpmıştı. Oradan bir alıntı veya sekans betimi yapmak isterdim ama ilgili not defterim kim bilir nerede, hangi tozların altında uyuklamakta. İsterdim, hem tam da ambulanslar, doppler etkisiyle yaylanan sirenleriyle ufka doğru küçülmekteyken.