Anlatılan Senin Hikayendir…

Meşhur bir metodolojik anlatı vardır. Gece yoldan geçen biri sokak lambasının altında yerlere bakınan arkadaşına rastlar. Ona ne aradığını sorar. Arkadaşı, anahtarını kaybettiğini söyler. Bulmasına yardımcı olabilmek için anahtarı tam olarak nerede düşürdüğünü sorar. Arkadaşı, eliyle biraz ilerdeki zifiri karanlıktaki yeri gösteririr. Anahtarı diğer tarafta düşürdüyse neden burada aradığını sorduğunda ise aldığı yanıt daha da şaşırtıcı olur: “çünkü ışığın aydınlattığı tek yer burası”.

Ülkemizdeki ve dünyadaki tartışmaları biraz dışarıdan izlemek zorunda kalan biri sokak lambasının altında anahtarını arayan kişiye şaşıran akla sığınacaktır. Amerika’da kurulu düzenin dışına çıkma vaadini Meksika sınırına duvar örmekle taçlandıran müteahhit milyonerin başkanlığa seçilmesi, Avrupa’da ırkçı partilerin önünü kesmek için kışkırtılan göçmen karşıtlığı, seçim propagandası engellenen Türk bakanın kendini bir konvoy içinde saklayarak bir Avrupa ülkesine girmeye çalışması, buna karşı Hollanda’yı protesto etmek için neredeyse üç renkli bütün bayrakları yakan Türk milli şuuru…

Devletlerarası sistemin yeniden şekilleneceği bir geçiş çağı yaşadığımız çokça konuşulur oldu. Suriye’de on binlerce insanın öldürülmesine, yüz binlercesinin yerinden edilmesine neden olan iç savaşta neredeyse bütün emperyalist devletlerin birbirlerini test ettiği, dünyanın 1914 öncesi bir ittifaklar sistemine sürüklendiği iddiası da güçlü biçimde ortaya konuyor. Söz konusu olan sadece siyasal ve iktisadi anlamda büyük bir krizin eşiği değil. Fransız Devrimi öncesinin büyük düşünürlerinin mirası ve devrimin demokratik kültür adına ürettiği bütün pratik de tehdit altında. Yüz yıl öncesinin büyük devriminin güçlendirdiği Avrupa işçi sınıfı, ışığın altında göçmen düşmanlığını buluyor. Cihatçı çeteler insanları yakmanın ya da kafalarını kesmenin kitaba dayalı tartışmasını sadece Kutsal kitaplarını aydınlatan ışık altında yürütüyorlar. Bildiğimiz bütün klasik sınırlar birbirine girmiş, bütün klasik kavramlar sıvılaşmış halde. Karanlığın içinde debelenen milyonlar, gördüğü ilk zayıf ışığa doğru amansızca koşuyor: cihadçılığa, göçmen karşıtlığına, ırkçılığa, hamasete… Korku ve umudun salınımı içinde kamusal akla dayalı ne varsa karanlıkta koşuşturanların yarattığı izdihamda çiğneniyor.

Bu karamsar dünya tarihsel tablonun içinde Türkiye’nin özgün bir yeri var. Tarihsel olarak 1914 öncesiyle kurulan analoji, Türkiye’de 1915’i akla getiriyor. Bırakın herhangi bir hukuki ve ahlaki ilkeyi, zulmünü sürdürebilmek için tutarlı herhangi bir mantıksal savı bile olmayan dizginsiz bir siyasal iktidar ile karşı karşıyayız. 7 Haziran seçimlerinin hemen ardından başlayan sürecin ardından gelen 1 Kasım seçimlerini daha önce “bildiğimiz seçimlerin sonuncusu” olarak tanımlamıştık. On üç yıllık siyasal iktidarı boyunca 7 Haziran’da ilk defa demokratik meşruiyetini kaybeden Erdoğan rejimi, Suruç’tan 10 Ekim’e ülkeyi kan gölüne çeviren kaotik bir sürecin sonrasında 1 Kasım’da iktidarını tahkim etmişti. Fakat olağan bir seçimle gelmeyen bu tahkimat olağan iktidar araçlarıyla sürdürülemezdi. Erdoğan rejiminin ilan edilmemiş olağanüstü hali, dolayısıyla çok öncesinde başladı. 2010 referandumu bağlamında kurulan söylem ve 2011’de kurulan anayasa uzlaşma komisyonun pratiğiyle mevcut anayasanın bütün otoritesi ve dolayısıyla sağladığı anayasal güvenceler ortadan kaldırıldı. Çatışma bölgelerinde ilan edilen ‘özel güvenlik bölgeleri’, ülkenin bütününde polis rejimini sürdürülebilmesi için yasalaştırılan ‘iç güvenlik paketi’ devletin bekası söylemiyle burjuva demokrasinin bütün kalelerini yıkan bir siyasal söylem altında işleyen istisna hali, çoğunluğu AKP döneminde devlet kademelerinde yükselen cemaat örgütlenmesinin 15 Temmuz darbe girişiminin ardından resmi bir olağanüstü hale dönüştü.

Olağanüstü hal kapsamında mevcut anayasa ve kanunlara aykırı biçimde çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnameler ile on binlerce kişi işinden atıldı. Burjuva demokrasinin dokunulmazları ve Türkiye’de anayasal güvence altında olan mülkiyet hakkı, doğal yargıç ilkesi, seyahat özgürlüğü ihlal edildi.

HDP’li vekillerin dokunulmazlıkları CHP’nin “anayasa aykırı olsa da karşı çıkmayacağız” söylemi sayesinde TBMM’de kabul edilen anayasa değişikliği ile kaldırıldı; vekiller birer birer tutuklandı. DBP’li belediyelerin neredeyse tamamına kayyum atandı ve belediye başkanları cezaevlerine gönderildi.

Büyük çoğunluğunu barış akademisyenlerinin oluşturduğu yüzlerce muhalif bilim insanı üniversitelerden ihraç edildi. Basın mensubu adını hak eden, doğrunun peşinden giden onlarca basın emekçisi cezaevlerine dolduruldu. Boşluğa değil karanlığın içindeki gerçeğe ışık tutabilecek kim varsa cezaevine atılarak ya da işlerinden atılma tehdidiyle kamusal tartışmanın dışına atıldı. Ülkenin içi bu haldeyken stratejik hedefleri ve ittifakları resmi söyleme göre bile günden güne değişen bir savaş Suriye’de sürdürülüyor. Çok değil birkaç yıl öncesine kadar Türkiye yurttaşlarının Avrupa’ya vizesiz geçiş hakkını vaat olarak sunan siyasal iktidarın sorumluları, bugün Avrupa Birliği ülkelerine gayri resmi yollarla girmeye çalışan bir pozisyona düştü. Dünyada Türkiye’nin siyasal gerilim yaşamadığı bir ülke göstermek neredeyse olanaksız.

Bu koşullar altında, siyasal iktidar yukarıda aktarılan fiili duruma yasal bir kılıf uydurmak ve kaybettiği demokratik meşruiyeti yeniden kazanmak için bir anayasa değişikliği referandumunu adeta organize etti. Öyle bir organizasyon ki ‘hayır’ın propagandası üniversitelerde valilik kararıyla yasaklandı. Televizyonların adil bir referandum süreci geçirmesini denetlemek için getirilen anayasal güvence KHK ile kaldırıldı. ‘Hayır’ı savunan ve mevcut anketlere göre memleketin çoğunluğunu oluşturan yurttaşlar ‘terörist’ ilan edildi. Siyasal iktidarın gücü açıkça anayasaya aykırı olarak propaganda için kullanıldı. Para havuzunun muslukları açıldı. Neredeyse tamamı iktidar partisinin kontrolünde olan medya gerçekleri saklamak için ışığı hep başka yerlere tuttu, tutuyor.

Hayır! Belli ki 16 Nisan dünyayı değiştirmeyecek. Fakat ‘Hayır’ın kazanması, Türkiye’de karanlıkta bırakılan kamusal tartışma yollarını, bir kişinin her şeye sahip olmasını engelleyecek bir demokratik yürüyüşün başlangıcı olacak. 15 yıllık AKP rejimine ya da en azından dört yıldır sürmekte olan anayasasızlaşma sürecine karşı haklarımızı savunmanın, bundan sonra gerçekleşmesi muhtemel büyük zulümlerin önüne geçmenin zeminini sunacak.

Ayrıntı Dergi’nin yirminci sayısı, 16 Nisan’da referanduma sunulacak olan anayasa değişikliğinin niteliğini tartışan önemli bir söyleşi ile başlıyor. Dinçer DEMİRKENT ve Mutlu ARSLAN’ın sorularına kapsamlı yanıtlar üreten Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ece GÖZTEPE, 2017 değişikliğinin anayasal demokrasiyi ortadan kaldıracağını vurguluyor. Seçimler sadece Türkiye’nin gündemi değil. Dünyada bir biri ardına gelen seçimlerin en önemlilerinden birisi, Nisan ayı sonunda Fransa’da gerçekleştirilecek. Avrupa Birliği ve göçmen karşıtı söylemleriyle öne çıkan Le Pen’in liderliğini yaptığı Ulusal Cephe’nin iddialı biçimde gittiği seçimlerin gidişatı ve olası sonuçlarını Selman SAÇ değerlendirdi.

Ayrıntı Dergi’nin bu sayısında kapsamlı bir ’emek’ dosyası hazırladık. Duygu TANIŞ ZAFEROĞLU ve Ezgi PINAR’ın editörlüğünde hazırlanan ve emeğin farklı biçimlerine ve prtaiklerine odaklanan dosyanın ilk yazısında Yüksel AKKAYA, operasyonel olarak kullanıma sokulan küreselleşme kavramı ile tanımlanan olgunun emeğe ve emek mücadelesine etkilerini detaylı bir analizle sunuyor. Elif UYAR, Atakan BÜKE ve Zeynep Ceren EREN tarafından kaleme alınan “Kırsalın Emeği” başlıklı makale, üzerinde görece az durulmuş bir alanda önemli bir katkı sağlıyor. Yazarlar, tarım alanındaki emeğin neoliberal piyasa koşullarına sıkıştırılacak biçimde yeniden yapılandırılmasının dinamiklerini ve özellikle de kadın emeğinin bu koşullara uygun olarak nasıl biçimlendirildiğini analiz ediyor. Ezgi PINAR ise yazısında işgücünün vasıflandırılması ve eğitimin yeni işlevleri sorununu eski bir belirlemeden, eğitimin kapitalizm bağlamında işgücünün yeniden üretimi sorunundan azade olamayacağından yola çıkarak ele alıyor ve mesleki eğitim politikasınının neoliberal yapılandırılmasını bu eksende değerlendiriyor. Bu detaylı analizlerin ardından emek mücadelesine ilişkin önemli bir deneyim sunan Cemal BİLGİN ile Deniz SERT’in söyleşisi yer alıyor. Söyleşide Bilgin Çapa’da kararlı biçimde yürüttüğü taşeron işçi mücadelesinin öğrettiklerini sadelik ve incelikle sunuyor. Taşeron işçilerin işyerlerinde kaldıkları muameleleri ve işyerindeki konumlarını son yıllarda sıklıkla dillendirilen “prekarya” kavramı ile birlikte düşünmek faydalı olabileceği düşüncesiyle Guy STANDING’in kısa bir tanımlayıcı yazısını Onur YILDIZ çevirdi.

Coşku ÇELİK ve Ecehan BALTA, Çelik’in doktora araştırması bağlamında yaptığı saha çalışmasının verilerinden yararlanarak, maden havzasında bugüne kadar maden işçilerine göre daha az görülmüş olan kadınların ağır sömürü koşullarını odağa alıyor. Ezgi AKYOL, ise emek sömürüsünün özel bir biçimde işlemesini sağlayan ideolojik karakterini ön plana çıkararak, çıraklık kurumunun dönüşümünü inceliyor. Ercüment ÇELİK Türkiye’ye kurumsal olarak girmiş bulunsa da emek sahasında henüz yeterince tartışılmamış ve emek sömürüsünün yeni biçimlerini anlamamıza olanak sağlayacak çok önemli bir kurumu kiralık işçiliği, mevcut yasa ve Almanya deneyimi bağlamında tanıtıyor.

Adem Yeşilyurt özellikle Gezi’nin sınıfsal karakterine ilişkin tartışmalarının odağında yer alan ‘beyaz yakalılar’ tartışmasını, 2016’da yayımlanan Mezeleri Güzel: Bir Beyaz Yakalının İtirafları adlı kitabın eleştirisi bağlamında sınıfsal perspektif sunacak bir pencere açma iddiasıyla ele alıyor. Emek dosyasının edebiyata taşan kısmında Ömer Türkeş, cumhuriyet döneminde yazılan beş bini aşkın roman içinde işçi sınıfının sorunlarını yakalayan romanların bir iki istisna dışında eksiliğini vurguluyor.

Dosyanın kapanış yazısı ise sadece emeği değil, yaşamları da görünmez olan mültecilerin sorunlarıyla ilgilenen Halkların Köprüsü Derneği üyeleri ile Zeynep Ceren EREN’i yaptığı söyleşisi. ‘Kıyıya Vuran İnsanlık, 2015 Mülteci Ölümleri Almanağı” üzerine odaklanan söyleşide derneğin kuruluş felsefesi ve sahadaki çalışmaları hakkında detaylı bilgiler de yer alıyor.

Derginin politika-teori bölümü yazısı Murat TIRPAN’a ait. Tırpan, iletişim bilimlerinin ilgi alanına giren yeni terim ve kavramları inceleyeceği serisinin ilk yazısında “selfie” kavramını ve davranışını, “özne” ve “öteki” arasındaki ilişkiden hareketle ideoloji, dil ve psikanaliz kuramları ekseninde tartışıyor.

Edebiyat-Eleştiri bölümümüzde Şener Şükrü YİĞİTLER, Erken Cumhuriyet Dönemi edebiyatımızda Mustafa Kemal ve Kemalizm temalı eserleri inceliyor. Bu sayımızın son yazısı ise, Tiyatro-Eleştiri bölümünde Zeynep BAYKAL’a ait. Baykal son olarak Tiyatro Adam’ın Emrah Eren rejisiyle sahneye koyduğu Nazım Hikmet’in “İvan İvanoviç var mıydı, yok muydu?” oyunu hakkında yazdı.

OHAL Dönemi başından itibaren yayınlanan Kanun Hükmünde Kararnamelerle kamu görevinden ihraç edilen akademisyenler arasında Ayrıntı Dergi’ye emek veren pek çok isim de yer alıyor. Dergimizin Yayın Kurulu Üyeleri Abdurrahman AYDIN, Onur YILDIZ, Dinçer DEMİRKENT, Mutlu ARSLAN; Danışma Kurulu Üyelerimiz Süreyya KARACABEY, Aydın ÖRDEK; ve yirmi sayı boyunca her daim yanımızda olan adlarını sayamayacağımız kadar çok sayıda akademisyen arkadaşımız yıllarını verdikleri üniversitelerinden ihraç edildiler. Biz biliyoruz ki ihraç edilen akademisyen arkadaşlarımızın akademiyle ve öğrencileriyle kurdukları ilişki, devletle yapılan bir iş akdinden çok daha derin bağlara sahip. Her birisi bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da çalışmalarını üniversite içinde ya da dışında sürdürmeye devam edecekler ve bizler de sayfalarımızı sonuna kadar onlarla paylaşacağız. Dayanışmayı ve desteği eksik etmeyeceğiz ve biliyoruz ki hepsi üniversitelerine geri dönecekler!

Dünyamız ve ülkemiz zor bir dönemden geçiyor. Bu dönem, irademiz ve tercihlerimizin belirleyiciliğinin arttığı bir tarihselliğe zemin hazırlıyor. İstibdat ve hürriyet arasındaki en yakın tercihimizi 16 Nisan’da yapacağız, etkilerini göreceğiz. Karanlığa ışık tutmakla başlayacağız kaybettiklerimizi bulmaya…

Dergimizin bir sonraki sayısının dosya konusu “Faşizm” olacak, katkılarınızı bekliyoruz. İyi okumalar…