Hümanist bir insan, kendini yanlışlıkla vahşi kalabalığın ortasında bulursa, kendisinin de bir insan olduğunu ve bu nedenle canavarlığın kendisine de bulaşabileceğini fark edecektir. İnsanın kendi gelişimi için uysallaştırıcı araçları seçmesinin anlamı ise, kendi olası canavarlığından vazgeçerek, sürünün insanlıktan çıkan davranışlarıyla arasına bir mesafe koymasıdır.[1] Sloterdijk’ın çizdiği bu manzaraya biyolojik perspektiften uzaklaşarak baktığımızda, aslında insanın uysallaştırılmasının sadece eğitimle olamayacağı görüşüne yaklaşmamız ve yetiştirilen insan düşüncesinden çıkamayan hümanizmin bunu görmediğini anlamamız istenmektedir. Yazı kültürünün ayıklamacı etkileri olduğunu belirten Sloterdijk, bu kültürü barındıran toplumlarda oluşan derin çatlakların, okuryazar olan ve olmayan insanlar arasında aşılamazlığı âdeta bir tür ayrımının kesinliğine varan uçurum yarattığını savunmaktadır. Okuyup yazabilen ve okuyup yazamayan hayvanlar olarak tanımlanan tarihsel çağların insanları, bir adım sonra insanların bir bölümünün diğerlerini yetiştirdiği, diğer bölümünün de yetiştirilen hayvanlar olduğu iddiasının merkezine oturmaktadır. Bu yaklaşım ise Avrupa pastoral folklorunun bir parçası olmuştur.[2]
Sloterdijk’ın deyimiyle insan, kendini, kendisinin evcil hayvanı konumuna sürükledikçe, kendi kendini şekillendirme olasılığı biyolojisinin sınırlarını zorlamaktadır. İnsanların kendilerini, kendi iradeleriyle ayıklayıcı rolüne zorlamadıklarında bile, ayıklamanın giderek daha çok etkin veya öznel yanına düşmeleri durumu, makine ve insanı tek bedende birleştirmeye yönelen antropo-teknik çağın belirtisidir. İnsanların pratikte elde ettikleri seçme gücünü kullanmaktan kaçınmalarının nedeni, gelecekte dâhil olmak istedikleri oyunun kurallarının netleşmesini beklemelerinden kaynaklanmaktadır. Bu tereddüt, insanlığın, sadece insanların insanlarla dostluğunu içermediğini belki bir kez daha ortaya çıkartacaktır. İnsanlık, her zaman insanın, insan için bir üst makamı oluşturmasını içermektedir.[3] Geçmişteki terbiye çabalarını başarısız bulanlar, insanın kendi kendini yeniden tasarlama arzusunun devamı olan genetik mühendisliğini belki de bu kez köklü ve kaçınılmaz bir çözüm biçiminde sunmaktadırlar. İnsanlık için bir “tür-politikası”na karar verme süreci başlayınca, insanlığın yeniden kendi kendini uysallaştırma döneminin başlayıp başlamadığı da anlaşılacaktır. Giderek karanlığa gömülen bu tekinsiz rota, benzersiz ve dizginlerinden boşalma dalgasının durdurulamaz biçimde ilerlediği bir uygarlık ufkuna dikkat çekmektedir. Uzun vadedeki gelişmelerin, insan türünün özelliklerinde genetik bir reforma yol açıp açmayacağının; antropo-teknolojinin bir nitelik planlamasına kadar gidip gitmeyeceğinin; yaşamın, doğum öncesi ayıklamaya geçip geçmeyeceğinin belirleneceği bir ufuk.
Doğal Demokrasi
Genetik mühendisliğinin, hangi şartlarda insan onurunu ve özgürlüğünü ya da genel anlamda haklarını tehdit eder hale geleceğine dair tartışmalar yeni değildir kuşkusuz. 1980’li yıllarda şekillenmeye başlayan tartışmalar, 1990’lı yıllarda tırmanışa geçmiş ve 2000’li yılların başlarında özellikle İnsan Genomu Projesi’nin de tamamlanmasıyla artık tüm dünyada yankı bulmuştur. Piyasa üzerinden dolaşıma giren biyoteknolojik vaatler, beklentileri sürekli yükselterek, geleceği şekillendirme iddiasını, beraberinde getirdiği etik ve yasal tartışmalarla birlikte insan hakları alanına taşımıştır. Hızla ilerleyen bir teknolojiye cepheden karşı çıkmanın hukuki bir zemini bulunmamakla birlikte, iktidar ve teknoloji ilişkisine piyasanın yön vermesi, bilimsel ihtiyaçların nasıl yönlendirildiği üzerine düşünmeyi gerektirmektedir.
İnsan bedeninin politik alana sürüklenmesi, bazen hukuki normların konumunun biyolojik normlar tarafından belirlenmesini beraberinde getirmektedir. Hatta genetizm üzerinden kurgulanan bir politika açısından biyolojik ya da doğal olanın toplumsal olana aynen yansımasının tek çaresi, insanlara potansiyellerini gerçekleştirme imkânı veren bir liberal toplumdur. Gerçek eşitlik, doğanın insanları kapasitelerine göre sınıflandırmasının toplumsal alana yansıması olarak algılanmaktadır. O halde insan haklarının getirdiği prangaya bağlı kalınmamalıdır. İnsanlar, biyolojik bakımdan hak ettikleri yerleri almaya başlayınca, toplumda taşlar yerine oturmaya başlayacak ve özellikle sınıfsal farklılıklar kapasite bakımından daha anlamlı olacaktır. Yani sular çekildikçe, üst sınıflar, eskiden olduğu gibi ezilenlerle aynı biyolojik yapıda olmayacaktır. Üstün sıfatını gerçekten hak eden sınıfların yönetimi, gerçek demokrasiyi sağlayacaktır. Doğal adalet, topluma yansıyacak ve demokratik bir yönetime geçilecektir. Moleküler biyoloji dışında toplumsal bir ufuk göremeyen bu tür görüşler, liberalizmden despotizme de hızlı bir savrulma yaşamaktadır.
Teknolojik bir olasılık, bazen bazı sosyal etkiler yaratan sonuçlar çıkarılmasına yol açabilecek biçimde gerçekçi sayılmaktadır. Aslında genetik alanında bu olasılığın daha net saptanmasının ve gerçekle spekülasyonun ayırt edilmesinin tam zamanıdır. Her mühendislik faaliyeti gibi, üretim hatalarıyla karşılaşan insanın, kendince yok etmek istediği hatalar üzerinde çalışırken yarattığı yeni hataları nasıl izah edeceği şimdilik belirsizdir. Tedavi ve tasarım arasındaki çizginin giderek incelmeye başlaması, zamanla aradaki farkı tamamen ortadan kaldıracaktır.
1990’lı yılların sonlarına doğru başlayan klonlama tartışmasından itibaren genetik mühendisliğinin medya aracılığıyla sunduğu hayaller, periyodik olarak kendini tekrar etmektedir. Üstelik gündeme gelen gen teknolojilerinin büyük bir kısmı geleceğe yönelik öngörülerden ibaret olmasına rağmen, başta embriyo ve seleksiyon olmak üzere mevcut uygulamaların sınırlarının muğlâklığı, konunun zorunlu durağı olan etik kaygıları da hızla yutmaktadır. Uzak doğunun etik alanının genişliği ve cüretkârlığı ile Batı’nın daha sınırlı etik alanı ve mahcubiyeti bu konuda zaman zaman karşı karşıya gelmektedir. Son yıllarda yeni ve özgün bir teknoloji olarak heyecan yaratan CRISPR-Cas9* yöntemi bu durumun güncel bir örneğidir. Eski gen teknolojilerine göre daha hızlı, düşük maliyetli ve kolay uygulanabilen bir yöntem olarak görülen bu teknoloji, hem mevcut hastalıkların tedavisinde hem de gelecekte daha sağlıklı kuşaklar yetiştirilmesinde yeni bir dönemi işaretlemektedir. Çinli bilim insanlarının etik sınırları hızla aşması, Batı’nın tedirginliğini de yavaş yavaş geride bırakmaktadır. Piyasa baskısı altındaki etik kurulların, genetik mühendisliği alanında ucuzlayan ve yaygınlaşan teknik gelişmelerin önündeki bariyeri daha ne kadar koruyacaklarını ya da geriye çekeceklerini zaman gösterecektir.
Mucize arayışına varan umutlar ile felaket beklentileri arasındaki gerilimin teknolojinin güven vermeyen karakteri ile beslenmesi, modern zamanların başlangıcından itibaren bizlerledir. Ancak konu genetik mühendisliğine gelince, uygarlığın kırılgan yapısına dair görüşler daha çok öne çıkmakta ve özellikle 20. yüzyılda öjenik ile başlayan ve genetik determinizm hattında ilerleyen politikalar hatıralarda canlanmaktadır. Geçtiğimiz yüzyıl henüz ortada bu kadar gelişmiş bir biyoteknoloji yokken, bazen sosyal sorunların manipülasyonu bazen de bir ideoloji adına, binlerce insan bu tür politikaların kurbanı olmuştur. Totaliter bir devletin gelecekte yine bu tür bir genetik temelli ayrım ya da imha üzerine geliştirebileceği distopik uygulamalar zaman zaman tartışılmaktadır. Ancak liberal yaklaşım, devletin bu alandan, yani sağlık ve özellikle genetik mühendisliği uygulamalarından çekilmesini, ne yazık ki kamu politikası geliştirmek adına yeterli görmektedir. Piyasa mekanizmasına bırakılan bir öjenik politikası ile devlet, bir tehdit unsuru olmayacak ve tüketiciler, herhangi bir sektörde olduğu gibi isterlerse bu hizmetlerden faydalanacaklardır. Aslında sorun, ileride insanların olumlu anlamda bir genetik ıslaha uğrayıp uğramamalarının oldukça ötesindedir.
Hayat Hürriyet Market
Öjenik ideolojisinin arka kapıdan özelleştirme mekanizmasıyla girmesi, öjenik politikalarda devletin piyasaya karşı ağırlığını koyması ve dengeyi sağlaması ile aşılacak bir mesele gibi görülmektedir. Devlet, vergilendirme, yasal düzenleme ve hizmet sağlama açısından, kişisel özgürlüklere dokunmayarak bu alanda rol üstlenebilecek ve sağlık alanıyla da yakından ilgili olan genetik politikalarda sadece “tüketici”nin korunmasına çalışacaktır. Bu tür bir belirsiz çerçevenin nasıl çizileceği, yani yeni teknolojiye ulaşamayan ya da ulaşmak istemeyen ailelerin, gelecekte çocuklarının fiziksel veya zihinsel olarak topluma getireceği “yük”ü bir hak olarak talep edip edemeyeceği bir soru işaretidir. Mali argümanlarla el ele verip yeni çehresiyle karşımıza çıkan bu düşünce, 1970’lerden beri savunulan liberal öjeniğin görülmek istenmeyen karanlık yüzünü oluşturmaktadır. Bu yaklaşımın geniş yorumunda, çocukların mevcut tıbbi imkânlar dâhilinde sağlıklı doğma hakkından söz edilse de, bu hakkı kimin garanti edebileceği sorusunun yanıtının olmayışı, öjeniğin otoriter yapısının zihinlerdeki tortusunun bir göstergesidir.
Toplumların her geçen gün ağır adımlarla genetik tasarıma doğru yönlendirildikleri görülmekte ve çoğunluğun bu durumu kabullenmeye başladığına dair görüşler ise yaygınlaşmaktadır. Etik ilkelerin bu hat üzerinden gevşetilmesi, yeni yasal düzenlemeleri kolaylaştıracaktır. Dünyada on yıllardır süren kürtaj tartışması bile, erken dönem insan yaşamının statüsü hakkında herkes için kabul edilebilir bir anlaşmaya varılmasının mümkün olmadığını göstermektedir. Puslu havanın daha da ağırlaştığı embriyo kalitesi tartışmalarında yaşam taraftarı ya da özgürlük taraftarı olmak, meselenin genetik alanda normatif bir eksene oturmasını benzer bir şekilde zorlaştırmaktadır. Aslında biyoteknolojik gelişmelerin felsefi arka planı artık eskisi kadar tartışılmamaktadır. Belki de daha doğru bir ifadeyle yeni kuşak tartışmalar, sadece gen tedavisinden genetik marketlere nasıl bir geçiş yapılacağı üzerine odaklanmaktadırlar. Ancak bu alanda verilecek herhangi bir kararın her zaman bir başkası adına olması ve hayatın anlamını değil ama değerini içinde barındırması, konuyu daima tartışmalı kılacaktır.
Gelecek için silüeti çizilen genetik iyileştirmeler ise geçmişten farklı olarak bu kez “normal”in altındakilerin imhasının aksine, “normalin üstü”nün yaratımını hedeflemektedir. Mevcut eşitsizlikleri meşrulaştıran bir güzergâhı takip eden liberal öjenik anlayış, bu yeni katkının, yani çocukların genomlarının değiştirilmesinin kısa zamanda meşruiyet elde edeceğini savunmaktadır. Batı toplumlarının özellikle üst sınıflarının, genetik mühendisliğinin insan tasarımına yönelik uygulamalarına hazır olduğu düşüncesi öne çıkarılmakta ve piyasa uygulamalarının ileride bu çerçevede şekilleneceği varsayılmaktadır. Teknolojik bir sürüm olarak insan fikri, şimdilik kurgusal biçimde kalmaktadır fakat sürekli kendini yenilemeye çalışan insanlık için bir aşamadan sonra tüm kararlar, ahlaki olmaktan çok stratejik bir konuma gelecektir. Mühendislik rüyasının başlangıcı, çaresiz canlıları yaşamın hatalarının getirdiği yükten kurtarmak şeklinde belki de iyi niyetli bir tutkudur. Sonu ise, gen bürokrasisine uzanan bir kâbus olmamalıdır. Esas sorunumuz, hataları giderip giderememek değil, genetik bir özelliği hata olarak adlandırma olasılığımızdır.
Var Olmanın Bedeli
Piyasanın tüm standartları belirlediği bir dünyada, genetik bir mükemmelleştirme için duyulan coşku anlaşılabilir bir şeydir. Bazı yazarların buna ortak olması ve bir değer olarak sadece genetik gerçeğin geçerli sayılması, bu gerçeğin nasıl pazarlanacağı ile yakından ilgilidir. Genetik danışmanlık hizmetinin zorunlu tutulmaması, mevcut süreç içinde adaletsiz görünmeyebilir. Adalet, zayıfın yok sayıldığı, hatta piyasa tarafından tahrip edildiği bir genetik ayrımcılık içinde zaten görünmez kılınmış olacaktır.
Biyolojik şansımızla özetlenemeyecek bir yaşamda elbette hiçbir hastalık insanlığı yüceltmez. Öjenik sapmanın olası sonuçları hakkındaki endişelerin tamamının felaket senaryolarına bağlanması da tutarlı bir yaklaşım sayılmaz; tıpkı totaliter bir yönetim veya yabancılaşma olasılığı adına tüm genetik ilerlemelerin mahkûm edilmesi gibi. Bilim ve teknolojinin totaliter bir denetime neden olduğuna ve genetik gelişmelerin insan onurunu yok etmeye doğru gittiğine yönelik görüşlerin tamamını aynı potada eritmek de kolay değildir. Genetik mühendisliği alanındaki gelişmeleri temelsiz biçimde bilim kurgusal bir felaket üzerine inşa etmek başka bir şeydir, araştırmaların her aşamasının insanlığa etkisini tüm boyutlarıyla tartışmaya açmak ise bambaşka bir şey. “Hayatın kutsallaştırılmaması” ve “genetik şans karşısında diz çökülmemesi” adına, genetik araştırmaların sosyal yönüne ilişkin eleştirilerin dar bir alana hapsedilmesi ve bu tavrın tartışmaların önüne bir set çekeceğinin düşünülmesi, sorgusuz bir kabul beklemektir.
Kapitalizmin yeni bir yüzünü temsil eden biyoteknoloji, yaşamı ve piyasayı bu kez hücresel düzeyde buluşturmaktadır. Dünyada iktisadi halkadan çıkarılan insanların en temel sağlık hizmetlerinden yararlanamadığı düşünüldüğünde, herhangi bir hastalıktan bağımsız olarak, sadece maddi olarak karşılayabildikleri için belli bir sınıfın bu ayrıcalıklı teknolojiden yararlanacak olması, konuya dair perspektifimizi genişletmemizi gerektirmektedir. Elbette genetik mühendisliği uygulamalarının insan hayatı ve onuru için yaratacağı sorunlar sadece felsefi değildir ve insan haklarını gölgelemektedir. Ancak temel haklar açısından ayrımcılığın getireceği sarsıntıya, dolaylı biçimde iktisadi yapının taşıdığı eşitsizliğin de eklenmesiyle, hem kuzey-güneyin hem de toplumların yörüngesinde büyük yarılmaların oluşması olasılığı oldukça yüksektir. Bu nedenle, genetik mühendisliğine ait distopik senaryolar, her ne kadar ilgi çekici olsa da, mevcut eşitsizlik tablosunun derinleşme olasılığını gölgede bırakmaktadırlar. Genetik mühendisliği nedeniyle hem kişisel haklarda hem de sosyal haklarda yaşanabilecek bir gerilemenin önlenmesi, insanlığın ekolojik sorunlarla giderek daha fazla yüz yüze geldiği tarihin bu evresinde daha da önem taşımaktadır. Geçmişte olduğu gibi sosyal haklar yaratmayacak yasal düzenlemeler, gelecekte temel hakların çoğunu yine etkisiz kılacaktır. Mesele, hayata ve insana değer vermekse, insanların hayatını kâbusa çeviren sorunlardan kaçmaya yarayan senaryolara mesafeli yaklaşılmalıdır.
DİPNOTLAR
[1] Peter Sloterdijk, İnsanat Bahçesi İçin Kurallar, Çev. Mustafa Tüzel, Everest Yayınları, İstanbul, 2001, s.16.
[2]Sloterdijk, s.47–48.
[3]Sloterdijk, s.49–51.
*Moleküler makas olarak adlandırılan Cas9 enziminin rehber RNA’yı izleyerek DNA’yı hedeflenen yerden kesmesi ve etkisizleştirmesidir. Bu yöntem, genomun çeşitli kısımlarına ekleme, çıkarma ya da DNA diziliminde değişiklik yapılmasına olanak sağlamaktadır.