Aslında bir ben vardım sokakta, bir de polis…

Ayrıntı Dergi’nin ilk sayısında, Mark Neocleous’un “Barışçıllaştırma Rüyası …” başlıklı bir yazısını yayınlamıştık. Söz konusu yazıda Marksist kategoriler ile biyo-siyasal kategorileri iç içe geçiren Neocleous, küresel barış projesinin bizzat kendisinin polisiye bir proje olduğunu ortaya koyuyor ve ilkel sermaye birikiminin başı sonu belli bir dönemsellik içerisinde düşünülmemesi gerektiğini belirterek, aslında olağanüstü halin sürekliliğine vurgu yapıyordu. Böylelikle beliren şey ise güvenliğin temel işlev ve hedefinin gerçekte bir tür edilgenleşme durumunu yaratmasıydı. Bu zemin, güvenlik güçlerine yönelik her türlü direnişin de daha baştan ‘barış karşıtı’ biçiminde etiketlenerek gayrimeşrulaştırılmasının da zeminini oluşturmaktadır.

Yine Ayrıntı Dergi’nin üçüncü sayısında yayınlamış olduğumuz bir başka yazıda da Giorgio Agamben, ‘güvenlik gerekçesiyle…’ formülünün, gündelik hayattan uluslararası çatışmalara kadar her alanda, insanların kabul etmeleri için hiçbir sebebin bulunmadığı ölçütleri dayatmak amacındaki bir parola gibi işlev gördüğünü ve bunun da bir siyaset-dışılaşma sonucunu doğurduğunu belirtiyordu. Bu bakımdan tanıklık ettiğimiz şey, Agamben’e göre, başlangıçta suçlular için tasarlanmış pek çok teknolojinin gittikçe bütün yurttaşlara yayılan bir biçimde uygulanışı ve yurttaşın siyasal kimliği üzerinde kaçınılmaz etkiler bırakmasıdır. Bu öyle bir durum yaratmıştır ki toplumlarımızı yöneten temel ilke, artık her yurttaşın potansiyel bir terörist oluşudur.

Bu mantığın serimlenmesi açısından en buldurucu örneklerden biri, Tekel Direnişi sırasında, elinde Türk Bayrağıyla polislerin üzerine doğru giderek, kendisinin terörist olmadığını haykıran Tekel işçisinin durumudur. Örneğin buldurucu değeri, örtük egemenlik talep ve iddiasında yatmaktadır. En nihayetinde, kendisinin terörist olmadığını beyan etmek, kimin terörist olduğuna karar vermek gibi bir boyutu da içerimler. Elbette şaşırtıcı olmayan bir biçimde, kendisine haddi bildirilmiş; bu kararın ona ait olmadığı kendisine ve hepimize gösterilmiştir. Yine bu örnek, Kürdistan’da yıllarca yürürlükte olmuş yasasızlık halinin meşruiyet dayanaklarını da açıkça ortaya koymuştur. Her türlü siyasal etkinlik, kendi dayanağını terörist olmamak olarak konumlandırırsa, daha baştan egemenler tarafından oluşturulmuş, üretilmiş ve dolaşıma sokulmuş bir olumsuzlamayla maluldür. Çünkü dayanağını aldığı olumsuzlayıcı söylem, niyetlerden bağımsız olarak, Kürdistan’da gerçekleştirilen her türlü edimi meşrulaştırır. Tekel İşçisinin başına gelen de biraz, kendi yaratmış olduğu canavarın dönüp onu ısırmaktan çekinmeyeceğini ve çekinmediğini göstermesi olmuştur.

Basitçe Kürtlere reva görülen muamelelerin mevcut iktidar tarafından her türlü hasım gruba da reva görülmeye başladığını ileri sürüyor değilim. Eskinin Kürtler açısından özlenir hiçbir tarafının olmaması şimdilik bir kenara, eskinin siyasal kümesine dâhil olanların da bu kümeden çıkarılmakta olduklarına tanıklık ediyoruz. Ya da açık olanı dile getirirsek, klasik anlamıyla ‘siyasal’ geri dönmemek üzere kayboluyor. İstisna bölgesi, ‘siyasal bölge’yi de yutuyor; bu ise açıkça egemenlik formundaki köklü bir değişime işaret ediyor. Bu da elbette paradoksal bir hukuksal/siyasal görünüm çıkarıyor önümüze. Egemenliğin kendisini merkeze alarak baktığımızda, gerçekte hukuk dışı hiçbir şeyin gerçekleşmemekte olduğunu ve asıl sorunun, bütün varoluşumuzun hukukileştirilmesi sonucu, siyasal varlığımıza bir son verilmesi olduğunu görüyoruz. Bunun paradoksal yanı, hukuksal statülerimizi yok eden şeyin varoluşumuzun hukukileştirilmesi olmasıdır.

Bu duruma yönelik tepkilerin biçimi, Türkiye’de öznelliğin kuruluş tarzlarına da göbeğinden bağlı durumdadır. Hrant Dink’in Türkiye insanlarının kabullenemeyici tutumlarındaki onur olarak değerlendirdiği olgu, kendine toz konduramamanın bu biçimi, sorun yaratan mekanizmalarla ancak kendisinin dışında bir şey olarak karşılaştığı zaman eleştirel bir ilişki kurabilmektedir. Bu bakımdan azımsanmayacak sayıda Türk insanı, Ermenilerin, Süryanilerin, Ezidîlerin, Alevilerin, Nasturilerin, Kürtlerin, Rumların ve adını sayamadığım daha pek çoklarının bu devlet kurulduğundan beri karşı karşıya oldukları olağanüstü hal rejimiyle, AKP iktidarı ve onun hem dışlayıcı hem de temellük edici ideolojisi olan Türk-İslam sentezi aracılığıyla, ilk defa kendilerinin dışında ve kendilerine karşı cereyan eden bir şey olarak karşılaşmıştır (söz konusu ideolojinin hem dışlayıcı hem temellük edici niteliğiyle bir ‘millet’ inşası PROJESİNE tahvil edilmesiyle ilgili olarak, Bülent Özçelik’in Ayrıntı Dergi’nin üçüncü sayısında yayınlamış olduğumuz “AKP’nin Milleti” başlıklı yazısına bakınız). Gerçekte AKP hükümeti döneminde, istisna bölgesinin dışında kalan ‘siyasal’ alana yönelik müdahaleler, Kemalist devlet aygıtlarıyla yıllarca Kürdistan’da yapılagelmiş olan müdahalelerden pek de farklı değildir; hatta bizzat aynı aygıtlar, istisna bölgesinin dışında da işlerlik kazanmıştır ki ‘siyasal olanın çöküşü’ ifadesiyle kastedilen de budur. Elbette gerçekte Kemalist devlet aygıtlarından başka aygıtlara pek de başvurmayan iktidarın yeni sahiplerine karşı bir ‘dış güçler’ manzumesi de kimi siyasal gruplar -örneğin İşçi Partisi ve TKP- tarafından devreye sokulmuştur. Bunun, kendi sorumluluklarından ve ellerindeki kanın kokusundan kaçmak isteyen bir aklın, yıllarca Kürt sorununu dış güçlerin oyunu olarak görmesinden, öznelliğin kuruluşu bakımından pek de farkı yoktur.

O halde istisna halinin bu genişlemiş ve temel yönetim paradigması halini almış olduğu bir evrende hangi barışın sözünü ediyoruz? Kürdistan’da yaşananların hiçbir zaman hukuksal bir savaş olarak tanımlanmamış olmasına ek olarak, artık böyle bir tanımın olanaksız hale geldiği siyaset-dışı bir evrende bir barıştan söz edilebilir mi? Bu bakımdan salt hukuksal statü talebiyle bile Kürt Hareketi, siyasal olanda ısrar etmekte ve bu haliyle de, doğası gereği ve belki kendisine rağmen, siyaset-dışılaşmaya karşı bir direniş olarak belirmektedir. Bu, özellikle de Rojava’da süren savaşta YPG güçlerinin ısrarla ve inatla Cenevre Savaş Sözleşmesi’ne uygun zeminlerde bir savaş halini sürdürme çabalarında kendisini göstermektedir. Şu halde, Türkiye Devleti’nin Rojava’ya yönelik tutumu da göz önünde bulundurulursa, siyaset-dışı bir egemenlik paradigmasına savrulmuş mevcut dünya sisteminin, gerçekte ‘siyasal olanı’ hedeflediği de açıklık kazanacaktır (böyle bir zeminde, siyaset önermenin ahlaksızlığı da bir kenarda durmak üzere, siyaset önerir gibi görünen bir konumdan gerçekte kendi naifliklerine çağrı çıkaran entelektüellere de tanıklık ettik/ediyoruz). Siyasal olanın hedeflenmesinin temelindeki mantık, yaşam alanlarımızın bir tür kişisizleştirilmiş alana dönüştürülmesi stratejisinden oluşmaktadır. Türkiye Devleti’nin ‘sorun’ karşısındaki tutumu, sorun bölgesini bu türlü bir idare edişin nesnesi kılmak eğilimindeki bir tutumdur.

Bu tutum ‘bölge’nin hem uzamsal olarak hem de zamansal olarak yeniden eklemlenmesi amacındaki bir çabayla iç içe gitmektedir. Devlet barışı aramamakta; aksine, bir bölgeyi kendi yönetim teknikleriyle yönetilebilir kılmaya çalışmaktadır. 90’lı yıllarda, yıllarca elektrik gitmemiş köylerin yollarının bir anda asfaltlandığına tanıklık etmiştik. Elbette bunun nedeni müdahale ve operasyon hızını arttırmak ve bunun zamanını kısaltmaktı. Bugün de duvar örme girişimlerinden tutun da ‘kalekol’ inşaatlarına kadar, mekânın sürekli yeniden düzenlenmekte olduğuna tanıklık ediyoruz. Üstelik bütün yönetim alanlarının bir güvenlik paradigması içinde yeniden tesis edildiği günümüzde, bütün siyasal varoluşunu böyle bir paradigma içerisinde oluşturmuş devletlere ve bir devlete, ‘güvenlikçi’ bir anlayışın ‘Kürt sorununun çözümüne hiçbir katkı sunamayacağını söylemek de –eğer alttan alta “bizi mağlup etme şansınız yok” biçiminde stratejik bir mesaj içermiyorsa– gerçekte onları ve onu, kendi varoluşsal temellerini terk etmeye çağırmak anlamına gelmektedir.

Yönetilebilir kılmaya dönük stratejinin temel öğelerinden birini, Kürdistan toplumu içerisine yerleştirilen siyasal antagonizmalar oluşturmaktadır. Bunun son örneğini Dicle Üniversitesi’ne yönelik saldırılarda gördük. Görünen yüzü, hep olageldiği üzere, İslam Peygamberi’nin doğum günü nedeniyle “Kutlu Doğum Haftası” etkinlikleri düzenlemek arzusundaki Müslümanlar ile üniversitenin Yurtsever öğrencileri arasında bir çatışmanın cereyan ettiği biçimindeydi. Elbette bu görünen yüz, iman üzerinde tekel kurucu bir siyasal söylemin üretimidir ve ayrıca bu söylemin üretimine de katkıda bulunmaktadır. Fakat göz ardı edilen olgu biriktirilmiş, devşirilmiş ve devralınmış bir siyasal sermaye olgusudur ve bu etkinlikleri düzenleme hevesindekilerin hepsinin yasal düzleme çekilmiş eski Hizbullahçılar olmaları, boşa düşmüş bir Kürdistan HAMAS’ı projesinin başka bir düzlemde yeniden hayata geçirildiğini ortaya koymaktadır: Gayet ‘demokratik’ yöntemlerle siyaset yapmak istedikleri halde engellendikleri, “Kürt Hareketi’nin demokrasiyi içselleştirememiş olduğunu, ne kadar totaliter olduğunu” söyleme olanağını buldukları bir durum. Bu ise ‘iman’ın yanı sıra ayrıca ‘demokrasi’ üzerinde de bir tekel kurma girişimidir. Ve hiç kuşku yok ki bu iki tekel kurma girişimi, hem imanlarının hem de demokrasi anlayışlarının üzerine Şeytan’ın, bildiğiniz Şeytan’ın gölgesini düşürmektedir.

Bu bakımdan bir tersine akışla da karşı karşıya buluyoruz kendimizi. İstisna bölgesindeki uygulamaların ülkenin geri kalanına doğru genişlemesine benzer bir biçimde, ülkenin geri kalanında başarıyla uygulanmış bir siyasal strateji ve söylemin de Kürdistan’a ihraç edildiğini görüyoruz. Yerleştirilmeye ve genel bir siyasal çatışmaya dönüştürülmeye çalışılan antagonizma dolayısıyla, Kürt Hareketi ve bileşenleri ‘laik’, yani ‘Tersinden Kemalist’ olarak kodlanırken, bu hareketin karşısında oluşturulmaya çalışılan cephe ise ‘bu toprakların değerlerine sadık kimseler’ olarak kodlanmaktadır. Bu açıdan, Kürdistan’ı görmeden, Kürt Hareketine yöneltilen ‘Tersinden Kemalist’ eleştirisinin neye hizmet ettiği de entelektüel namus gereği iyice bir tartılmak zorundadır.

Yine Dicle Üniversitesi’ndeki çatışmaların açığa çıkardığı bir başka olgu da genel çatışma alanının daraltılmasını, dahası çatışmanın toplumsal olandan çıkarılmasını, tabir yerindeyse ‘çatışmanın gettolaştırılmasını’ hedefleyen bir stratejidir. Böylelikle çatışma mevcut siyasi biçimde bir çatlak yaratamadığı gibi, ‘normal’ bir toplumsal durumun dışarıdaki çatlağına dönüştürülmek istenmektedir. Bu çatlaktan sızacak olan da polise öngörülmüş bir meşruiyet alanıdır. Güvenlikçi bir yönetim paradigmasının bütün topluma hakim ve Kürt halkının da bu paradigma çerçevesinde yönetilebilir kılınması için gereken açıklık Hizbullah militanları ve sözde ‘dinsel’ bir söylemle yaratılmaktadır. Buna yönelik her türlü direniş, gerçekte siyaset-dışılaşmaya da karşı bir direniştir. Siyasal, kaderimizdir ve kaderimize sahip çıkma borcumuz bulunmaktadır.