Asri Güçsüzlüğümüz

Bu konferansta, Avrupa’daki ve özellikle Yunanistan’daki durumun önemli tüm yönlerini tartıştık. Kuşkusuz söz konusu mühim tarihsel yapıları inceledik: özellikle çağdaş kapitalizmin agresif küresel siyasetini, çeşitli devletlerin ortaklaşa acziyetlerini ve Avrupa’nın şimdi de olduğu gibi oynadığı gerici rolünü; ama aynı zamanda teslimiyet ve başkaldırının çağdaş diyalektiğine ışık tutan öznel biçimlerin yasasını. Ayrıca, militan taleplerin aciliyetinden kaynaklanan, insanları artan yoksulluk ile toplumsal tertibin yıkılmasına maruz bırakan ve tümüyle vahşi milliyetçi motifler ile katlanılmaz  ırkçı gerçekliklerden yararlanan faşist çetelerin gittikçe artan haddini bilmez eylemlerinin yarattığı sıkıntıların değerlendirmesini yaptık. Bu amaçla, hepimiz direnişin süregelen etkilerini yorumlamaya çalıştık.

Yunanistan’daki durumun doğrudan özellikleri dikkate alındığında, tüm bunlara ekleyecek bir şeyim yok. Komünist siyasetin içindeki hocalarımdan (maitres) biri (Mao Zedong), “Sorgulama yoksa konuşma hakkı da yok!” derdi. Buna rağmen ben, özellikle Yunan arkadaşlarımız olmak üzere, kolokyumumuzdaki diğer katılımcıların aksine, buradaki dayanak noktamız olan durumu siyasal veya militan bir sorgulamaya girişmedim.  Yeni bir siyasal durumun deneyiminin ancak onun kendi süreci içinden kavranabileceğini, sıradan bilgi ve görüşlerin yeterli olmayacağını biliyorum. Sebebi de çok basit: Öznel olan siyasal yenilik, kendini inşa etme sürecindeyken, dışarıdan idrak edilmesine izin vermez. Hatta biraz önce alıntı yaptığım hocam aynı zamanda,  “bir problemi sorgulamak, onu çözmektir.” derken bunu kasteder. Ben de, bugünlerde Yunan halkını kuşatan problemlerden herhangi birinin çözümüne dair ne kapasiteye ne de niyete sahibim.

Bu nedenle, buradaki öznel konumum söz konusu gidişata açıkça dışsaldır. Bu konumun sınırlarını kabul edeceğim ve sahip olduğum bilgiye dayanarak; belki kişisel, belki meşru olmayan, ama yine de hissettiğim bir duygu ile başlayacağım: Genel siyasal güçsüzlüğümüzün hissiyatı. Bugünlerde Yunanistan’da olanlar aşağı yukarı bu hissiyatın bir noktada toplanmasıdır.

Yeni bir siyasal öznenin ortaya çıktığını fark ettiği Yunanistan’daki halk direnişinin siyasal yeniliklerine yaptığı kesin göndermelerle kendi bariz iyimserliğini destekleyen arkadaşım ve yoldaşım Costas Douzinas’ın belagatine kesinlikle hayran kaldım[1]. Fakat ikna olmadım. Elbette, Costas’ın hatırlattığı ilerici ve anti-faşist göstericilerin cesareti ve taktiksel yaratıcılıkları hayranlık uyandırıcıdır. Hatta bu tür şeyler tamamen gereklidir. Fakat yeni midir? Hayır, hiç de değil. Her gerçek kitle hareketinin değişmez nitelikleridir: Eşitlikçilik, kitle demokrasisi, sloganların yaratımı, cesaret, hızlı tepki gösterme… Fransa 68 Mayıs’ında bunların benzerlerini gördük, aynı enerjiyle –eğlenceli ve daima biraz tedirgin. Son zamanlarda Mısır’da Tahrir Meydanı’nda gördük. Aslında, gerçeği söylemek gerekirse, Spartaküs’ün veya Thomas Münzer’in dönemlerinde bile bu tür şeyler geçerli olmuş olmalı. Yaklaşık kırk yıl önce, bu belirleyenleri ‘komünist değişmezler’ olarak adlandırmayı önerdim ve bugün daha açık söylüyorum: hareket komünizminin değişmez özellikleri. Tam anlamıyla siyasal yenilik ve yeni bir siyasal özne başka şeylerdir: Yaşamsal olarak harekete ihtiyaç duyarlar ancak hareket ile karıştırılamazlar.

Bu yüzden de geçici olarak başka bir hareket noktasından yola koyulalım.

Yunanistan evrensel önemde uzun tarihe sahip olan bir ülkedir. Arka arkaya gelen baskı ve işgallere direnişin belirli bir tarihsel yoğunluğunun olduğu bir ülkedir. Silahlı mücadeleyi de içeren komünist hareketin çok güçlü olduğu bir ülkedir. Bugün bile gençliğin büyük çapta ve inatçı isyanları sürdürmesi ile örnek oluşturduğu bir ülkedir. Kuşkusuz, klasik gerici güçlerin çok iyi organize olduğu fakat aynı zamanda büyük popüler hareketlerin cesaretinin ve geniş kaynaklarının bulunduğu bir ülkedir. Korku salan faşist örgütlerin kesinlikle var olduğu ama aynı zamanda görünür şekilde sağlam bir seçmen ve militan tabanına sahip sol partinin bulunduğu bir ülkedir.

Şimdi, bu ülkedeki her şey kendi krizinden kurtulmuş kapitalizmin mutlak hâkimiyetini sanki hiçbir şey durduramazmış gibi yaşanıyor. Sanki kurulmuş özel komiteler ve köle ruhlu hükümetlerin güdümünde, ülkenin Avrupa bürokrasisinin halkın desteklemediği barbarca talimatlarına uymaktan başka bir seçeneği yokmuş gibi! Aslında yöneltilen sorular ve onların Avrupalı çözümleri bakımından, direniş hareketi dâhiyane bir siyasal alternatifin dayanağı olmaktan daha çok bir erteleme taktiği gibi görünüyor.

Bu, çağımızın, sadece bizi tüm gücümüzle Yunan halkının cesaretini desteklemeye değil; aynı zamanda bu cesaretin umutsuzluk içinde faydasız bir cesarete dönüşmemesi için ne düşünülmesi ve ne yapılması arasında aracılık etmeye davet eden büyük bir dersidir.

Asıl şaşırtıcı olan ise -öncelikle Yunanistan’da, ancak başka yerlerde de, özellikle Fransa’da – ilerici grupların, insanları koşulsuz bir şekilde liberalizmin yeni -aynı zamanda da istikrarlı ve temel- yasalarına mecbur bırakan ekonomik ve devlet güçlerini, en ufak anlamlı bir gerilemeye zorlamadaki beceriksizliğidir.

İlerici güçler yerinde sayarken ve sınırlı bir başarı bile kazanamazken, faşizm güçleri büyümekte, zenofobik ve ırkçı bir milliyetçiliğin yanıltıcı arka planında Avrupa yönetiminin kararlarına muhalefetin liderliğini üstlenme iddiasındadır.

Hissiyatım şu ki bu güçsüzlüğün temel nedeni esasında halkın uyuşukluğu, cesaret eksikliği veya çoğunluğun “gerekli şeytanlar”a gösterdiği destek değildir. Pek çok tanıklık, bu kolokyumda bile, coşkulu ve büyük çapta popüler bir direnişin olanaklarının Yunanistan’da var olduğunu bize gösteriyor. Fransa’da bile, Sarkozy’nin emeklilik reformuna- tamamı emirleri iktidarlardan alan yaltakçı bürokratların kamusal hizmetleri ve önemli sosyal güvenlik kurumlarını bölme çabalarının bir parçası olan reform- karşıt eylemlerle, birçok popüler unsurun vazgeçmeden direnme potansiyelini gösterdiğine ve komünizmin, özellikle sendikal hegemonyadan arınmış özgün grev ve ittifak yöntemlerini kullanması gibi değişmez değerlerini canlandırdığına tanık olduk.

Yine de, ne bu girişimlerden siyasalın kitlesel ölçekte yeni bir tasavvuru ne de protesto retoriğinden yeni bir kelime haznesi ortaya çıktı ve sonunda sendika patronları herkesi seçimleri beklememiz gerektiğine ikna etmeyi başardı.

Bence, bugün tecrübe ettiğimiz şey, hareketin aktörlerinin şu anki durumumuzu düşünmek ve dönüştürmek için kullandıkları siyasal kavramların çoğunluğunun etkisiz olmasıdır.

Aslında, 1960 ve 1970’lerin geniş içerikli hareketlerinden sonra, ekonomik, siyasi ve ideolojik açıdan çok uzun süren bir karşı-devrimi miras aldık. Bu karşı-devrim bir zamanlar popüler bilinci, özgürlük siyasetinin en temel kavramlarına –rastgele söylersek, sınıf mücadelesi, genel grev, karşılıksız kamulaştırma, devrim, yer altı faaliyeti, işçi-öğrenci birliği, ulusal özgürlük, halkın diktatörlüğü, kitle demokrasisi, proletarya partisi ve diğerleri gibi- bağlayabildiğimiz inanç ve gücü etkili bir şekilde yok etti. Bundan dolayı, ilerici düşüncenin bile tamamen düşman tarafından dikte edildiği tarihsel perspektifi kabul edersek, 19. yüzyılın başından beri siyasal ortama hükmeden kilit sözcük komünizm bir tür tarihsel kötü şöhrete hapsedildi. Komünizm ve totalitarizm arasındaki eşitlemenin doğal ve herkes tarafından kabul edilmiş gibi gözükmesi 1980’lerin yarattığı tahribatta devrimcilerin ne kadar da başarısız olduklarının göstergesidir. Kuşkusuz iktidardaki, özellikle Sovyetler Birliği’ndeki sosyalist devletlerin ve komünist partilerin ne hale geldiğinin keskin ve sert bir eleştirisini yapmaktan da kaçınamayız. Fakat bu eleştiri bize ait olmalı. Bu eleştiri, teori ve pratiğin ilerlemesine yardımcı olacak ve onlardan huysuzlanarak vazgeçmeye sebebiyet vermeyecek, yani tarihsel olanın yanında siyasal olanı göz ardı etmeyecek kendi teorilerimizden ve pratiklerimizden beslenmeli. Bunların olmayışı şaşırtıcı bir gidişata sebep oldu: Bizim için büyük önemi olan tarihsel bir döneme dair, düşmanın bakış açısını hiçbir kısıtlama olmadan benimsemiş olduk. Bunu yapmayanlar da eski ajitatif retoriği hiçbir şey olmamış gibi devam ettirdiler.

Düşmanımızın tüm zaferleri arasında –ki sıralarken, 1960ların hareketinden bu yana, neredeyse her zaman dönek olmuş bugünkü ideolojik düzenin yeni bekçi köpeklerini de listelemeliyiz- bu sembolik zafer en önemlisidir. Kendi kelime haznemizin basitçe suçlu muamelesi görmezken bile, sadece değersizleştirilmesine ve alay konusu olmasına izin vermekle kalmadık; aynı zamanda kendimiz düşmanın gözde kelimelerini sanki bize aitmiş gibi kullandık. Demokrasi, ekonomi, Avrupa ve diğer kavramlarla birlikte bizi ilgilendiren asıl konu budur. Halk gibi daha tarafsız ifadelerin anlamı bile, çoğunlukla anketlere ve medyaya bağlı durumdadır ve “halk şöyle düşünüyor…” gibi anlamsız cümlelere dönüşmüştür.

Komünizmin olduğu geçmiş günlerde, boş sözler ve şatafatlı sıfatlardan oluşan kaba saba (langue de bois), basmakalıp veya klişe olarak adlandırdığımız dille alay ederdik. Elbette, elbette. Fakat ortak bir dilin varlığı ortak bir idealin (Idea) de varlığıdır. Matematiğin -ki matematiğin muhteşem bir langue de bois olduğu reddedilemez- bilimlerdeki etkisi bilimsel düşünceyi biçimlendirmesindendir. Bir durumun analiz edilmesi ve bu analizin taktiksel sonuçlarını hızlıca biçimlendirme yeteneği politikada daha az gereksiz değildir. Bu stratejik gücün bir göstergesidir.

Bugün, resmi demokratik ideolojinin büyük yetilerinden biri tamamıyla hizmetinde olan, istisnasız her ortamda ve her bir yönetim tarafından konuşulan langue de bois’e sahip olmasıdır.  ‘Demokrasi’, ‘özgürlükler’, ‘pazar ekonomisi’, ‘insan hakları’, ‘bütçe dengesi’, ‘ulusal çaba’, ‘Fransa halkı’, ‘rekabetçilik’, ‘reformlar’ ve bu gibi terimlerin her daim ve her yerde olan langue de bois’ın parçası olmaktan başka bir şey olmayacağına kim inanırdı ki? Bizler, bir özgürleşme stratejisi olmayan militanlar (ve bir süredir) gerçek afazikleriz. Bizleri kurtaracak olan hareketçi demokrasinin sempatik ve kaçınılmaz dili değildir. ‘Şu veya bu devrilsin’, ‘hep beraber kazanacağız’, ‘defol’, ‘direniş’, ‘isyan haktır’… Bunların hepsi, kolektif duygulanımları bir an için toplama kapasitesine sahiptir ve taktiksel anlamda kullanışlıdır ama meşru strateji sorusunu çözülmemiş bir şekilde hepten dışarıda bırakır. Özgürleşme hareketlerinin gelecekteki yerleşik müzakere için bu dil oldukça zayıftır.

Siyasi başarının anahtarı kesinlikle isyanın gücünde, ufkunda ve cesaretinde yatar. Fakat ayrıca isyanın disiplinine ve olumlu bir stratejik gelecek ile düşman propagandasının ortasında görünmez kalmış yeni bir olasılığı açığa çıkarabilecek beyanlara bağlıdır. Bunun için de bir hareketin veya herhangi bir durumun örgütlü militanları söyleneni ve yapılanı özümsemelidir ve bu, hareketin veya durumun tabanında daha geniş bir müzakere için biçimlendirmesi ve değinmesi gereken şeydir. Çünkü büyük çaplı popüler hareketlerin varlığı, tarihsel bir fenomen olsa bile, kendiliğinden politik bir tahayyül sağlamaz. Bunun nedeni bir hareketi bireysel duygulanım temelinde sağlamlaştıran şeyin her zaman negatif karaktere sahip olmasıdır: Öyle ki, olumsuz zaaflarıyla beraber hareketi geçici olarak sağlamlaştırmaktan başka bir sonuca kesinlikle sahip olmayan ‘kahrolsun kapitalizm’, ‘işten çıkarmaları durdurun’, ‘kemer sıkmaya hayır’ veya ‘kahrolsun Avrupa troykası’ gibi soyut olumsuzlamalardan gelişir. Arap Baharı sırasında  ‘kahrolsun Mübarek’ gibi daha belirgin olumsuzlamalarda hedef daha net olduğu için nüfusun farklı katmanlarını bir araya getirir ve gerçekten bir sonuca ulaşabilir fakat bu sonucun ortaya çıkardığı siyasalı asla inşa edemezler. Bugün Mısır ve Tunus’ta da gördüğümüz gibi gerici dinci partiler isyanla gerçek bir ilişkileri yokken bu hareketlerin ortaya çıkardığı kazançları sahiplenmektedir. Çünkü siyasal olan onayladıklarının ve önerdiklerinin düzenlenmiş halidir; olumsuzladıklarının ve reddettiklerinin değil. Siyasal olan aktif ve örgütlü kanaatlerdir, görünmez olasılıkları gösteren eyleme dönük düşüncedir. ‘Direniş’ gibi sloganlar bireyleri bir araya getirmeye elbette uygundurlar ancak böyle bir birlikteliğin tarihsel varoluşun ve politik zaafın neşeli ve keyifli bir karışımından daha fazlasını başaramama riskini içerirler. Bir kez daha düşman (ki politik, söylemsel ve yönetsel olarak daha donanımlıdır) günü kazanır; bu, iki misli olmuş bir acıya ve yenilginin kısır bir tekrarına dönüşür.

Az önce atıf yaptığım siyaset üstadı  ‘Bir problemi çözemiyor musun? Tamam, sakinleş ve şimdiki gerçekleri ve onun tarihini araştır!’ derdi. Dünyanın şu anki hali yaklaşık dünyanın 1840-50’li yıllardaki haline benzemektedir. 1792-94 Fransız Devrimi’nden sonra olduğu gibi,  1960’lar ile 1970’lerin başkaldırmalarından, devrimlerinden ve zafere ulaşmış insanlarının savaşlarından hemen sonra, biz de küreselleşme hedefli arsız liberal kapitalistler tarafından yönetilen uzun bir karşı devrimci-süreci yaşamaktayız. Nasıl ki 1847-1849 arasında ‘Halkların Baharı’na (Peoples’ Spring) benzer bir ayaklanma Avrupa’ya boydan boya hâkimdiyse; bugün Arap Dünyası’nda ve birkaç Batılı durumda da ortaya çıktı. Ardından, isyancıların tarafında da coşkulu, demokratik ve devrimci bir dil bulduk ancak bu fakir ve bütünlükten uzak bir dildi. Ve gene sonrasında, her tarafta gericilerin peşi sıra gelen zaferleri ile finansal spekülatörlerin yükselen gücü ile ve yozlaşmanın yeni şekilleri ile karşılaştık. Örgütlü emeğin mesela birinci enternasyonali kurmasından veya Sosyal-Demokrat partilerin birleşmesinden ve Paris Komünü ya da 1905 Rus Devrimi gibi görkemli fakat umutsuz gayretlerinden on yıllar sonra bile işçi sınıfının politik kapasitesi zafere hazır bir halde öne çıkmadı ve uluslararası örgütlerde olması gerektiği gibi vücut bulmadı. Gene, Marksizmin sadece işçi hareketinin bütününde değil, son kertede Çin’in uçsuz bucaksız kırsalında ya da kolonyal teröre maruz kalmış ülkelerde de pratikte hegemonik dil olması zorunluydu.

Gerçekten de, öyle görünüyor ki, bulacağımız şey; bugün kendisini takip etmeyi reddeden her türlü düşünce ve eylemi birbirinden ayırmayı amaçlayan gerici güçleri geri çekilmeye zorlayan şey direnişin olumsuz etkisinin yayılmasında değildir. Bu, ortak bir idealin paylaşılan disiplini ve hızlıca yaygınlaşan homojen dilin kullanımındadır.

Böyle bir dilin yeniden inşası hayatidir. Bu amaçla, ‘komünizm’ kelimesinin işaret ettiği her şeyi yeniden tanıtmaya, yeniden tanımlamaya ve yeniden düzenlemeye çalışacağım.

Bu konuya geçerken ‘komünizm’ kelimesinin üç temel şeye işaret ettiğini belirtmemiz gerekiyor.

Birincisi, bugünün egemen toplumlarında, hepimizin demokratik fetişleştirilmesine aşina olduğu özgürlük kavramının aslında mülkiyetin tahakkümü altında olduğunu gösteren analitik gözlemdir. ‘Özgürlük’ her türlü metayı önceden belirlenmiş herhangi bir sınır olmadan elde etmekten ve ‘kişinin her istediğini’ yapma gücünün kesinlikle buna göre şekillenmesinden başka bir şey değildir. Yükselen kapitalizmin İngiliz liberallerinin vicdansızca asarak idam ettiği ‘serseriler’ örneğinin açıkça gösterdiği gibi; herhangi bir şeye sahip olma ihtimalini kaybetmiş birinin, somut olarak hiçbir özgürlüğü yoktur.  Bu yüzden Marx Manifesto’da, komünizmin, bir anlamda, tek bir amaca indirgenebileceğini söyler: özel mülkiyetin kaldırılması.

İkinci olarak, ‘komünizm’ özgürlüğün mülkiyete göre düzenlenmesinin zorunlu olmadığına ve toplumların güçlü işadamları ve onların politikadaki hizmetkârları ile polis, ordu ve medyanın katı oligarşisi tarafından yönlendirilmediğine işaret eden tarihsel tezdir. Üretici emeğin kolektifleştirildiği, büyük eşitsiz çelişkilerin (kol emeği ile kafa emeği arasında, kent ve ülke arasında, kadın ve erkek arasında, yönetim ve emek arasında vb.) ortadan kaldırıldığı ve herkesi ilgilendiren kararların herkesin işi olduğu, Marx’ın ‘özgür birliktelik’ olarak tanımladığı bir toplum mümkündür. Bu eşitlikçi olasılığı, düşüncenin ve eylemin bir ilkesi olarak düşünmeli ve yitip gitmesine izin vermemeliyiz.

Son olarak, ‘komünizm’  uluslararası politik örgüte olan ihtiyaca işaret eder. Bu örgüt, ilkeler ile geniş kitlelerin etkili eylemlerin karşılaşmasından ortaya çıkar. Bu temelde,  bu örgüt devletin dışında herhangi bir verili duruma içsel gücü inşa etmek için insanların yaratıcı düşüncelerinin harekete geçmesine uğraşır. Amaç, bu gücün söz konusu durumu değiştirme iradesine sahip olanların aktif öznelliği ile ilkeleri birleştirerek;  gerçekliği bu yönde değiştirebilmesini sağlamaktır.

‘Komünizm’ kelimesi sonuç olarak özgürlüğün mülkiyete olan teslimiyetinden azade kılınmasındaki bütün süreçlerin adıdır. Bu kelime, düşmanlarımızın mülkiyete göre anlamlandırılmış özgürlüklerini yok edecek olan bu sürece katlanamayacakları için inatla karşı çıktıkları bir kelime olmuştur. Sonuç olarak, yalnızca bu inatçılık, komünizm kelimesini kriminalize etmek isteyen bu kudurmuşluk -ki bu 19. yy’da sosyalist devlet tecrübesinden önce başlamıştır- Çinlilerin ‘olumsuz örnekten ders almak’ dediği şeye denk düşer: Düşmanlarımızın her şeyden çok nefret ettikleri şey bu ise, bu kelimenin yeniden keşfi ile başlayabiliriz.

Şüphesiz, bu noktayla bitireceğim, faşist çetelerle karşılaştığımız zaman ‘halk’ kelimesinin kullanımı hakkında açık olabildiğimiz kadar açık olmalıyız. Mesele ‘halk’ kelimesini, ‘komünizm’ kelimesinin yeniden inşasına bağlama meselesidir.

Bu bağlantı ‘halk’ kelimesinin dört farklı anlamından geçer:  faşist anlam, devletçi ve hukuki anlam, ulusal özgürlük mücadelelerinde kazandığı anlam ve eşitlikçi özgürleşmeyi amaçlayan politik eylemlerde kazandığı anlam.

Bu sınıflandırmada, ‘halk’ kelimesinin iki negatif anlamına sahibiz. Birinci ve en açık olanı, uçları kapalı -ve her zaman kurgusal- olan ırksal veya ulusal bir kimliğe dayanmasıdır. Bu haliyle, bu tür bir ‘halk’ın tarihsel varoluşu, onu kuran kurguyu şiddetle hayata geçirecek despotik devlete ihtiyaç duyar. Daha mütevazı ama geniş ölçekte esnekliğine ve sahip olduğu mutabakata bağlı olarak daha zehirleyici olabilen ikinci anlamı ise ‘halkın’ güya meşru ve şefkatli devlete bağımlı tanımlanışıdır. Çünkü devlet sermayenin semirttiği değersiz ürünleri tüketmeye ve istediği her şeyi söyleyebilen, söylediği ölçüde genel mekanizmada bir etki yaratmayan bir orta sınıfın gelişmesine (yapabileceği zaman) ve kalıcı olmasına (her durumda) yardımcı olur. Basitçe, ilk anlamın faşist politikada maddi bir zorunluluk olduğunu görmekteyiz. İkinci kullanım ise bizim parlamenter demokrasilerimizde egemendir. Şunu diyebiliriz ki, ilk durumda ırk-halk geçerli iken,  ikincisini orta sınıf-halk olarak adlandırabiliriz.

Benzer bir şekilde, bizler ‘halk’ kelimesinin iki pozitif anlamına sahibiz. Birincisi, her ne kadar kolonyal ve emperyalist tahakküm ya da işgalciler tarafından yalanlansa da, halkın kendi tarihsel varoluş sürecinde oluşmasıdır. Sonuç olarak ‘halk’ olmayan bir devletin öncüsüdür. Bu, yeni ve halka ait bir devlet fikrinden başlayarak insanları tahakkümden, yok sayılmaktan kurtarma meselesidir. İkinci anlam ise, resmi devletin ‘kendi’ meşru varsayılan halkından ayırdığı insanların çekirdekten başlayan süreç üzerinden kendi varlıklarını halk olarak ilan etmeleridir. Örneğin, 19.yüzyıl işçi sınıfı, sömürgeleştirilen her ülkedeki köylüler ya da gene dışarıdan ( Üçüncü Dünya’dan- çev.) gelen işçi sınıfı üyeleri. Böyle bir halk, kendi varlığını örgütlü birliğinin kararlığıyla politik olarak ortaya koyar. Bu sadece, var olan devletin tamamen ortadan kaldırıldığı bir strateji ile mümkündür çünkü var olan devlet bu insanların varlığını tanıma olasılığının kesinlikle olmadığında ısrar eder.

Bu nedenle ‘halk’ kavramı komünizm için politik bir kategoridir: Ya varoluşundan gelen gücü yasaklayıcı olan arzulanan bir devletin varlığını yukarı çeken ya da bir zamanlar tanımlı halkın içinde ve dışında yer almış yeni bir halk tarafından yok edilmesi talep edilen kurulu bir devleti aşağı çeken.

‘Halk’ kavramı en temelde, ancak devletin muhtemel yokluğu ile pozitif bir anlam edinir; bu ise ya birinin yaratmak isteyeceği güçsüz bir devlettir ya da yok etmek isteyeceği resmi bir devlettir. ‘Halk’ kavramı, ya ulusal kurtuluş savaşlarının geçici hallerinde ya da her zaman ‘devletin sönümlenişini’  bir stratejik norm olarak kabul etmiş komünist politikanın tanımlayıcı biçimlerinde kendi değerini belirleyen bir kavramdır.

Bu tartışma bizi Yunanistan’dan ve durumun somut aciliyetinden uzaklaştırdı mı? Belki de. Ancak, siyasal olan her zaman düşünsel hazırlık ile koşullardaki sürprizler arasındaki karşılaşmadır. Siyasal olan doğrudan bir güçtür ama aynı zamanda sürekliliğin kurumsallaşmasıdır.

Benim Yunanistan ve hepimiz için dileğim bu karşılaşmanın evrenselleşmedir.

 

Çeviri: Selbin Yılmaz&Yunus Yücel

Bu makale, ilk olarak Yunanistan’da yaşanan ekonomik krizle ilgili 18-20 Ocak 2013 tarihlerinde Paris VIII
Üniversitesi ve École Normale Supérieure tarafından düzenlenen “Le symptôma grec” (Yunan Semptomu)
başlıklı uluslararası konferansta sunulmuştur. Konferanstaki diğer metinlerle birlikte “The Greek
Symptom: Debt, Crisis & the Left” dosya konulu, “Radical Philosophy” dergisinin 2013 yılının eylül-ekim
sayısında yayınlanmıştır. Yazının orijinali için bkz. http://www.radicalphilosophy.com/article/our-contemporary-impotence

 

DİPNOTLAR

[1] Bakınız: Costas Douzinas, Philosophy and Resistance in the Crisis: Greece and the Future of Europe, Polity Press, Cambridge, 2013.