Barış İçin Akademisyenler’in inisiyatifiyle ortaya çıkan “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı 2000’den fazla akademisyenin imza attığı bildiri başta Cumhurbaşkanı olmak üzere devletten çok sert tepki gördü. Kanımca bunun biri yüzyıllık, bir diğeri de daha güncel olmak üzere iki sebebi var. Burada bu iki neden üzerinde durmak istiyorum.[1]
Tarihsel neden, benim Türklük Sözleşmesi dediğim, devletle toplum arasında yazılı olan belgelerden ve yazılı olmayan örtük anlaşmalardan oluşan bir kurucu sözleşmeyle ilgili. Aslında bu sözleşmenin ilk versiyonu İslam üzerine inşa edilmişti, dolayısıyla bir Müslümanlık Sözleşmesi’ydi. 1914-1922 yılları arasında Anadolu’nun çeşitli halklardan oluşan yerli ve göçmen Müslüman nüfusu, Rusya, İngiltere, Fransa ve Yunanistan gibi yabancı Hıristiyan devletlere karşı Müslümanlık temelinde bir mücadele yürüttü. Dış güçlere karşı verilen mücadele sonunda kazanıldı, fakat bu mücadele sırasında Müslümanların gözünde bir tehdit olan yerli Hıristiyanlar da Anadolu’dan “temizlendi”. Mübadele, tehcir, tehdit ve katliam gibi biçimler alan Anadolu’nun Hıristiyanlardan arındırılması politikası, Ermeniler özelinde bir soykırıma dönüştü. Benim burada yaptığım gibi soykırım denilsin veya denilmesin, sonuçta yüzbinlerce Ermeni sürüldü, yüzbinlercesi öldü ve öldürüldü ve özellikle kadın ve çocuklardan oluşan binlerce Ermeni Müslümanlaştırılarak paylaşıldı. Bu sürece Müslüman burjuvazinin başlangıç sermayesini oluşturacak şekilde, Karl Marx’ın sermayenin ilkel birikimi dediği, büyük bir servet transferi de eşlik etti.
Bu sekiz yıllık savaşı, Müslümanlar kendi aralarında iki temel konuda açık ve örtük haller alan bir sözleşmeyle yürüttüler. Bu Müslümanlık Sözleşmesi’nin birinci maddesine göre, Anadolu’da güvenli ve reel/potansiyel olarak imtiyazlı bir şekilde yaşamak için Müslüman olmak gerekiyordu. İkinci maddesine göre ise, gayri-Müslim halklara yapılanlar hakkında kimse gerçeği konuşmayacak ve bu konuda entelektüel veya düşünsel faaliyetlerde bulunmayacaktı. Sözleşmeden faydalanmak için gayri-Müslimlere yapılan zulümlere illa doğrudan bir katılım gerekmiyordu. Sessiz kalmak da yeterliydi. Müslümanlık Sözleşmesi’nin bence bir başka kritik özelliği, bunun tepeden yani İttihatçılar tarafından dayatılmamasıydı. Müslüman toplumsal piramidin üst, orta ve alt kısımlarından yaygın bir şekilde destek ve katılım gören, bu üç düzeyin karşılıklı anlaşması ve ortak çıkarlarıyla yürürlüğe konulan bir sözleşmeydi bana göre. Sözleşmeye olan bu geniş katılım, aynı zamanda yerli Hıristiyanlara karşı hissedilen ve toplumun çeşitli düzeylerinin paylaştığı korku, öfke, kıskançlık ve hınç gibi ortak duygularla da beslenmişti.
Fakat bu sözleşme 1923 yılıyla birlikte yukarıdan, yani yeni ve kendine güvenini kazanmış iktidar tarafından daraltılarak Türkleştirildi. Bu, Müslümanlık Sözleşmesi’nin birinci maddesinin kısmen değişmesi anlamına geliyordu. Artık bu ülkede güvenli ve imtiyazlı bir şekilde yaşamak için sadece Müslüman olmak yetmiyordu, aynı zamanda Türk olmak ya da Türkleşmek gerekiyordu. Başka bir deyişle, hem Müslüman hem de Türk olacaktınız. İkinci madde ise, yani gayri-Müslimlere yapılanlarla ilgili gerçekleri dile getirmenin yasak olduğuna dair madde, Müslümanlık Sözleşmesi’nden aynen devralındı. Türklük Sözleşmesi, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin Müslüman halklarına çıkarılan bir davetiyeydi. Buna göre Müslüman olan ama kendini Türk görmeyen herkes, eğer isterse, Türk olabilecekti. Fakat bu demokratik bir davetiye değildi, çünkü davetiyeye uyan ödüllendirecek uymayan ise cezalandırılacaktı. Doğal olarak milyonlarca Müslüman Türkleşti, çünkü Türklük sonuç olarak bir performans meselesiydi. Türkçe konuştuğunuz, “Ne Mutlu Türküm Diyene” dediğiniz, Türk gibi düşündüğünüz ve duygulandığınız veya en azından başka bir şey olmayı kamusal hayatta bıraktığınız sürece bir Türk olarak kabul ediliyordunuz. Fakat sözleşmeye uymayanlar da oldu. Özellikle de Müslümanlık Sözleşmesi süresince çeşitli sözler verilen Kürt halkının önemli bir bölümü, kandırılmışlık hissiyle de, sözleşmenin birinci maddesine, yani Türkleşmeye karşı geldi. 1925 yılındaki Şeyh Said İsyanı ve isyanın bastırılmasıyla birlikte ise, Türklük Sözleşmesi’ne üçüncü bir madde eklendi: Kürtlere yapılanlar hakkında ve Kürtlerin varlığı hakkında kimse gerçekleri söylemeyecek ve düşünsel faaliyetlerde bulunmayacaktı.
Türklük Sözleşmesi en başta yasalarla ve devletin şiddet araçlarıyla güvence altına alındı. Sözleşmeye uymayanlar cezalandırılacaktı. Bu cezalandırma, ölüm, hapis, işten atılma, işe alınmama, sürülme, dışlanma gibi biçimler aldı ve hâlen almaya devam ediyor. Uyanlar ise, toplumsal hayatın her alanında –ekonomide, siyasette, bürokraside, akademide, sanatta vb.- yükselebilecekti veya yükselme potansiyeline sahip olacaktı. Bu cezalandırma ve ödüllendirme mekanizmaları, sadece kişinin kendisini değil, ailesini de kapsıyordu. Yani bu kararı alırken, sadece kendinizi değil, ailenizi de hesaba katmak zorundaydınız.
Fakat sözleşmeye uyum, sadece yasalarla ve şiddet yoluyla sağlanmadı. Bireyler (farklı toplumsal gruplara dâhil olan ve farklı alanlarda çalışan bireyler) Ermeni ve Kürt Meseleleri’ne dair çoğu zaman bilinçdışı olan ilgisizlik, bilgisizlik ve duygusuzluk stratejileri de geliştirdiler. Çünkü ilgilenmek ve bilgilenmek, utanç ve suç ortaklığı gibi tehlikeli ahlaki duyguları beraberinde getirecekti. Bu da sözleşmenin ihlali olduğundan, birçok cezanın yanında, sonuçta aileniz tarafından bile dışlanabilirdiniz. Fakat bildiğinizi ve düşündüğünüzü söylememek de kişinin kendine olan saygısını, yani öz-saygıyı ortadan kaldırabilir. Bunun olmaması için, hiç bilgilenmemek, hiç ilgilenmemek ve dolayısıyla hiç duygulanmamak en doğrusuydu.
Bu stratejiler, doğruyu söyleyip yazması beklenen kişiler yani entelektüel veya aydın denen kişiler için özellikle çarpıcıdır. Onlar için ilgisizlik ve bilgisizlik özellikle gerekliydi, çünkü bir kez bilgilendiniz mi, o bilgiyi yazmak entelektüel sorumluluk gereğidir. Bunun olmaması için Kürt meselesini küçümsemek, ciddiye almamak, Kürt meselesinin kendi içinde bir mesele olmadığını, başka bir meselenin yansıması olduğunu düşünmek gibi stratejiler kullanıldığını düşünüyorum. Bu bağlamda, Kürt ve Ermeni meselelerinin emperyalizmin bir oyunu olduğunu, Kürtlerin feodal ve İslamcı olduğunu, ya da Kürtlerin milliyetçi ve kavimci olduğunu söylemek ve böyle düşünmek, Ermeni ve Kürt Meselelerinin gerçekliğiyle hiçbir şekilde ilgilenmeyeceğinizi söylemenin de bir yolu olarak görülebilir. Çünkü bu sözde düşünceler (sözde diyorum çünkü düşünceden ziyade bir kaçış aracıdırlar) kişinin vicdanını rahatlattığı gibi, aynı zamanda kişiyi güçlü bir haklılık duygusuyla da donatıyor. Dolayısıyla, Kemalizm, İslamcılık ve Marksizm gibi ideolojilerin soyut evrenselcilikleri (aydınlanma, ümmetçilik, enternasyonalizm) çoğu okumuş-yazmışta Ermeni ve Kürt Meselelerinin somut enternasyonalizminden bir kaçış yolu olarak işlev görebilmişlerdir. Evrenselci gözüktükleri ölçüde de soylu kaçış yolları olmuşlardır.
Başka bir deyişle, Türklük Sözleşmesi aynı zamanda bir Bilgisizlik ve Duygusuzluk Sözleşmesi’ydi. Devletin yasal araçları ve kişilerin bilinçdışı mekanizmalarıyla güvence altına alınan bu sözleşme Kürt Meselesi’ne ve Kürdistan tarihine ilişkin akademide dahi yoğun bir sessizlik yarattı. 1960’ların ortalarına kadar konuya dair herhangi bağımsız bir akademik çalışma yoktur. İsmail Beşikçi’nin önemi de bence bu noktada karşımıza çıkıyor. Beşikçi, akademinin Kürt Meselesi’ne dair kesif sessizliğini bozan, dolayısıyla Türklük Sözleşmesi’ne uymayan ve sözleşmeyi ifşa eden ilk akademisyendi diyebiliriz. Bu nedenle de çok ağır bir şekilde cezalandırıldı. Üniversitedeki işinden oldu, 17 yıldan fazla hapis yattı, Türk meslektaşları tarafından dışlandı ya da yok sayıldı, 30’dan fazla kitabı yasaklandı. Fakat aynı zamanda Kürtler tarafından çok sevildi, neredeyse insan-üstü bir varlık olarak görüldü. Bir Türk nasıl olur da Türk Devleti’ne ve Türk çoğunluğa karşı bu şekilde meydan okuyabilir… Sevgiyle karışık hayranlığın arkasında, bu karşı çıkışın o kişiye çok büyük bir bedel getireceğinin Kürtler tarafından iyi bilinmesi var. Bir başka deyişle Beşikçi aynı nedenle cezalandırıldı ve sevildi: Söylenmesi yasak olan bir şeyi bedelini ısrarla ödeyerek -ve dolayısıyla yasak olduğunu da bedel ödeyerek göstererek- devlete ve çoğunluğa karşı söylediği için. Bu tavra, yani güçlünün karşısında risk alarak doğruyu söyleme faaliyetine entelektüellik diyebiliriz. BAK Bildirisi’ni de bence bu çerçevede, yani Türklük Sözleşmesi’ne bir karşı çıkış olarak değerlendirebiliriz. Böyle düşünürsek, akademisyenlerin neden bu kadar sert tepkilere ve yaptırımlara maruz kaldıklarını da tarihsel ve yapısal bir şekilde anlayabiliriz diye düşünüyorum.
Tabii 1960’lardan bu yana bu bağlamda çok şey değişti. 1970’lerden başlayarak, ama asıl olarak 1980’lerden bugüne çeşitli boyutlarıyla Kürt hareketi, Türklerin görmeme, duymama, ilgilenmeme imtiyazlarını ellerinden aldı. Bunlar birer imtiyazdır, çünkü bir ülkede ancak egemen grupların görmeme, ilgilenmeme, bilgilenmeme gücü vardır. İşte Kürtler çeşitli araçlarla kendilerini görünür ve duyulur kılarak, Türklerin görmeme, duymama, ilgilenmeme imtiyazlarını ortadan kaldırdılar. Başka bir deyişle, yok sayılamayacak bir güç olarak ortaya çıktılar. Bu doğal olarak bir Türklük krizi yarattı, çünkü Türklük Sözleşmesi’nin en önemli bileşenlerinden olan bilgisizliği sürdürmek artık eskisi gibi mümkün değildi. Türklerin çoğunluğu bu krize daha da milliyetçileşerek, ulusalcılaşarak, hatta ırkçılaşarak cevap verdi. Fakat çok sayıda insan da gerçek bir dönüşümü göze aldı, Türklük Sözleşmesi’nin kendileri açısından çöküşüne razı oldu, Ermenilerle ve Kürtlerle gerçek bir duygudaşlık kurmaya çalıştı. Bu arada da içinden çıktıkları Türklükten bir ölçüde koptular, en yakınlarıyla bile ciddi sorunlar yaşadılar. 1960’larda sadece 1 kişi olan akademisyenlerin bugün 2000 olması, hatta çok daha fazla olması, bence bu toplumsal ve bireysel dönüşümlerle ilgilidir.
Tabii krize uğrayan sadece bireyler değil. Devlet de Kürt hareketi karşısında kriz yaşıyor. Bu nedenle 1990’larda “Kürt Realitesi”ni tanımak, 2000’lerde de “Kürt Açılımı” yapmak zorunda kaldı. Bunlar, Türklük Sözleşmesi’nin de bir ölçüde yumuşatılması, Kürt Meselesinin medyada ve üniversitelerde tartışılmaya açılmasına izin vermesi anlamına da geliyordu. Nitekim Kürt meselesine dair akademik çalışmalar 1990’larda başladı ve 2000’lerde artışa geçti, 2000’lerin ikinci yarısında medyada Kürt meselesine üzerine birçok konu serbestçe konuşulmaya başlandı. Bu arada, AKP hükümeti Türklük Sözleşmesi’ni eski Müslümanlık Sözleşmesi’ne çevirerek, yani Müslümanlık temelinde bir anlaşmaya dönerek bu meseleyi çözebileceğini umdu. Fakat, nedeni ne olursa olsun, Çözüm Süreci başarılı olmadı ve savaş tekrar başladı. Savaşın başlaması ise Türklük Sözleşmesi’ni tekrar katılaştırdı. Devlet ve AKP hükümeti, çeşitli alanlarda yaşayan ve çalışan farklı Türklerden farklı Türklük performansları beklediğini açıkça gösterdi, bu performanslar da peşi sıra gelmeye başladı. Yoksul bir Türk arkadaşlarıyla birlikte Muğla’da bir Kürdün linç edilmesine katılırken, elit bir Türk olan İsmet Berkan zırhlı bir polis aracının içinden Sur’da habercilik yaptı. Dolayısıyla çok farklı siyasi pozisyonlara sahip Türklerin, Kürt meselesi etrafında tekrar birleşmeleri sözleşmenin -en katı haliyle- yeniden aktive edilmesiyle ilgili olarak düşünülebilir.
İşte BAK Bildirisi böyle kritik bir zamanda ortaya çıktı. Kürtlerin yine Batı’da görülmediklerini, duyulmadıklarını, kimsenin onlarla ilgilenmediğini düşündükleri ve söyledikleri bir anda, doğruyu söylemenin yasak ve tehlikeli olduğu bir anda, binlerce akademisyen doğruyu söyledi. Buradaki “doğru”nun, yani “doğruyu söylediler” dediğim yerdeki “doğru”nun, illa olgusal olarak doğru olduğunu iddia etmiyorum (kişi olarak olgusal açıdan da doğru olduğunu düşünüyorum, ama buradaki amacım bunu tartışmak değil). Tek tek cümlelerine, kelimelerine, ya da kullandığı kavramlara itiraz edilebilir, bunların yanlış olduğu ya da yanlış kullanıldığı iddia edilebilir. Burada kullandığım anlamıyla doğru, sesi duyulmayanın, güçsüz olanın, ilgilenilmeyenin, umursanmayanın “kendi doğrusu”. Başka bir deyişle, güçsüz olanın “hakikati”ni dile getirmekten bahsediyorum. Bu güçsüz olanın deneyimlediği hakikat, güçlülerin arasından birileri tarafından güçlü olan devlete ve çoğunluğa karşı dile getirildiğinde ise, bu “hakikat”i dile getirmek faaliyeti, Beşikçi örneğinde söylediğim gibi, entelektüel bir faaliyet oluyor. Entelektüel bir işlevde bulunan kişi aynı zamanda ahlaki bir faaliyette de bulunmuş oluyor. Güçlüye karşı güçsüzün doğrusunu dile getirerek o “doğru”yu duyulur kılıyor ve bunu yaparken kendi hayatıyla ilgili bir riski göze aldığı için, ahlaki duruşu daha da güçleniyor. Ahlaki bir pozisyon aldığı düşünülen insanın dile getirdiği “doğru”nun doğruluk payı böylece artıyor. Söylediği, ondan nefret edenler tarafından bile, bu nedenle ciddiye alınıyor.
Güçlüye karşı güçlünün duymak istemediği doğruları söyleyen kişi olarak tarif ettiğim entelektüel tipini romantize etmeye çalışmıyorum. Kendini entelektüel olarak gören kişi ya da entelektüel bir faaliyette bulunan kişi çok iyi bilmediği konularda konuşup yazabilir, tavır alabilir ve bu anlamda başkalarının hayatları üzerinden “sorumsuzluk” yapabilir; kendini sınıflar-üstü ve etnisiteler-üstü görerek kendisinin çıkarsız olduğunu düşünebilir, böyle bir izlenimi etrafa da yaymaya çalışabilir, yani kendi perspektifini analiz edemediği için başkalarını yargılarken hata da yapabilir; çoğunluktan ve devletten koptukça kendini azınlığa sevdirmeye çalışabilir ve bu nedenle azınlığın içindeki azınlıkları, güçsüzün içindeki daha güçsüzleri görmezden gelebilir vb. Entelektüel figürler bu gibi nedenlerle dünyanın her yerinde eleştirilebilir, eleştiriliyorlar. Örneğin çağımızın iki önemli entelektüel figüründen Jean-Paul Sartre Cezayir Bağımsızlık Savaşı’ndaki, Michel Foucault ise İran Devrimi’ndeki tutum alma tarzları nedeniyle, doğru ya da yanlış, sorumsuzlukla eleştirildiler.
Fakat bütün bunlara rağmen, entelektüel dediğimiz tip dünyanın her yerinde ciddiye alınıyor. Bence bunun asıl sebebi, güçlüye karşı güçsüz lehine ahlaki bir pozisyon almasıyla ilgili. Tersten söylersek, entelektüel kişi ciddiye alınıyor çünkü ahlaki bir pozisyon aldığına dair bir görüntü ortaya çıkıyor. Ve bu pozisyon alış farklı iktidar alanlarının (askeri, siyasi, ekonomik, kültürel) yoğunlaşıp birleştiği alan olan devlete karşı olunca ve bu devlet özellikle ırksal, etnik ve kolonyal çatışmalarla boğuşan otoriter bir devletse, entelektüel kişi daha da fazla ciddiye alınıyor, çünkü o durumda aldığı risk daha fazla olduğu için ahlaki duruşu daha da güçleniyor. Burada ciddiye alınmayı da nötr bir şekilde kullanıyorum. Ezilenler bu entelektüel tipini kahramanlaştırabilir, ya da devlet ve çoğunluk hainleştirebilir, ama sonuç olarak ikisi de ciddiye alıyor.
İşte BAK Bildirisinin imzacıları da, tek tek imzacılar kendilerini entelektüel olarak görmeseler de veya entelektüel olmak gibi bir arzuları olmasa da, sonuç itibariyle entelektüel bir faaliyette bulundular. Güçsüzün doğrusunu güçlüye karşı dile getirdikleri için entelektüel bir faaliyette bulundular. Türkiye özelinde somutlaştırmak gerekirse, Türklük Sözleşmesi’nin tekrar katılaştırıldığı bir anda, yani Türklerden ilgisizlik ve duygusuzluk gibi hallerin beklendiği bir anda, devletin bölgede katliamlar yaptığını ve bilinçli bir sürgün politikası izlediğini söylediler. Buna karşı başta Cumhurbaşkanı olmak üzere devletin tepkisi çok sert oldu. Tehditler, hakaretler, gözaltılar, işten atılmalar, çeşitli şekillerde tacizler ve son olarak Kıvanç Ersoy, Muzaffer Kaya ve Esra Mungan’ın tutuklanmaları birbirini izledi. Devletin bu kadar sert tepki göstermesi ise, aslında imzacıların doğru söylediğini kendi kendine doğrulayan bir etki yarattı. Dünyanın en önemli akademisyenleri ve akademik kurumları, durumu hemen anlayıp, böyle bir tepki veren bir devlete karşı ses çıkarabilmiş akademisyenlerin yanında yer aldı. Bu insanların söylediği yerel doğru, bir anlamda evrensel bir doğru haline geldi.
BAK Bildirisi’ne karşı devletin tepkisiyle ilgili olarak buraya kadar tarihsel bir nedenden bahsettim. Yani AKP hükümetini kapsayan, ama onun çok ötesine giden yaklaşık yüzyıllık tarihsel bir neden: Türklük Sözleşmesi. Bu noktadan sonra, daha güncel bir nedenden bahsetmek istiyorum. Doğrudan ve sadece AKP iktidarının içinde bulunduğu durumla açıklanabilecek bir neden. Tarihsel nedene ek olarak, bu sert tepkinin arkasında kanımca AKP iktidarının entelektüel meşruiyetini tümüyle yitirmesi var. Sonda söyleyeceğimi başta söylemem gerekirse, bundan kısaca şunu kastediyorum: AKP iktidarını destekleyen bir entelektüel, neredeyse otomatik bir şekilde bütün itibarını kaybediyor ve artık ciddiye alınmamaya başlıyor. Bu, siyasal iktidarın bütün alanlarda meşruiyetini yitirmesi ve otoriterlikle, faşizanlıkla, yolsuzlukla, yalanla ve yasa dışılıkla özdeşleşmiş bir iktidar olmasından kaynaklanıyor. Buna itiraz olarak seçimlerde hâlâ ülkenin yüzde 50’sinin desteğini aldığı söylenebilir. Seçimlerin, belki oy sayımı dışında, bütünüyle gayrimeşru ve yasadışı yöntemlerle gerçekleştiğini bir kenara koysak bile bu itiraza karşı şu söylenebilir: Meşruiyet, size destek verenlerden değil, destek vermeyenlerden devşirebileceğiniz bir güç. Yani size destek vermeyenlerin sizi en azından asgari düzeyde yasal, dürüst ve demokrat bulması gerekiyor. Fakat bugün siyasal iktidar milyonlarca Türkiyelinin ve hatta dünyanın önemli bir kesiminin gözünde bir devlet yapılanmasından ziyade mafyatik bir yapılanma olarak görülüyor.
Dolayısıyla böyle bir iktidara hâlâ destek veren herhangi bir entelektüel, yerel ve evrensel entelektüel dünyaların gözünde tüm itibarını ve saygınlığını yitiriyor. Bu da paradoksal olarak, o entelektüelleri iktidar için de kullanışsız hale getiriyor. Bir entelektüel olarak kullanışlı olmaları, ancak iktidarı destekleyen kitlenin dışında da belli bir etkilerinin olmasına bağlı olabilirdi. İşte bu olmadığı için artık onları iktidar da ciddiye almıyor. Bu nedenle akademisyenlerin karşısına akademisyenler ya da entelektüeller değil de, Sedat Peker çıkarılıyor. Dolayısıyla Sedat Peker’in meşhur konuşması bence bir ihtiyaçtan doğuyor. Entelektüel meşruiyetini tümüyle yitirmiş bir iktidarın elinden, entelektüellerin karşısına şiddet ve tehditle çıkmaktan başka bir şey gelmiyor.
Bu bağlamda, entelektüel iddiaları olan Halil Berktay’ın şu sözleri konumuz açısından bence ilginç bir örnek-olay teşkil ediyor: “… bırakalım cadı kazanı kaynatmayı; … Sedat Peker’in ‘oluk oluk kanlarını akıtalım’larına varan aşırılık ve ultra-aşırılıkları. Tersine, vereceksek adam gibi bir fikir mücadelesi verelim. O birkaç paragrafı cümle cümle ayıklayalım, didik didik edelim. Tek tek konuşturalım bakalım, savunabiliyorlar mı imzaladıkları metni, keza cümle cümle.” (“Aykırılık ve Demokrasi”, Serbestiyet, 14 Ocak 2016). Bu sözlerden, Berktay’ın fırsat verilseydi BAK Bildirisi’ni çürütebilecek olduğuna dair bir inanç beslediğini anlıyoruz. Fakat kanımca bu gerçekçi bir görüş değil. Çünkü o cümleleri çürütebilmesi için Halil Berktay’ın bir entelektüel olarak Türkiye’de ve Dünya’da ciddiye alınması gerekir, ama biraz önce bahsettiğim nedenlerle artık bu mümkün değil. Bu durumda Berktay şöyle bir paradoksla karşı karşıya kalıyor: Kendi söylediği bütün cümleler “doğru” olsa ve akademisyenlerin bütün cümleleri “yanlış” olsa bile, akademisyenlerin söylediklerini çürütemiyor. Nitekim Sedat Peker de o sözleri, Halil Berktay o cümleleri çürütemeyeceği için söylüyor, hatta belki de söylemek zorunda kalıyor.
Benzer nedenlerle, Berktay (“Akademikler Fazla Siyasi”, Haber Türk, 25 Ocak 2016) ve Merve Kavakçı’nın (“Akademik Ahlak ve Eksikliği”, Yeni Akit, 26 Ocak 2016) Chomsky’nin akademisyenlere olan desteğini sol network’lere ve dezenformasyona bağlamaları de gerçekçi değil. Bu yazarlar Chomsky’le bağlantı kursa ve akademisyenlerin hiçbiri bağlantı kuramasa bile Chomsky akademisyenleri desteklerdi. Çünkü evrensel bir entelektüel olarak entelektüelin ne demek olduğunu çok iyi biliyor ve böyle bir iktidara ve böyle bir iktidarı destekleyen entelektüellere vereceği bir desteğin kendi entelektüelliğini bile riske atacağını, söyleyeceği hiçbir sözün ciddiye alınmayacağını biliyor. Berktay, Kavakçı ve benzeri aydınların bu “entelektüel çaresizlikleri”, onları ister istemez anti-entelektüelizme de götürüyor. Dezenformasyon yapan, network’leri kontrol eden, devletin her yaptığını eleştiren, halkına ve topraklarına yabancı bir entelektüel portresi çizmeye başlıyorlar ve o tipi eleştiriyorlar.
Burada tarif ettiğim şekliyle entelektüel meşruiyetin yitirilmesi, AKP iktidarı için büyük ve derin bir kriz anlamına geliyor. Ve ne kadar güçlü olursa olsun bu krizi çözemiyor. Hatta ne kadar güçlenirse kriz o kadar derinleşiyor, çünkü iktidarı ne kadar artarsa, tekelleşirse ve yozlaşırsa, kendisine verilen herhangi bir entelektüel destek de o entelektüelin itibarını o derece azaltıyor. Yani verdiği destek bir anlamda o entelektüelin intiharı anlamına geliyor, entelektüel olmaktan çıkıyor ve sonuçta iktidar açısından kullanışsız hale geliyor.
Dolayısıyla, iktidar doğruyu söyleyen insanlara ve alanlara karşı giderek daha kırılgan hale geliyor. Doğrunun söylenmesi faaliyetine bütün toleransını yitiriyor. Görevi doğruyu söylemek olan alanlara karşı müthiş bir baskı uygulaması bu yüzden. Yargı ve medya gibi, farklı tarzlarda da olsa, doğruyu söylemenin mesleki ve ahlaki bir görev olduğu alanların iktidar tarafından büyük ölçüde bastırılmasıyla birlikte ise, doğruyu söylemesi beklenen üçüncü önemli olan üniversiteler iktidarın gözünde giderek daha büyük bir tehdit haline geliyorlar. Doğru söylemeyi güvence altına alan yargı ve medya bağımsızlığının ortadan kaldırılmasından sonra, sıra doğru söylemeyi güvence altına alan üniversite özerkliğine geliyor. Örneğin ODTÜ gibi, yerli ve milli standartlara değil, evrensel standartlara sadık olan kurumların bu kadar büyük tehditler alması, orduyla fethedilebileceğinden bile bahsedilmesi, işte bu doğruyu söyleyen akademisyenlere korunaklı ve güvenli bir alan sunmasıyla ilgili.
Sonuç olarak, savaş devam ettiği sürece, yani Türklük Sözleşmesi’nin giderek katılaşması devam ettikçe ve AKP iktidarı sürdükçe, Türkiye’de akademinin biri daha eski biri daha yeni olmak üzere, iki kaynaktan gelen yoğun saldırılar altında yaşamak zorunda kalacağını düşünebiliriz. Böyle bir ortamda akademik özerklik ve özgürlükler çok sert darbeler alabilir, hatta bütünüyle yok edilebilirler. Bu gerçekleşirse doğruyu söyleme faaliyeti kurumsal güvencesini yitirmiş olacak, fakat bu güvencenin yitirilmesi doğruyu söyleme faaliyetinin önünü tümüyle kesemeyecek. Tam aksine, doğruyu söyleme üzerindeki baskı ve doğruyu söylemenin maliyeti arttıkça, doğruyu söyleme faaliyetinin etkisi de artabilir.
DİPNOT
[1] Bu metin, 21-23 Mart 2016 tarihleri arasında ODTÜ’de gerçekleşen Hasan Ünal Nalbantoğlu Sempozyumu’nda ve 12 Nisan 2016’da Hacettepe Üniversitesi’nde Eğitim-Sen’in düzenlediği Düşünce ve İfade Özgürlüğü Paneli’nde sunuldu.