Özkan Agtaş: Hocam, lafı pek dolandırmadan, Sivas katliamı davasının diğer siyasal davalarımız içerisindeki yerine dair bir soruyla başlayalım mı? Epey kabarık bir siyasal dava kataloğumuz var, öyle ki deyim yerindeyse bir şekilde davalık olmamış herhangi bir sosyal-siyasal konumuz bulunmuyor. Yine de, bütün bu dava yığını içerisinde Sivas katliamı davasının diğerlerinden biraz ötede, ayrıksı bir yerde durduğu fikri insanın aklını kurcalayıp duruyor. Sanki mevcut siyasal lügatimizin içerisinde kalarak konuşulması olanaksızmış gibi… Sanki kurucu siyasal uğrağımızda bastırılmış bile değil, aslında çok daha öncesinde hesabı görüldüğü için daha da dibe gömülmüş bir bilinçdışına aitmiş gibi… Buna katılır mısınız?
Ayhan Yalçınkaya: Sivas katliamı davasının, diğerlerinden örneğin Çorum ya da Maraş katliamı, Gazi katliamı gibi katliam davalarından farklı, senin deyiminle biraz ötede, ayrıksı bir yerde durduğu fikrinin gücünü nereden aldığını sorarak başlamalıyız belki de. Belki ilk anda tuhaf gelecek ama bu ayrıksılığı ben bir tür dilsizlik, dilden yoksunluk olarak okumayı seçeceğim. Yani benzer süreçler diğer katliam davalarında da yaşanmış olmasına karşın, Sivas katliamı davasında kaybedilen şey dildi. Ancak burada bir tür sözcük, cümle, ifade kaybını kastetmediğimi baştan belirtmeliyim ya da katliamın dehşetinin yarattığı bir tür his kaybını, apati halini de kast etmiyorum. Aynı şekilde, bu katliam davasını kavrayabilmek için gerekli araçlardan yoksun olduğumuz da iddia edilemez; böyle bir sav ileri sürüldüğünde, belki kısmen haklılık payı da tanınabilecek olmasına karşın. Sivas katliamı davasının dilsizliği birden çok dilin üst üste bindiği, dillerin karşılaşma anlarında birbirini izale ettiği, kullanılan her dilsel birimin aynı anda başka bir dilsel sistemin topraklarına sızarak tüm yükünü boşalttığı bir düzlem oluşturmasından kaynaklanıyor. Katliamın yarattığı dehşet, örneğin sekiz saat boyunca devletin seyirciliğinde (ve elbette senaristliği ve yönetmenliğinde de) sahnelenen oyunun yarattığı dehşet, Maraş ya da Çorum katliamının günlere yayılan dehşetinden daha mı yoğunlukluydu? Elbette hayır. Öyleyse dehşet bu düzlemin inşasında pek de pay sahibi gibi durmuyor. Aynı şekilde dava süreçleri de bu dilsizlik de pay sahibi değil kanımca. Maraş ve Çorum davaları zaten askeri mahkemelerin önünden geçti. Gazi katliamı davası ise mağdurların daha da mağdur olması için özenle planlandı ve sahnelendi. Doğrudur ya da yanlıştır, uygundur ya da uygunsuzdur ama örneğin Çorum, Maraş ve Gazi katliamlarıyla ilgili davalarda bu davaları kuşatabileceğimiz alternatif çerçevelerimiz vardı. Bu katliamlara ilişkin bakışımızı belirleyen ya da koşullayan çerçeve, aynı zamanda davalara bakışımızı adeta doğrudan koşulluyordu. Hatta öylesine koşulladı ki örneğin Aleviler Maraş katliamında katledilen yakınlarının mezar yerlerinin takipçiliğini bile yapma gereği duymadılar; buna gerek olup olmadığını bile düşünmediler ve daha içinde bulunduğumuz günlerde ortaya çıktı ki katledilenlerin bazılarının mezarları kayıp! Kimse bilmiyor nerede gömüldüklerini ya da mezarlarının nereye kaldırılıp götürüldüğünü. Bu bile kendi başına anlamlı. Belli ki Maraş katliamını kuşatan anlamsal çerçeve de aradan onlarca yıl geçtikten sonra çatırdıyor.
Sözü çok uzattım belki ama Sivas katliamının işaret ettiği düzlemsel çokluğa bakar mısın? Kürt sorunu, İslamcılık, derin devlet, PKK’nın Batı’ya açılmasını durdurmak, Kürt hareketiyle Alevi topluluklar arasındaki olası her tür ilişkiyi kesmek, laiklik hassasiyeti, Şeytan Ayetleri meselesi, ateizm, Aziz Nesin, gözlerini açmaya çalışan kimliksel Aleviliğe gözdağı, faşist katliamların anımsatılması, ılımlı İslamcılığa alan açılması, emperyalizmin bölgesel hesapları… Sıraladıkça sonu gelmiyor. Ama dava sürecine tüm bu düzlemsel çokluğun damgasını vurması bir yana, sürecin şahikasını AKP iktidarının yaklaşımı oluşturdu: ‘Sivas katliamında aslında Aleviler kendi kendilerini katletmişlerdi.’ Basit: Katliamdan yalnızca derin devlet ya da Ergenekon sorumluydu (önce PKK kartına oynandı ama bu tutmadı); derin devlet ya da Ergenekon da zaten Alevi yapılanmasıydı. Peki, bu akıl almaz ve vicdan yoksunu yaklaşımı bu kadar fütursuzca telaffuz edebilmenin, hatta kayıtlara geçirebilmenin zemini nasıl döşenmişti?
İşte bu soruyla yeniden dilsizliğe, özellikle Alevilerin dilsizliğine dönüyoruz. Dava sürecinde tuhaf bir şey oldu; sonradan çok pişman olunacak bir şey. Müdahil taraf, sanıkların en ağır cezaya çarptırılması için, mevcut cezai düzenlemeler içinde, katliamı devlete karşı bir ayaklanma girişimi, laikliğe karşı bir saldırı, laik cumhuriyeti yıkma girişimi olarak okudu ve böyle okunmasını istedi, bekledi. Tuhaflık buradaydı: Katliam devletin gözü önünde, devletin tertibiyle sahnelenmişti ve şimdi aynı devlet, sözüm ona katliamın sanıklarını yargılarken, tam da katliamın mağduru olan tarafça mağdur konumuna oturtuluyordu. Ben bir hukukçu değilim, haddimi aşmak istemem ama kanımca olan şuydu: Müdahil taraf, sözüm ona laik cumhuriyete karşı bir ayaklanma iddiasını ortaya atarken, laik cumhuriyeti mevcut hukuki düzenlemeyle (yani örneğin kurumsal görünümüyle) sınırlı olarak kavrıyor, gerek tarihteki, gerek günümüzdeki haliyle laikliğin siyasal bir çatışma alanı olarak varlığı ve anlamı hesaba katılmıyordu; örneğin müdahil taraf yalnızca kurumsal bir örgütleniş olarak cumhuriyeti görüyordu; yani sözde siyasal bir iddia atıyor ama bunu tümüyle hukuka terk ederek davadaki asıl siyasal “mağduru” davanın dışına atıyordu: yani Alevileri. Oysa Aleviler bir çatışma alanı olarak laikliğin en önemli aktörlerinin başında geliyordu. Bu andan itibaren Sivas katliamı davası Aleviler açısından bir trajediye dönüştü: mağdur devlet, sanık devlet, yargılayan devlet! Aleviler bu davanın hiçbir yerinde yoktular. Oysa Maraş’ta, Çorum’da, Gazi’de, her şey bir yana “sosyalist” bir dili seferber ederek vardılar ve bu dille temasları ölçeğinde de -bugün doğruluğu, yanlışlığı tartışılabilir, o başka- bu davalara siyasal bir anlam atfettikleri ölçüde hukuksal bir anlam atfetmediler: Bu davalardan adalet çıkmayacağından baştan emindiler. Emindiler çünkü baştan sona muarızları devletti! Devlet olan yerde de adalet olmazdı! Bunu sosyalizme entegre oldukları için değil, Köroğlu muhibi olduklarınca biliyorlardı; vazgeçtik Pir Sultan’dan: “Ne devlete bel bağla, ne varlığa güven gez!” Siyasal olarak mağrurdular, mağdur değil. Sivas’ta ise mağdur bile olamadılar; devlet, bizzat kendileri eliyle mağdur koltuğuna oturtulmuştu ama sanık olduğundan da çok emindiler; tam bunu söyleyecekleri anda yargıç olarak da devleti görüyorlardı! Sanık mağduru, mağdur sanığı ve yargıç ikisini de ilga ediyordu! Yani Sivas katliamı davası aslında hiç olmadı! Tam bir boşluktu! Ama hayat boşluk tanımıyor: Öldürülenler gerçekti, yanık kokusu gerçek; öldürülenlerin bir daha evlerine dönmeyeceği gerçekti. Oysa karşılarında kendilerinden başka “sanık” yoktu!
Toparlamayı deneyeyim: Dava sürecinde devlet sanık sandalyesine oturtulamayınca ve bütün yük Alevilerin kendi omuzlarında kaldıkça, bu yükü, Alevi hareketi bu kez modern bir araçla hafifletmeye, daha doğrusu transfer etmeye çalıştı. Müze talebi böyle şekillendi biraz. Hukuki süreci siyasallaştıramayan Alevi hareketi, hızla müze talebini siyasallaştırmaya ve sokağa çıkarmaya çalıştı. Bir süre burada başarılı olacak gibi de göründü; özellikle Sivas’ta sözüm ona sivil toplum örgütü olduğu iddia edilen birçok örgütün apaçık katliamı aklama girişimleri, Madımak’ta et lokantası çalıştırmaktaki ısrarları, otel satışa çıktığında utanç verici bir biçimde “sembolik” değerine atıfla astronomik bedeller biçmeleri, müze talebinin siyasallaştırılmasında başarıyı vaat ediyordu ama aslında başarısız olacağı belliydi. Çünkü bu talebin bağlanabileceği referansların hiçbiri Alevilerin -kör topal- kendi kültürel evreninden beslenmediği gibi, aslında tam da modern ulus-devletin (ideal ölçüler neyse, öyle olması gerektiği kabulü altında) zihniyetiyle örtüşüyordu. Yani devlet bir kez daha önlerini kesti. Bu ilk kesinti anıydı ama devamı geldi. İkinci an, AKP milletvekili, Alevi kökenli Reha Çamuroğlu’nun inanılmaz sözleriydi. Çamuroğlu, Yıldırım Türker’e bağlanarak söylersek “geçtik Aleviliği, hangi inancın kollarında bu hale geldiği” bilinmez, müze talebine karşılık ‘her katliam yerini müze yapmaya kalkarsak Türkiye müzeden geçilmez’ mealinde konuşmaktan geri durmamıştı! Çamuroğlu’nun kişisel tarihinde bu söz önemsiz olabilir ama bu söz Alevi evreninde bir sis çanı gibi çaldı ve çalmaya da devam ediyor. Derken üçüncü an geldi: Müze talebinin basıncını göğüslemek isteyen hükümet oteli kamulaştırdı, bir köşesini anı köşesi yaptı, katliamda öldürülenlerin adlarıyla birlikte iki katliam sanığının adını da, sözüm ona abecesel sıraya özen gösterdiği için, anı köşesinin en tepesine çaktı ve herkesi bu sanıkların önünde saygı duruşuna davet etti. Müze, devleti sanık olarak ebedileştirecek sanılırken, anma köşesiyle Madımak Bilim ve Kültür Merkezi katliam sanıklarını ebedileştirmişti!
Sivas katliamı davası, ardından müze talebinin “boşa düşmesi” bir başka “boşluğu” doğurdu ve hıza yoğunlaştırdı: Şehitlik. Bugünlerde Maraş katliamında katledilenlerin anmaları yapılıyor. Hiç kimse örneğin “Maraş şehitlerimizi anıyoruz” demiyor. Tuhaf değil mi? Oysa Sivas katliamı söz konusuysa katliamda kaybettiklerimiz “şehit”. Bunun elbette kimlik yönelimli bir siyaset tarzıyla özel ilişkisi var ama oraya değil, dikkati başka bir yere çekmeye çalışıyorum. Şehitlik Alevi dünyasında Hüseyin’in makamıdır; bu makamı “tanıklık” makamı olarak okursanız, “tanıklık tanıklığı” koşullar: Tanık, kendisine tanık olmaya da davet eder. Bu, Mesihyen Caferi Şiiliğinin karakteristiğidir; Alevi topluluklarının baskın özelliği değil. Alevilerde şehitliğin nasıl anlamlandırıldığı bir yana, Sivas katliamı ve dava sürecinin performansı içinde, Alevilerin “boşluğu” delip geçen gözleri sonunda Hüseyin’in tenine değdi! İşte belki de sana Sivas için “aslında çok daha öncesinde hesabı görüldüğü için daha da dibe gömülmüş bir bilinçdışına aitmiş gibi…” dedirten şey budur. Oysa Maraş’tan, Çorum’dan, Gazi’den … Kerbela’ya giden yollar epey dolambaçlıydı. Bu bakımdan Sivas katliamı, Dersim kavimkırımıyla ortaklaşır. Şimdi soruyu ben sana sorayım: Bu çerçeve “mevcut siyasal lügatimizin içerisinde kalarak konuşulması olanaklı bir çerçeve mi?” İkimiz de siyaset bilimi alanında akademik çalışmalar yapıyoruz, değil mi ve ikimizin de ortak sorusu buyken, azıcık empati yapalım: Bu soruyu Alevi evreni içinden nasıl ifade edebiliriz? Dilsizlik tam burada ete kemiğe bürünüyor.
Özkan Agtaş: Bu söyleşi itibariyle soru soran tarafta bulunduğum için kendimi şanslı hissettim şimdi. Bütün bu anlattıklarınız içerisinde benim lügat yoksunluğu, sizinse dilsizlik olarak ifade ettiğiniz uçurumun hemen kıyısında bir başkası beliriyor gibi. Ve sanıyorum bu da diğeri kadar zor bir probleme karşılık geliyor: Dipten dibe siyasal olan ile hukuksal olan arasındaki yarılmaya ve gelgite dair bir dizi başka sorun, Sivas katliamı davası etrafında kümelenmiş bulunuyor. Böyle ele alındığında, bu katliamın ve hakkındaki davanın bizleri getirip önüne bıraktığı bu uçurum nedir?
Ayhan Yalçınkaya: Sevgili Özkan, sözü uçurumdan açtın mı, ister istemez bir dizi metaforu seferber etmeme kapı aralamış oluyorsun, bilmem farkında mısın? Mademki söz ağızdan çıktı bir kez, izin verirsen oradan ilerlemeye çalışayım. Bugünlerde yürütülen bir yolsuzluk operasyonu var, biliyorsun; cemaat-AKP kavgası. AKP kendisine yapıldığını düşündüğü bu saldırıya yanıtı öncelikle soruşturmayı yürüten üst düzey polis şeflerini ya görevden almak ya görev yerini değiştirmek biçiminde verdi. Aynı şekilde, savcılığın elini de olabildiğince zayıflatmak için kimi adımlar attı. Bunun üstüne kendisi de eski bir savcı olan, CHP Denizli milletvekili İlhan Cihaner, savcılara bir çağrı çıkardı ve mealen dedi ki ‘bu soruşturma sırasında polis şeflerini görevden alanlar açıkça suçüstü yakalanmış durumdadır; yetkiniz var, derhal siz de onları gözaltına aldırın ve soruşturma açın.’ Sözün siyasal ve hukuksal içeriği bir yana, Zeliha Etöz’den mülhem, döngüye dikkat edelim: Cemaatçi olduğu iddia edilen polis şefleri AKP’li siyasetçilerin çocuklarını gözaltına aldırıyor ve soruşturuyor; AKP’li siyasetçiler ilgili polis şeflerine el çektiriyor ve soruşturuyor; polis şeflerine el çektirenleri savcılık gözaltına alsın ve soruştursun çağrısı çıkarılıyor ve diyelim ki oldu; bu kez HSYK ilgili savcıların görev yerini değiştiriyor… Döngüyü devam ettirebiliriz: Görev yeri değişiklikleri idari mahkemelerce iptal ediliyor… Bu böyle sürer gider, değil mi? İnanılmaz bir sarmal halinde, sen ve ben bile birden bire kendimizi hiçbir sınır tanımayan hukuki ve idari süreç sarmalında, yolsuzluk operasyonu bağlamında görevden alınmış bulabiliriz. Çünkü hukuki sürecin bu sarmal ilerleyişi ve yayılışı (ki ben burada fiktif bir devamlılık zinciri içinden konuşuyorum ama bunun fiktif olmadığını ikimiz de biliyoruz) her tür sınırı ihlal ederek, solucansı bir soğuklukla toplumun bütün hücrelerine nüfuz ediyor. Yani tüm hayatımız bir anda hukukileşiyor. Bunun fiktif bir şey olmadığını -hadi biraz reklam yapalım- 11880 telefon servisi sayesinde bir kez daha görmedik mi? “Hakkınızda açılmış dava var mı? İcra takibinde misiniz? Arayın 11880’i öğrenin.” Öyle ki çoktan hukuk sarmalına savrulmuşsunuzdur da haberiniz bile yoktur. Bu sarmal öyle bir hızla yayılıyor ki artık kapsamı içine aldığına tebligat yapma, tebligatın sonucunu bekleme gibi şeylere bile gönül indirmiyor. Bir Cortazar hikayesinin (Uç uca parklar ya da Parkların sonsuzluğu adıyla Türkçe’ye çevrildi) içinde gibiyiz. İşte Sivas davasının bizi getirip başına bıraktığı ilk uçurum bu. O bize temas ediyor ama biz ona temas edemiyoruz: Uçurum kocaman ağzı ve gözleriyle bize bakıyor ama biz, nereye bakmamız gerektiğini bir türlü bulamıyoruz!
Bu bize bakan, bizi kendine doğru çeken uçurumun solucansı soğukluğundan öylesine söz etmedim. Solucansı, çünkü hukuki süreçler, en azından Sivas davası örneğinde görüldü ki, aslında dokunduğumuzda bedeninin ısısını alabileceğimiz hiçbir gövde içermiyor. Kuyruğunu koparsanız, döne kıvrıla, kuyruğundan kendini yeniden yapıyor. Süreç hukuki olmaktan çıktığı içindir belki de, paradoksal olarak. Örneğin kararı veren bir hakim yok karşımızda; onun yerini emlak değerleme uzmanları, adli tıpçılar, kriminologlar, olay yeri inceleme ekipleri, üniversite hocaları, sigorta eksperleri, brokerlar, emekli hakimler ve avukatlar, noterler, arşiv kayıtları, olay yeri görüntüleri -say say bitmez- tüm bunlar aldı. Hakim sürecin içinde bir moderatöre dönüştüğü ölçüde sözde kendisinin tartısında tartılacağımız bir “vicdan” da kalmadı. Artık hukukla temasa gelmek demek tüm bunlarla temasa gelmek anlamına geliyor; o yüzden soğuk-kanlı bir uçurumun tam başındayız. Hukuki sürecin nüfuzu tam bunlarla ilerlemiyor mu zaten?
Bize kalan uçurumun başında “sonsuz bir baş dönmesi” olmak. Ama kimin baş dönmesiyiz? Senin üzerinde özenle çalıştığın ve dolayısıyla benden çok daha iyi bildiğin gibi, bu nüfuz meselesi aslında siyasalın ve onu tekelleştiren devletin sıvılaşmasıyla ilgili. Aleviler bu sıvılaşmayı Sivas davası özelinde inanılmaz bir biçimde tecrübe etti ama dilsizlikten ötürü bu tecrübeyi tercüme edemedi ne yazık ki. Bu tercüme imkanının olmaması iki şeyin birbirine karışmasını da beraberinde getirdi: İç kulağınızda sıvı toplanmışsa ya da sinüsler ağzına kadar doluysa, başınız ağrır, döner, başınızın her hareketinde bir sıvı, bir yandan öte yana akar durur! Ama bu akışkanlık kafanızın hala kırılabilir kemiklere sahip olmadığı anlamına asla gelmez! Aleviler hem kendi kafalarını, hem devletin kafasını yanlış okudular ve yanlış ya da en azından uygunsuz, politik hatlar ortaya çıktı. En azından karşı karşıya kalınan uçurumun yarattığı bir baş dönmesiydi bu.
Bir metafor daha seferber edeyim mi, belki derdimi biraz daha netleştiririm: Alevilerin baş dönmesini bir tür “uçurumda açan çiçek”ten yoksunluk olarak da okuyabiliriz. Kürt hareketi bize bu konuda yol gösterebilir. Bu uçurumun kıyısına kadar Kürtler de geldi ama Kürt hareketi, özel olarak PKK uçurumda açan bir çiçekti ve düşene ağaç oldu, “düşenle” sertleşti. Uçurumda ve uçurumla besledi büyüttü köklerini, dallarını, nihayet uçurumun yardığı ana toprağa erişti! Hakkını yemeyeyim ya da günahına girmeyeyim ama sanırım Nazan Üstündağ’ın bir saptamasıydı; bu çiçek ve onun mücadele yöntemleri -beğenelim, beğenmeyelim, karşı çıkalım, çıkmayalım ama- Kürtlerin kendi gündemlerini kendilerinin yaratmasına, inanılmaz -ve hatta belki kimi karşılaşma anlarında kabul edilemez görülebilecek- bir özgüvene evrildi. Çok doğal değil mi; on bir kişiden oluşan bir ailede hapse girmeyen bir tek kişi bile kalmamışsa, seksenlik dede dahil, artık bu aileyi hukukun sarıp sarmalayabileceğinden ne kadar söz edebiliriz ki? Somut örneği zaten, nasıl adlandırılırsa adlandırılsın -müzakere, barış, ateşkes, savaş durumunun askıya alınması- içinde bulunduğumuz sürecin ta kendisi. İmralı’yla, Kandil’le, KCK’yla rutine binen görüşmeler, milyonlara okunan Newroz mesajı, gidip gelen selamlar… Tüm bunları nasıl hukukileştirebilirsiniz ki? Her hukukileştirme girişimi esasen siyasetin inkarı olmayacak mı ve bu inkar neye yol açacak? Ama elbette bu sürecin de bir tür kendi hukukunu yarattığını/yaratacağını düşünebiliriz; bu ayrı bir mesele.
Yanlış anlaşılmak istemem, “Aleviler de benzer yollara başvurmalı, başvurmalıydı, başvursunlar” gibi bir şey dillendirmiyorum. Aksine, Alevileri buna yönelten bir “şebeke” var. Gezi sürecinin durulduğu günlerde “Aleviler ayaklanacak” diye ortalığı velveleye verenlerin, Tuzluçayır direnişinden bir ayaklanma türetmeye çalışanların AKP tetikçisi kalemler olduğunu hep birlikte gördük. Bu ortak tanıklığımız gereği, Alevilerin mevcut -niceliksel ve niteliksel- örgütsel düzeyleri gözetildiğinde şiddet ve Aleviler arasında ilişki kurma çabasının kendisi, aslanın danışmanlığında bir tavşana, tavşanların tilkileri nasıl yediğine ilişkin doktora tezi yazdırmaya benzer! Böyle olsa da şunu da saptamadan geçmemek gerekir: Bütün bir Gezi süreci boyunca, (Tuzluçayır ve ODTÜ evresini de sürecin parçası sayıyorum) İstanbul’da Gazi, Gültepe, Ankara’da Tuzluçayır ve Dikmen ve (örneğin Dersim değil ama) Antakya ve Adana, Sivas davasından beri sürüp gelen bu hukuki illüzyonun ve sirayetin Alevi dünyası içinde sonsuza kadar kalıcı olmayacağını da açıkça gösterdi kanımca.
Özkan Agtaş: Faili olunan siyasi davalar hoyratlıklarıyla epey ünlü; en ağır cezaların en ucuz şekillerde dağıtıldığı türden davalar bunlar. Mağduru olunan davalar da bir tür hoyratlıktan mustarip, fakat tam tersi yönde. Bu türden davalarda genellikle davacı tarafın payına düşen şey, Arat Dink’in söylediği gibi, dalga geçilmek oluyor. Sivas davasında da durum farksızdı, öyle değil mi?
Ayhan Yalçınkaya: Arat Dink, Aleviler de dahil, azınlık toplulukların genellikle gösterdiği bir ‘incelikle malül’ ne yazık ki. Bu topluluklar mağdur oldukları olaylar yüzünden ne yaşamış olurlarsa olsunlar, bunun arkasından gelen hukuki süreçte yaşadıkları şeyler adeta olayın dehşetini aşıyor ve topluluk asla bunu hak ettiği ağırlığınca ifade etmiyor, edemiyor ya da etmeye yanaşmıyor. Dink ailesinin payına davalarda yalnızca “dalga geçilme”nin düşmediğini hepimiz biliyoruz oysa. Sivas katliamının davacı tarafına da sorsanız, kolayına, hak ettiği ağırlıkta bir şey söyleyemez; mahkemede başlarına gelenleri yüksek ihtimal en fazlasından Arat Dink gibi ifade ederlerdi.
Türkiye’de artık yerleşik hale gelmiş, hukuki olduğu iddia edilen bir uygulama var: Sözüm ona güvenlik gerekçesiyle davaların olayın olduğu yerde değil de özel olarak seçilmiş farklı bölgelerde görülmesi. Sivas katliamı davası da bundan payını aldı. Ama bunun en ünlü örneği kuşkusuz Gazi katliamı davasıdır; apaçık faşist saldırganlığın ve şovenizmin yuvalandığı bir merkez haline getirilen Trabzon’a taşınmıştı dava. Davacılar Trabzon’a gidene kadar bin türlü sivil ve polisiye baskıyla ve zulümle boğuşmak zorunda kalıyor, hatta o ile sokulmuyorlardı bile. Israr ettiklerinde ise karşılaştıkları şey “dalga geçilmek” değil, açık, çıplak, zalimane polis şiddeti oluyordu. Bunu nasıl unutabiliriz? Davacıların eziyeti daha dava salonuna girmeden, hatta o bölgeye girmeden başlıyordu. Bunun son örneklerden birisi ise Eskişehir’de katledilen Ali İsmail Korkmaz’ın davasının Kayseri’ye taşınmasıdır. Kayseri’nin baskın siyasal refleksleri bellidir ve bu refleksler gözetildiğinde davacı tarafın hangi eziyetlerle karşılaşacağını görmek için kahin olmak gerekmiyor. Güvenlik gerekçesiyle dava yerinin değiştirilmesi en başta güvenliği sağlamakla görevli olan “siyaset ve idarenin” bunu yapmayacağının ilk elde itirafı ama bu önemli değil. Davanın gönderildiği iller de belli ki özel olarak seçiliyor; bu seçim davanın en başta davacı tarafa karşı düpedüz siyasal bir hasmaneliğin de işareti ama asıl, yer değiştirme yoluyla öncelikle dava davacılardan kaçırılmış oluyor. İkinci olarak dava konusu olay ile olayın gerçekleştiği coğrafya parçası arasına apaçık mesafe konularak o coğrafya parçası daha baştan yıkanıp paklanıyor. Dava Sivas’ta sürse, dava kolayca siyasallaşacak ve periyodik olarak o katliamdan doğrudan-dolaylı ilişkili herkesin suratında patlayacakken, dava Ankara’ya taşındığı anda Sivaslılar, vicdanları rahat biçimde uykuya dalabiliyorlar; her şey bir yana. Böylece Sivas katliamı gibi büyük katliamlar “bir avuç kendini bilmez serserinin işi”ymiş gibi kolayca takdim edilebiliyor. O lanetlenesi otelin önünde binlerce Sivaslının bulunduğu unutturuluveriyor!
Sivas davası da Ankara’ya taşındı; dikkat edilsin, başkente. Bu seçimin bir tesadüf olmadığını düşünüyorum ben. En azından bunun sembolik değerinden eminim. Davanın taraflardan biri apaçık devletti; ama davacıların ileri sürdüğü gibi, mağdur tarafı değil ve davanın tarafı devlet katliam sanığı olarak sunulan “üç-beş evladını” bağrına basmıştı işte. Devletin adımları bununla sınırlı kalmadı. Hukuki süreçlerde yaşanan ihmaller, dosya kaçırmalar, karartmalar bir yana, daha sonra adalet bakanı olacak olan milletvekili Şevket Kazan katliam sanıklarını savunmak için avukatlığa soyunmuştu bile. Davacı tarafın itirazı nedeniyle milletvekili olduğu için sanık avukatlığını yapamayacak ama içinde kalan uhdeyi, adalet bakanı olarak katliam sanıklarını cezaevinde ziyarete giderek yerine getirecekti. Bu baptan olmak üzere, bu davada katliam sanıklarının avukatlarının daha sonra neredeyse tümü AKP saflarından siyasete atılıp milletvekili, bakan, vs. olacaklardı.
Duruşma salonunda ise daha tuhaf şeyler oluyordu. Katliam sanıkları duruşma sırasında namaz kılma bahanesiyle sürekli gösteri yapıyor, sloganlar atıyor, tanıklara ağır hakaretler ve küfürler, peşi peşine geliyordu. Örneğin teşhiste bulunan tanıklara “Komünist, Rusya’ya git” diye bağırılıyor; davacı tarafın avukatlarına “hayvanlar” diye küfredilmekten çekinilmiyor; hatta, hâlâ hatırlardadır belki, sanık Mevlüt Atalay davacı avukatlarından Şenal Sarıhan’ın üstüne yürüyüp saçlarını çekmeye çalışıyor ve herkesin gözü önünde “fahişe” diye bas bas bağırıyordu. Dahası mı: Bu sanıklara bu yaptıklarından ötürü hiç kimse bir şey yapmıyordu!
Buradan ilk sorduğun soruya bağlanabiliriz: Sivas katliamı davasında, Aleviler savunma stratejileri gereği, göremediler ama apaçık bir şey vardı: Hukuk ile siyasetin arasındaki bütün duvarlar erimişti. Sanıklar bakımından, duruşma salonunda, hakim karşısında olmakla, Madımak Oteli’nin karşısında olmak arasında hiçbir fark gözlenmiyordu çünkü. Aynı ölçüde rahat, küfürbaz, saldırgan ve aynı ölçüde, cezalandırılmayacaklarından emin! İşte bu erimenin bariz işaretiydi kanımca; sıvılaşmanın. Siyaset tümden hukuka kesmişti ama hukuk da artık siyasetten gayrı bir şey değildi. Ama bu asla madem öyledir, hukuki mücadelenin siyasal mücadele olacağı anlamına gelmez. Oysa bu davadaki davacı stratejisi ne yazık ki buna hapsoldu ve kendisiyle birlikte, hapsetti de. Uzunca bir süre için.
Özkan Agtaş: Peki tam bu noktaya gelmişken şunun üzerinde biraz daha ayrıntılı durabilir miyiz: Böylesi davalar, salt bir dava olmaktan ibaret değil şüphesiz, zira aynı zamanda belirli türden bir öznelliğin inşa edildiği yerler buralar. Sivas davası ve asıl olarak bu dava boyunca izlenen temel adli-siyasi strateji, Aleviler bakımından nasıl bir siyasi öznelliğin kurulmasına neden oldu sizce?
Ayhan Yalçınkaya: Şimdi çoğu kişiye öncelikle olgusal düzeyde ters gibi görünen bir şey söyleyeceğim. Alevilikle ilgili çalışmalarda Alevi hareketinin yükselişi ile Sivas katliamı arasında -en azından kronolojik- bir bağ kurulması yaygın bir alışkanlıktır. Sanki daha önce Alevilerin belli biçimlerde özne-lleşme deneyimleri yokmuş gibi, hareket gökten zembille inmiş gibi bir milat olarak Sivas katliamı işaret edilir. Bu işaret olgusal verilerle de güçlendirilir. Doğrudur; Alevilerin örgütlenme serüveni bu katliam sonrasında gerçekten de hız kazanmıştır. Aynı şekilde, gerçekten de sosyalist hareketlerde kazanılan deneyim ve çeşitli türden birikimler bu katliam sonrası hızla Alevi hareketine akmış, onu beslemiştir. Ama tüm “bu doğrulara” karşın, bu aynı zamanda -her beslenme sürecinin bir diğer anlamı da budur zaten- bir öğütme sürecidir de. Sivas katliamı davası, izlenen stratejiyle de yakından ilgili olarak ama tümüyle buna indirgenmeksizin, Alevi öznellik deneyimlerinin tüm birikimlerini çok kısa süre içinde öğüttü! Örneğin harekete damgasını vuran şey, özellikle de Aleviliğin dinsel özellikleriyle bağları başlangıçta zayıf olduğu ölçüde -sanıldığı gibi güçlü bağları sayesinde değil, kimliksel siyasetlerin zırvalıkları oldu. Hatta Alevi dinselliğinin en önemli işaretlerinden biri olan, belirli bir evrensellik düzlemi oluşturan yetmişiki milleti bir nazarla görmek bile çokkültürlülük gibi zırvalıkların anlam dünyası içinden okunmaya başlandı. Oysa bu düzlem Alevilere, dünyayı yaran iki büyük ejderhanın -ya da iki yüzlü tek bir ejderhanın- karşısında, somut olarak devlet-dinin ya da din-devletin karşısında -güvensizlik ve tetikte olmaktan kendisiyle mücadeleye kadar uzanan bir ölçek üzerinde- kendi içine ve üstüne kapanmaksızın, öznelleşmenin kimliksel hapishanelerle sınırlanmadığı sınırsız bir alan açıyordu. İşte bu birikim hızla eritildi. Erimenin sonuçlarını da aynı hızla gördük: Bu davada Sivas davasının mağduru olarak konumlandırılan devleti, Cumhuriyet mitingleriyle birlikte, sözüm ona kendi kimliksel özelliklerine sahip çıkma iddiasındaki en sağ kanadı oluşturan Alevi hareketinin bileşenlerinden en sola, Aleviler savunmaya koştu! Bu savunma girişimi tam da devletin içinde bulunduğu yeni dengeler gereği, devletle özdeşleşmeye vardığı ölçüde, aynı anda Aleviler tam da yeni devletin istediği gibi, kendi elleriyle devlete hak edilmiş bir hedef olduklarını onaylatıverdiler ki onaylamaya hazır noter zaten tetikte bekliyordu! Sivas katliamı davasının üstünde yükseldiği hukuki strateji bunda büyük pay sahibidir ne yazık ki. Böylece tam da sözüm ona kendi kimliksel varlığını onaylatma peşinde devletle bütünleşenler bu kimliği tümüyle yitirdiler; bu kimlik yerinden edildi ve yerine devlet-dinin/din-devletin nüfus kağıdı geçirildi. Alevi hareketinin bu kanadı hızla Sünnileşti ya da aynı anlama gelmek üzere devletlu hale geldi.
Kendi evrenselci öznelliğini (tuhaf bir ifade oldu farkındayım ama şimdi Aleviliğin dinsel özelliklerinden hareketle bunu açmaya yönelmeyeyim) inşa edeceği sanılırken yolun yine devlet kapısında bittiği anlaşılınca, hareket bu kez -işte yukarıda sözünü ettiğim sıvılaşmanın yarattığı illüzyonun en belirgin işareti olarak- ejderhanın öteki yüzüne yöneldi: Ayinin ihyacı ve inşacı vasfı keşfedildi. Önce folklorik düzeyde ama giderek folklor gömleğinin buna dar gelmeye başladığını da biliyoruz. Cemevleri sorununun giderek başat sorun haline gelmesi bu yeni yönelimin ürünüydü. Aslına bakılırsa folklorik ayinselliği canlandıranlar yolu devlet kapısında bitenlerdi ama küçük bir hesap hatası oldu: Bu canlanış sirayet etti; espriyle karışık söyleyeyim, “ayin bulaşıcıdır.” Alana tümüyle sirayet eden canlanış nihayet Sivas katliamıyla buluştu ve bu da yeniden Kerbela ve şehadet anlatısını besledi; iyi ki de besledi denilebilir biraz soğukkanlı bir tavırla. Çünkü bu yeniden buluşma, davanın yarattığı tahribatı gidermek için uygun araçlardan biriydi de. Cemevlerinin hızla yayılması, aynı zamanda buraların geride bırakılan birikimle, sosyalist birikim de buna dahil, temas noktaları olmasını da beraberinde getiriverdi. Şimdi kavga tam da bu temas mahiyeti yüzünden cemevleri etrafında dönüyor.
Alevi hareketi yeni bir kavganın içinde. İstersen ne tür bir öznelleşme biçiminin baskın olacağına ilişkin bir mücadele diyelim buna. Bu mücadeleyi bir-iki cümlede özetlemek zor. Ama paradoksal ifadeler kullanmak pahasına, denemiş olayım yine de: Folklorik gömleği parçalayan ayin, yeni Alevi müminler yaratıyor. Bu yeni Alevi müminler ayin üzerinden doğdukça Aleviliğin çoktan terk edilen ve “esasını” her farklılığı eşitsizliğe dönüştüren her yaklaşıma sert bir tepkiyle gösteren evrenselci vasıflarını da inşa ve ihya ediyorlar ki bu da yeni buluşmalara ve temas noktalarına imkan sağlıyor. Bu sayede öznelleşme deneyiminin bu cephesi “dindar” göründükçe “politik” ve aynı ölçüde “demokratik” bir elbiseyle karşımıza çıkıyor; öncelikle devlet-dine/din-devlete karşı temkinliliği yeniden anımsayarak. Bunlarla da temas halinde olan bir başka grup Alevi ayinselliğini gericileşme olarak okudukça, kendisi gericileşen ama kendisini sosyalist bir deneyim olarak dayatmaktan da vazgeçmeyen -en azından bir süredir ve uzun bir süre de böyle kalacağa benzeyen- tarih-dışı bir politik öznelleşme deneyiminin temsilcileri. Alevi hareketinin devletlu kanadı ise, bu yeni Alevi öznelleşme dalgasını ayini ele geçirerek -Sünnilik nasıl devlet tarafından ele geçirilmişse, onun gibi- önlemeye çalışıyor. Dolayısıyla görünürde en dindar olanlar bu sağ kanatmış sanıyoruz. Oysa “en dindar Aleviler” en soldaki, en marjinal, en uç kesimler; Aleviliğin din anlayışından tümüyle uzak bir biçimde dinsel vasfına sarılan en sağ kanat ise Alevilik bakımından apaçık bir dinsizleşme deneyiminin tezahürleri ve bu kanattan, Aleviler için “kendi öznel varlığını katıp karıştırdıkça özne ve özgün olan” bir “şey”in çıkmayacağı açık. Bilmem yeterince ifade edebildim mi?
Özkan Agtaş: Tamam, iç burkucuydu, fakat aynı zamanda üzerindeki anlam yükünden dolayı dikkat gerektiren, konuşulması güç sorunların dile getirildiği bir söyleşi oldu. Vaktinizi ayırdığınız için çok teşekkürler Hocam.