Çatışma Alanlarında Gazetecilik: Barış Dediğin, bir Hikaye!

Başlıktaki “hikaye” asla bir küçümseme, önemsizleştirme ifadesi değil[1]. Hikaye, masal değil. Hikaye insan eylemiyle önce yaratılması ve var edilmesi gereken, sonra da anlatılması ustalık isteyen bir şey. Ben hikaye anlatmayı iletişimin de, gazeteciliğin de zirvesi sayıyorum. O nedenle, “barış gazeteciliği” yapmaya çalışan, bir zamanlar savaş muhabirliğine de bulaşmış biri olarak, burada da hikaye anlatmayı deneyeceğim.

Anlaşmazlıkların olduğu ve onların çatışmaya dönüştüğü yerlerde, barışın hikayesini yazanları bulmaz ve anlatmazsanız, bir gazeteci olarak barışa en küçük bir katkınız olamaz. Ne yazık ki, dünyanın hakim gazetecilik pratiği bundan çok uzak. OLAN gazetecilik yangına körükle giden ve ateşe benzin döken bir tarz. Bizim aradığımız, öğrencilerimize anlatmaya ve öğretmeye çalıştığımız ise OLMASI GEREKEN gazetecilik.

Medya ve gazetecilik barış yapabilir mi? Savaş çıkarabilir mi? Ben, tek başına medyanın, her ikisini de yapabilecek gücü olduğunu sanmıyorum. Başka temel nedenler; maddi, ekonomik, politik, sosyo-kültürel koşullar olmadan kendi başına medya bunu yapacak bir güç değil. Ama her ikisini de tetikleyen, sürdürülmesine neden olan/katkı sağlayan bir rolü olabilir ve kesinlikle var.

Medya sayesinde gelen bir barış var mıdır? Böyle bir örnek, tarihe böyle düşülmüş bir not anımsamıyorum. Ancak, medyanın çıkardığı savaşlar diye ararsanız bulursunuz. Epey örnek bulursunuz.

Misal; 1898 İspanyol-Amerikan Savaşı, medyanın çıkardığı ilk savaş sayılır (Kennedy, 2019). Küba’nın bir İspanyol sömürgesi olduğu zamanlar ve ABD’de de şu adına en saygın gazetecilik ödülünün konduğu Joseph Pulitzer’in New York World ve William Randolph Hearst’ün New York Journal gazeteleri müthiş bir rekabet içindedir. Kan varsa manşet olur mantığıyla yarışırlar. Küba’ya muhabirler gönderirler. İspanyolların mezalimine dair hep abartılı ve kimi zaman uydurma haberler yayınlarlar. Cinayet, tecavüz, katliam haberleri… Hepsini de İspanyolların yaptığı… Henüz fotoğraf yok ve gazetelerde foto muhabiri yerine ressamların illüstrasyonları var. İllüstratörü Frederic Remington, “Burada bir şey yok, savaş falan” yok diyerek Küba’dan geri dönmek isteyince, Hearst’ün; “Lütfen kal. Sen resimleri sağla, ben savaşı çıkarım” lafı çok meşhurdur.

Hearst de Pulitzer de savaş isterler. 15 Şubat 1898’de Amerikan gemisi USS Maine Havana açıklarında batınca, istediği resmi alan Hearst; “Savaş Gemisi Maine Düşmanın Gizli Şeytani Örgütünce İkiye Bölündü manşetini atar. İspanyolların gizli torpidolarından söz eden haberleri döşenir ve bundan iki ay sonra da, 21 Nisan 1898’de, savaş patlar. İşin aslının farklı olduğunu öğrenebilmek için 1974’te yapılan bir araştırmayı beklemek gerekmiştir. Gemi bir saldırı ve sabotaj nedeniyle değil, bir patlama sonucu batmıştır. Ama artık ne önemi var; resim bulunmuş, manşet atılmış ve savaş çıkmıştır!

Bu noktada gazetecilikle ilgili üç özdeyişi, özlü sözü ya da klişeyi anımsatmak istiyorum. Bunları kenara not edip öyle devam edelim:

  • Savaşın ilk kurbanı gerçeklerdir.
  • Kan varsa manşet olur.
  • Gazeteci savaşların savaşmayan tarafıdır.

Tam Gaz Bağdat

Savaşın ilk kurbanının gerçekler olduğuna dair örneklerden 1898 İspanyol-Amerikan Savaşı’ndan bugüne gelin, son dönemde sizlerin de uzaktan tanık olduğu bütün savaşlara giden yollar da yalanlarla döşendi. Hala kanayan Irak’ı düşünün: Saddam’ın nükleer biyolojik silahları, İstanbul’u vuracak uzun menzilli füzeleri vardı ve bizim gazetelerimiz TAM GAZ BAĞDAT manşetleri atıyordu. Hepsi yalan çıktı! Gerçekler kurban edilerek savaş tetiklendi ve savaşın sürdüğü yıllar boyunca da çok sayıda gerçek kurban oldu.

2 Ağustos 1990’da Irak, Kuveyt’i işgale başladı ve 3 Ağustos’ta ben buradan uçakla Amman’a, oradan da kara yoluyla Bağdat’a gittim. Dünyanın her yerinden savaş muhabirleri gelmişti. Bizden rahmetli Savaş Ay da oradaydı. Ben fotoğraf çekebilen bir gazeteci olamadım. Savaş Ay’ın iki makara fotoğraf çektiyse birini o zaman Bağdat izlenimlerimi yazdığım Demokrat! dergimiz için benim elime tutuşturduğunu unutamam.

O günlerde Bağdat’taki her milletten savaş muhabirinin gözleri havada dolaştığını da söylemem gerek. Bir hava bombardımanı bekleniyordu; ABD uçakları Bağdat’ı bombalayacak ve “haber” denen şey oluşacaktı. O muhabirler zaman geçtikçe sabırsızlandılar ve uçaklar gecikip görülmeyince de birer ikişer Bağdat’ı terk ettiler.

O arada, Kuveyt’te Saddam’ın askerlerinin bir hastaneye girişi, yeni doğan bölümünde kuvözlerden bebekleri yerlere atarak kuvözleri yağmalama haberleri anlatılıyordu. Olayı (?) “Al-Addan Hastanesi’nde kendi gözlerimle gördüm” diye ağlayarak anlatan 15 yaşındaki kız çocuğu Neyyire’nin hikayesi dünyayı ayağa kaldırdı. Ancak, onun ABD’deki Kuveyt büyükelçisinin kızı olduğu ve gerçekte öyle bir şey olmadığı ancak Irak işgal edilip yüz binlerce insan öldükten sonra öğrenildi (Uzun, 2009:247-48).

Bağdat’ta pek çok savaş muhabiri haber için gözleri havada uçakları beklerken, benim için haber Pazar yerlerindeydi, Dicle kıyısında balıkçılardaydı, bakkal dükkanlarının raflarındaydı, kucaklarında bebekleri ellerinde boş biberonlarla gösteri yapan kadınlardaydı, artık süt ve çocuk maması kıtlığı çekilmeye başlanmasındaydı, elmanın bir lüks haline gelip kilosunun 7 dinara satılmasındaydı, 14 yaşında çocuktan 70 yaşında ihtiyara, rujlu-sürmeli, uzun-kısa, şişman-zayıf kadınların, ABD rambolarına karşı gönüllü yazılıp savaşa hazırlanmalarındaydı (Tılıç, 1990).

Mete Çubukçu, Türkiye’nin savaş muhabirliği denildiğinde akla gelen ilk isimlerinden ve bu alanda örnek gösterilebilecek bir meslektaşımız. Mete, 1992’den beri Afganistan, Filistin, Bosna, Azerbaycan, Irak, Kosova, Çeçenistan, Cezayir, Lübnan gibi kriz ve savaş bölgelerinden biriktirdiği deneyimle bir yüksek lisans tezi de yazdı ve onu “Ateş Altında Gazetecilik: Savaş ve Savaş Haberciliği” (2017) adıyla kitaplaştırdı. Kitapta, savaş muhabirliğine dair tipolojiler çizerken, daha önce yayınlanmış bir röportajımda söylediklerimi aktararak, beni gittiği yerden yalnızca bomba ve ölüm haberleri geçen biri değil, gittiği yeri anlamaya çalışanlardan biri olarak tanımlamıştı: “Savaş alanlarına gitmek tabii ki heyecan verici oluyor. Ama ben bulunduğum her yerde heyecanın ötesinde bir şeyler kazanmaya çalışmışımdır. Gittiğim her ülkeyi, sanki üzerine bir tez yazacakmışım gibi çalışırım. Olanları, olayları günlük çatışmaların ötesinde anlayıp kavrayabilmek için bulabildiğim her kaynağı okumaya çalışırım.”

Evet, bunu yapmaya çalışırsınız, bunu yapmaya çalışan, bunu isteyen gazeteciler vardır. Kimileri yapar da. Ancak, o çatışma alanlarından bulup çıkardığınız hikayeleri yayınlayacak medya bulmak zordur. Oralara muhabirler gönderebilen büyük medya, gerçeğin kurban olmasını o kadar da önemsemeyen, “kan varsa manşet olur” mantığıyla hareket eden, hatta savaştan kazanan dev uluslararası holdinglerin sahibi olduğu medyadır. Öyle olmasa, medyadan bambaşka hikayeler okuyup dinlemek, hep duyduğunuz isimlerin dışındaki isimleri de duymak mümkün olacaktı. Ne yazık ki, bunlar için çoğu zaman kitapların yazılmasını beklemek gerekti.

Çeçenistan savaşını anlatırken, keşke Dr. Hasan Baiev’in ismini duyabilsek, hikayesini tekrar tekrar anlatabilseydik. Ama onun hikayesini anlatan pek olmadı, manşetlere taşıyan ise hiç olmadı! Onun gazeteciler tarafından anlatılması gereken hikayesini tüm yönleriyle öğrenebilmek için, Yemin: Ateş Altında Bir Cerrah (The Oath: A Surgeon Under Fire – 2004) kitabını beklememiz gerekti.

1994’de Çeçenistan’da çatışmalar başlayınca, Moskova’da parlak bir estetik cerrahi kariyeri olan Dr. Hasan Baiev, halkına yardım etmek için o kariyeri ve rahatı bırakıp Çeçenistan’a geldi. Önce Grozni’de bir hastanede çalışmaya başladı. Hastane Ruslar tarafından bombalanıp yıkılınca, kendi kasabası olan Alkan Kale’ye gitti ve kendi çabasıyla orada bir klinik oluşturdu. Etraftaki 6 köy ve 80 bin kadar bir nüfus ve 5 bin mültecinin tüm sağlık sorunlarıyla ilgilenen tek doktordu. 6 yıl boyunca, gaz, elektrik, su olmadan, sadece lokal anestezi ile yaraları yumurta sarısından falan yaptığı merhemlerle kapatarak, defalarca kendisi kan bağışında bulunarak ve bir keresinde 48 saat içinde tam 67 kişiyi ampüte ederek çalıştı.

Asıl olarak sivilleri tedavi etse de, tedaviye ihtiyaç duyanların kim olduğuna takılmadı. Hipokrat yemininden başka bir şeye bağlı hissetmedi. Yaralı Çeçenleri de tedavi etti, Rus askerlerini de. Alkan Kale’deki klinik de vurulunca evinin 12 metrekarelik bodrumunu ameliyathaneye dönüştürdü. Annesi hemşireliğini yaptı. O küçücük yere 30 yaralının tıkıştığı zamanlar oldu ve orada 2 yılda 4600 ameliyat yaptı. Buraya da iki kez roket isabet etti ama bırakıp gitmedi.

“Çeçenistan’da kaldım çünkü ben bir Çeçenim. Babam da ‘Sen bir Müslümansın, doktorsun. Burada kalmalısın, halkına yardım etmelisin’ derdi. O küçük bodrum ameliyathanede öncelik hep en acil durumda olan yaralıdaydı.” Bir gün hastanesine aynı zamanda Çeçen savaşçılar ve Rus askerler geldi. Çok zorlandı. Çeçenlerin “Onlar düşman neden onları tedavi ediyorsun” baskısı altında kaldı… “Benim için Çeçen Rus fark etmez. Ben doktorum, Hipokrat yemini ettim. Ameliyata en önce en acil durumda olan girecek” dedi. Hayatındaki en zor gün, 2000 yılının Şubat’ıydı. Bir mayın tarlasına dalmış 300 yaralı Çeçen geldi. 48 saatte 76 ampütasyon ve 7 beyin ameliyatını o zaman yaptı. Ameliyat masasına yatırıp hayatını kurtardıkları arasında Çeçenlerin efsanevi komutanı Şamil Basayev de vardı. Onun hayatını kurtardığı için Çeçenlerin ulusal kahramanı oldu, Rusların da başına ödül koyarak aradığı bir suçlu. Çeçenler de Rus askerlerini tedavi ettiği için hain dedi. Basayev’i ameliyat ettikten 2 ay sonra kaçmak zorunda kaldı. İnsan hakları örgütleri ve dünya tabip odaları kaçışına yardımcı oldu ve ABD’ye gitti.

Şimdi yılın yarısı ABD’de yarısı Grozni’de bir klinikte çalışıyor. Çok başarılı bir estetik cerrah ve Moskova’dan ona ameliyat olmak için Grozni’ye geliyorlar. Rus aktristler, TV yıldızları Grozni’yi bir estetik cerrahi merkezi olarak görmeye başladılar.

Şimdi soru şu: Dr. Baiev bir vatan haini miydi, bir ulusal kahraman mı?

İleriki satırlarda değineceğimiz savaş ve barış gazeteciliği yaklaşımlarının bu soruya verecekleri yanıtlar farklı olacaktır. Savaş gazeteciliği yaklaşımı sizi bu iki yanıttan birini vermeye zorlar. Oysa ikisi de değil. Barış gazeteciliğinin cevabı nettir: Baiev ne bir ulusal kahraman ne de vatan hainiydi. O iyi bir doktordu!

Medyanın ve gazeteciliğin barışa bir katkısı ve barışın bir şansı olacaksa, Dr. Baiev gibilerini bulup onların hikayelerini anlattığımızda olacak.

Afganistan’da ne vardı?[2]

1988-89-90 yıllarında, Ruslar çekildikten sonra, mücahitlerle rejim arasındaki çatışmalar ve rejimin ne kadar dayanacağı ya da dayanıp dayanamayacağı uluslararası medyanın en çok ilgilendiği konulardı. Ben de o yıllarda bu çatışmaları izlemek için gidip geldim. Kabil’e yağmur gibi roket yağardı ve haber hep olduğu gibi gazetecilerin çoğu için çatışmalar, roketler, ölümlerdi.

Batılı gazetecilerin röportaj için peşinde koştuğu rejimin bir numarası Cumhurbaşkanı Necibullah ile birkaç kez röportaj yaptım ama çok daha ilginç hikayeleri röportaj için kimsenin kapısını çalmadığı daha sıradan insanlardan dinledim.

Ben, sürekli roketlerin ve mermilerin havada uçuştuğu o koşullarda, başka yerlere de bakmam gerektiğini düşündüm. Yalnızca ceset ve çatışma aktararak Afganistan’ı ne anlayabilir ne de anlatabilirdim. Orayı anlayabilmek için, çatışmalar dışında çok-etnili, çok kültürlü, neredeyse 300 dilin konuşulduğu yapısını anlamak ve “Bir Afganı asla satın alamazsın ancak kiralayabilirsin” deyiminin işaret ettiği kabileler arası sürekli değişen ittifakları, iktidarların da bu ittifaklara bağlı olarak değiştiğini anlamak gerekirdi.

Kabil’de güya komünist bir yönetim vardı ama aynı zamanda bir anlamda Diyanet İşleri Başkanlığı gibi en üst dini otorite, kurum olarak bir de Şura-i Ulema vardı. Yalnızca bombaları izlemektense, onun da peşinden gitmek gerektiğini düşündüm.

Şura-i Ulema binasının bahçe kapısında beni Habib Rahman karşıladı. Kurumun Ceride-i İslam gazetesini o çıkarıyormuş.1957’de Dışkapı’da Ordu Donatım Okulu’ndaymış. Türkiye’de eğitim görmüş, Afganistan’da albaylıktan emekli olmuş. Beni içeri götürürken, “Dışkapı çok değişmiştir şimdi, değil mi?” diye sordu.

İçeride bembeyaz sakallı, sarıklı, cübbeli din adamları. Çoğu Mevlevi. Bana da müthiş yakınlık gösteriyorlar. Bir dua başladı. İçinde Atatürk geçen şeyler söylüyorlar. Sonunda yine Atatürk dendi ve ellerimizi yüzümüze sürdük. Tercümanım açıkladı: “Yaşasın Türk-Afgan kardeşliği. Büyük Atatürk’ün ruhu şad olsun” diye bitmiş dua ve ellerimizi yüzümüze sürmüşüz.

Afşar Camii İmamı Şeyh Muhammed Musa Tahiri, anlamak için pür dikkat dinlediğim Özbek Türkçesi ile, Afganistan’da da Atatürk’e küfür eden din adamları olduğunu, kendilerinin onlardan olmadığını, Atatürk’ün dua edilmesi gereken biri olduğunu anlattı.

O sıralarda Atatürk hakkında söyledikleriyle bizde Şevki Yılmaz gündemde. Reha Muhtar da Show Haber’in başındaydı. Birlikte çalıştıkları Soner Yalçın ve Hakan Aygün aracılığıyla benim o video kayıtlarımı istedi. “Afganistan’da Atatürk’e dua edilirken burada küfrediliyor” diye magazinel bir haber yaptı.

Biz burada Afganistan ve din denildiğinde sadece mücahitleri, Gulbeddin Hikmetyarları, Burhaneddin Rabbanileri biliyorduk. Ve Afganistan’ı sadece çatışmalar üzerinden izliyorduk.

Bana böylesi çatışmaların yaşandığı bir ülkede Askeri Yargıtay olması da ilginç gelmişti. Afganistan gibi bir yerde, her gün roketlerin yağdığı bir şehirde, nasıl bir hukuk olur, nasıl bir mahkeme olur? Hele Yargıtay, askeri Yargıtay nasıl olur?

Askeri Yargıtay binasına kafamda bu sorularla gittim. Bahçe kapısında kahverengi takım elbiseli biri karşıladı. Türkçe hoş geldiniz dedi. Binaya doğru yol gösterdi. Bende çağrışımları olan kahverengi elbise içinde mahcup da bir hali var. O kumaşı çocukluğumdan, ilkokul-ortaokul yıllarımdan hatırlıyorum. Devlet dairelerinde odacılar giyerdi. Her halde dağıtılan bir kumaştı. O çağrışımla direkt “odacı” diye geçirmiştim aklımdan.

Beni yoksul, eski, yıpranmış ama büyük ve görkemli günleri olduğu anlaşılan bir odaya götürdü. İçeride kimse yok. Her halde biraz sonra gelir başkan. Bana yer gösterdi, oturttu. Hemen de yanıma oturdu ve elini dizime koyup, hüzünlü bir yüz ifadesi ve dokunaklı bir sesle, “Türkan Şoray hala sağ mı?” dedi. Ben de şok! “Sağ” dedim. “Ya Filiz Akın?” dedi. “O da sağ.”

General Muhammed Asaf Elem. Benim odacı sandığım askeri Yargıtay başkanı. Güzel de Türkçe konuşuyor. Benim sorular sorup röportaj yapacağım adam bana sorular soruyor. Bir Türk gazetecinin geleceğini duyunca, “Hocam” dediği kendisinden önceki Askeri Yargıtay Başkanına da haber vermiş. Said Osman. “Çağırabilir miyiz?” dedi. “Tabii” dedim. Said Osman kapının önünde bekliyormuş, açar açmaz içeri girdi.

Gen. Elem 67-71 yılları arasında Cebeci’de Hukuk Fakültesi’nde okumuş. Türk adeti diye önce kolonya ardından şeker tuttu. 40 yıllık dostlar gibi bir sohbet başladı aramızda. Olabilecek en mükemmel röportaj. “İlhan Selçuk köşesinin altına adını imza atar gibi yazardı. Çetin Altan hala duruyor mu?” gibi sorular soruyorlar, hala Türkiye ile yaşıyorlardı. Gen. Elem’in Türkiye’de öğrenciyken aşık olduğu hemşirenin bilgilerini aldım, döndüğümde de aradım ama bulamadım.

Serceng Caci, Kabil’deki “komünist” hükümetin 6 devlet bakanından biriydi. Türkiye’de tam 7 yıl kalmış. 1952’de 1 yıl Harp Okulu’nda Türkçe öğrenmiş. Çok iyi konuşuyor. Benimle konuşmaktan nasıl mutlu. 4 yıl Mamak Muhabere Okulu’nda kalmış. “Ben de 80’den sonra aşağı yukarı o kadar kaldım” dedim. Şaşırdı, “Asker misiniz?” dedi. “Yok” dedim, “hapistim.” (tutuklu?? Daha iyi sanki) 65’de 2 yıl İstanbul’da Kara Harp Akademisi’nde bulunmuş. Burada Yeni Harman içiyormuş. Tadını unutamıyordu.

Biz bir Afgan bakanın unutamadığı Yeni Harman’ın tadını haber yapamıyor, sadece bombaları, çatışmaları, Gulbeddin Hikmetyar’ı, Burhanettin Rabbani’yi haber yapıyorduk.

Alışveriş yaptığım antikacı, 78 öncesi Kabil’den Türkiye’ye otobüs seferleri olduğunu anlatmış; “Kabil’den Milli Bus, Türkiye’den Albayrak Otobüsleri haftada bir karşılıklı sefer yapardı demişti. Tarihimizi, Kurtuluş Savaşını, Atatürk’ü çok iyi bilen üst düzey yöneticiler tanıdım. Burada adlarını hiç duymadığımız insanlar.

“Türkiye savaşın bitmesinde çok rol oynayabilir. Müslüman devlet. Burada elçiliği var. Pakistan ile ilişkileri iyi. Tarafsız devlet olarak iyi iş yapar. Pakistan ile Afganistan’ın ortasına girse, savaşı bitiriş için. Biz Özbekler, Türkmenler burada çok prestij kazanırız. Barışı Türkler getirdi deriz”. Kabil Radyosu’nda bir Özbek müdür böyle demişti.

Ne bunlar duyuldu Türkiye’de, ne bunları haber yapan bir medya oldu, ne de Türkiye’nin böyle bir inisiyatifi.

Milankoviç’i duymuş muydunuz?

Hırvatlar ve Sırplar arasında çatışmalar başladığında çalıştığım ajansın Belgrad bürosunda görevliydim. İki yıl boyunca orada akredite tek Türk gazeteciydim.

Yugoslavya’nın parçalanma sürecinde pek çok isim duyduk. Miloşeviç’i biliriz, Tudjman’ı biliriz, İzzetbegoviç’i biliriz, Sırp milislerin lideri dehşetengiz Kapitan Dragan’ı bile biliriz ama Miroslav Milankoviç’i hiç duymadık. Benimse Yugoslavya’dan aklımda kalan, hiç unutmayacağım isim odur. Her Dünya Barış Günü’nde onun hikayesini yazmaya söz vermiştim kendime. Yıllarca da öyle yaptım.

Adını ilk kez 1991 sonbaharında Sırbistan Cumhurbaşkanlığı önünde barış eylemcilerinin geceleri binlerce mumla aydınlattıkları bahçede duymuştum. Ivana Balen isimli barış aktivisti bir genç kadından: “20 Eylül’dü” diye anlatmaya başlamıştı. “Orduya yeni katılmış bir grup asker arasında tartışma çıkmıştı. Grubun yarısı silahları bırakmayı ve savaşmamayı öneriyordu. Diğer yarısı, büyük bir savaşma arzusu içindeydiler. Miroslav karar veremiyordu. Yüreği ne savaşa gidip dün komşusu, arkadaşı olanları öldürmeyi kabul edebiliyordu, ne de gitmeyip ‘vatan haini’ damgası yemeyi. Ne Tovarnik’e cepheye doğru yola çıkanlara katılabildi, ne de silah bırakanlara. O gün Şid kasabasının hayvan pazarında kendisini vurdu. Biz de Miroslav Milankoviç’i barış hareketinin sembolü seçtik.” (Tılıç, 1999: 49-50).

Kosova’da da Bozidar Martiç vardı. Onun adını duyan bilen de pek yoktur. Yugoslav ordu birliklerinde çavuştu. Sırp’tı. Koskovska Mitroviça kentinde komutanın emrine karşı gelip Arnavut kadın ve çocuklardan oluşan bir gruba ateş etmeyi reddetti. “Niye Arnavutları koruyorsun, sen de onlardansın” diye başına silah dayayan yüzbaşısına kaleşnikofun dipçiği ile vurdu, düşürdü ve ateş altındaki o Arnavutları güvenli bir yere götürdükten sonra ordudan firar etti. Bozidar Martiç’de Sırp’tı (Tılıç, 1999:33).

Martiçlerin, Milankoviçlerin hikayelerini anlatabilseydik daha çok, Yugoslavya halklarının travmalarını bir ölçüde yok edebilir ve çatışmanın toplumsal koşullarını azaltabilirdik. Hırvatların Sırplara, Sırpların Arnavutlara, Arnavutların Sırplara karşı hissettiklerinin yalnızca nefret olmasının önüne geçebilirdik.

Savaşın ilk kurbanı gerçekler olur derler ya. Yine Hırvatlarla Sırpların çatışmalara başladığı ilk günlerde, Belgrad’da bir gazeteci arkadaşın evinde oturuyorduk. Televizyonda bir şeyler çıktı. Telaşla 9-10 yaşlarındaki oğulları Marko ve Jon’u yatak odalarına kovaladılar. Sırp televizyonu bir dere kenarında boğazı kesilmiş, gözleri oyulmuş cesetler gösteriyordu. Siyah beyaz bir görüntü, üzerine yazı olarak bir metin bindirilmiş akıtılıyor ve etkileyici bir sesle de bir spiker o metni okuyordu. Özetle; barbar, Hırvat ustaşalar[3] falanca köyde Sırp komşularını böyle katletti.

Aile, çocuklar bunları duyup Hırvatlardan nefret etmesin, kin beslemesin diye onları odadan kovalamıştı.

Daha sonra aynı görüntüler, tamamen aynı metinle Hırvat televizyonunda da yayınlandı. Bir tek Hırvat sözcükleri, yerini Sırp sözcüğüne bırakmış, ustaşa çetnik[4] olmuştu. Biz ikisini de izleyebilen bir grup yabancı gazeteci, hangisi doğru diye kuşku duyabilirdik. Ancak yalnızca kendi kanallarını izleyen Sırplar ve Hırvatlar için böyle bir olasılık yoktu. Kuşku duyma şansları yoktu. Bu görüntülerin 1941 Alman işgali dönemine ait olduğu çok sonra, Yugoslavya parçalanıp Hırvatistan ve Sırbistan iki ayrı devlet olduğunda ortaya çıktı.

Cephede bir Sırp vurdum

“Gazeteci savaşların savaşmayan tarafıdır” demiştik ya; savaş alanlarında gazetecilik yapabilmek için bütün tarafların bunu böyle bilmesi lazım. Yoksa, gazeteci de bir taraf olarak görülürse, hedef olur, çatışma alanlarında çalışamaz.

1993 yılında, Türkiye gazetesi, Bosna’dan “Yusuf Sancak cepheden bildiriyor” anonslu habere; “Cephede bir Sırp vurdum!” manşetini atmış, sonrasında her Türk gazetecinin Sırplar için “hedef”e dönüşmesine, Yugoslavya’da çalışamaz olmasına yol açmıştı. Stelyo Berberakis, Ankaralı T.C. vatandaşı, T.C. pasaportu taşıyan bir arkadaşımızdır. Yıllardır Atina’dan bildirir. Bu olaydan sonra Yunanistan Dışişleri Bakanı ve bir otobüs dolusu Yunan gazeteciyle Bosna’nın Sırp bölgesinin başkenti Pale’ye gitmişti. Malum; Yunanlar ve Sırplar din kardeşi ve Yunanistan Sırpları destekliyordu. Ancak, Yunan gazeteciler arasındaki Stelyo, Türk pasaportu yüzünden Sırplar tarafından tutuldu. Fena halde hırpalandı ve Yunan bakan ve gazetecilerin yoğun çabaları sonucu güçlükle Sırpların elinden alınabildi. Stelyo, yaşadıklarının ardından bana telefon açıp; “Boynumdaki haç ve Ortodox olmam bile beni kurtaramıyordu. Sen artık buralarda durma” demişti (Tılıç, 2003: 274).

1996’da Hürriyet muhabiri Münire Acım ve AA muhabiri Ali Koçak Bosnalı Sırplar tarafından yakalanmışlardı. Elvan Baransel Anadolu Ajansı Dış İlişkilerden sorumlu genel müdür yardımcısıydı. Onların kurtarılması için çaba harcıyordu. Benim de Belgrad’daki bağlantılarım nedeniyle sıklıkla ne yapabileceğimizi konuşuyorduk. Münire ve Ali sürekli gündemdeydi.

Bu çabalar sonuç verdi. Arkadaşlarımız Saraybosna Havaalanı’nda serbest bırakıldılar. Daha doğrusu, değiş tokuş edildiler. Bosnalı Müslümanların elinde de Sırp televizyon muhabirleri Şuşa Kalepsky ve Goran Pavinoviç vardı. Banja Luka yakınlarında Ozren Dağı civarında yakalanmışlardı. Sırplar, Saraybosna Havaalanı’nda, Münire ve Ali’yi sağ teslim edip, Şuşa ve Goran’ın cesetlerini aldılar. Öldürülmüşlerdi ve biz onların adını hiç duymadık. (2003:374-75)

Neden, Münire ve Ali “biz”dendi, Şuşa ve Goran “onlar”dan!

Barış gazeteciliği[5]

Bu “biz” ve “onlar” ayırımı savaş gazeteciliği ile barış gazeteciliği arasındaki farkı anlayabileceğimiz en önemli noktadır.

Barış Gazeteciliği yaklaşımı Prof. Johan Galtung’un, Oslo Barış Araştırmaları Enstitüsü’nde, 1960’da başlayan araştırmalarının sonucunda ortaya çıktı. O araştırmalar özellikle uluslararası düzeyde bir olayın nasıl haber olduğu, nasıl birinci sayfalara taşındığı sorusunun yanıtını arıyordu.

Dört şey buldular: Olay büyük ülkelerle ilgili olmalı / Olay büyük ve önemli adamlarla ilgili olmalı / Süreçler ve yapılardan çok aktörlerle ilgili olmalı / Ve olumsuz bir olay olmalı.

Negatif olana dair patolojik bir bağımlılık vardı. Bir olay negatifse + aktörler varsa + o aktörler büyük/önemli kişilerse + olay büyük bir ülkede geçiyorsa anında tüm dünya duyuyordu. Bazen büyüklerin iyi şeyleri de haber oluyordu, bir kraliçe ya da prensesin doğumu, düğünü gibi. Ama ideal formül belliydi. Sıradan insanlar + küçük ülkeler söz konusuysa olayın fena halde negatif/olumsuz olması lazımdı. Büyük yıkım getiren doğal felaketler, savaş, askeri darbe gibi.

Barış gazeteciliği bu farkındalıktan çıktı ve buna karşı çıktı. Pozitif hikayeyi de anlat, aşağıdaki ülkelerde, sıradan insanlar arasında da pozitif şeyler oluyor dediler. Araştırmacı gazetecilikten farkı pozitife odaklanmasıydı.

Bu, çatışma/çelişki araştırmaları alanına da giren bir yaklaşımdı, ancak o alanda olduğu gibi kim daha güçlü, kim daha suçlu, kim zafer kazanıyor, kim daha çok şiddet kullanıyor sorularına odaklanmıyordu. Temel derdi; çelişkinin barışçıl olarak nasıl çözülebileceğiydi. Şiddet ortaya çıktığında yalnızca devlet adamlarını, önemli şahsiyetleri, komutanları değil sıradan insanları, iş insanlarını, aydınları da öne çıkarıp konuşturmayı öneriyordu. Çelişkinin ve çatışmanın temelinde neler yattığını bulup çıkarmaya ve bunların nasıl çözülebileceğine odaklanıyordu.

Barış gazeteciliği yaklaşımı şunu biliyordu; bir yerde şiddet varsa, mutlaka bir anlaşmazlık, çözülmemiş bir çelişme ya da iyileştirilmemiş bir travma, genellikle de ikisi birden vardır. O halde, şiddet ve savaş istemiyorsan, barış istiyorsan çelişkiyi ve travmayı ortadan kaldırmalısın.

Bu çerçevede, barış gazeteciliği sıradan insanların çatışan tarafları birbirine yaklaştıracak, travmalarını tedavi edecek hikayelerini bulup anlatmak ve böylece barışa giden yolun taşlarını döşeyecek bir pratikti.

Johan Galtung medyanın hakim pratiği olan savaş gazeteciliğinin karşısına, aslında gazeteciliğin tanımı gereği “olması gereken” diyebileceğimiz Barış Gazeteciliği’ni koydu.

Hakim pratik, gazeteciliğin OLAN hali, Savaş Gazeteciliği yani, bir olayda haber değerini ancak çatışma başladığında görüyor. Afganistan, Irak, Suriye, Myanmar ancak orada savaş ve çatışma varsa ilgi alanına giriyor.

Sonra, haberi çerçevelemesi de şu şekilde oluyor: Her zaman iki taraf var ve amaç taraflardan birinin diğerini yok etmesi, yenmesi, zafer! Her şey çatışmanın yaşandığı alanla sınırlı ve orada olup bitiyor. Nedenler ve sonuçlar çatışma alanında ve onunla sınırlı olarak aranıyor. İlk taşı kim attı sorusunun peşinden gidiliyor. Şiddetin sadece görünen boyutlarına; ölenlere, yaralananlara, maddi hasara bakılıyor. Savaş gazeteciliği iki taraf üzerine kurduğu karşıtlığı “biz” ve “onlar” şeklinde formüle ediyor. Onları şeytanlaştırıyor, insan dışı varlıklar olarak takdim ediyor. Bizim sadece iyi şeyler yaptığımızı anlatıyor. Böylece, aslında gazetecilikten ve haber vermekten çok tipik bir propaganda faaliyetine dönüşüyor. Çatışma bitince, bir taraf galip gelince ya da ateşkes ilan edilince olay da haber değerini kaybediyor, medya orayı bırakıp gidiyor.

Bunun karşısında Barış Gazeteciliği ise, her olay ve durumda ikiden fazla taraf olduğunu ve o tarafların kendi amaçları olduğunu kabul ediyor. Olayın alanını çatışma bölgesiyle sınırlamıyor. Nedenleri ve sonuçları yalnızca çatışmanın yaşandığı noktada aramıyor. “İlk taşı kim attı”dan değil, bir taşla savaşa/çatışmaya dönüşen durumun altında yatan toplumsal, kültürel, ekonomik gerilimlere, travmalara, süreçlere odaklanıyor. Şiddetin sadece görünen yönlerini değil, görünmeyen yönlerini, yalnızca liderleri, komutanları değil, sıradan insanları, onların ruhsal travmalarını da önemsiyor. Olaya “biz” ve “onlar” diye bakmıyor. Her iki tarafın kötülüklerini de iyiliklerini de anlatıyor. İki tarafı da şeytanlaştırmıyor ya da insan dışı varlıklar olarak göstermiyor. İki tarafın da iyiliği-kötülüğü insanlıklarıyla ilgili. Konuya ilgisi çatışma bitince, bir taraf zafer kazanınca bitmiyor. Bu yaklaşıma göre barış, ancak tarafların üzerinde anlaştığı yaratıcı ve ilerletici yeni bir denklem kurulunca gelmiş oluyor ve o ana kadar da ilgisi devam ediyor.

Çatışma başlamadan da, çatışma bittikten sonra da ilgisi sürdüğü için proaktif bir yaklaşım. Savaş gazeteciliği gibi reaktif değil. Bu nedenle çatışmayı önleme potansiyeli de var. Oysa reaktif yaklaşım ve savaş gazeteciliği yaklaşımı çatışmayı ve savaşı davet ediyor.

Savaş Gazeteciliği barış inisiyatiflerini yalnızca büyük adamlar üzerinden izleyip haberleştiriyor. Büyük devletlerin, NATO’nun, BM’nin özel temsilcileri üzerinden… Bosna’da barış için Richard Halbrooke’a ve Dayton sürecine bakmakla yetiniyor. Diğer sivil barış inisiyatiflerini, tabandan halktan yükselen barış seslerini önemsemiyor. Barış gazeteciliği ise tabandan yükselen bu barış seslerine, aslında iki taraf arasında duygusal bağlar kuracak, tarafları yaklaştıracak, çatışmanın toplumsal zeminini zayıflatacak bu seslere büyük önem atfediyor.

Gazetecilik ve Barış

Mesleklerin ne yapıp ne yapamayacakları kendi tanımları içinde vardır. Hekimlik, söz gelimi, insan iyileştirme mesleğidir. Tıbbın tüm bilgi ve becerilerine sahip ve en önemli üniversiteden diplomasını almış biri, o diplomayı, bilgi ve beceriyi insan iyileştirmek için değil, öldürmek için kullanıyorsa, organ mafyası için kullanıyorsa hala hekim sayılabilir mi?

Gazetecilik de, doğruyu söyleme mesleğidir. Hangi koşullar altında ve hangi gerekçeyle olursa olsun, doğruyu söylemeyen birine gazeteci denir mi?

Meleklerin tanımları, etik ilkeleri, onları o yapan kuralları var. Gazeteciliğin evrensel kuralları, etik ilkeleri, gazeteciyi; başta barış, demokrasi ve insan hakları olmak üzere; insanlığın evrensel değerlerini, çok sesliliği, farklılıklara saygıyı savunan; insanlar, uluslar ve topluluklar arasında nefreti, düşmanlığı körükleyici yayından kaçınan; şiddeti haklı gösterici, özendirici ve savaşı kışkırtıcı yayın yapamayan kişi olarak tanımlıyor.[6]

Buradan hareketle, en iyi diplomayı almış, en büyük medya kuruluşunun en meşhur ismi olsa da, bu işten kazanılabilecek en büyük paraları kazansa da, mesleğin tanımı gereği savaşı ve çatışmayı teşvik eden kişi gazeteci değildir. Ya da, insan iyileştirmek yerine öldüren biri ne kadar hekim sayılabilirse o kadar gazeteci sayılabilir!

Mesleğin tanımı gereği gazeteci barış için çabalaması gereken kişidir. Hakim pratiğin ve medya yapısının bunun tam tersi olması, gazeteciliği böyle anlamamız ve anlatmamız gereğini engellemiyor.

Gazeteciler olarak, yalnızca çatışmanın çıktığı yere bakmak zorunda olduğumuz, hep reaktif olmak zorunda olduğumuz anlayışını kıramazsak, olumlu/pozitif şeyleri de ilgi çeken haberler/hikayeler haline getirebileceğimize dair bir farkındalık geliştiremezsek savaş ve çatışmaların ateşine odun taşımaya devam ederiz.

Gazeteciliğin iletişim işi olduğunu bilmemiz ve iletişimin de ne olduğunu iyi kavramamız gerekiyor.

“Ş” Kapısı ve İletişim

Bu noktada, daha çok siyasi yazılarıyla bilinen Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın (1979) bana epey ilham vermiş olan “Türkçenin Üreme Yolları ve Dil Devrimciliğimiz” başlıklı doğrudan dil üzerine olan makalesini anmak isterim.

Kıvılcımlı, Türkçenin sözcük üretme yollarını da tartıştığı o makalede Türkçeyi Arapça ve Batı dilleriyle kıyaslar. Türkçede sözcük üretme aygıtı olarak 6 kapı olduğunu söyler. Bunlardan 5’incisi “Ş Kapısı”dır ve bu kapının bir benzeri Arapça’da yoktur. Büyük batı dillerinde az biraz görülür.

Şöyle yazar: “Beşinci kapının “Ş” kapısının eylem değişikliğinde KARŞILIKLI ETKİ anlamı dirilir. Eylemde hem dıştan içe, hem içten dışa, hem süjeden objeye hem objeden süjeye, hem kişiden nesneye hem nesneden kişiye bitmez tükenmez bir aksiyon-reaksiyon (ETKİ-TEPKİ) akımı gider gelir.” (1979: 22).

Yani bir sözcük Ş kapısından geçince hegemonik ilişki biter. Eşitlikçi bir ilişki başlar. Bu kapıdan geçince, öpmek öpüşmek, sevmek sevişmek, kucaklamak kucaklaşmak olur. Taraflar eşitlenir. Eylem, birinin birine yaptığı değil karşılıklı yapılan bir işe dönüşür.

Bana sorarsanız BarıŞ doğuştan “Ş” kapısından geçmiş bir sözcük. İletişim de “iletmek”in Ş kapısından geçmiş hali. İletişim, iletmekten çok farklı bir şey. Bazen çok yanlış bir şekilde ya da çok eksik bir şekilde iletişimin bir mesajın bir yerden bir başka yere iletilmesi olarak anlar/anlatırız.

Sözcüğün Batı dillerindeki hali “Communication” da Latince “Communicare”den gelir. Communicare “paylaşmak” “ortaklaşmak” bir yerde buluşmaktır. Bir yerde iletişim varsa, taraflar Ş kapısından geçip eşitlenmişse, biri diğerinin üzerinde hegemonya kurmak peşinde koşmuyorsa, paylaşılıyor ve ortaklaşılıyorsa, orada savaş olmaz. Barışın ön koşulu iletişimdir ve gazetecinin savaş alanlarında yapması gereken de budur!

Barış dediğimiz şey çatışan taraflardan birinin galip gelmesi, diğerini pes ettirmesi, hatta yok etmesi veya bir pat durumunda ateşkes ilan edilip çatışmaların durdurulması değildir. Böyle olduğunda anlaşmazlık ortadan kalkmış olmaz ve uygun zaman ve zeminde tekrar çatışmaya/savaşa dönüşmek üzere kuluçkaya yatar. Barış çatışan tarafların bir çözüme ve yaratıcı bir yeni ilişkiler düzenine ikna olması, anlaşmazlığın bir anlaşmaya, ortaklaşmaya dönüşmesidir.

Yıllar önce ABD’de Yale Üniversitesi’nde Türk-Yunan ilişkileri üzerine bir çalıştay olmuştu. Türkiye’den rahmetli Mümtaz Soysal, o zaman NATO daimi temsilcisi olan Onur Öymen, Prof. Emre Kongar ve gazeteci olarak da ben vardık.

O toplantıda “gelecek merkezli kimlik inşası” (future-oriented identy building) diye bir kavram ortaya atmıştım ve epey ilgi görmüştü. Biz kimliklerimizi genellikle, her zaman değilse de, geçmişten referanslarla kuruyoruz. Geçmişte çatışmışsak, travmalar yaşamışsak, o travmaları onarmadan barış içinde bir arada yaşamak imkansızdır. Öyle bir gelecek tahayyülümüz olacak ki, bütün o travmaların üzerine çıkacak, birlikte dünden çok daha parlak bir hayatımız olacağına ikna olacağız.

Böylesi bir gelecek projesi içinde ortak bir kimlik inşa edemiyorsak barış ancak hayal olur. Çatışmasızlık olur ama barış olmaz. Aslında barış inşası demek, bir anlamda böylesi gelecek merkezli bir ortak kimlik inşası demek. Tarafların buna ikna olması, bunda anlaşması demek.

Buna katkı sunacak bir gazetecilik; haberi yalnızca çatışma, kan ve ölümden ibaret görmeyen; savaşı ve barışı sadece teknik/bürokratik/askeri bir mesele saymayıp çatışmaları izlemek için gittiği yerleri sosyo-kültürel, ekonomik ve politik yapılarıyla anlayıp anlatmaya çalışan; vatan, millet, etnik grup ve dini inançlar üzerinden kutsiyet atfedilen birçok çatışmanın altında bir savaş ekonomisi ve ondan kazanan gruplar olduğunu fark edebilen, kutsalları kazıyıp altındaki bu gerçekleri ortaya koyabilen; ve dünden gelen ve halihazırda devam eden çatışmaların, acıların yol açtığı travmaları tedavi edici hikayeleri bulup çıkaran bir gazeteciliktir. Hikaye anlatmak, en güçlü, en etkili mesaj iletme biçimidir.

Ve savaş alanları çok çarpıcı barış hikayelerinin de yaratıldığı alanlardır. Yeter ki bir anlatan çıksın!

DİPNOTLAR

[1] Bu makale, 6 Mart 2021 tarihinde Başkent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi (SAM) tarafından düzenlenen “Barış ve Anlaşmazlıkların Çözümü Sertifika Programı” içerisinde yapılan bir konuşmanın yazıya dökülmüş halidir.

[2] Afganistan’a gidip geldiğim dönemlerde İspanyol Haber Ajansı EFE ve Alman Radyosu ARD için çalışıyordum. Türkiye’de ise 2000’e Doğru dergisinde yazmaktaydım. Burada Afganistan’a dair aktardıklarım çok daha geniş haliyle 2000’e Doğru’da yayınlanan şu yazılarda anlatılmaktadır:

  • “Hiç komünist olmadık” – Necibullah’la röportaj, Yıl 3, Sayı 51, sf: 40-42, 10.12.1989
  • Afganistan’daki Türkiye – “Türkan Şoray sağ mı?”, Yıl 3, Sayı 52, sf: 44-45, 17.12.1989
  • Cihad’ın sonu mu?, Yıl 4, Sayı 2, sf: 34-37, 7.1.1990
  • Afgan Savunma Bakanı Gen. Şahnavaz Tanay’la röportaj, Yıl 4, Sayı 2, sf: 35-37, 7.1.1990
  • İstihbarat Belgelerinden Pakistan-Afganistan Birleşmesi, Yıl 4, Sayı 9, sf: 44-45, 25.2.1990
  • Darbeci General’le görüştük!, Yıl 4, Sayı 11, sf:39, 11.3.1990

[3] Ustaşa – Hırvat Devrimci Hareketi, bilinen adıyla Ustaše 1929-1945 yılları arasında faaliyet gösteren Hırvat, faşist, aşırı milliyetçi örgüt. Üyeleri, yüzbinlerce Sırp, Yahudi ve Roman asıllı insanı ve II. Dünya Savaşı sırasında Yugoslavya’daki siyasi muhalifleri öldürdü. (Vikipedi)

[4] Çetnikler, II. Dünya Savaşı’nda işgalci Mihver kuvvetlerine ve Hırvat işbirlikçilerine karşı direnmek amacıyla ortaya çıkan, ama daha çok Tito’ya bağlı partizanlarla çarpışan radikal milliyetçi çeteler.

[5] Galtung’un normatif bir teori olan barış gazeteciliği yaklaşımı için şu metinler okunabilir:

Galtung, J., (1969) ‘Violence, peace and peace research’ in Journal of Peace Research, Vol. 6., no 3, pp. 167-191.

Galtung, J., Lynch, J., (2010) Reporting Conflict: New Directions in Peace Journalism, St Lucia, Australia: University of Queensland Press.

Ve şu video izlenebilir: https://www.youtube.com/watch?v=64EfDD2Svsg

[6] https://www.tgc.org.tr/bildirgeler/t%C3%BCrkiye-gazetecilik-hak-ve-sorumluluk-bildirgesi.html

 

Kaynakça

Baiev, K. (2004) The Oath: A Surgeon Under Fire, London: Walker Books.

Çubukçu, M. (2017) Ateş Altında Gazetecilik – Savaş ve Savaş Haberciliği, İstanbul: Metis

Galtung, J. (1969) ‘Violence, peace and peace research’ in Journal of Peace Research, Vol. 6., no 3, pp. 167-191.

Galtung, J., Lynch, J., (2010) Reporting Conflict: New Directions in Peace Journalism, St Lucia, Australia: University of Queensland Press.

Galtung, J. (2014) Peace Journalism in a Nutshell HQ, https://www.youtube.com/watch?v=64EfDD2Svsg

Kennedy, L. (2019) Did Yellow Journalism Fuel the Outbreak of the Spanish-American War? https://www.history.com/news/spanish-american-war-yellow-journalism-hearst-pulitzer

Erişim: 13.04.2021

Kıvılcımlı, H. (1979) Türkçenin Üreme Yolları ve “Dil Devrimciliğimiz”, İstanbul: Derleniş Yayınları.

Tılıç, L. D. (1990) Irak Savaşa Hazır, Demokrat! Sayı 5, Ekim.

Tılıç, L. D. (1989) “Hiç komünist olmadık” – Necibullah’la röportaj, 2000’e Doğru, Yıl 3, Sayı 51.

Tılıç, L. D. (1989) Afganistan’daki Türkiye – “Türkan Şoray sağ mı?”, 2000’e doğru, Yıl 3, Sayı 52.

Tılıç, L. D. (1990) Cihad’ın sonu mu?, 2000’e doğru Yıl 4, Sayı 2.

Tılıç, L. D. (1990) Afgan Savunma Bakanı Gen. Şahnavaz Tanay’la röportaj, Yıl 4, Sayı 2.

Tılıç, L. D. (1990) İstihbarat Belgelerinden Pakistan-Afganistan Birleşmesi, Yıl 4, Sayı 9.

Tılıç, L. D. (1990) Darbeci General’le görüştük!, Yıl 4, Sayı 11.

Tılıç, L. D. (1999) Milliyetçiliğin Pençesindeki Kartal: KOSOVA, Ankara: Ümit Yayıncılık.

Tılıç, L. D. (2017) Barışta bayram, bayramda barış, BirGün, 2.9.2017

Tılıç, L. D. (2003) Türkiye’de Gazetecilik – Eleştirel Bir Yaklaşım, Ankara: ÇGD Yayını

TGC, Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi, https://www.tgc.org.tr/bildirgeler/t%C3%BCrkiye-gazetecilik-hak-ve-sorumluluk-bildirgesi.html

Uzun, R. (2009) İletişim Etiği – Sorunlar ve Sorumluluklar, Ankara: Dipnot Yayınları.