Tam da bu Prometheusçu gözüpekliğin, çılgın gibi doruklara koşmanın bedelini ödemiyor muyuz? (Amin Maalouf, 2009.)[1]
Biz uygarlıklar, artık ölümlü olduğumuzu biliyoruz. (Paul Valéry, La Crise de l’esprit, 1919.)
Bizler, akla gelebilecek tüm felâketlerin koca bir katalogunu baştan sona kat ettik -ve hâlâ son sayfaya gelemedik bile. […] Mahşerin dört soluk atlısı hayatımdan doludizgin geçti; devrim ve kıtlık, devalüasyon ve terör, salgın ve sürgün; büyük kitle ideolojilerinin, İtalya’da faşizmin, Almanya’da Nazizm’in, Rusya’da Bolşevizm’in ve özellikle de Avrupa kültürümüzün çiçeklerini solduran vebaların vebası Nasyonalizm’in gözlerimin önünde büyüyüp yayıldığına tanık oldum… (Stefan Zweig, 1941.)[2]
COVID-19 bir trajedi. Mevcut ekolojik felâket ise bir meta-kriz. Ayarlamalar yeterli değil, sorun sistematik. (Par Collectif, 06.05.2020.)[3]
Şimdilerde o çok konuşulan ve serzenilen “ekonomi/hayat” ikiliği[4] bir yana, sol içinde de, nispeten saklı bir ikilik kol geziyor bugünlerde. Muhakkak ki “hayat”ı önceleyen bir muhakemeyle, gürültülü bir polemiğe tutuşulmasa da çatallanan iddialı bir teorik-politik ayrılığa rastlıyoruz. Bir yanda sürü bağışıklığı (herd immunity) modeli uygulandığı takdirde sağlık sisteminin işleyemez hâle geleceğinden, hızla ivmelenen başvurular nedeniyle kapasite aşımı ve nihayet sağlık emekçilerinin de hastalanarak işgücünden çekilmesi neticesinde milyonlarca insanın yaşamını yitireceği[5]gerçeğinden, araç trafiği ile endüstriyel faaliyetlerin minimize edilmesi nedeniyle hava kirliliğinin azalmasının dolaylı faydalarından ve dolayısıyla kısıtlayıcı karantina uygulamalarının bir tür “son çare” olarak zaruretinden dem vuruluyor. Öte yanda ise kısıtlayıcı önlemlerin, yaşamın ve tüketim faaliyetinin rölantiye alınmasının getireceği işsizlik dalgasından, “virüsten değil ama açlıktan ölme” gerçeğinden, “ekonomi” denilen şeyin de belli bakımlardan dosdoğru sağlığı ilgilendirdiğinden, “açlıktan ölme” bir çırpıda gerçekleşecek olmasa bile ufuktaki olası gıda kıtlığından,[6]müzminleşecek gelirsizlik problemi üzerinden uzun vadede türün selâmeti açısından görünmez maliyetinin çok daha yüklü sonuçlar doğuracağından, birkaç ay işsiz kalınması durumunda işgücü piyasasından (ömürboyu) silinme tehlikesinden,[7] bizatihi tecridin insan yaşamına kasteden boyutlarından, evde kalmanın sedanter bir gündelik rutine yol açarak kronik hastalıkları ve kezâ anksiyete/depresyon gibi psişik sorunları alevlendirebileceğinden[8] dem vuruluyor. Vicdan yahut sağduyu, “insan hayatı”nı merkeze koyan bu çifte yüzey arasında mekik dokuyor, siyasal argümanların bir bakıma ahlâkî içeriklerle donatılarak yakıcı tartışmalara yol açmasına neden oluyor. Her halükârda, farklı kavrayışlar arasındaki ortak paydayı “yaşamın iktisadîleştirilmesi” olgusunun, insan hayatının bir aktüeryamuhasebesine indirgenmesinin (verili sayılmasının) oluşturduğu açığa çıkmış oluyor.
Sırf pratik kaygılarla, yani esasında öyle olması gerekmeyen bir “ikilik” biçiminde şematize ettiğimiz söz konusu pozisyonları iki farklı isimle örneklendirelim: Hayatta kalmak için ekonomik düzenin şalterinin indirilmesinin icbar edildiği bu ortamda, haklı olarak Adam Tooze, “ekonomi”nin siyasetimizin düzenleyici bir üst-beni olarak işlev göreceği fikrinin fiyaskoyla sonuçlandığını yazıyordu. Daha açıkçası, virüsün, piyasayı “siyaseti regüle eden bir süperego” sayan egemen görüşü itibarsızlaştırdığından söz ediyordu. Virüsün rakamlara göre toplumun “en az üretken” [farz edilen] üyelerini öldürdüğü düşünüldüğünde, verili değer-yargılarını yeniden gözden geçirmek üzere sorulması gereken, ona göre şudur: “Hangi ekonomik kısıtlamalar gerçek ve hangileri hayalî?”[9] Diğer taraftan Daniel Tanuro da, COVID-19 salgınının bir ekonomik resesyon sürecini takip etmesi gerçeğinin, “salgının ekonomik etkisini (üretim süreçlerinin aksaması, tedarik zincirlerinin aksaması, havayolu taşımacılığı ve turizm üzerindeki sektörel etkiler gibi) de, aynı şekilde sebep olduğu tehdidin ciddiyetini de” inkâr etmeye yol açmaması gerektiğini söylüyordu: “Üstel dinamiklere sahip yıkıcı bir olgu olarak salgın, ekonomik ve sosyal kriz için belirgin bir güçlendiricidir.” Buradan devamla, tutarlı bir çıkışa imza atıyordu: “Sol, dışsal bir etken olan halk sağlığı krizinin kapitalist ekonomik kriziniçsel etkenine indirgenmesine razı olmamalıdır.”[10] Tanuro’ya nispetle daha açıksözlü bir metinde ise, insanları karantinada tutmaya, toplumların kepenklerini indirmeye ne kadar devam edileceğini rasyonel tonda soran ve çözümlerin farmakolojik (deva-dert ikiliğinin dengesine gönderme yapan) tabiatına değiniliyor, tam da takas veya ödünleme (trade-off) problemi soruşturuluyordu. Bu anlamda “Sokağa çıkma yasağı hem insanların canı hem de ekonomi için daha iyi!” şeklindeki heyecanlı argümanın ve yine “Ekonomi uğruna sağlığımızı harcıyorlar!” eleştirel önermesinin, tam da takası kategorik olarak “sağlık-ekonomi” ikiliği arasında konumlandırdığı için derinliksiz bir hüsnüzan olabileceği hatırlatılıyordu. Etkileri zenginlik ve sağlık arasında değil, iyilik/esenlik değeri üzerinden hesaplamak gerektiği için, o yakıcı soru ise hâlen geçerliydi: Kaybedilen sağlıklı yaşam yılı (ve başkaca beşerî maliyet göstergeleri) bakımından, yasakları hiç başlatmamak daha iyi olabilir miydi?[11] Karşı-analitik bir soru olmasıyla ironiktir.
Mihnea Tanasescu da, benzeri görülmemiş derecede “muazzam bir kayıp hissi”nden (tremendous sense of loss), aynı zamanda “son kullanma tarihi olmayan bir istisna hâli”nin önizlemesini sunduğu, aslında bir “kendisinden keyif alınan bir mola” hâline geldiği bir “ufuk kaybı” olarak da anlaşılabilecek radikal bir “dünya kaybı”ndan söz ediyordu: “Her şeyden önce, şimdiki ânın, gelecek nesillerin [iklim krizinin sonuçlarından korunmak içi iç mekânda barikat kurmanın normalleşeceği] kalıcı yaşam koşulları olarak yedeklediği şey için ilk elbise provası olduğunu hissetmekten başka bir şey yapamıyorum.” Sürdürüyordu:
“Mevcut önlemlerin en büyük sonuçlarından biri iş üzerindedir. Bu, sadece ekonomik bir mesele değil. İş veya çalışma, bir şeyler üretmek kadar (daha fazla değilse şayet!) toplumsallaşmanın bir yordamıdır. Çalışma yeterliliğini kaybetmek aynı zamanda iyilik hâlimiz için çok önemli olan yaşamın tezahüründe (kendini ortaya koymasında, manifestation) kısıtlanmak anlamına da gelir. İşe gitmediğimde, toplumsal dokunun ayrılmaz bir parçası olan belirli bir tür kamusal eylemlilikten mahrum kaldım. Yine, bu, çalışmamın amaçlaması istenen ürünü/malı üretememek değil, daha çok kendilik duyumumla ve çeşitli uygulama topluluklarıyla dokunan bir kamu faaliyetine angaje olamamakla ilgilidir.”[12]
Aynı Tanasescu, bir başka metninde ilerici solun, “daha iyi bir yarın” için, “şimdiki trajedinin varlığını hesaba katmak üzere cesaret ve inceliğini toplamaktan kaçınma” şeklinde “talihsiz bir alışkanlık”a saplandığını not ediyordu. Ona kalırsa bunun ana tehlikelerinden biri ise, Johnson ve Trump gibi demagoglara tartışmanın şartlarını belirleyebilmeleri için alan tanıyor olmasıdır:
“Demagojik tuzaklara düşmemek için, ilericilerin mevcut krizin nasıl sona erebileceğini ve oraya en adil şekilde nasıl ulaşabileceğimizi sorgulaması gerekiyor. […] Evrensel temel gelir [hakkında] konuşma zamanı. […] Şimdi cesur olma ve radikal olarak farklı bir resim çizmeye cüret etme zamanı.”[13]
Ne olursa olsun, burada belirleyici olanın ekonomi olduğu görülüyor. Ekonomi, etimolojisi ve felsefî içlemiyle, pekâlâ metalaşmanın ötesinde tartılabilir. Varlığın ekonomisinden söz edilebilir, dahası o uğurda gezegenin ötesine de taşılabilir; kısıtlı ve genel ekonomi kavramsallaştırmaları üzerinden Lanetli Pay’daki Georges Bataille’ı veya “sermaye” kavramsallaştırmasını (sembolik ve kültürel sermaye eliyle) toplumun üstyapısal kılcallarına doğru esneten Pierre Bourdieu’yü düşünelim sözgelimi.[14] Burada işlerlikte olan, elbette ki bu değil. Şuraya varmak gerekiyor: Ekonomi-politik, bir analitik kategori olduğu ölçüde, siyasal müdâhilliği şekillendiren ve zaman zaman kısıtlayan bir çerçeveye denk düşüyor. Maddî versus gayrimaddî emek tartışmasına sinmiş olan da bu değil miydi? Mücadele, (ayrımların teknik içeriğinden bağımsız olarak) “maddî” olsun veya olmasın, emeğin ücretlendirilmesi veya karşılıklılığı üzerinden ve de sınıfsızlaşma ufkuyla kurulan bir praksis değil midir? Nesnesi kapitalizm olan bir eleştirel-eleştiri, muhakkak ki analitik zamansal ölçeğini insan ömrünü çok çok aşan bir pozisyon üzerinden kurmak zorundadır teorisini. Tıpkı Darwin’in kotardığı gibi, pekâlâ özgürleştirici bir hamledir bu; ancak “tam olarak şu anda ne yapmamız gerektiği” sorusu şayet siyasallığın hanesindeyse, örnekse bu metne tanıklık eden hiçbirimizin kesinlikle görmediği Sanayi Devrimi momentini (veya bir başkasını) işaretlemek, siyasal antagonizmayı bulanıklaştırarak muarızına müphem bir azamet yüklüyor sayılmaz mı? Bu anlamda örnekse, çağdaş kapitalizmin “rekabetçi” veya “tekelci” doğasına ilişkin tartışmalarda, tekelci kapitalizm (P. Sweezy, H. Magdoff, P. Baran, vd.) atfı esasında antagonizmayı işaretleyen “siyasal” bir hamledir, denebilir. Kapitalizmin sermaye devrelerinin etkili bir analizi çerçevesinde, dahası istatistiksel açıdan anlamlı bir sonucun (fark üreten) kaynağını soruşturmak üzere post hocyürütülecek bir “doğrular-yanlışlar” tartışması, bilimsel planda tüketilemeyecek bir akademik merakın konudur. Ne ki siyaseti daha Gramsciyen kavramakta, aktüel mevzilenmenin olanaklarını örgütlemeye koyulmakta fayda yok mu?[15]Marx’ın kapitalist toplum eleştirisinin boyutları, değilleme ile eşgüdüm hâlinde bir alternatifin inşa edilmesini de içermez mi? Dahası, değilleme fiillerini belirleyen bizatihi alternatif olan değil midir? 1843 yılının Eylül ayında Arnold Ruge’ye yazdığı meşhur mektupta, yeni için önce eskinin eleştirilmesi ve ona koşut şekilde, eleştirilerin beraberinde getirdiği değillemelerden yeninin türetilmesine başlanması ve sürdürülmesi gerektiğini ifade etmez mi?[16] Bununla birlikte siyasal açıdan karşıt konumlandığı nesnesinin ekonomi-politik alet çantasıyla bulanıklaşması, “şu anda ne istediğimize” ilişkin mücadeleyi kurgulayacak antagonizmanın formüle edilmesini de zorlaştırır. Zira sonu gelmeyen bütün o “değilleme” mesaisi şunu sordurur: Bilinçli olarak kapitalizme karşı çıkanların çoğunun, onu bilinçsizce, kendi özgün anti-kapitalist projelerinin değiştirilemez zemini veya vazgeçilemez uğrağı olarak (zımnen) kabul ettiklerinden söz edilemez mi? Şimdilerde çok sözü edilen kapitalist gerçekçilik tam da bu değil midir?[17] Nitekim Mark Fisher, “postmodernizm”e yeğ tuttuğunu söylediği “kapitalist gerçekçilik” terimini açımladığı satırlarında, “gerçekçi olmanın” bir zamanlar yaşanan somut ve sabit gerçekliği kabullenmek anlamına gelmekte olduğunu, ne ki, “kapitalist gerçekçiliğin, kişinin sınırsızca plastik, her an kendisini yeniden şekillendirmeye muktedir bir gerçekliğe itaat etmesini” gerektirdiğini vurguluyordu.[18] Güncele gelirsek, Bruno Latour da, 13 Mayıs’ta La Libération’da yayınlanan söyleşisinde, yeryüzünün sürüklendiği felâketten söz ederken, bir bakıma yönetici elitlerin, finansal oligopollerin “ölümcül” sorumluluğunu bir antagonizma belirteci olarak yerleştiriyordu:
“[S]ınıfları artık endüstriyel toplumları karakterize eden konumlarına, yani üretim sürecindeki bireylerin durumuna göre değil, temel ihtiyaçlarını karşılamalarına bağlı oldukları bölgelere göre yeniden oluşturmak gerekir. Ben buna, gelecekteki politik çizginin örgütlenmesi için gerekli olan sınıf çatışmalarının ortaya çıkmasına izin verecek olan ‘coğrafî sosyal sınıflar’ diyorum. Herkesin tüketim seviyelerine göre ‘yer üstünde’ yaşayarak yaşam koşullarını yok eden diğer sınıflara ve petrol veya doğal kaynakların, yaşam biçimlerini imha ettiği ekosistemlerin bozulması durumlarına karşı savaşa girdiklerini anlamalarına olanak sağlayan ‘coğrafî sosyal sınıf’ bilinci inşa etmeliyiz. Bu, yalnızca üzerinde anlaştığımız şeyi adlandırabilirsek, yani bir çatışma çizgisi oluşturabilirsek olur.”[19]
Sözü edilen azamet karşısındaki apatik atalet, felâketlere kendinde bir misyon yükler. Oysaki felâketlerin dünyayı kavrayış tarzını dönüştürmesi, insan ömrünü aşan bir mikyasta gerçekleşir. İnsan ömrünün salgınlar tarihi karşısındaki pısırık tikelliği, bir düşünsel sapma uğrunda elenir. Orhan Koçak da aynı teşhisi koyuyordu: “[D]üşünce hayatının en kadim, en alt katmanlarından birini oluşturan o ‘binyılcı’ veya ‘mahşerci’ eğilimin böyle bunalım anlarında hemen yüze çıkabilmesi: Aynı anda hem değişme isteğini (veya korkusunu) hem de dengelenme/istikrar/ödeşme beklentisini kendinde toplayan ‘milât’ fikrine duyduğumuz ihtiyaç”a gönderme yapar.[20] Nitekim süpernova patlamalarından ölümcül mikroplara, azgın yanardağlardan yapay süperzekâlara, siber savaşlardan nükleer patlamalara kadar, her biri “varoluşsal tehdit” kategorisindeki felâket senaryoları, şimdilerde COVID-19 ile birlikte yeniden gündeme taşınır.[21]Dolayısıyla bu pozisyonun öteki yüzeyi “fütürizm” veya “fütüroloji” illetidir: Çoğu kere tahlil kılığına bürünmüş temenniler, fütürizmin altyapısını döşer. Yerleşikleşmiş bir “ebedî şimdi”nin (Jetztzeit) yahut “yaşanan ânın narsisizmi”nin tamtamlarıdır bu. Zira ütopyacı düşünüşten farklı olarak fütürizm, geleceğin bugün tarafından massedilerek yutulmasıdır. Paul Virilio veya Murray Bookchin gibi isimlerde bu minvalde satırlara rastlamak mümkündür. Bu kavrayış, verili olandan neşet eden beklenti zincirlerini birbirine ilikler. Dünyanın sonu ve facialar ile örülü “tarihin finali” motifi, bir idealist sapma olarak tezahür eder. Güncelliğin tahakkümü, “son olay” denilen şeye düşkünlüğümüzde kendisini gösterir. İnsan tekleri birbirinin sert vicdanına dönüşür, salgın momentinin bir an için bile unutulmasına fırsat verilmez. Bu, iyi ihtimalle, zaten dip dalgası şeklinde gelmekte olan büyük dönüşümlerin bir alegorisi yahut mevcut musibetlere ilişkin beliren alâmetlerin hırsla işaret edilmesi ile bir eskatolojiye evrilir. Öte tarafta ise bir tür “dünyanın son sözü” (Bakhtin) takıntısından neşet eden düşünsel kapatma hamlesi, ufukta parıldayan çetrefil eudaimonia (Aristoteles) problematiğini belli başlı kategorilere indirgemekle iştigâl eder. Bütün bunlar, gayet olumsal sıçramalar barındıran toplumsal hareketliliğe açılan siyasal kredinin darlığından ileri gelir. Felâketler muhteşem misyonlarla ve kendiliğinden dönüşüm potansiyelleriyle yüklenmiştir ama, “virüs”ün bundan haberi yoktur. Foti Benlisoy da, artık büsbütün cinaî bir hâl almakta olduğunu söylediği “kapitalist eksterminizm” (E. P. Thompson) çağına ilişkin yazarken, insanlığın olası yok oluşuna ya da barbarlığa geri dönüşüne (Luxemburg, Kautsky) ilişkin senaryoların siyasal ataleti besleme tehlikesine dikkat çekiyor, felâketlerin otomatikman mevcut eşitsiz koşulları alt etmeyeceğini, sömürü ve tahakküm ilişkilerinin mezarını kendiliğinden kazmayacağını ve neticenin bizatihi felâketin içinde cereyan eden mücadelelerde saklı olduğunu vurguluyordu.[22] Gerçekten de “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” önermesinin fütüristik hevesleri, bir bakıma toplumsal mücadelelerin (neticenin nihaî olarak nereye varacağı hususundaki) bağıl belirleyiciliğini gözardı eden bir kehanet kumkumalığıdır.
Mücadelelere ilişkin virtüel açıklığı teslim edecek bir düşünsel çabanın esaslı bileşeni, felâketleri birer “süreç” olarak kavramsallaştırmasıdır belki de. Tarihin bu kez bir felâketler dizisi olarak anılması, derinlikli bir sorunsallaştırmayı da mümkün kılar. Böylelikle “normalleşme” söylemi de boşluğa yuvarlanır. Bir bakıma muktedir terennümüne dönüşür. İstatistik bize şunu rahatlıkla söyletir, örneğin: Worldometer uygulamasına bakıldığında son bir ayda, küresel ölçekteki insan popülasyonunda, kalp ve damar hastalıklarına bağlı 1.4 milyon, kansere bağlı yaklaşık 1 milyon, mevsimsel gribal enfeksiyona bağlı en az 25 bin, trafik kazalarına bağlı yine yaklaşık olarak 100 bin, HIV’le ilişkili olarak kabaca 80 bin, intiharlara bağlı 65 bin, cinayetlere bağlı en az 30 bin can kaybı yaşandı.[23] DSÖ, OECD, British Medical Journal veri havuzu ile bilimsel modellerin harmanlanmasıyla, geride bıraktığımız yüzyıla da hızlıca dönelim: 1.680 milyon (yani 1.6 milyardan fazla) insan enfeksiyon hastalıklarına bağlı olarak yaşamını yitirmişti; bunun kabaca 400 milyonu çiçek, 100 milyonu tüberküloz, 195 milyonu ise sıtmadan oluşuyordu. Savaşlar, trafik kazaları, travmalar, cinayet ve katliamlar, intiharlar, soykırımlar ise toplamda 980 milyon cana mal olmuştu. Bir ölüm fabrikası olarak uygarlığı betimlemek, görüldüğü gibi işten bile değildir.[24] Nitekim eleştirel coğrafya kuramcısı Neil Smith, “doğal” nedenlere atfedilen felâketlerin çoğunun, gerek nedenleri gerekse de yarattığı sonuçlar itibarıyla sosyo-politik fenomenler olduğunu savlarken, olağanüstü felâketlerin müsebbibinin, başta yoksulluk ve eşitsizlik olmak üzere “olağan” felâketler olduğunu söylüyordu. Bir bakıma, kapitalizmin normalleştirilmiş felâketlerinin kümülatif etkisinin “olağanüstü” dışavurumları olarak yorduyordu.[25] Fark odur ki, bütün bunları kanıksamadan “olağan” kılmak, biricikleştirmektense sistemik olana ilişkin katmanlı bir bilimsel soruşturmayla mümkündür. Angaje olmaya çağrı yapar. O da yetmez: Felâketler daima “şimdi”ye ilişkin kapsamlı bir programa davet eder bizi.
Bu kavrayışı çalıştıran bir isim olarak Frédéric Neyrat da hükümetlerin, seçkinlerin ve dünya nüfusunun belli bir imtiyazlı kesiminin güncel pandemi ile ilgili olarak ekonomik ve antropolojik nedenleri hiç sorgulamadan riski yönetme tarzının özgül bir tanımını geliştirmek üzere yayınladığı Felâketlerin Biyopolitikası’nda, hayatın varsayımsal olağan akışını çökerten bir yıkıcı kesinti olarak işlediği “felâket”lere eğilir (Biopolitique des catastrophes, 2008). Kavramı Beck ve Foucault’nun verimleriyle zımparalar. Günümüzde kıyametler kazalara, kazalar kıyametlere dönüşmüştür. Dolayısıyla kısmî süreksizlik ve göreli süreklilik ile saptanan o verili karakterini yitirir. Felâkete atfedilen zamansal kategorilerin bir tür eriyişine tanıklık ediyoruzdur: “Kıyametin her an başına gelebilecek oluşu hesaba katıldığında, felâket sadece bir gerçek veya olay değil, dünya ile çılgın bir ilişki hâlini işaretler. Bu çılgın ilişki, kalıcı bir süreksizliğe dayanan bir süreklilik ilişkisi olarak tanımlanabilir.” Neyrat, risklere ilişkin bu süreklileşmiş abartılı duyarlılığın açıklamasından geçmeyen bir siyasî analizin daima eksik kalacağını savlar. Odağına ise zaman mefhumunu koyar. Beklentiler, öngörüler ve bitimsiz bir enformasyon akışı eliyle körüklenen bu “zaman-yönelimli biyopolitika” modeli araştırmasının nihaî amacı ise, bu yönetişim tarzının “hiçbir şeyi değiştirmemek için her şeyi değiştirmek” kodunu ifşâ etmektir. Diğer taraftan bu tür hadiseler, verili karakterlerine rağmen, burada ve şimdi, hâlen devam eden bir şeyin etkilerini gösteren, işleyen süreçlerdir. O bakımdan felâketlerin antropolojisi mümkündür: İlerleme-sonrası toplumlarda bu durum artık gündelikleşir, yaşamlarımızın sıradan bir parçasına dönüşür. Herhangi bir günün sabahında çıkagelmesi olasıdır. Bir geçmişi vardır, belli bir nedenselliğe oturtulabilir, bir yerlerde hazırlığı mümkün kılınır ve bir zaman-mekânda vuku bulur. Aslolan odur ki, etkileri değil ama nedenleri üstünde durmak, olumlayıcı bir “eko-politika”yı yeşertebilir. Ancak bu, “şimdi”yi yeniden ele geçirmeye yönelen zamansal bir müdahâleyi de gereksinir: Risk yönetişimi dünyasında bir felâketi gerçekten önlemek, onu “kaçınılmaz” hâle getirmekten ve bunu geleceğe, mahrum bırakıldığı gerçeği iade ederek yapmaktan geçer. Belirsizlik meselesinin sakatlayıcı soruları, böylelikle, “en kötü”nün kesinliği ile alt edilmiş olur: “Biraz karmaşık ama yine de gerçekçi bir operasyonu imâ eder bu: Geleceği hem kesin hem de bizim tarafımızdan yapılmış olarak düşünmek.”[26]
Müşterekleştirme ve komünizm geleceğe ilişkin olan, ama haklarında tam da şu an konuşmak zorunda olduğumuz durumlardır. Dolayısıyla sınıf olarak hareket etme olgusu göreli olarak dışsal bir kısıtlama, aşılması gereken bir sınır olarak kendisini gösterir. Hele hele geç kapitalizmde büsbütün paradoksal bir durumdur: Sınıfsızlaşma ufkunda sınıf siyaseti ve yine, sermayenin ilgâsının sermayeyle ilişkiyle dolayımlanması… Komünist ufuk, şimdiye yayılmayı tasarlamak zorundadır. Sermaye, komünizm uğruna ilgâ edilecek bir şey olmaktan ziyade, komünizm sayesinde, “komünizmin komünist üretimi” sayesinde ortadan kaldırılacak bir şey olmalıdır.[27] O da şu noktayı gözardı etmemeyi zorunlu kılar: Bağlamla değil, bağlamın içindeki nesnelerle çatışırız. O açıdan, Erik Olin Wright’ın daha kapsayıcı bir paradigmayı imlediğini düşündüğü yakıştırmayla “Marksist geleneğin” kayda değer bir bölümünün, ekonomi-politik bağlamında endüstriyel kapitalizm evresi ile onun özgül sonuç ve çelişkileri hakkında söyledikleriyle karşılaştırıldığında, doğrudan doğruya siyasal teori hakkında daha az şey söylediği aşikârdır. Kısacası “İngiliz ekonomi-politiği, Alman felsefesi ve Fransız siyaseti” meşhur üçlüsünden sonuncusu, esasında ilk ikisine kurban gitmiş oldu. Günümüzdeki manzaranın siyasal içeriğini soyutlama biçimimizi güncelleyen ve böylelikle o ezelî siyasallaşmailkesini nasıl sürdürebileceğimize dair birtakım ipuçları sunan yenilikçi projelere ihtiyaç vardır.[28] Verili ölçeklerin ayağını kaydıran, referansları yenileyen, ufku berraklaştıran, tersine kıyasla daha ziyade (temelde) siyasal (olan) yaşamın ekonomik içeriğiyle ilgilenen bir istikâmete açılmakta fayda yok mu? Ekonomiyi yeniden siyasallaştırmanın yolu oradan geçiyor olamaz mı?[29]
O bakımdan Toni Negri’nin Grundrisse okumalarında icra ettiği gibi, kapitalist gelişmenin ve onun içinde filizlenen isyan tarzlarının değişen suretlerine ayak uydurabilmek adına, “Marx’ın ötesinde bir Marx” icat etmek gerekebilir.Dahası, anımsanacak olursa Terry Eagleton, Marx Neden Haklıydı (2011) başlıklı eserinde, Marksizm’e gereksinim kalmayınca onun varlık nedeninin de ortadan kalkacağını belirterek, “Marksizm’den sonra bir hayat olduğu, Marksizm’in en önemli noktasıdır,” diyordu.[30] Demek ki evvelâ yaşanacak bir hayatı ve özgürleştirici kolektivite pratiklerini düşlemek, ana-akıma çöreklenmiş bu takıntılı ve yasaklayıcı ruh hâlini esnetebilir belki de. Nitekim başka türlü, ortalama kanaatlerin, vasatî olanın hegemonyasının ve bir anlamda “Politbüro metafiziği”nin ötesine geçmek meşakkatli olacaktır. Yeni ve çağdaş olan, geleceğin taşıyıcısı olan her şeyin, püriten bir refleksle Marx’taki karşılığını aramaya çalışmanın, onun külliyatındaki zaten mevcut olan izlerine referansla izah etmeye çabalamanın gülünç ve skolastik sonuçları olabilir –ve olmuştur da. Çoğu kere tanık olduğumuz bu şeyin adı esasen Marksizm değil ama kendisine kapanan statik bir “Marksoloji”dir ve haddizatında akademik-siyasal bir sapmadır. Buradan, Marksizm’in, yıllaryılı çokça serzenilen o (İkinci Enternasyonal mirası) “dogmatik, vulgar, pozitivizan, teleolojik ve ekonomik-determinist” versiyonlara uzanmak olasıdır. O hâlde bir tedbir/ihtiyat adına, aynı “bütünlük” (Totalität) arayışının, bizatihi Marksizm’e de aksettirilmesi gerekir. Düğüm noktası ise kesinkes praksistir. Foucault’nun André Berten’le 1981’deki söyleşisinde söylediği gibi, “tarihsel olarak kurulmuş olanı siyasal olarak yıkabilecek” bir ufuktur.[31] Tam da bu hususlara yakınsayan bir metinde, şimdilerde “sol” adına alınan politik pozisyonların, hâlihazırdaki yıkıcı koşulların radikalliğine ayak uyduramadığı saptanıyordu. Mayalanmakta olan ekonomik buhran, iklim felâketi ve ondan kaynaklanacak kitlesel göçler gibi sahici problemlerin infilâk etme olasılığı da gözetildiğinde, meâlen artık “bir şeylerin yapılmasının zorunluluğu”nun altı çiziliyordu. Bu noktayı dert edinen akselerasyonizm[32] ve komünizasyon ufkuna dikkat çekiliyordu.[33]
Reaksiyon ve savunma temelli siyasî manevraların özgürleştirici sanılması, bir yanılsamaya karşılık gelir. Bir bakıma sermaye ve ücretli emeği değillemekle yetinen her karşı çıkış, olumlayıcı bir post-kapitalist yeniliğe ve yani “modernitenin bu spesifik modelinin yerine daha nitelikli versiyonlar geliştirmeye” adım atmadığı sürece, “özdeğerlenme”nin (Negri) önkoşullarından biri olarak sınıfsal ilişkilerin tekrar üretilmesinden başka bir anlama gelmez. Sermaye birikiminin ve dağılım/bölüşüm hareketlerinin dinamikleri, bir bakıma sınıf mücadelesinin dinamikleri ile mütekabiliyet arz eder ve bu, yekdiğerini yeniden filizlendiren bir fasit dairedir. Zira üretim süreci, kapitalizm altındaki sınıf/mülkiyet ilişkisinin yeniden-üretiminden ayrı düşünülemez; öyle ki meta ve artı-değer üretimi, bizatihi asimetrik bir “ilişki”nin yeniden-üretimidir. Değilleme politikası ise, “değer-formu tarafından durmadan yeniden-üretilen ve soyut emeğin sermayenin kuruluşunda oynadığı pozitif rolü hesaba katmayan bir siyasî özne”nin üretimiyle birlikte seyreder: “Kendi varlığını sürdürmek için haklı nedenleri olan bir aktörden, ancak üstlendiği rol feshedilirse ortadan kalkacak bir sistemi devirmesini beklemek, gerçekçi değildir.” Sınıfsal analizler ve onun doğuracağı olası pratiklerin günümüz toplumsallığına (değilleyici bir reaksiyonerliğin ötesinde) müdâhil olması, ancak emeğe dair perspektifin önemli ölçüde değiştirilmesiyle mümkündür. Geleceğe dair konuşmak, neoliberal ideolojinin geleceğe materyal ve sembolik anlamda ipotek koyduğu bir ahvâlde, bugüne bugün kapitalist şirketleşmenin tekelindedir. Dolayısıyla kendi koşullarını imha etmeye koşullamak üzere zaman ölçeğinin ayağının kaydırılması, teorik-politik bir ödevdir.[34] Hâl böyleyken stratejiden çok taktiğe, global ölçekten çok lokal ölçeğe, hegemonya inşasından çok direkt aksiyona, kavramsal dolayımdan çok deneyimsel dolayımsızlığa önem veren ve böylelikle savunmadan ziyade “saldırı”yı öne çıkaran oluşumlar, ekonomi-politik analiz mesaisinin önüne geçer.
Vitesi yükselterek provoke edelim: Yakıcı eşitsizlikleri palyatif de olsa demokratikleştirmeye meylettiğimiz, kolektif bir “fayda optimizasyonu” formülü arayışının yakamızdan çekiştirdiği bugünlerde, sosyo-ekonomik eşitsizliklerin hangi koşullarda âdil veya hakkaniyetli olabileceğine ilişkin Rawlscu sözleşme kuramı sorusu kaçınılmaz olarak yeniden gündeme geliyor. Siyasal liberalizmi toplumsal adalet bağlamında yeniden tanımlamaya girişen felsefeci John Rawls’un (1921-2002) verimleri, özellikle de başyapıtı Bir Adalet Teorisi (1971) eşliğinde meseleyi tartışmaya çağıran metinlerle karşılaşmak da mümkün.[35] Bizi şu veya bu ölçüde farklı kılan bütün verili (ve çoğulcu) değerlerin paranteze atıldığı, kimliklerimizin soyulduğu bir ahvâldeyiz. Bu yönüyle, Rawls’un başvurduğu mecazla bir “cehalet örtüsü” (veil of ignorance) altındayız ki, onun kotardığı da günün sonunda bir rasyonel seçim ve esasında son tahlilde “riskten kaçınma” teorisi değil miydi? Salgının koşulladığı panik dalgasıyla, esasında varsayımların benzer sonuçlar verdiği bir deterministik şemanın tam ortasındayız. Muhakemelerimizde toplumsal pozisyonlarımızın ve dahi kişilik hasletlerimizin askıya alındığı (hiç değilse alınmasının beklendiği) bir sıfır noktasını, başlangıç pozisyonunu idrak ediyoruz. Olumsuzluktan kaçışın, olumlu olanı tasavvur etme yönelimini çoktan ezip geçtiği bir psikotik momentteyiz. Esas soruyu, pratik kaygılar güden Rawls’un da imdadıyla, tumturakla hecelemeli: “Şimdi, ne, yapacağız?”[36] Yanıtın kesinkes Rawls’da olmadığını bilerek, soruyu ise askıda bırakarak, noktalayalım.
DİPNOTLAR
[1] Çivisi Çıkmış Dünya: Uygarlıklarımız Tükendiğinde, çev. O. Türkay, İstanbul: YKY, 2018, s. 206. Maalouf; serbest pazarın icadı, coğrafî yayılma, beyaz adamın fütursuz işgâlleri, kontrolsüz sanayileşme, kalkınma ve ilerleme, Soğuk Savaş iklimi, Güney’in yükselişi, nükleer teknoloji, büyüleyici yenilikler ve bizatihi yenilikçiliğin maddîleştirilmesi gibi unsurları, özellikle de iklim değişikliğinin tetiklediği felâketler düşünüldüğünde, uygarlıkları topyekûn krize sürükleyen “aldatıcı zaferler” olarak okuyor, insanlığın “pusulasını yitirdiği”nden, basitçe siyasal ahlâkın sınaî-teknik olanın çok gerisinde kaldığından ve bir “manevî meşruiyet” (veya moral üstünlük) probleminden söz ediyordu: “Batı kazandı, kendi modelini başkalarına da benimsetti; ama tam da bu zaferi yüzünden kaybetti.” – Çivisi Çıkmış Dünya: Uygarlıklarımız Tükendiğinde, çev. O. Türkay, İstanbul: YKY, 2018, s. 33. Maalouf, bu kitabından on yıl sonra da, aynı endişeli pozisyonunu (‘karabasan dünyası’na ilişkin ‘haklı korku’larını) güncel gelişmeler eşliğinde sıkılaştırıyordu: Uygarlıkların Batışı, çev. A. Berktay, İstanbul: YKY, 2019, s. 149-192.
[2] Dünün Dünyası: Bir Avrupalının Anıları, çev. G. Sert, İstanbul: Can, 2014.
[3] İki yüz sanatçı ve bilim insanı tarafından imzalanan ve Le Monde’da yayınlanan, “Lütfen, ‘Normal’e Geri Dönmeyelim” başlıklı metinden.
[4] Nitekim Ragıp Duran da, Artı TV’de yürüttüğü “Dünya Gündemi” programı için düzenli olarak yaptığı medya taramasında, Batı dünyasının önde gelen altı gazetesinin (NY Times, W. Post, L.A. Times, Guardian, Le Monde ve Libération) birinci sayfalarının başlık ve spotlarına bakıyor, ve muhtemelen salgın boyunca en çok öne çıkan meselenin “hayat/ekonomi” ikilemi olduğunu ampirik olarak paylaşıyordu.
[5] Doğrudan COVID-19’un “travmatik” ekonomik ve insanî maliyetlerini kabul eden perspektifin yaslandığı verilere kısaca göz atmak gerekirse, ABD özelinden küçük bir not: CDC’nin kötü durum (worst case) senaryoları 2020 sonuna kadar 160 ilâ 210 milyon arasında ABD yurttaşına hastalık bulaşacağı yönündedir. Yaklaşık 21 milyon insanın hastaneye yatırılması gerekecek ve 200 bin ilâ 1.7 milyon arasında insan bir yıl içinde ölüm tehlikesine girecek. Küresel ölçekte ise, Harvard Üniversitesi’nden araştırmacıların tahminlerine göre dünya nüfusunun %20-60’ına hastalık bulaşacak ve ihtiyatlı tahminlerle 14 ilâ 42 milyon sayıda insan da hayatını kaybedecek. – Bkz. I. Goldin ve R. Muggah, ‘The World Before this Coronavirus and After Cannot be the Same’, The Conversation (theconversation.com), 27.03.2020. Türkçesi şurada (çev. B. Balcan): Sosyal Bilimler (sosyalbilimler.org), 16.05.2020. Imperial College London’da yapılan bir araştırma, Avrupa’daki kapatma ve karantina önlemlerinin yaklaşık 3 milyon insanın hayatını kurtarmış olabileceğini ortaya koymuştu. Yapılan modellemede, kısıtlayıcı tedbirlerin alınmaması halinde 3.1 milyon insanın ölmüş olacağı tespit edilmişti. – J. Gallagher, ‘Coronavirus: Lockdowns in Europe Saved Millions of Lives’, BBC (bbc.com/news), 08.06.2020. Aynı merkezin görece erken tarihli bir raporunda ise, ev hapsi ve fizikî mesafelenme olmazsa Britanya’da 550 bin, ABD’de ise toplamda 2 milyon kişinin koronavirüsten öleceği tahmini yer alıyordu. Nature dergisinde yayınlanan bir diğer çalışmada ise yayılmasını yavaşlatmak veya engellemek için alınan 1700’ü aşkın yerel ve ulusal ölçekli önlemler göz önünde bulundurularak yayılma oranları karşılaştırılıyor ve Çin, Güney Kore, İtalya, İran, Fransa ve ABD’de uygulanan kısıtlayıcı tedbirler sayesinde 530 milyon yeni vakanın önüne geçildiği kaydediliyordu. – S. Hsiang, D. Allen ve diğ., ‘The Effect of Large-Scale Anti-Contagion Policies on the COVID-19 Pandemic’, Nature(nature.com), 08.06.2020.
[6] Gıda mühendisi Dr. Bülent Şık; çiftçiler ve mevsimlik-gezici tarım işçilerinin güncel durumu, tahıl ve baklagil üretim alanlarındaki düşüş, “kültür ırkı” olarak nitelenen büyükbaş hayvan besiciliğinin suni yemleme olarak soya ve mısır ithalatına bağımlılığı, ziraî faaliyetlerdeki aksamalar, küresel tedarik zincirindeki kırılma gibi faktörler üzerinden yaklaşan “gıda krizi”ni işaret eden metinlerin en sârih olanını yazdı: Bianet, 17.04.2020. BM Gıda Hakları Raportörü Dr. Hilal Elver de gıda güvenliği tehlikesine dikkat çekmiş, krizden çıkış lehine (bu kez) karamsar olmayan “akılcı çözümler”i işaret etti: Fikir Turu (fikirturu.com), 24.04.2020. Korumacı kısıtlamalar, nakliyedeki zorluklar ve işleme sürecindeki aksaklıklar, küresel gıda tedarikine darbe vurdu ve dünyanın en yoksul bölgelerinde gıda güvenliğini tehdit ediyor. Ticarî pürüzler ve sokağa çıkma kısıtlamaları da ürünleri çiftliklerden pazarlara, işleme tesislerine ve limanlara taşımayı zorlaştırıyor, ürünlerin tarlalarda çürümesine neden oluyor. Aynı zamanda, dünya genelinde ekonomiler daralırken ve gelirler azalır ya da tamamen yok olurken, daha çok insan işsiz ve parasız kalıyor. Turizme bağımlı kalkınmakta olan ülkelerdeki devalüasyonlar ve petrol gibi hammadde ürünlerinin azalan fiyatı bu sorunları daha da ağırlaştırıyor ve gıda ithalatını daha pahalı kılıyor. Kısacası nakliye zorlukları, lojistik sorunlar, fahiş fiyatlar alt alta düşünüldüğünde, neoklasik terminolojiyle söylenirse, “hem arz hem de talep krizi” vuku buluyor. – ‘Soaring Prices, Rotting Crops: Coronavirus Triggers Global Food Crisis’, The Wall Street Journal (wsj.com), 13.05.2020. Anımsatılırsa, 2008 malî krizinden sonraki dönemde artan gıda fiyatları, Ortadoğu ve Afrika’da isyanları beraberinde getirmişti. Ona indirgenemeyecekse bile, “Arap Baharı” diye adlandırılan bir dizi isyan, 2010’da Tunuslu seyyar satıcı Muhammed Buazizi’nin kendisini ateşe vermesiyle başlamıştı. Bugün de birçok hükümet, gıda tedarik zincirindeki sorunların benzer çalkantılara yol açmasından kaygı duyuyor. Kaldı ki gıda krizinin yankılarının en şiddetlisi Afrika’da hissedilmeye başladı bile: ‘Food Distribution: The Race to Feed Africa’, The Economist, 25 Nisan-1 Mayıs 2020, s. 28-30.
[7] Göstergeler çok açıksa da, iki örnek iliştirelim: Bir araştırma şirketi, 9-18 Mayıs arasında toplam 26 ilde 2 bin 43 kişinin katılımıyla bilgisayar destekli telefon anketi yöntemi ile yürüttüğü bir soruşturmada, Türkiye’de halkın yüzde 51’i koronavirüs sonrası gelirinin azaldığını söylediğini bulguluyordu. ANAR’ın yaptığı araştırmaya göre halkın yüzde 36’sı salgından dolayı borcunun arttığını, yüzde 15’i ise işini kaybettiğini bildirdi. – Euronews Türkçe, 25.05.2020. Mayıs ayı sonu itibarıyla küresel işgücünün yarısını oluşturan kayıt-dışı ekonomideki yaklaşık 1.6 milyar işçinin geçim kaynaklarını kaybetme riskiyle karşı karşıya olduğu uyarısında bulunan Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), daha önceki (7 Nisan) raporunda 195 milyon olarak tahmin edilen tam zamanlı iş kaybının 305 milyona çıkabileceğini belirtiyordu (29 Nisan). Aynı ILO, Nisan ayı ortasında da, salgın nedeniyle işletmelerin tam veya kısmî olarak kapatılmasının, dünyadaki işgücünün yüzde 80’inden fazlasını, yani 2.7 milyar çalışanı (şu veya bu ölçüde) etkilediğini bildirmişti. – Euronews Türkçe, 27.05.2020. Türkiye Bankalar Birliği (TBB), koronavirüs salgınının etkisinin devam ettiği Nisan ayında 920 bin kişinin ilk kez ihtiyaç kredisi kullandığını açıkladı. TBB verilerine göre, pandemi döneminde 38 bin kişi ilk defa kredi kartı kullanırken, kredili mevduat hesabı kullanan kişi sayısı 23 bin oldu. 13 bin kişi ise ilk defa konut kredisi kullandı. – Sputnik Türkiye(tr.sputniknews.com), 11.06.2020. Yine, 8.5 milyon kullanıcısı bulunan alışveriş uygulaması Hopi’nin kullanıcıları arasında yapılan anketin sonuçlarına göre, her üç katılımcıdan biri altı ay içinde finansal durumunun kötüleşeceğini düşünüyor, her on katılımcıdan dördü ise salgın döneminde kredi çekmiş veya çekmeyi planlıyor. – Diken, 22.05.2020. Dünya Bankası da, hazırladığı Haziran 2020 raporunda, 2020’de küresel ekonominin %5.2 daralacağını, Türkiye’nin %3.8 küçüleceğini tahmin ediyor ve ekliyordu: “Pandemi nedeniyle dünyada 60 milyon [yeni] kişi yoksulluk sınırının altına düşecek.” – ‘Global Economic Prospects’, June 2020, World Bank (openknowledge.worldbank.org). Yine, DİSK-AR’ın İşsizlik ve İstihdamın Görünümü Raporu’nda yer alan, ILO metodolojisinden yararlanılarak yapılan hesaplamaya göre salgın en az 6 milyon yeni iş kaybına yol açarken, geniş tanımlı işsiz sayısı 13 milyonu, geniş tanımlı işsizlik oranı yüzde 39’u aştı (Haziran 2020). Bu gibi örnekleri daha bütünsel bir çerçeveye bağlamak adına not düşelim: Mayıs ayında Ebru Voyvoda ve Erinç Yeldan “COVID-19 Salgının Türkiye Ekonomisi Üzerine Etkileri ve Politika Alternatiflerinin Makroekonomik Genel Denge Analizi” başlıklı ortak bir iktisadî çalışma yayımladı. Araştırmanın teorik/paradigmatik çerçevesi ne olursa olsun, “salgın karşısında kısıtlama önlemleri sonucunda belirli sektörlerde faaliyetin ciddi azalması (örneğin konaklama ve yiyecek hizmetleri) ya da (havayolu taşımacılığında olduğu gibi) durması, istihdam ve gelir kaybına dayalı talep daralması, uluslararası ve yerel ekonomideki üretim zincirlerinde ve tedarik sistemlerinde yaşanan tahribatın ve istihdam kayıplarının yarattığı arz şoku, küresel ve yerel finans piyasalarında varlık değerlerinin ve emtia fiyatlarındaki çöküşün yol açtığı finansal sermaye değer kayıpları” şeklinde sıralanan önemli başlıkların “sağlık” denilen kütleye doğrudan/dolaylı etkileri olacağı aşikârdır. Öyle ki çalışmada, salgına yönelik izolasyon tedbirlerinin bir sonucu olarak toplam istihdamın yüzde 22.8 gerilemesi ve kısıtlanmış sektörlerden başlayarak tüm ulusal ekonomiye yayılan daralma etkilerinin ücretli emek gelirlerine yansımasının doğrudan sonucu olarak, 2019 yılıyla karşılaştırmalı olarak ücretli emek gelirlerinde yıllık yüzde 45’lik bir reel kayba tekabül edebilecek bir gerileme öngörülüyordu. Şu söyleniyordu: “Krizin çok boyutluluğu ve sonuçları sadece makroekonomik değil ama sağlık sistemlerine erişimdeki eşitsizlikler, yaygın işsizliğin ve gelir kayıplarının yaratacağı yoksullaşma, gelir dağılımının toplumun hemen her alanına bölgesel, etnik, cinsî bazda gelir eşitsizliği ve sosyal parçalanma olarak yansıması gibi sonuçlar doğuruyor.” – Bkz. E. Voyvoda ve E. Yeldan, ‘Salgın, Türkiye Ekonomisi ve Gerçekçi Bir Kamu Politikası Önerisi’, Sarkaç (sarkac.org), 03.06.2020. E. Voyvoda ile bir söyleşi için bkz. BirGün Pazar, 692. sayı, 14.06.2020. E. Yeldan ise Medyascope’da konuşmuştu (04.06.2020).
[8] Gerçekçi bir nokta bu. Bir Acil Servis hekimi olarak, konuya ilişkin anlamlı miktarda ampirik deneyimim var.
[9] ‘‘Her Şeyin Başı Ekonomi’ Mitinin Parçalanışı’, Çivisi Çıkan Dünya: COVID-19 Salgını Üzerine Muhasebeler içinde, der. E. Ünal, İstanbul: Runik Kitap, 2020, s. 34-37.
[10] ‘COVID-19 Üzerine Sekiz Tez’, çev. E. Turhan, Çivisi Çıkan Dünya içinde, 2020, s. 53-56.
[11] P. Singer ve M. Plant, ‘When Will the Pandemic Cure Be Worse Than the Disease?’, Project Syndicate (project-syndicate.org), 06.04.2020. Türkçesi, Talha Gülmez çevirisiyle şurada: Öncül (onculanalitikfelsefe.com), 19.05.2020. Önleyici tıp ve halk sağlığı uzmanı David L. Katz’ın sarsıntıyı azaltmaya yönelecek olası alternatif yaklaşımları gözden geçirdiği metnine de bakılabilir: ‘Is Our Fight Against Coronavirus Worse Than the Disease?’, The New York Times, 20.03.2020. Norveç’te yürütülmüş akademik bir araştırma üzerinden, tedbirlerin olası sonuçlarının maliyet-fayda ekseninde gözden geçirilmesine yönelik bir çağrı da şuradadır: L. Spinney, ‘Inequality Doesn’t Just Make Pandemics Worse – It Could Cause Them’, The Guardian, 12.04.2020. İki ayrı çeviri ile yer aldı Türkçede: Gazete Duvar, 14.04.2020; Politik Yol, 06.05.2020. Aksayan tüketim faaliyetinin döne dolaşa refah, adaletli büyüme, kalkınma ekonomisi dinamikleriyle yüz yüze geleceğini, finansal sistemin reel ekonomiyi çoktan enfekte ettiği mevcut yapı için bu çerçevenin kaçınılmaz olduğunu imâ eden bir metin için bkz. M. A. El-Erian, ‘The Race Between Economics and COVID-19’, Project Syndicate, 26.03.2020: “Hem iktisadî hem finansal kârlılığın eşzamanlı olarak düşüşe geçmesinin toplumsal refahı yerle bir edeceğine şüphe yok.”
[12] ‘Viral Political Ecology’ (II), The Civil Animal: The Changing Face of Conversation in the 21st Century (thecivilanimal.com), 18.03.2020. Ayrıca bkz. A. C. Dinerstein, ‘Maddîliği Geri Kazanmak: İşsizlik ve Emeğin Görünmeyen Öznelliği’, çev. İ. Sümer, Conatus, 2/4, 2005, s. 103-115.
[13] ‘Viral Political Ecology’ (IV), The Civil Animal: The Changing Face of Conversation in the 21st Century (thecivilanimal.com), 26.03.2020.
[14] Kısıtlı ekonomi, beşerî ve “küresel” sapmalar içerir; bir bakıma Marx’ın ekonomisidir. Genel ekonomi ise “iyinin ve kötünün ötesinde” yer alan bir ihtişamlı kayıtsızlığa gönderme yapar. COVID-19 özelinde, Oxana Timofeeva imzalı bir metinde işleniyordu bu olanak: ‘Georges Bataille: Bir Pandemi Okuması’, çev. Ç. Uluğer, terrabayt.com, 29.04.2020.
[15] Analitik takıntıların siyasal aksiyonu sakatlayacağına ilişkin -tersinden- bir güncel örnek verilebilir. Marksist iktisatçı ve teorisyen Anwar Shaikh, yayımlanan son kitabı Kapitalizm: Rekabet, Çatışma, Bunalımlar (2016) vesilesiyle verdiği söyleşide (Jacobin, 06.04.2020), Marx’ın “yedek işgücü ordusu”, “sermaye devreleri”, “yeniden-üretim planları”, “üretim fiyatları”, “diferansiyel ve mutlak rant” gibi şeylere kafa yormuş oluşu, yani “artı-değer”, “sömürü” ve “meta fetişizmi” kavramlarıyla yetinerek hayatının geri kalanını siyasete adamamış oluşu gerçeği üzerinden iktisatçıları eleştiriyordu. Radikal iktisatçıların tipik olarak süreklileşmiş küresel eşitsizlikleri eşit-olmayan mübadele, tekelci kapitalistler veya ekonomi-dışı emperyal baskı olarak açıklamasına itirazla, geleneksel muhasebelerin aksine, bu tür eşitsizlikleri tekrar üreten temel nedensel gücün kapitalist rekabetin kendisi olduğunu iddia eden Shaikh’in örtük biçimde imâ ettiği gibi, tekelci kapitalizm varsayımı, rekabet ile rekabetin yol açtığı karmaşık fenomenlerle uğraşma ve de rekabet güçlerinin büründüğü suretleri ayıklama zahmetini rafa kaldırır. Bu anlamda “tekel iktidarı”, esasında siyasal bir kategoridir. Ekonomi-politiğe ilişkin pek çok dinamik değişkenin paranteze atıldığı yıpranmış ve analitik açıdan “durgunlaştırıcı” bir retoriktir bu: “Eğer sistemin -Marksist ekonomide her derde devâ kutsal bir ilaç hâline gelen- bir tekel üzerine kurulu olduğuna inanıyorsanız, o zaman her şey devletin gücü ve sermayenin emeğe karşı gücü ile ilgilidir.” Politika ise ekonomi-politik analizin dosdoğru yapılmasından neşet etmelidir: “[S]osyalist hareketin bir bölümünün strateji için tutarlı bir temel bulmaya çalışması gerektiğini ve tekel teorisinin ihtiyaç duyulan bu temel olmadığını iddia ediyorum, çünkü bu teori birçok noktayı açık ve açıklanmamış bırakmıştır.” Neoliberal düşüncenin yeniden dirilişi ile iç içe olarak rekabetin yeniden canlanması ile, küresel ekonominin merkezdeki tekelciler tarafından yönetildiğine yönelik argüman zayıflamıştır ve dolayısıyla kaynağını oradan yakalayan bir siyasal aksiyon da yetersiz kalacaktır: “Bütün iktidarı politik iktidarla ilişkilendirmek yanlıştır.” Zira Shaikh, kârın devlet ve sermaye bileşkesi üzerinde bir güce sahip olduğunu, onların sınırlarını zorladığını söylüyordu. Devletin müdahâle kapasitesinin “esasen firmaların kârlılığı üzerindeki etkisiyle sınırlandırılmış” olduğunu söylüyordu. Sistemin “bütünüyle” tehdit altında olduğunu gösteren Shaikh’e göre kapitalizmin doğası, emperyal planlamacıları ve kapitalistleri, doğrudan kontrolleri dışında olan Smith, Ricardo ve Marx’ın “politik ekonomi yasaları” olarak adlandırdığı kalıcı baskılara maruz bırakır, kapitalistlerin ve devlet aygıtındaki temsilcilerin bile tâbi olduğu sınırlayıcı güçler vardır, onlar da sistemik tehditten muaf değildirler ve söz konusu tehdit de en temelde “kâr oranları” ile ilişkilidir. Her şey bir yana, siyasal olana, politik metafiziğe mesafesi gayet açık bir muhakemedir bu. – D. Zachariah, ‘An Interview with Anwar Shaikh’, Jacobin Magazine, 06.04.2020. Türkçesi (çev. Y. Yirmibeş) için bkz. Siyasî Haber (siyasihaber.org), 09.04.2020.
[16] Böylelikle Marx; içkin ve aşkın eleştiriyi bütünleştiren, “verili somut”un eleştirisinden hareket ederken yanı sıra bir alternatifi de inşa eden devrimci bir eleştirinin ana hatlarını sunmaz mı? – Krş. K. Gülenç ve Ö. Kulak, Marx ve Sonrası: Marksist Düşünceye Katkılar, İstanbul: İthaki, 2017.
[17] Bu “acımasız” ve gammaz kavrayış, ufuktaki potansiyellerin; “bağımlılık zincirlerini kırarak yeniliğe eklemlenen” yeni bir örgütsel muhayyilenin, başkaca politik formlar ile yaratıcı hareketlerin kaldıraç noktasıdır aynı zamanda: Krş. K. Heron, ‘Capitalist Catastrophism’, Roar Magazine (roarmag.org), 10. sayı, Yaz 2020. Kapitalizme alternatif bütünsel her toplumsal tasarının beyhudeliğine, iflasa mahkûm olduğuna dair bu yaygın kanaatin hepimizin içine işlemiş oluşuna, kısacası kapitalizmin siyasal-ekonomik bilinçdışındaki hükümranlığına Mark Fisher “kapitalist gerçekçilik” diyordu. Fisher, Fredric Jameson’ın meşhur gözlemine şunu eklemekteydi: “Bu [Jameson’a atfedilen] slogan, tam da benim ‘kapitalist gerçekçilik’ ile kastettiğim şeyi yakalıyor: [Temasa geçtiği her şeyi metabolize eden ve içine emen canavarımsı, sınırsızca plastik bir varlık olarak] kapitalizm tek geçerli siyasal ve ekonomik sistem olmakla kalmaz, aynı zamanda artık ona tutarlı bir alternatif hayal etmek bile imkânsızdır.” – Kapitalist Gerçekçilik: Başka Alternatif Yok Mu?, çev. G. Ç. Güven, İstanbul: Habitus Kitap, 2011, s. 8 ve 12. Fisher ve “kapitalist gerçekçilik” dosyası için şuraya bakılabilir: Cogito, 91. sayı [‘Neoliberalizmde Öznellik’], Güz 2018, s. 154-177.
[18] Kapitalist Gerçekçilik: Başka Alternatif Yok Mu?, 2011, s. 63.
[19] Türkçesi N. Yıldız çevirisiyle şurada: Gazete Duvar, 16.05.2020.
[20] ‘Salgın ve Bellek’, Birikim-Haftalık, 16.05.2020. Bir bakıma her kuşak kendi milâtlarını yaratır. Tıp tarihçisi Dr. Fatih Artvinli, “[COVID-19’u önceki yüzyıllardaki salgınlarla] karşılaştırma kriterimiz, katlanılamayacak kadar felâketi art arda yaşamak ya da bugün yaşanan küresel salgını önceki yüzyıllarda yaşananlar ile [kolektif algı düzleminde] karşılaştırmak ise, bu çok anlamlı olmayabilir,” diyordu. Paralellikler ve ortaklıklardan bahsedilebileceğini vurguluyor ve ekliyordu: “Şimdilik, tıp tarihi açısından kesin olan şey şu: Gündelik hayata etkileri ve salgının şiddeti açısından, son yüz yılın en büyük küresel salgınını yaşıyoruz.” – E. Demirtaş, ‘Tarihte Salgınlar ve Koronavirüs’ – Dr. Fatih Artvinli ile Söyleşi, Gazete Kadıköy (gazetekadikoy.com.tr), 09.04.2020.
[21] Andrew Anthony, ‘What If COVID-19 isn’t Our Biggest Threat?’, The Guardian (theguardian.com), 26.04.2020.
[22] Bkz. ‘Salgın, Kıyamet Körlüğü ve Nada’nın Kavgası’, 1+1 Forum (birartibir.org), 12.04.2020.
[23] Merak edilirse: Haziran ayı sonunda COVID-19’a bağlı istatistiklere bakıldığında, en yüksek kayıp sayısı küresel boyutta zirveye Nisan ortasında ulaşmıştı: Bir günde 8500 insan. Ortalama itibarıyla da, salgın başladığı günden Haziran sonuna kadar, günde ortalama 3 bin kişinin yaşamını yitirdiği görülebiliyordu. Bu sayının ılımlı bir artış göstereceği öngörülebilirse de, kayda değer bir sıçrama gerçekleşmeyeceği söylenebilir. Öte yandan gezegen çapında günde 2200’e yakın kişi intihardan, 3700 kişi ise trafik kazalarına bağlı olarak yaşamını yitirmektedir.
[24] Rakamlar hissizleştirir. ABD’de ölü sayısı 100 bine yaklaşırken New York Times, koronavirüsten ölenlerin adlarını, işlerini, hobilerini gazetesinin ön sayfasına taşımıştı: “Onlar birer sayıdan ibaret değildi; onlar bizdik” (24 Mayıs). Rakamların o künt hissizliğine ilişkin (yanlışlıkla) Stalin’e atfedilen meşhur bir söz vardır: Bir insanın ölümü felâkettir; yüzbinlercesinin ölümü ise sadece istatistik… Gerçekte Alman yazar Kurt Tucholsky’nin (1890-1935) savaşla ilgili bir metnine aittir: ‘Französischer Witz’, Vossische Zeitung, 23.08.1925. Camus’nün Veba’sında (1947) bir yerde karşımıza çıkan Dr. Rieux’nün düşünce akışı da bunu imlemez mi? Belleğinde sayılar uçuşuyordur hani, tarihin gördüğü otuz kadar büyük vebanın yaklaşık yüz milyon kişinin ölümüyle sonuçlandığını aklından geçiriyordur: “Ancak yüz milyon ölü nedir? Savaşta insan ölüyü-diriyi bilmez. Nasıl ölü bir adam ancak ölü hâlde göründüğünde önem taşırsa, tarih sahnesine saçılmış yüz milyon ceset de hayalimizde silik bir görüntüden başka bir şey değildir.”
[25] Krş. Eşitsiz Gelişim: Doğa, Sermaye ve Mekânın Üretimi, çev. E. Soğancılar, İstanbul: Sel, 2017, s. 109-148. Yine, Foti Benlisoy’dan: “Felâketler devletler ile sermayenin gücünü pekiştirebileceği gibi, onların gücüne karşı potansiyel direnişin açığa çıkabileceği zeminleri de oluşturabilir. […] Felâketin normalliği kısa-devreye uğratması, daha önce bastırılmış ütopik enerjilerin açığa çıktığı, daha önce düşünülemez olanın düşünülebilir hâle geldiği koşullara yol açar. Bu kısa aralığın değerlendirilmesi [ve olağan-olağanüstü felâketler fasit dairesine çomak sokulması], kolektif bir bilinç sıçramasının kaldıracı işlevi görebilir pekâlâ” – ‘Virüs ve Felâket Komünizmi’, 1+1 Forum (birartibir.org), 24.03.2020.
[26] Bkz. ‘The Biopolitics of Catastrophe, or How to Avert the Past and Regulate the Future’, The South Atlantic Quarterly, 115/2, 2016, s. 247-265. Krş. Vincanne Adams, ‘Disasters and Capitalism… and COVID-19’, Somatosphere: Science, Medicine, and Anthropology(somatosphere.net), 26.03.2020.
[27] Krş. Théorie Communiste, ‘Şimdiki Zamanda Müşterekleştirme’, Çağdaş Marksist Kuramda Tartışmalar: Toplumsala Bakmak içinde, haz. A. Pendakis ve diğ., çev. D. Şahin, Ankara: Dipnot, 2017, s. 137-158.
[28] Krş. ‘Giriş’, Çağdaş Marksist Kuramda Tartışmalar: Siyasalın Düzenekleri içinde, haz. A. Pendakis ve diğ., çev. S. Çalcı, Ankara: Dipnot, 2017, s. 7-16.
[29] Dolayısıyla bir siyasal önkoşul olarak antagonizma tahayyülünün ve de pratiğinin olmayışı, bütün analitik eleştirelliği bir tür sosyolojizme hapsetme tehlikesi içerir. Öyle ya, çoğu Marksist literatürün bize kazandırdığı kavram setleri olarak, bir yanda zor (coercion, Zwang/Nötigung), tahakküm (domination, Beherrschung), iktidar (power, Gewalt), egemenlik (Souveränität), sömürü (exploitation, Ausbeutung), bastırma (repression, Verdrängung), baskı/ezme (oppression/suppression, Unterdrückung) manzumesi vardır, diğer yanda ise bütün bunların işlem ve yeniden-üretim zemini olarak toplumsal ontoloji vardır: Almancanın olanağı büsbütün sırtlanarak sıralanırsa; ilişkiler (Beziehung), münasebetler (Verhältnis), etkileşimler/alışverişler (Verkehr), bağlanımlar (Verknüpfung), dolayımlar (Vermittlung), birliktelikler/iştirakler (Vereinigung), toplaşmalar (Versammlung), yakınlıklar/bağlaşımlar (Verbindung), ara-bağlantılar (Zusammenhang)… Bileşenleri tıraşlayarak basit düşünelim: Antagonizma tam da bu ilişkiselliğe müdâhil olur.
[30] Marx Neden Haklıydı?, çev. O. Köymen, İstanbul: Yordam Kitap, 2011, s. 16.
[31] Politika, daha ziyade doktrinlerin sahasıdır. Kendi doktrinini çiğnemek zorunda kalan bir “politik tinsellik”, oluşun görkemiyle hareketlenir; bkz. Paul Veyne, Foucault, çev. I. Ergüden, İstanbul: Alfa, 2014, s. 157-162.
[32] Akselerasyonizm (ivmecilik), en temel tanımıyla, kapitalist toplumun kısıtlamalarından öteye gidilerek bu kapasiteleri serbest bırakmanın mümkün oluşuna ve gerekliliğine yönelik inançla, tam da bunu mümkün kılacak post-kapitalist bir sayfayı aralamaya çabalar. Buna göre, kapitalizmden çıkış için “tarihin istikametinde” yola devam etmek yetmez, kapitalizmin en ileri teknolojik ve organizasyonel özelliklerini daha da yoğunlaştırıp, hızını mümkün mertebe artırmak gerekir. Bakılabilir: N. Srnicek ve A. Williams, ‘Akselerasyonist Bir Politika İçin Manifesto’, çev. G. Nabioğlu, Birikim-Güncel, 29.05.2014.
[33] Ege Çoban, ‘Arbeit Macht Frei ya da Prometheus’un Zincirleri’, terrabayt.com, 23.04.2020. Farklı gibi görünen ancak belli müşterek özelliklerde ortaklaşan politik pozisyonların yetersizliği aşikârdı. Metinde, Moishe Postone’un Zaman, Emek ve Toplumsal Tahakküm (1993) kitabından destek alınarak “geleneksel Marksistler”, yine Nick Srnicek ile Alex Williams’ın Geleceği İcat Etmek (2015) eserinden ilhamla da “folk anti-kapitalistler” işaretleniyordu. Yazar ekliyordu: “Hâl böyleyken, teorik çevrelerde etkisi azaltılmış ve ana-akım örgütler (partiler, sendikalar, kolektifler) tarafından kenarlara itilen düşünürler, bağnazlıktan sıkılan radikaller tarafından tekrar okunmaya başladı: Ultra-sol pesimist Jacques Camette, unutulan siber-komünist Radovan Richta, kurumsal iktisatçı Thorstein Veblen, Rus kozmizmi ve Nikolai Federov, erken tekno-feminist Shulamith Firestone, heterodoks Sovyet ekonomist I. Rubin, ütopik sosyalist Charles Fourier, sol komünist Gilles Dauvé… Bu figürlere geri dönüşün içinden çıkan etkili iki teorik yenilik oldu: Akselerasyonizm ve komünizasyon.”
[34] E. Çoban, aynı yer, 23.04.2020: “[Yeni bir siyaset mekanizmasının özniteliğini oluşturması gereken şeyin temel malzemesi], kendi önkoşullarını [kurgusallıklarının aşkın sınırlarını] retroaktif olarak imha eden ve böylece kendilerini gerçek kılan ‘olmuş-olacak’lardır. [V]ar olan eğilimlerle geliştirilebilecek olan bir gelecek pozisyonuna kendimizi konumlandırmalı ve kurgusal bir geçmişin (şimdimizin) belgeselini çekermişçesine siyaset yapmalıyız.”
[35] İşte, bir örnek: Toplumsal adalet tartışması etrafında şekillenen belli başlı görüşleri ele alan ve küresel salgın bağlamında artık “hepimizin zorunlu olarak Rawlscu” olduğunu öne süren bir metin yayınlandı: John Authers, ‘How Coronavirus is Shaking Up the Moral Universe’, Bloomberg Opinion (bloomberg.com), 29.03.2020.
[36] Yanis Varoufakis de, öncüsü olduğu ve şimdilerde İlerici Enternasyonal’in lokomotifi olan DiEM25 hareketiyle birlikte, “bir başka şimdi” (another now) yaklaşımıyla, bu düşünce teklifini kışkırtır. 2025’e işaret eder. Bir tür “acilcilik” olarak düşünülebilirse de, Vijay Prashad’a bakılırsa o, içinde bulunduğumuz bu dönemde, solun tüm ivedi stratejilere açık olması gerektiğine inandığını deklare eder. Hareket; Delhi’den Santiago’ya, Paris’ten Beyrut’a kadar her yerde yurttaşların demokrasiyi savunmak, onurlu bir yaşam talep etmek ve de gezegeni yaşanabilir biçimiyle koruyarak gelecek kuşaklara devretmek üzere ayaklanmalarına dikkat çeken bir küresel inisiyatifi arşınlar. Salgınla büsbütün açığa çıkmış olan korku, bağnazlık ve yabancılaşmadan çıkar sağlayanlara karşı, kolektif haklar için bağışıklayıcı bir ortaklaşma zeminidir bu. İktidarını yerel odaklara dağıtarak ulusal parlamentolar, bölgesel meclisler ve yerel yönetim konseyleriyle paylaşan bir dayanışma ufkudur. Kurucu ilkeleri arasında alternatif küreselcilik (alter-globalization), toplumsal ekoloji, ekofeminizm, “büyüme”yi aşmak (post-growth) ve kapitalizmin ötesine hamle yapmak (post-capitalism) yer alır. Temel yurttaşlık geliri veya evrensel temel gelir (UBI) uygulaması yanlısıdır. Varoufakis’in iktisatçı-gazeteci David McWilliams ile söyleşisi şuradadır: BBC Türkçe, 06.05.2020 veya Gazete Duvar, 08.05.2020. Yine, Bianet ile söyleşisine de bakılabilir (11.05.2020). Bir diğer ilham verici girişim de şudur: Revue du MAUSS (Sosyal Bilimlerde Faydacılık-Karşıtı Hareket Dergisi) ve sosyolog Alain Caillé ile çevresinin çıkardığı Birinci Dost Canlılığı Manifestosu (Manifeste convivialiste, Bord de l’eau, 2013) ile İkinci Dost Canlılığı Manifestosu: Neoliberalizm Sonrası Bir Dünya İçin (Second manifeste convivialiste: Pour un monde post-néolibéral, Actes Sud, 2020) başlıklı iki kısa kitabın bütün derdi odur. 2013’te çıkan ilk manifesto, gezegen çapında birbirimize bağımlılığımız konusunda ısrarcıydı ve “ortak insanlık, ortak toplumsallık, meşru bireyleşme, yaratıcı muhalefet” şeklinde dört temel ilkeye yaslanıyordu; ikincisi ise, neoliberalizmi güçlü bir biçimde sorgulama konusu ediyordu ve içlerinde Edgar Morin, Noam Chomsky, Bruno Latour, Wendy Brown ve Chantal Mouffe’un da sayılabileceği çok sayıda entelektüelin desteklediği bir yeni enternasyonal girişimiydi. Rant ve spekülasyon kapitalizminin zaferini ilan ettiği günümüzde, artık sınırsızlaşan ve potansiyel olarak kendi kendini tahrip eden güç birikimine nasıl engel olunabileceği tartışılıyordu. Burada düşünce, “sonraki dünya” ufku üzerinde çiçekleniyordu. – Caillé’nin “yeni bir vergi rejimi”ne dikkat çektiği ve “dost canlısı” siyasî programı betimlediği Libération’daki söyleşisine (21.05.2020) bakılabilir. Türkçesi Haldun Bayrı çevirisiyle şurada: Medyascope (medyascope.tv), 26.05.2020.