Demokratikleşme Paketi

Türkiye’nin son on yılı iktidar blokları arasında kurucu çatışmalarla geçti. Çok katmanlı ve çok boyutlu bu çatışmalar, çatışmaların taraflarınca her zaman olduğu gibi nüfusun çeşitli kesimlerini ayrıştırma ve birleştirme stratejilerine dayandı. Bu çatışmalar içinde siyasal gücü oluşturma ve kullanma aygıtları yeniden şekillendirildi ve buna bir noktalı virgül koymak için de yeni bir anayasa çalışması başladı. Yeni anayasanın düğümlendiği yerlere bakmak, daha önceki önemli anayasa değişikliklerindeki temel çatışma noktalarına bakmak bunu görmek için yeterlidir. 2007’de küçük çaplı bir ayrışmaya neden olan Cumhurbaşkanlığı seçimi sırasındaki hukuki görünümlü 367 tartışması; 2010 anayasa değişikliklerinde siyasal alanda görünen yüzüyle demokratikleşme-otoriterleşme tartışması; açılım söylemiyle siyasal bir yönetim teknolojisi haline gelen yurttaşlık tartışması ve nihayet bütün bunları ortak kesen Kürt meselesinin yeniden inşasına dönük “çözüm” tartışmaları hep bu çatışmalar içerisinde işledi.

Siyasal iktidarı elinde tutan AKP çatısındaki blok ve onun diktatörleşme eğilimindeki milliyetçi mukaddesatçı lideri, siyasal gücünü biriktirme ve büyütme yönündeki şekillendirme faaliyetlerini her çatışmalı krizde kurduğu ittifaklarla geliştirdi. Karşısındaki muhalefeti bölmenin en önemli söylemsel imkanlarını da bir tür burjuva devrimi imajına dayandırdı. Kendi dilimizle konuşursak Kürt meselesi devrimcilerin kendi elleriyle çözülmek zorunda olan bir sorundan ziyade bir liberal hak ve özgürlükler sorunuydu. AKP neden bu sorunu çözmenin adayı olmasındı? Gerçekten de en liberal görüntü çizen (en azından 2007’ye kadar) düzen partisi o değil miydi? Kürt meselesinde, Ermeni meselesinde içte olumlu dışta barışçı ve cesur adımlar ondan gelmiyor muydu? Türkiye’de samimi olduğundan kuşku duymakta hâlâ zorlandığım birçok liberal bu sorulara olumlu yanıt verdiler. 2010 geldiğinde Türkiye sosyalistlerinin yıllardır oluşturduğu devlet karşıtı entelektüel birikim AKP tarafından birden kapılıverdi. Temel meselesi yargı düzenini tekelleştirmek, liberal kuvvetler ayrılığı ve hukuk devleti kurumlarını alaşağı etmek olan düzenlemeler sanki devletin karanlık yüzünü ortadan kaldıracak düzenlemelermiş gibi selamlandı. Bu yapılırken Türkiye liberallerinin yüzlerinden çıkmayacak bir kara leke olan ‘yargı içinde örgütlenmiş Aleviler,’ ‘çevrenin çevresi’ gibi ifadeler asla unutulmamalı. Fakat artık AKP nasıl onları önemsemiyorsa bizim de o kadar önemsememize gerek yok. Zira son paket gönderilirken kimseye adres sorulmadı. Ortaya birden atılıverdi. Buna rağmen kendini ortaya atanları bir kenara koyalım.

2013 Haziranı gelip çattığında tüm bu çatışmaların üzerinde işlediği nüfusu ayrıştırma birleştirme ve ittifak siyasetinin AKP’nin kuşatıcılığının ve birçok stratejistin şüphe duymadığı ‘mükemmel’ kriz yöneticiliğinin paramparça olduğu görüldü. Nüfusun önemli bir bölümü AKP iktidarı döneminde yurttaşlık çemberinden çıkarıldığını, yaşam hakkı dahil en temel haklarının meydanlarda diktatör olarak adlandırdıkları siyasal parti liderinin iki dudağının arasında sıkıştığını çıplak gözleriyle gördüler. Seçim sistemi ve hükümet etme kurumları vesilesiyle yasamayı ve yürütmeyi, on yıldır besledikleri ve büyüttükleri kadrolar vesilesiyle kolluk ve yargıyı siyasi merkezin, daha iddialı söyleyelim iktidar partisi ve çatışmalı ilişkisini yüksek gerilimle sürdürdüğü ticari-dini cemaatin gücüne bağlayan bu Makyevalyan siyasal strateji bütün rakiplerini ortadan kaldırmış görünürken halkın yine Makyevalyan olan tahakküm görmemeye dayalı direnişiyle karşılaştı. Elbette verdiği tepki onu ezme çabası oldu. Başta her zaman yaptığı ayrıştırıcı birleştirici tekniği kullandı. Masum çevreciler, art odakları bilmeyen gençler bir tarafa, terörist, çapulcu, kemirgenler ezilmek ve yok edilmek üzere diğer tarafa. Bu tutmayınca ise topyekûn ve bir aydan fazla süren; gençlerin katli, kör edilmesi, çeşitli uzuvlarını kaybetmesiyle sonuçlanan bir savaş (savaş abartılı bir ifade olarak görülmesin, dost ve düşman tanımlarının başbakan tarafından açıkça yapıldığı görülecektir) başlatıldı.

Tüm bunlar olurken inşaat emperyalizminin hırslarıyla girişilen maceraların zirvede olduğunu hatırlayalım. Hilferding’in ‘finans kapital’inin ‘beton kapital’ versiyonu bir garip emperyalist devlet olma çabasındaki Türk dış politikası bir yandan hiç değişmediğini gördüğümüz korkularıyla Rojova’daki harekete karşı El Kaidecilerle kumara girişmişken bir yandan Suriye’deki çeşitli İslamcı grupları destekleyerek Foti Benlisoy’un ifadeleriyle hem etnik hem mezhepsel çatışmayı körükledi. ‘Çağımızda her savaş bir iç savaştır’ ifadesinin yerindeliğini bir kere daha gördük ama AKP’nin girişimleri buna bir şey daha ekledi. Bölgedeki her çatışma artık Türkiye’nin bir iç çatışması haline de geldi. Ana hatlarını böyle çizebileceğimiz bir dönemde uzun zamandır hazırlık çalışmaları süren ‘demokratikleşme paketi’ gündemimize girdi. Bu yazıda bütün bu arka planı gözümüzün önünde tutarak paketi neden gündemimizden çıkarmamız gerektiğini anlatmaya çalışacağım.

Bunu yapmak için Türkiye’de AKP’nin kullandığı şekliyle kabul görmekte olan bir takım ideolojik yüklü kavramlarla giriş düzeyinde de olsa uğraşmak gerekiyor. Geride bıraktığımız on yıllık sürecin anahtar kavramları diyebileceğimiz bu kavramları demokratikleşme, açılım ve vesayet kavramları olarak sıralayabiliriz. Bu kavramlar AKP’ye karşı muhalefetin unsurları tarafından da ciddi bir eleştiriye tabi tutulmadan kullanılabiliyor. Kavramları şöyle bir kategorizasyona sokabiliriz: “Vesayet” AKP’nin devleti yeniden inşasının temel meşrulaştırıcı kavramıyken, “açılım” topluma dönük inşanın anahtar kavramıdır. “Demokratikleşme” ise hem devleti hem toplumu kesen genel başlık olarak adlandırılmakta ve AKP de süreci bu kavram etrafında tarif etmeyi tercih etmektedir. Demokratikleşme, son pakette de olduğu gibi genel bir ad olduğu için onu sona bırakıp açılım ve vesayet kavramlarını didikleyerek başlayalım.

‘Vesayeti Kaldıralım’ ya da Devlet Örgütünü Yeniden Düzenleyelim

Vesayet kavramı Türkiye’de devlet örgütü içindeki kurumlarda yürütülen mücadelenin anahtar kavramıydı. Kavram aslında 1961 Anayasası’nda getirilmiş olan kurumların eleştirisiyle gündeme gelmiş, daha sonra Türkiye solundan kesimlerin katkısıyla kullanılmaya devam etmiştir. 1961 Anayasası’nın oluşturduğu sert fren sistemi içinde yer alan Senato, Senato’daki kontenjan üyelikleri, MGK’nın anayasal kurum haline getirilmesi, üniversite ve TRT’nin özerklikleri özellikle Celal Bayar’ın anayasa tezlerinde somutlanan “kayıtsız şartsız millet iradesi” tezinin bu kurumlarca vesayet altında tutulduğu Türkiye sağınca benimsenmiş bir görüştü.[1] Bu görüşün temelinde seçimin sağladığı parlamento çoğunluğunun diktatörlüğünün, yani bir tür süreli meclis diktatörlüğünün savunusu açıkça yapılmaktadır. Halk ya da millet ile seçmen birbirinin yerine olarak kullanılmakta, dolayısıyla parçalı bir birliktelik olarak halk, dolayısıyla azınlıkların temsili önemsenmezken bölünmez bir birlik olarak meclis çoğunluğuna sahip siyasi partinin diktatörlüğü esas alınmaktadır.[2]

AKP’nin devleti yeniden inşa ederken kullandığı vesayet kavramının temelleri burada yatsa da AKP’nin kavramı kullanışında biraz daha incelikli ve aşamalı bir strateji vardır. Bu yayılmacı bir stratejidir. Öncelikle ‘askeri vesayetin kaldırılması’ olarak başlayan yeniden inşa süreci, ‘yargıdaki Alevilere’, Kemalist bürokrasiye, hatta doktorlar ve mühendisler gibi kimi meslek gruplarına kadar götürülebilir. Vesayet sürekli genişleyen bir kavram olarak, ‘vesayetçi’ ya da ‘darbeci’ biçimiyle zamanın anarşist-terörist evriminde konumlanan bir kavram halinde AKP’lilerce kullanılmaktadır. Tabii söz konusu AKP’nin ‘doğrudan düşünürleri’ olunca bu, çok kaba bir mantıksal form içinde yapılmaktadır. Burada devlet örgütünün yeniden inşası üzerinden nüfusun konumlandırılması, ayrıştırılması operasyonu yani çatışmanın örgütlenmesi ve yönetilmesi işlevi tamamlanmaktadır.

“Açılım Yapalım” ya da Nüfusu Yeniden Şekillendirelim

Açılım kavramının, iş bölümde toplumu yeniden şekillendirmenin meşrulaştırma aracı olarak işlediğini söylemiştik. Burada Türkiye’nin anayasal-siyasal geleneğinde yeri olan bir kavramın esin verici olduğu düşünülebilir. Mümtaz Soysal, sosyalist bir düşünce hattında konumlandığı 60’lı yılların sonunda anayasanın açıklığı kapalılığı konusunda yazmıştır.[3] Açılım kavramı buradan esinlenmiş midir tespit etmek mümkün değil fakat siyasal-anayasal sistemin kapalı olduğu nüfus kesimlerine sistemi açmak anlamını taşıdığı kesin. Roman açılımı, Alevi açılımı, Kürt açılımı son yıllarda en çok duyduğumuz siyasal ifadeler. Doğrudan, yurttaşlığın yeniden tasarlanması ile ilgili siyasal ifadeler. Yurttaşlık bir siyasal kavram olarak yurttaş olan ve olmayan arasında temel ayrım koyar; dolayısıyla siyasal haklara sahip olmanın temel ölçütüdür.

Her siyasal kavram gibi açılım kavramı da ayrımlar taşıyor. Yurttaşlık nasıl siyasal haklara sahip olmanın temel ölçütü ise ‘açılımlar’ da yurttaşlığın sınırlarını yeniden çizen ikinci düzey bir ayrımı koyuyor. Alevi açılımı, siyasal iktidarın Aleviliğin sınırlarını çizerek sisteme dâhil etme girişimini en net yansıtan açılım.[4] Bunun en önemli örneği olarak Cami-Cemevi Projesi gösterilebilir. Roman açılımının daha egzotik bir havası var. Tony Gatliff’in Gadjo Dilo filmindeki trajik kahramanın derlediği müzikleri yok etmesinin politik bir tavır olarak insanın içine su serpen bir hali vardı. Romanların yaşadığı yerler bir bir ellerinden alınırken Roman Kültürü Enstitüsü açmak böyle bir politik tavrın doğruluğunu tekrar düşündürüyor. Kürt açılımı ise aslında meselenin merkezinde olduğu için bir yandan en karmaşık bir yandan da en tipik açılım stratejisi. Ayrıştırma ve birleştirmeler hem çok sabit (PKK’nin tasfiyesi bakımından) hem de çok değişken (Başbakan yardımcısı tarafından yapılan açıklamayı hatırlayalım: ‘istihbaratın görüştükleri daha makul’) Açılım stratejisinin temelinde yatan aslında Aleviler ve Romanlardan ziyade Kürtlere açıklığın sınırlarının çizilmesi meselesi yatıyor. Anadilde eğitimin ‘özelleştirilmesi’ tam da böyle bir ayrımı, açıklığın sınırlarını göstermez mi? Yurttaşlığın sınırında durduğu özel olan ile kamusal olan ayrımını özel olan lehine genişletme. Marx’ın Yahudi Sorunu’ndaki ifadelerini hatırlayalım.

Devlet, soyu, zümreyi, eğitimi, mesleği, politik olmayan farklılıklar sayıyor, halkın her bileşenini bu farklılıklar ile ilgili herhangi bir ayrım gözetmeksizin halk egemenliğinin eşgüçlü pay sahipleri olarak ilan ediyorsa, gerçek halk yaşamının tüm öğelerine devletin bakış açısından davranıyorsa, soy, zümre, eğitim ve meslek farklılıklarını kendi tarzıyla kaldırır. Gelgelelim devlet, özel mülkiyet, eğitim ve mesleğe kendi tarzlarında, yani özel mülkiyet, eğitim ve meslek olarak davranma izni verir ve özel doğalarıyla geçerli kılar. Bu fiilî farklılıkların kaldırılmasının çok uzak oluşu bir yana, devlet tersine yalnızca onların koşullanmaları altında vardır, kendini politik devlet gibi görür ve genelliğini yalnızca onların bu yönleriyle karşıtlık temelinde geçerli kılar.[5]

AKP’nin elindeki devlet aygıtı (eşitlik de değil açılım iddiasında olarak) kendi tarzında politik olanı politika dışına, sivil topluma havale ederek yurttaşlık kategorisini genişlettiğini iddia ediyor. Yurttaşlığın sağladığı politik eşitliğin dahi içini boşaltarak.

“Demokratikleşme Süreci” ya da Bu Süreçte Diktatörlük Makbuldür

Vesayet ve açılım kavramlarının meşrulaştırıcı taşıyıcılığıyla devlet örgütünün ve yurttaşlık bağlamında nüfus kesimlerinin yeniden şekillendirildiğini gösterebildiysem AKP’nin kullandığı şekliyle ‘demokratikleşme’ kavramının, daha genel bir rejim değişikliğinin meşrulaştırıcı kavramı olarak ortaya çıktığını iddia etmek mümkün hale gelir. AKP’nin Türkiye’yi topyekun bir dönüşüme tabi tutmasının taşıyıcı kavramı ‘demokratikleşme’dir iddiasındayım. Hem ülke içinde hem de ülke dışında meşruiyetin aracı olarak devreye sokulan bu söylem siyasal olarak değerlendirilmelidir. Yani nüfus içinde çizilen yeni sınırlar ve devletin yeniden örgütlenmesi konusundaki siyasal saflaşma aslında AKP’nin koyduğu bir demokratikleşme ölçütü üzerinden savunulmuş ya da reddedilmiştir. AKP’yi uzun bir süre entelektüel olarak sırtlarında taşıyanlar ‘demokratik adımları’ desteklemişler; muhalifler ise yapılanların ‘demokrasiyle bağdaşmayacağını’ ileri sürmüşlerdir. Demokratikleşme kavramı siyasal olarak sorunsallaştırılmamıştır. AKP öncülüğünde rejimin yeniden şekillendirilmesine liberallerin ve demokratların söylemlerinin hata ya da ihanet değil açık bir siyasal tavır, hatta referandum sürecinde siyasal ittifak olduğu kabul edilmeli ve hesaplaşma olacaksa bunun üzerinden yapılmalıdır. Özeleştiri isteyerek değil. Bunun için de AKP’nin demokratikleşme kavrayışını politik ayrımlarına taşımak gerekir.

Hem vesayet (millet iradesi dışında hiçbir güç karar almada belirleyici olamaz) hem de açılım (nüfus içindeki farklı kimlikler, anayasal-siyasal sisteme AKP’nin çizdiği sınırlar içinde dahil edilmeli) AKP’nin kullandığı şekliyle ‘demokratikleşme’nin temelinde yatan ‘demos’a yani halka dair ayrımlar yapmamıza olana sağlıyor. Bunlardan birincisi siyasal çoğunlukçuluk yani siyasal çoğulculuğa tahammülü olmayan, ‘birlik’ olarak millet düşüncesi. Teorik açıdan seçmen ve milleti eşitleyen bu yaklaşımın[6] baş savunucusu Başbakan’ın sandık takıntısı, açıkça siyasal katılımın seçimden başka bir yoluna bütün kapıları kapatma anlamına gelir. Dolayısıyla AKP’nin demokratikleşme kavramının özünde son ‘paket’te söylediği gibi “söz yetki ve kararın millete” ait olması değil; bir seçim dönemi boyunca sürecek bir çoğunluk diktatörlüğü vardır. Burada diktatörlüğü pejoratif anlamıyla değil klasik anlamıyla ve demokratikleşme kavramıyla eş zamanlı olarak kullanıyorum. Demokratikleşme, gramer olarak bir politik ideal ya da rejimi değil bir süreci işaret eder. AKP’nin meşrulaştırdığı biçimiyle bu vesayetçi ve farklılıklara kapalı bir cumhuriyetin vesayetten kurtarılması ve farklılıklara açılınması sürecidir. Bu düşünce çizgisi şöyle tamamlanmaktadır: ‘Süreç ancak sürecin içinde yaşanacak derin krizleri anında çözebilecek bir diktatörlükle idare edilebilir’. AKP’yi entelektüel açıdan sırtında taşıyan birçok ‘demokratın’ halkın siyasal katılımından ziyade ‘demokratikleşme’ sürecinde Erdoğan’ın karizmasına güvenmeleri, onun iki dudağı arasına sıkışmaları bu durumu çok iyi anlatmaktadır.

AKP’nin demokratikleşme söyleminde halka ilişkin ikinci ayrım farklılıklara açılma/açıklık bağlamında anlaşılmalıdır. AKP burada açık bir ayrıştırıcı politika izlemekte, birlik olarak siyasal iradeye bağlanacak farklılıkları ‘milli iradenin’ istekleri çerçevesine sokarak buraya sığmayanları teröristten çapulcuya varan bir yelpazenin içinde konumlandırmaktadır. AKP ‘milli iradenin isteğini’ ise artık açıkça ortaya koymuştur: Erkeğin-kadının yerini bileceği; Türk’ün Kürt’ün yerini bileceği; Müslüman’ın, gayrimüslimin ve ateistin yerini bileceği, eşitlerin eşit, eşitsizlerin eşitsiz olacağı; kimliklerin sabitlenmesine dayalı politika dışı paylar düzeni. Bu paylar düzenin ana motifleri ise en az 28 Şubatçılar kadar geniş bir fantezi dünyasına sahip muhafazakarlık ile birleşmiş sınır tanımayan bir sömürüdür. İşte demokratikleşmenin aracı olduğu topyekun dönüşümün temelleri buradadır.

Sonuç Yerine

Yazının başında demokratikleşme paketini gündemimizden çıkarmamız gerektiğini yazmıştım. Bu paketi tartışmayalım anlamına gelmiyor elbette –her ne kadar tartışılacak bir ciddiyete sahip olmasa da. Bu tutum onu kendi kavramlarımız kendi stratejimiz içinden değerlendirmemiz gerektiği anlamına geliyor. Sorunu ve soruna verilecek politik karşılığı adlandırmanın kendisinin siyasallığını unutmayarak. Başka türlüsü çok daha baskıcı bir devlet aygıtı ile çok daha eşitsiz bir topluma evet demek ve onun sınırları içinde mücadele vermek anlamına gelebilir. Başbakan demokratikleşme paketini açıklarken vesayet kavramı ekseninde “Meşruiyetin kaynağı artık millettir. Türkiye’de, hem ilke olarak, hem teorik, hem de pratik olarak, söz, yetki ve karar artık milletindir” diyebiliyorsa sorunu, vesayet-açılım-demokratikleşme (ya da ulusalcı simetrikleri olan ‘cumhuriyetin tasfiyesi-bölücülük-diktatörleşme’) kavram setinin dışında, kendi kavramlarımız ve stratejimizle koyma zamanı gelmiştir. Çünkü sorunun siyasallığı tam da buradadır. Türkiye’deki askeri rejimlerin, faili meçhullerin muhatabı Türk ve Kürt devrimcileridir. Türkiye sosyalistlerinin Kürt meselesine dair bütün handikaplarına rağmen ülkede Anayasa Mahkemesi tarafından Kürtçülükten kapatılan ilk siyasal parti Türkiye İşçi Partisi’dir. Söz yetki ve kararın gerçekten halka ait olduğu deneyler Türkiye devrimcileri tarafından yaratılmıştır.

Gezi Parkı direnişi halkın kendiliğinden yaratıcılığını ve doğrudan demokrasiye, istekleri hilafına idare edilmemeye dair taleplerini ortaya koydu; kendi sözümüzü güvenle söylemenin imkânları ve güvenini otuz senedir bu kadar yakından hissettiğimiz çok az zaman olmuştur. Zaman üretme, eleştirme, yaratma zamanıdır. Zaman siyasal merkezin sorun olarak ortaya koyduğunu çözmeye uğraşmak değil, Türkiye’nin ve bölgenin, ezilenlerin yerine yeniden inşasının olanaklarını sorunsallaştırmak, teorik ve pratik düzeyde bunun mücadelesini vermektir.

 

DİPNOTLAR

[1] Bülent Tanör, İki Anayasa, XII Levha Yayınları, İstanbul, 2012, s.66-81.

[2] Bunu yapanların çarpık bir Roussesau eleştirisini sürekli gündemlerinde tutmaları nasıl bir patolojinin ürünüdür anlamak mümkün değil. Kemalizmi, Robespierre-Rousseau hattında konumlandırıp kendilerini de karşısına yerleştirdikten sonra millet iradesini ağızlarından düşürmeyenler, Rousseau’ya saldırabilmekteler. Bu konu belki başka ve ilginç bir tartışmanın konusu olabilir.

[3] Mümtaz Soysal, Dinamik Anayasa Anlayışı: Anayasa Diyalektiği Üzerine Bir Değerlendirme, A.Ü. SBF Yayınları, Ankara, 1969.

[4] Alevilik söz konusu olduğunda herhangi bir dahil etme pratiğinden söz etmek bir anlamıyla zor. Dönem dönem artan fakat özellikle Suriye’deki iç savaşın ardından hükümetçe açıktan devreye sokulan Alevi karşıtı yaklaşım Alevilerin yurttaşlık çemberinin sürekli dışarısında tutulduğunu da göstermektedir.

[5]Karl Marx, Yahudi Sorunu, Sol Yayınları, Ankara, 1997, s. 17.

[6] Ece Göztepe, “Anayasa Yargısının Meşruluğu”, Demokratik Anayasa, Ed. Ece Gzötepe ve Aykut Çelebi, Metis Yayınevi, İstanbul, 2012, s. 411.