“Devlet partisi olmanın fiziki koşulları yok, zihni koşulları da çözülüyor” (Yüksel TAŞKIN ile Söyleşi)

Dinçer DEMİRKENT: Cumhuriyet Halk Partisi’ne (CHP) siyasal yelpazenin çok farklı kesimlerinden daha çok da sosyalistlerden gelen bir eleştiri var: “CHP bir devlet partisidir ve kendini devletin sahibi olarak görür” şeklinde özetleyebileceğimiz, hem tarihsel içerimleri olan hem de bugüne ilişkin bir eleştiri. Bu eleştiriyi hem bir akademisyen hem de parti yöneticisi olarak nasıl karşılıyorsunuz?

YÜKSEL TAŞKIN: Tabii bir siyaset bilimci olarak, işin akademik tarafından siyaset ile ilişkilendiğim için ben de gözlem yapma fırsatı buluyorum. Bugün devletçi bir refleks kalmadı. Devletten düştü çünkü CHP. Benim içinde fiilen aktif olduğum Parti Meclisi ya da Merkez Yürütme Kurulu’na baktığımızda devletçilik üzerinden değil kamu yararını önceleyen bir tavır var. Sosyolojik olarak baktığımızda AKP’de, CHP’de, MHP’de ve İyi Parti’de de şu anda siyasete hakim olanlar çok elit çevrelerden gelen insanlar değil. Genellikle bir taşra hikayesi, bir başarı hikayesi üzerinden gelenler. Korunması gereken aristokratik bir gelenek yok.

İngiltere’de Oxbridge diye bir kavram vardır. Bürokrasiye de siyasete de Cambridge ve Oxford Üniversiteleri’nden mezun olanlar hakimdir. İngiltere buram buram sınıfsal bir toplum. Burada ise alt üst oluşlar var. Tabii ki bir hiyerarşi var ama özellikle CHP’de şu anda siyaset yapanlar o devletçi zihniyeti çok fazla taşıyan insanlar değil. Bu, Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) ile başlayan bir süreç bence. SHP’den sonra bir süre daha statükocu bir dönem oldu, Ecevit’i komünistlikle ve sosyalistlikle suçlayan Güven Partisi ve Feyzioğlu çizgisinin izlerini taşıyan kimi isimler vardı, Coşkun Kırca vs. Ama o dönemde bile örgütlerde daha farklı sosyolojik bir harmanlanma vardı.

Bugüne geldiğimizde ise bu çizginin CHP’nin iç mücadelelerini açıklamak için önemli bir faktör olmadığını düşünüyorum. Hatta şöyle bir şey var, kurultaylarda dışarıdan, barolardan bazı adaylar geldi. CHP’de etkili olmaya çalıştılar. Daha ulusalcı diyebileceğimiz bir anlayışları vardı. Benim bahsettiğim birikimi biraz onlar temsil ediyorlardı. Ama bir karşılıkları olmadı. Şunu söyleyebilirim: Dış politika konusunda özellikle bazı tepkiler verilebiliyor. İdeolojik olarak belki sosyal demokrasi ile yan yana gelmesi kolay olmayan tepkiler bunlar. Fakat yine de bahsettiğiniz anlamda devletçi bir yanın kalmadığını düşünüyorum.

Devletten düşmenin tarihi 1970’lerde Sol Kemalistlerin dahi devletten tasfiyesi süreci ile başlıyor. Milliyetçi Cephe hükümetlerinden önce verilen bir kararla 12 Mart’tan sonra Sol Kemalistler de istenmeyen elemanlar olarak tasfiye edilmeye başlanıyor. Yargı gibi tutundukları yerlerde bile son dönemde kalmıyorlar. Dolayısıyla ben şöyle düşünüyorum: Devletten düşmek dediğimiz faydalı bir şey var aslında. Fiziken düşünce, zihnen de düşmek zorunda kalıyorsun. Çünkü mücadele etmek durumunda kalıyorsun. Bu zaruretin yararlı olduğunu düşünüyorum. Ayrıca şu anda bir müesses nizam yok. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile beraber zaten öyle bir şey de kalmadı. Dolayısıyla neyin savunusu diye düşündüğümüzde o devletçiliğin de dayanağı kalmıyor.

Dinçer DEMİRKENT: Zihnen düşme meselesi de aslında bir tür tartışma sürecinin sonucu olabilir, olmalı. CHP’de böyle bir tartışma süreci oldu mu?

YÜKSEL TAŞKIN: Bence SHP’de çok daha fazla tartışma süreci yaşanıyordu. Ben SHP’yi izliyordum. Kendimi o süreçlerden sonra Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nde (ÖDP) buldum. SHP beni kesmemişti. Ama gençleri kesmemesi doğaldır. Eskiden panel partisi derlerdi SHP’ye. Şimdi ise sürekli seçim hali ve teyakkuz nedeniyle tartışma zemininin zayıf olduğunu düşünüyorum. Eskiden entelektüel bir kamusal alan vardı. Hatta 1990’lara kadar bir sosyal demokrat entelijansiya da vardı. Erdal İnönü’nün beslediği. Sonra o da zayıfladı. Liberalizmin bir tür hegemonik hakimiyeti oldu. Daha liberal bir kesim oluştu. Kürt Hareketi’ne daha yakın olanlar oldu. Günümüze özel olarak entelektüel kamusal alan üzerinden bir tartışma olup, o tartışmalarda örneğin sol veya sosyal demokrasi ne olmalı üzerinden bol bol fikir üretimi olup da onun üzerinden bize bir baskı, bir taarruz yok mesela. Bir zamanların Türkiye İşçi Partisi gibi entelektüel baskı oluşturan solda bir alternatif de yok. Bir ara Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) Türkiye partisi olma iddiası etrafında çok sayıda entelektüel HDP ile ilişkilendi. O sırada biz de kendimizi birdenbire bir yenilenme baskısı altında hissettik. 1 Kasım’dan sonraki baskı ortamında o entelektüel arayış da kayboldu. Dolayısıyla biz aslında şöyle ilginç bir dönem yaşıyoruz: Herkes siyasal partilerin ülkeyi dönüştürüp kendilerini kurtarmasını bekliyor. Toplumsal hareketler üzerinden partilere bir baskı yok. Entelektüel ve akademik alan çok zayıf.

Partiler doğası gereği muhafazakar yapılardır. İçinde bir sürü denge unsuru barındırmak zorundadır. Türkiye’yi demokratikleştirme anlamında CHP’nin doğru strateji yakaladığını düşünmekle birlikte örneğin sosyal demokrasiyi yeşil siyasetle ilişkilendirmek gibi Avrupa’daki bazı arayışların Türkiye’ye fazla yansımadığını düşünüyorum. Kaldı ki Avrupa’daki sosyal demokrasi de büyük bir gerileme halinde. Onların çocukları Yeşiller ve farklı partiler üzerinden bayrağı devralıyorlar. Bunun da sahnesi Almanya.

Dinçer DEMİRKENT: Bir yükseliş de var hatta hem sosyal demokrasi de, hem Yeşiller’de.

YÜKSEL TAŞKIN: Var ama bence orada bir kuşak devri olacak. Bizde mesela çok enteresan bir şey var. Modernist diyebileceğimiz kesim CHP’den vazgeçip Yunanistan’da PASOK’tan SYRIZA’ya yaşanan geçişte olduğu gibi bir başka partiyi de yükseltmiyorlar. CHP’ye “kendini toparla, yenile” diyorlar. Ama partinin içine gelip o değişim mücadelesini de vermiyorlar. Gezi’de bir dönem olmuştu bu. Beklentiler çok yüksek ama siyasi partilerin bu kadar beklentiyi ilerici bir şekilde alıp taşıması zor. Toplumsal hareketler, entelektüeller, sendikal hareketler, emek hareketi gibi hareketlerin yükselişte olduğu zamanlarda CHP hemen kendini adapte ediyor. Şu anda ise CHP’ye “bizi diktatörlükten çıkar” anlamında siyasetin taşere edilmesi mevzusu var. Dolayısıyla çok farklı insanların farklı beklentileri oluyor. Yapılan her hamle de bir tarafta memnuniyet diğer tarafta memnuniyetsizlikler yaratıyor.

Dinçer DEMİRKENT: CHP uzun bir kurumsal geçmişe sahip, farklı dönemlerde farklı politik eğilimlerin parti içinde ağırlık kazandığını görüyoruz. Bugün baktığımız noktada CHP’nin içinde liberaller var, sosyalistler var, merkez sağcılar var, ulusalcılar, milliyetçiler var. Türkiye’nin kurucu partisi olmakla kendini tanıtan bir parti dolayısıyla bütün merkez siyasal eğilimlerin içinden çıktığı bir parti. İçinde de bugün onları barındıran bir parti. Bu eğilimlerin CHP içerisindeki karşılığı ne? Kemal Kılıçdaroğlu Perspektif Dergisi’ne verdiği bir röportajda artık solun ve sağın ortadan kalktığını ve CHP’nin bir demokrasi mücadelesi içinde olduğunu söyledi. Demokrasinin içeriğine ilişkin CHP bugün ne diyor, ne vadediyor?

YÜKSEL TAŞKIN: Kemal Bey ondan sonra şöyle açtı: 18 ve 19. yüzyıldaki anlamıyla sol ve sağ geçerli değil dedi. Sonuçta sosyal demokrat bir parti burası ve tüzüğü, programı buna göre oluşmuş. Orada kast ettiği dönemin ruhuna göre hareket eden bir parti olma iddiasıydı. Ben onu düzeltme refleksi ile konuşmuyorum şu anda çünkü çok sayıda konuşmasında sosyal demokrasiyi vurguluyor. Örneğin Cumhuriyet Gazetesi’ne yazdığı yazıda “alçakgönüllü bir uygarlığa çağrı”, sosyal devletin yeniden inşası” gibi sosyal demokrat temalar var. Dolayısıyla kimlik olarak sosyal demokrat duruşundan vazgeçmiş değil, değiliz. Biraz güncelliği yakalama anlamında bir vurguydu o.

CHP’de bence liberal bir kanat yok. Olumlu ya da olumsuz bir anlamda söylemiyorum. Türkiye’de şu anda radikal sağ bir iktidar var. Ben öyle düşünüyorum. Türkiye’nin batıdan kopmasını ya da seküler değerlerden kopmasını istemeyen merkez veya merkez sağ unsurlar da CHP’ye doğru bir yönelme içine girdiler. Bunun da parti kadrolarına belirli bir yansıması oldu.

Dinçer DEMİRKENT: Ben asıl olarak kadrolardan bahsettim.

YÜKSEL TAŞKIN: Kadroları konuşuruz ama bunu şöyle tamamlayayım. İyi Parti, Gelecek Partisi ve Deva Partisi’nin kurulması ile beraber bizim kendi alanımıza, sosyal demokrat iddialara, sosyal bölüşüm gibi konulara yoğunlaşabileceğimiz bir iklim de oluştu. Bu noktada bir normalleşme olduğunu düşünüyorum.

CHP kadrolarına baktığımızda. Trakya, Ege gibi bölgelerden gelen, sosyalist kültürden ziyade modernleşmeci, modernist kültürden beslenen insanlar var. AKP ve benzeri yapılarda kendilerine alan bulamadıkları için Alevilik üzerinden gelenler var. Ama çok güçlü bir sol kültürden gelen, gençliğinde belirli bir süre sol hareketlere meyleden, orada biriktirdiği bir kültür olan bir insan grubu da var. Bunlar mesela çok aktifler. Gençlik mücadeleleri döneminden gelen bir ağları da var bu grubun. Van’a da gitseler, Rize’ye de gitseler o ortak hafıza üzerinden ilişkileniyorlar. Birileri partinin sol geleneği ile hafızası ile uygun olmayan bir şey yaptığında önce onlar tepki koyuyorlar.

Ulusalcılık konusu hep tartışılır. CHP’ye sert ulusalcı bir yön atfedilir. Ben partide daha yumuşak, pragmatik ve yer yer ulusalcı olabilen bir kesim de olduğunu düşünüyorum. Bu ölçülebiliyor zaten. Böyle de bir grup var partide. Fakat bunlar sandık yoluyla otoriter rejimden çıkma konusunu kabullendiler bence. Şu anda Kemal Kılıçdaroğlu partiyi bu ittifak stratejisine ikna etmiş durumda. Dolayısıyla çok sert ulusalcılık üzerinden partimiz dışından yapılan taarruzların örgütte pek bir karşılığı olmadığını da görüyoruz. Ulusalcı hassasiyeti olanlar da CHP’de var ama demokratikleşme hedefi ortaya konulduğunda ve bu şekilde iktidara geleceğiz denildiğinde bir sorun yaratmıyor. Türkiye’nin mevcut durumundan çıkış stratejisi doğru konulduğunda partideki insanlar oraya doğru giderken esneyebiliyorlar. Katı tepkiler vermiyorlar.

Ama mesela bu otoriter rejimin emek alanında çok büyük saldırılar yapması, yolsuzluğun, işsizliğin derinleşmesiyle umuyorum Türkiye’den yeniden aşağıdan yukarıya doğru bir emek hareketi oluşur. Öyle bir umut içerisindeyim. Bu hareket içerisinde muhafazakar insanların çocukları da olabilir. Anne ve babası dindar olup emek hareketi içerisine katılanlar da olabilir. İdeolojik ilişkilerin çıplak bir şekilde kavrandığı bir moment oluşabilir. Biz bu alanda yakın temaslar kurabiliyoruz. AVM çalışanları, apartman görevlileri, EYT mağdurları gibi gruplar ile konuşuyoruz. Bu dönem böyle mikro ilişkiler kurmaya çalışıyoruz.

Buralarda şunu hissettik: Dedim ya bir ara merkez sağdaki boşluk nedeniyle orayı tutmak zorunda kaldık. Şu anda ise toplum sosyal adalet ve bölüşüm meselesine her zamankinden daha fazla alıcı. Oradan bir emek hareketi çıkabilir. Güçlü bir kadın hareketi var mesela. Kadın hareketinin dinamizmi bizi şaşırtıyor. Emek hareketi de bir dinamizm yaratır ama şu zihniyeti kırabilirsek: “Ben Sünni bir yoksulum, yirmi yıldır hiçbir şey kazanmadım ama Tayyip Erdoğan bizi temsil ediyor, o yüzden ona oy veririm.” Bu zihniyet kırıldığı zaman Türkiye’nin şu kilitlenme halinde kurtulup, çok farklı tartışmalara yönelebileceğini düşünüyorum. Şu anda otoriter rejimden kurtulma ve ona karşı endişe halinden kaynaklı siyasetin yeni kavramlar üzerinden tartışılmadığı bir hal var. Fakat bunun da kırılabilmesi için toplumun gerçek sorunlarının; fakirleşme, işsizlik, üretimsizlik gibi sorunların yoğun olarak dert haline getirilmesi ve oy verirken yaptığı tercihlerin öneminin düşünülmesi gerekiyor.

Biz bu dönemde ısrarla şunu anlatmaya çalışıyoruz: Verilen oy yoksullaşmanın, özgürlüklerinden mahrum kalmanın nedeni dolayısıyla oy verirken kimlikler üzerinden değil de hayatının çalınıp çalınmayacağı üzerinden oy ver. Buraya taşımaya çalışıyoruz. Israrla sokakta ekseni bunun üzerine kurmaya çalışıyoruz. Öbür taraf bizi yine kimlik siyasetinin içerisine hapsetmeye çalışıyor. Ayasofya gibi mevzular üzerinden. Bu o konunun önemsiz olduğu anlamına gelmiyor. “Sizdeki başörtülüler vitrin” diyor mesela. Hep o zemine çekme çabası var. Kimlik konusunun acımasız sınıfsal hiyerarşilerin derinleşmesinin bir kapatanı olarak işlev gördüğünü çok net bir şekilde görüyoruz. İnsanların kimliklerini önemseyelim, saygı duyalım ama oralarda donan bir siyasetin de bu ülkenin çok korkunç iktisadi meselelerini, hırsızlıkları, yoksulluk, yolsuzluk, yasaklar mevzularını örtmeye yaradığını da görmek gerekiyor.

Dinçer DEMİRKENT: Söylediklerinizden şöyle bir şey mi çıkarmalıyım: “Toplumun bunu anlaması gerek” mi diyorsunuz?

YÜKSEL TAŞKIN: Bizim anlatamadığımızı söylüyorum, toplumun anlamadığını değil. Mesela işsiz kalmasının nedenini kendi yetersizlikleri olduğunu düşünen bir kişiye, sistemdeki tercihler nedeniyle onun 18-20 yıldır yoksul olduğunu ve yardımlar ile ayakta kalabildiğini yeterince gündeme getirememişiz. Sınıfsal tercihlerin siyaset üzerinden döndüğüne ve yirmi yıldır o arkadaşımızın yaşadığı sıkıntıların aslında bunlarla alakalı olduğunu tartışamamışız.

Belki 1970’li yıllarda da Ecevit’in yapmaya çalıştığı biraz buydu. İnançlı insanlar da pekala ilerici olabilir gibi bir kurgu üzerinden bunu aşmaya çalışıyordu. Yoksa siyaset kimliğe sıkıştığında, mezhebe sıkıştığında hep sağ siyasetin burada avantajlı olduğunun farkındaydı. Biz mesela yeniden insanlara siyasetin sosyo-ekonomik alanla ilgili tercihlerle ilgili olduğunu ve kendilerinin de bu tercih konusunda kilit rolde olduklarını anlatmaya çalışıyoruz. Yoksa bilinçlendirme anlamında değil, toplumu aydınlatma anlamında değil. Bence biz o alanda uzun süre var olamadığımız için bahsettiğimiz şey oldu.

Dinçer DEMİRKENT: Siz diyorsunuz ki güçlü bir emek hareketi yok ama bakınca çok fazla sayıda grev var, neredeyse her iş kolunda, her yerde türlü direnişler var. Madende, hizmet sektöründe… CHP bu grevlerde direnişlerde olmadığı için çok eleştiriliyor.

YÜKSEL TAŞKIN: Bence oralardan yeni kuşak aktivistler çıkıyor. Onlar da iktidarın Türkiye’yi sıkıştırmaya çalıştığı kutuplaşmanın ötesinde bir yerdeler fiilen. Fiilen ötesinde olma durumunun dili de oluşursa çok iyi olur. Biz de oraya uyumlanmak istiyoruz, orayı aydınlatmak değil. O zeminin üzerinde siyaset yapmak istiyoruz. Gerçekten kutuplaştırma siyasetinin ötesine geçmenin yolu toplumun gerçek meseleleri ile hemhal olabilmek. Sosyalist hareketler de mesela bu bahsettiğiniz kesimler ile bağ kurmayı çok önemsemesine rağmen bağ kurabilmiş değil. Hepimizle alakalı bir sıkıntı var. Ben partide sosyal politikalardan sorumluyum. Duyduklarım sonrasında dehşet içinde kalıyorum. Ben de çok varlıklı bir aileden gelmiyorum ama şu anda Türkiye dehşet bir dönem yaşıyor. Kuralsız, acımasız bir yağma düzeninden kaynaklı şok bir yoksullaşma yaşanıyor. Salgınla beraber biraz daha hissedilen ama salgından öncesi de olan bir yoksullaşma var. Biz bu insanlara ne diyeceğiz? Ben sosyal politikaların ayni ve nakdi yardım dağıtılmasına indirgenmesinden çok rahatsız oluyorum. Peki ne yapacağız? Bu insanları yalnız bırakamayız. Bir yandan da yeni bir sosyal devlet inşa etmemiz lazım. Bu sosyal devletin inşasının sürdürülebilir olması için üç şey gerekiyor. İstihdam yaratan üretim gerekli. Maalesef her üretim istihdam yaratmıyor. Böyle de acımasız bir dünyadayız. İkincisi herkesin gücü nispetinde katıldığı, aflarla sürekli sulandırılmayan bir vergi sistemi. Mesela bir esnaftan 10 lira vergi alınmaya çalışılıyor fakat bu ödenemiyor. Sonrasında aflarla sulandırılıyor ya, ben diyorum ki “10 lira yerine 1 lira alalım fakat aflarla sulandırmayalım”. Herkes gücü nispetinde vergi versin ve bu varlıklıların da vergi kaçırmasının engellendiği bir sistem olsun. Bir de hak temelli kapsayıcı bir sosyal devlet olsun. Üçünün inşa edilmesi bir sol program, sosyal demokrat bir önerme olması lazım.

Bunun yerine popülizm ile top çevirmek de mümkündür mesela. Millet fakirleşirken bile dolaylı vergiler yüzünden muazzam bir gelir elde edebilen bir devlete sahibiz. Diyelim ki biz iktidara geldik. Bunun büyüsüne kapılıp, en fakir kesime bir şeyler dağıtıp bu düzeni aynen devam ettirdik. Ne olacaktır biliyor musunuz? Şu anda 23 milyon çalışan 13 milyon emekliye bakmak zorunda, prim vererek. Biz kadınları ve gençleri istihdama katarak o 23 milyonu 40 milyona çıkarsaydık, şu anda emekliler 5 bin lira maaş alabileceklerdi. Ya bunu başarabileceğiz ya çok feci bir şekilde yoksullaşan ülke haline döneceğiz.

Bu sosyal demokrat önermeler ve sol önermeler aslında toplumun ayakta kalabilmesi için de gerekliler. Biz fantezi yapmıyoruz. Bu çukurdan nasıl çıkılabileceğine dair gerçekçi önermeler sunuyoruz. Dönemin ruhunun da buraya evrilmesi, neoliberalizmin yarattığı tahribatı artık sürdürülebilir olmaktan çıkmasıyla da alakalı. Buralardaki her türlü tartışma her türlü dinamizme destek vermek gerektiğini düşünüyorum.

Dinçer DEMİRKENT: Bu dediklerinizle birlikte düşünerek soracağım. CHP’nin bir tür muhafazakar seçmen mitine, sizin kimlikçilik olarak eleştirdiğiniz bakışa da heves ederek, Gezi gibi bir hareket ortaya çıkmışken, onun hemen bir yıl sonrasında gerçekleşen seçimlerde MHP’li ve İslamcı Ekmeleddin İhsanoğlu’nu Cumhurbaşkanı adayı olarak göstermesi gibi bir örnek var önümüzde. Örnekler çoğaltılabilir. Bunu nasıl açıklarız? CHP’yi tanımlayan temel ilkelerden birisi laiklik iken ve laikliğe ilişkin çok temel problemler yaşanmaktayken; muhafazakar kesimi dönüştürmek, seçmenle başka bir ilişki kurmak, sizin dediğiniz gibi kimliğe dayalı kutuplaşmaya aşacak bir politika geliştirmek yerine CHP’nin o seçmenin gönlünü almaya yöneldiğini gördük. Bunu nasıl değerlendirirsiniz? Bir yandan kimlikler önemli, farklılıklar önemli fakat siyaseti farklılıklara indirgemeden yapmak gerekli ve siyasetin temel meselelerinden birisi de bölüşüme nasıl karar verileceği sorunudur diyorsunuz. Ama öte yandan CHP’nin muhafazakarlaşma eğiliminin bir parçası olduğuna yönelik güçlü, temellendirilmiş, olgulara dayanan bir eleştiri var.

YÜKSEL TAŞKIN: Bence parti tabanı da örgütü de bu kalıba oturmuyor. CHP tabanında Türkiye’nin modernleşme süreçlerinin neticesi olan, yani eğitim yoluyla bir yerlere gelen, hegemonik olan dini anlayışın dışında kalanlar vs., bir de kentlerde yavaş yavaş siyasal süreçlere katılıp yavaş yavaş CHP’ye katılan kesimler var. Bizim aslında oy tabanımız bunlar. Bir de şöyle bir şey var. 1990’ların ikinci yarısındaki siyasal İslam’a Türkiye’de sol nasıl yanıt vereceğini bilemedi. Bence Kürt meselesinde de tam olarak nasıl yanıt vereceğini bilemedi. SHP çok iyi bir deneyimdi ve bence başarılı olması çok iyi olurdu. Alevi meselesinin yükselmesi, Kürt sorunu, siyasal İslam ve neoliberal hegemonya meselelerinden hiç birine doğru düzgün yanıtlar veremedik. İyi niyetliydik. İnsan hakları ve demokratikleşme konusunda, Kürt sorununun erkenden tanınması ve çözümü konusunda diğerlerinden daha iyiydik ama bütün olarak bu dört alanda yeterince iyi sınav veremedik.

Türkiye’de bir de şöyle bir şey var: Merkez sağın 1950’lerden beri hakim olan hali çok sert değildi. Ilımlıydı bence ve dinin siyasallaşarak güçlü bir şekilde hayatın içine girmesi 1950’ler, 1960’lar ve 1970’lerde hep ertelendi. Sonrasında yeni bir kentleşme dinamiği ile bunun şiddetli bir şekilde yaşandığı dönem oldu. Bütün bunlara nasıl yanıt verileceği konusu o kadar kolay olmadı ve bocalama dönemi oldu.

Fakat ben aslında %50+1 sisteminin gerektirdiği şeyleri bir muhafazakarlaşma olarak görmüyorum. Ona da biz yanıt vermek zorunda kalıyoruz. O dönem MHP tandanslı bir aday çıkarılırsa şansı olur gibi bir düşünceyle bu yapıldı. Bu CHP’nin kendi kaynakları, oy gücü daha yüksek olsa tercih edeceği bir şey değil bence. Ben size demin bir dönüşümden bahsettim. Şu anda bence muhafazakar kesimin kendi içerisinde de bir çatlama var. Oradaki gençler, kadınlar ve yoksullarda. Çok ilginç bir şey söyleyeyim size. Son dönemde AKP’den en çok uzaklaşanlar arasında en alt gelir grubu da var. Biz onlarla bir bağ kurduk. En alt gelir grubundan da bize bir yönelme var. Kürt gençlerinden de eğitim düzeyleri arttıkça güçlenen bir alakalanma var CHP’yle. Dolayısıyla bir aslında siyaseti başka bir yere taşımak için olanaklara sahibiz demin anlattığım çerçevede. Emin olun bu dönem Cumhurbaşkanı adayının kendi parti kültürümüze, geleneklerimizi ve tandansına daha uygun olması için çaba harcayacağız. Siyasette daha aktif olmamız, yerel seçim dinamiğini daha güçlü bir şekilde yakalamamızdan kaynaklanan siyasette yeni aktörler de görüyorsunuz. İsim kullanmayacağım şimdi. Hatta bence AKP’den koparak siyasi parti kuranların şöyle bir hatası oldu. Onlar Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçiş döneminde yalpaladılar ve geç partileştiler. Siyaset boşluk kabul etmediği için bu bahsettiğim yeni aktörler bizim partimizin siyasi kültürüne daha yakın oldu.

Şöyle bir mücadeleyi veriyoruz biz: Birincisi, %50+1 oyununu toplum görüyor zaten ve enteresan bir şey olduğunu düşünüyorum ben. Sadece anketlere şu parti %2 arttı ya da azaldı diye bakmıyorum. Anketlerden öte dip dalgalar anlamında araştırmalara baktığımda %50’lik şu mevcut düzenden çıkmak isteyen bir makuliyet oluştu. Bir yandan ona da hitap etmemiz lazım çünkü olağanüstü radikal sağ ve çok tahripkar bir iktidarla mücadele ediyoruz. Ama bir yandan da demokrasi ittifakı ya da Millet İttifakı’nda yan yana geldiğimiz asgari müştereklerimiz olan partilerle de rekabet halinde olduğumuzu da unutmayalım. Biz o rekabette biraz daha kendi tabanımızın özlemlerine daha yakın bir aday çıkarmak için elimizden geleni yapacağız. Onun da yolu oyumuzu arttırmaktan geçiyor. Bu dönemin ruhu biraz daha öyle.

Ben Türkiye’de laikliğin marjinal olduğunu düşünmüyorum. Sağ ve muhafazakar kesimden olanların bir kısmı zaten laikliğe sıcak bakarlardı. Özellikle 15 Temmuz’dan sonra ve şu anda laikliğin çok olumlu bir değer olarak anlatılmasının zemini de var. Ben buna inanıyorum. Demokrat insanların kendi değerlerinden utanmasını gerektiren hiç bir şey yok. Tam tersi aktif olarak savunmalarını gerektiren çok şey yaşandı Türkiye’de.

Dinçer DEMİRKENT: Bu aslında tam da CHP’ye yöneltilen eleştiriydi. Kendi değerlerini ön plana çıkaran bir siyaset tarzı izlememesi şeklinde.

YÜKSEL TAŞKIN: Şöyle söyleyeyim; %50+1 sisteminde kendi değerlerini koruyarak bir yandan da otoriter rejimden çıkmak arasında bir denge zarureti var. Bunu kabul edenlerle daha rahat konuşuyorum; kabul etmeyenlerle nasıl ortaklaşabileceğimizi bilmiyorum. Türkiye’nin neresine giderseniz gidin insanlar “bizi bunlardan kurtarın” diyorlar. Ama şunu söyleyeyim; biz güçlendirilmiş parlamenter sistem diye bir dönüşümü savunuyoruz. Eskisi zayıflatılmıştı. Çünkü cumhurbaşkanlığı üzerinden muazzam bir alan açılmıştı. Bu dönüşümü gerçekleştirdiğimizde kendimiz olarak, kendi partimiz olarak daha rahat siyaset yapabileceğimiz bir zemin de oluşacak. Bu dönüşümü bu yüzden de savunuyoruz.

Ne kadar oy arttırabilirsek, özellikle gençleri ne kadar yakalarsak, gençlerin demokratik değerleri ya da liyakat vs. gibi değerleri ile birlikte yan yana var olabilmeye ya da laikliğe son derece açık olduğunu görüyoruz. Onları kazanabilirsek bu da kendi iddialarımızı çok daha rahat hayata geçirebileceğimiz anlamına geliyor. Bizim iddiamız oy nispetimizde, gücümüzle beraber artacaktır.

Dinçer DEMİRKENT: Bir plebisiter diktatörlük rejiminde sürekli seçime dayanma ve sürekli onay ihtiyacı vardır. Son on yılda bunu yaşadık. Artık sanırım seçim gücünü de demokratik meşruiyeti de kaybettikleri için iktidar ittifakının seçime ilişkin stratejisi de farklılaşacak. Diktatörlük plebister yönünü kaybediyor. Bugünlere bizi taşıyan sürecin en hızlı adımları 7 Haziran ile 1 Kasım 2015 arası dönemde atıldı. O dönemde şiddetin bir anda arttığını görüyoruz. Çözüm süreci ya da barış süreci olarak adlandırılan sürecin bitirildiğini görüyoruz. MHP ile AKP arasındaki ittifak kararının da belki o dönemde verildiğini söylemek mümkün.

YÜKSEL TAŞKIN: Eski Türkiye’nin ittifakı diyorum ben ona.

Dinçer DEMİRKENT: Ben de 12 Eylül’ü konsolide eden ve hatta sınırına taşıyan bir ittifak olarak görüyorum.

YÜKSEL TAŞKIN: Topluma karşı bir ittifaktır. 7 Haziran Türkiye’de demokratların kendilerine güvenmeleri gerektiğini gösteren bir potansiyel verdi. Özcülüğe sıkışmanın aşılabileceğini gösterdi. “Sen doğuştan böylesin ve buna oy verirsin” anlayışının kırılabileceğini gösterdi.

Dinçer DEMİRKENT: Çok önemli bir kırılmaydı.

YÜKSEL TAŞKIN: Aslında 7 Haziran bitmiş değil. Ben Gezi sürecinde yaşanan karşılaşmaların mesela bir solcunun LGBT bir bireyle karşılaşmasının, bir HDP’linin bir Kemalistle karşılaşmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Gezi’nin 7 Haziran’da ve en son yerel seçimlerde etkisi var. Herhangi bir pazaryerine gittiğinizde eğitim şansı olmamış insanların bile siyaseti nasıl iyi okuduğunu görüyorsunuz. Bütün bunlarda bir etkisi var. Otoriterlik de bir birikim yaratıyor. Onlar da kendilerine göre deneme yanılma yöntemi ile netice almaya çalışıyorlar. Biz de aslında birçok olumlu süreç yaşadık.

Geçen birisi dedi ki otoriter sıkışma zamanlarında çok güçlü kadın siyasi figürler çıkar. Bakın Şebnem Korur Fincancı, Canan Kaftancıoğlu gibi figürler var. İktidar bu figürlerin üzerine gittikçe hiç geri adım atmadan bir pozisyon koruyorlar. Meral Hanım bir dönem FETÖ’cülük suçlamasıyla ve eril bir dil üzerinden saldırıya uğradı ve bu süreci çok iyi taşıdı. Bütün bu noktalarda toplumun modernleşme birikiminin doğrudan veya dolaylı olarak bir siyasal direniş de yarattığını görüyoruz. Ben bunları söyleyince insanlar bana “siz seçimi bekleyelim iyimserlerindensiniz” diye bir eleştiri yapıyorlar. Bir solcu olarak, ÖDP’de uzun yıllar bulunmuş biri olarak ben etrafımdan gelen eleştirileri çok önemsiyorum. Bizim MYK toplantılarımız 6-7 saat sürüyor. Bu eleştirileri hafife almıyoruz. Öyle değil. Dinliyoruz, anlamaya çalışıyoruz ve kendi aramızda değerlendirdikten sonra bir yere varmaya çalışıyoruz. Biz kendi dışımızdaki sol kesimden ya da demokrat kesimden gelen eleştirileri önemsemiyor değiliz. Hatta orada nasıl yankılandı diye soruyoruz. Ama siyasetin ve muhalefet alanının daha dinamik olduğu, daha fazla aktör ürettiği ve moral üstünlüğü aldığı düşüncesindeyim. Bu üzerinde siyaset yapacağımız zemin zorlu olmayacak anlamına gelmiyor. Zorlu bir süreç olacak ama kendi potansiyeline de inanılması gereken bir süreç.

Seçimin tek enstrüman olmadığını, seçime yönelik süreçlerde moral üstünlüğümüzü de güçlendirmemiz gerektiğini tabii ki biliyoruz. Ama seçimden önceki 6 ay ile seçim yaşanan 24 saatin çok önemli olduğunu da unutmamak gerekiyor. Siyasal partilerde davul benim boynumda olsun, eleştirilelim. Ama toplumsal süreçlerde birlikte hareket edelim, varsın sorumluluk yine bizde olsun. Biz öyle bir şey istiyoruz yani. Bütün bu süreçlerde bizim dışımızdaki bileşenlerle de yan yana gelelim. Ama seçimin siyasal sorumluluğu yine bizde olsun.

Dinçer DEMİRKENT: CHP 7 Haziran sonrası AKP’nin hükümetin kurulmasının engellenmesi stratejisi olan istikşafi görüşmelerin parçası oldu. Bence bu talihsiz bir adımdı. Ardından Mayıs 2016’da Anayasa’ya aykırı olduğu açık olan dokunulmazlıklar ile ilgili anayasa değişikliği geldi. Sayın Kemal Kılıçdaroğlu da bunu söyledi ama oy verdi.

YÜKSEL TAŞKIN: Bence referanduma gidilmemesi için bir taktik yapıldı orada. O konuda bize haksızlık yapıldığını düşünüyorum. 130 kişilik grubun 110 kadarı biliyorsunuz hayır verdi. Nasıl bugün HDP’nin kapatılmasına dair bir çılgınlık ve sürüklenme yaşanıyorsa iktidar bloğunda biz o dönemde referanduma giderek, içinde idamın da olduğu bir paketle bunun olmasını engelledik. Zaten oy olarak geçireceklerdi orada biliyorsunuz.

Dinçer DEMİRKENT: Mümkün ama AKP çok uzun süredir test ediyor diğer siyasal aktörleri. Nereye kadar gidebileceklerini sınıyor.

YÜKSEL TAŞKIN: Onların da yegane bir aktör olarak her düşündüklerini yapabildikleri, bütün kurdukları “tuzakları” sorunsuzca planlayıp uygulayabildikleri bir kapasiteleri olmadığını fark etmek lazım.

Dinçer DEMİRKENT: Ama işte kurulan tuzağı, kendi tuzağı haline getirmek, iktidarı kendi tuzağına düşürmek CHP’nin hiç yapmadığı, denemediği bir şey oldu. Bir ilke ve değeri ısrarla savunabilseydi; örneğin Gezi’de biriken enerji Ekmeleddin İhsanoğlu’nda emilmeseydi belki de 2016’da dokunulmazlıkların kaldırılması süreci bir referanduma gidecek ve hayır oyuyla sonuçlanacaktı. Belki de bugünlere hiç gelmeyebilirdik. Suriye’nin kuzeyine yapılan harekatlara ilişkin savaş tezkereleri de CHP tarafından bir tuzak düşüncesinin sonucu olarak onaylandı. Bunlar ilk sorduğum sorudaki çerçevede, “CHP bir devlet partisidir” önermesi bağlamında tartışıldı. Örneğin son yaşanan Gara olayında bu değişti.

YÜKSEL TAŞKIN: Devlet partisi olmanın fiziki koşulları yok, zihni koşulları da çözülüyor demiştim. Belki CHP’ye yakın olduğu varsayılan medya içerisinde bu tortular daha fazladır partiye göre. Parti içinde son dönemde yaşanan dönüşümlere karşın o kesimde de bir direnç oluşabiliyor. O nedenle ben doğrultumuzun doğru olduğunu düşünüyorum. Mesela son hafta Veli Ağbaba’nın başında olduğu bir heyet Van’dan başlayarak Güney Doğu illerinde bir gezi yaptı. Nasıl olumlu bir karşılama olduğunu medya görmedi ama entelektüellerin yani sizlerin görmesi lazım. Niye? Çünkü milliyetçilik üzerinden çok büyük bir tazyik var üzerimizde. Tabanımızın bir kısmı da bunun etkisi altına giriyor. Televizyonlarda CHP’nin içerisindeymiş gibi görünen ya da yakın zamanda kopmuş insanların bu alandan bize tazyik yaptıklarını görüyoruz. HDP ile yakınlaşma, Atatürkçülükten uzaklaşma gibi eleştiriler var. Ama oradan bile şunu görmek mümkün. Parti daha demokrat bir tutuma doğru yöneldiğinde oluşan reaksiyonlardan çok şey anlaşılabilir. İkincisi, bizim yine bahsettiğim illerde oyumuz artıyor. Bizim seçmenimiz matematik oy verir. Baraj nedeniyle yine ona göre oy verme davranışı olabilir. Ama şunu görebiliyoruz. Siyaset biraz normalleştiğinde hiç kimse hiçbir partinin tapulu arazisi değil. Oradan da bize oy gelebilir, bizden oraya gittiği gibi. Biz yeterli kritik momentlerde demokrat duruşumuzu koruyalım. Kürtlerden bize olan teveccüh şu anlamda önemli: Onlar Türkiye’nin otoriter rejimden çıkmasını istiyorlar. İkinci olarak CHP’nin o otoriter çizgiye yanaşmaması ve uzağında durması onları memnun ediyor. Son yerel seçimlerdeki yan yana geliş de bence o anlamda çok olumlu yankılandı. Türkiye’nin demokratlarının özgüvenli olması ve kendi değerlerinden utanmaması gerektiğini söylemiştim. Dolayısıyla biz aslında %50+1’i de dikkate alan ama belirli prensiplerden taviz vermeyen bir çizgiye oturmuş durumdayız. Fezlekeler konusunda mesela ilkesel tavrımızı başta koyduk. Hukuki ve siyasi tavrımızı da onun peşinden koyduk. Bizim duşumuzun ardından Meral Akşener’in de fezlekelerin zamanlamasını iyi niyetli olmadığını söylemesi birdenbire toplumda bir ferahlama yarattı. Sadece biz değil merkez sağ ve sağdaki aktörler de bu konularda evrensel standartları tutturduğunda toplumun neredeyse yüzde altmış oranındaki kesimi gerekli tutumu takınıyor. Yani siyasetin cesur olması gerekiyor. Elimizden geleni yapıyoruz bu konuda diye düşünüyorum.

Dinçer DEMİRKENT: AKP’nin bugüne kadar muhalefeti test edip sürekli atladığı eşiklerden bahsettim. Muhalefetin mesela, AKP’yi böyle sınava çekmesi mümkün değil mi? Örneğin HDP’yi kapatma davası açıldı. Hukuki bir karar verilmeyeceğini öngörmek çok zor değil.

YÜKSEL TAŞKIN: Şu anda nasıl karar verileceğini bilmiyoruz. Çok sayıda etken var. Hukuk onlardan sadece birisi.

Dinçer DEMİRKENT: Diyelim ki HDP kapatıldı, siyaset yasakları kondu ve yeni bir partinin seçime girmesine izin verilmedi. CHP bu noktada 1990larda SHP’nin girdiği hattı takip ederek kapatılmış parti üyelerinin seçimlere CHP’den girmesi gibi bir yolu seçebilir mi? Oyun kurmak, oyunu göstermek ve siyasetin önünü açmak ve siyaseti yeniden şekillendirmek sanırım böyle cesur hamlelerle mümkün.

YÜKSEL TAŞKIN: Biz parti kapatılmasının yanlış olduğunu söyleyerek buradaki ilkesel duruşumuzu koruyoruz ama şöyle bir şey var. Partileri kapatılsa bize oy verirler demek de bir tür siyasal oportünizm olarak algılanabiliyor. Orada çok hassas olmak lazım.

Demokrasi nedir? Muhalefetin rahatlıkla örgütlenebildiği rejimdir. İkinci olarak ise seçim kaybedenin barışçıl yollarla iktidarı teslim etmesidir. Tunus mesela başardı bunu. Orada sorun yok anlamında söylemiyorum ama başardı. Biz mesela 687 kişiye siyaset yasağı getirilmesinin ne anlama geldiğini gayet iyi biliyoruz. Bu kesinlikle felç etme operasyonudur. Dolayısıyla Anayasa Mahkemesi’nden ne çıkacağını bilmiyoruz. 15 üyeden 10’unun oyu gerekiyor. O sayı tutturulamayabilir. Ama bir zayıflatma hamlesi var. Fakat şu unutuluyor. Hep parti üzerinden tuzaklar kuruluyor ve ben bu noktada Erdoğan’ın da sürüklendiğini düşünüyorum. Bütün inisiyatif onda olsaydı bu konuda böyle bir plan mı yapardı emin değilim.

Diyelim ki siz HDP seçmenisiniz. Kapatılmanın ardından sandığa küser misiniz yoksa Erdoğan karşısındaki en kuvvetli ikinci cumhurbaşkanı adayına mı oy verirsiniz? Bence bunu göremeyen hamleler bunlar. Bu siyasi tuzağın doğru hesaplar içinde olmadığını düşünüyorum. Son tahlilde o insanların temsilcisiz kalmaması için taşın altına girmek gerektiğini düşünüyorum. Ama şu anda bize oy verirler dediğimizde bu yanlış olarak bir siyasal oportünizm olarak algılanabilir. Demokratlar yaratıcı biçimde seçenek üretmekle yükümlüler. Bu tuzaklara karşı ne yapalım böyle olsun dememek gerektiğini düşünüyorum. Yani gerekirse farklı seçenekler değerlendirilebilir. 1990’larda Erdal İnönü’nün bir çabası var. O dönemde Kürtlerin SHP’den kopmasının ne büyük bir bedeli olacağı görüldü. Fakat o dönemin medyasını hatırlayın. Görsel medya yeni yeni geliyordu ve SHP’nin üzerine nasıl çullandıklarını çok iyi hatırlıyorum. Bu durum ülkenin batısında ciddi oy kaybına yol açtı. Ama İnönü anketler önüne geldiği halde bunu yaptı. Emin olun o hafıza bir yerlerden insanları yakalıyor yine. İnönü zamanı hatırlanıyor ve o hafıza kaybolmuyor. Yine böyle bir tarihsel kırılma anı yaşanırsa çok doğru bir tutum takınmamız gerektiğini düşünüyorum.

Ama süreç oraya gider mi emin değilim. Bir de bu sistem içerisinde Cumhurbaşkanlığı’nın ne kadar ağırlıklı olduğunun unutulduğu ve partiler üzerinden tuzak kurulduğu gibi bir algı var. Kemal Tahir’in meşhur bir lafı var; “Osmanlı’da oyun çoktur ama köylüde daha da çoktur” der. Biz bu tuzakları boşa çıkarabilecek potansiyele sahibiz. İkincisi, güçlendirilmiş parlamenter sistem gibi asgari müşterekler üzerinden muhalefetin yarattığı iklim gündem belirlemeyi başardığı için o taraf anayasa demeye başladı. Muhalefetin de gündem ve alan belirleyebildiğini görmemiz lazım.

Ben bu söyleşide mümkün olduğu kadar dürüst davranmaya çalışıyorum. İki tane eksen var. Birincisi laiklik ve dindarlık üzerinden yaratılan kutuplaştırma. Bu konuda toplum epeyce olgunlaştı bence. O istismarı boşa çıkarıyor toplum. İkinci olarak da Kürt meselesi üzerinden kutuplaştırma. Bir o kaldı ellerinde. Bence biz bunun da bir istismar alanı olduğunu topluma rahatlıkla anlatabiliriz. Bunu yerel seçimlerde toplum gördü zaten. Türkiye’nin yararına olan nedir? Hiç kimsenin kendisini üvey evlat gibi hissetmediği, entegre olabildiği bir sistem yaratmak. O anlamda baktığımızda hiç anlatılamayacak bir şey olduğunu düşünmüyorum. Bunun üzerinden tuzak kurmaya kalkanlara karşı dur kardeşim, 6 milyon insanın da bu oyunun içerisinde olmasını sağlamak demokratlık gereğidir artı ülke yararınadır diyebilmemiz lazım rahatlıkla. Ben mesela çıktığım her programda bunu söylüyorum. Bunun üzerinden çok lince de uğradım. Aktrol stratejisinin mantığı şudur. Bir alan çizer. Onun dışına hamle yaptığınız zaman da size büyük bir hücuma kalkar. Tam da siyasetin önemli noktası bu. Onların istediği alanın dışında hamle yaptığınızda siyaset alanının nasıl genişleyeceğini görürseniz, Aktrollerin sizi neden orada tutmak istediğini anlarsınız diye düşünüyorum.

Dinçer DEMİRKENT: Aslında bu söylediklerinizin hepsi bir seçimin olacağına ve bu seçimde iktidarda olan ittifakın yenileceğine ilişki bir varsayıma dayanıyor. Fakat “Türkiye’de adil ve güvenli bir seçimin siyasal, hukuksal ve prosedürel güvenceleri var mı” sorusunun ciddiye alınması gereken bir soru olduğu çok defa ortaya çıktı. 2014 yerel seçimlerinde yaşanmış çok ciddi sorunlar vardı. O günden bugüne cebelleşiyoruz. Bugün dünyada AKP rejimine benzer rejimlere baktığımızda seçime ilişkin, iktidarın barışçıl biçimde el değiştirmesinin güvencelerine ilişkin haklı endişeler yaratacak olgularla karşılaşıyoruz. En son Trump örneğini gördük. ABD’deki yargı kurumu, bir kurum olarak var olmasa ABD’nin biçimsel demokrasisini ortadan kaldıracak bir hamleye neredeyse şahit oluyorduk. Türkiye’de benzer bir rejim var, benzer pratikleri deneyimledi. Kendi tarihimizden örnekler var. Tek partili düzenden çok partili düzene geçerken 1946-1950 arasında yaşananlar var. Adil ve güvenli bir seçim olmazsa Demokrat Parti’nin sine-i millete dönme hamlesiyle yürüttüğü seçim güvenliği politikası var örneğin. Seçimlerin bizzat kendisini anayasal-siyasal güvenceye kavuşturma arzusu var ki seçimlerin yargısal denetimi ilk olarak bu mücadele sonucu kazanılıyor. Son dönemde yaşananları gözden geçirelim. 16 Nisan 2017 referandumunda mühürsüz oyların geçerli sayılması, 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde YSK’nın verdiği seçim iptali kararı var İstanbul seçimleri için. İl ve ilçe seçim kurullarının en kıdemli hakimlerin başkanlığında oluşması yerine atanmış hakimlerden kurulacağına ilişkin tekliflerin hazırlandığı bilgisi geliyor. Artık öngörülebilir bir sorun olarak karşımızda duruyor adil ve güvenli bir seçim sorunu. İktidar ittifakının adil ve güvenli seçimlerle değişeceğine ilişkin inancı sarsan bir durumla karşı karşıyayız.

YÜKSEL TAŞKIN: Bu algının yaratılması için çaba harcanıyor zaten. Bu sorunuzun çok önemli olduğunu düşünüyorum ve ben pembe gözlükle bakmıyoruz dedim. Bu bir mücadele alanı. Biz seçim yoluyla iktidar değişimi hakkını ve ihtimalini sürekli savunmak zorundayız. Bu o taraftaki korkuyla hazırlanmaya çalışılan tuzakların farkında değiliz anlamına gelmez. Demokrasinin iyi kurumsallaştığı yerde de eşitsizlikler yok olmuyor ki, hiyerarşiler yok olmuyor ki. Yüzde yüz ideal bir sistem yok ama şöyle bir şey var. Bu toplum isterse ve bu toplum harekete geçerse ve siyasi partiler de onlarla uyum halinde hareket ederse Ekrem Bey’in seçimini elinden almak konusundaki tecrübe yeniden yaşanabilir. Seçim sürecinin iyi organize olması lazım. Asgari müştereklerde anlaşabilecek demokratik olgunluk, seçime 6 ay kala çok iyi organize olunması lazım ve seçim günü çok kritik.

Diyelim ki ben bugün seçimlerin hile yoluyla elimizden alınacağını biliyorum. Yine de seçim alanını kullanmak ama otoriter rejimle başka alanlarda da mücadele yürütmek gerekiyor. Bu çok boyutlu bir mücadele. Mesela İstanbul Sözleşmesi konusu. Bu çok önemli bir alan. Şimdi yankılanmamış bir konudan bahsedeceğim. Niye yankılanmadığı da çok enteresan. Yüzlerce kadın kuruluşu bize gelerek 8 Mart’ta bir teklif ilettiler. TBMM’nin fermuar sistemine geçmesi için onlardan gelen teklif ile bir önerge verdik. O önerge kabul edilirse %50 kadın olmak zorunda milletvekilleri. 400’e yakın kadın kuruluşu ile bu birlikte yapıldı. Ve İstanbul Sözleşmesi ile ilgili olarak da nasıl bir yol izleneceğini biz onlara soruyoruz. Orada çok ciddi bir birikim var. Bu bir alan. Hukuk da bir alan mesela. Siz “hukuk zaten her zaman aleyhimize tamamen o zemin bırakalım” diyebilir misiniz? Diyemezsiniz. Onu zorladığınızda bir mücadele alanı oluşuyor. Bir birikim oluşuyor. Pek çok alanda mücadele yürütmek gerekiyor.

Dinçer DEMİRKENT: Şöyle somut bir şey sorayım. Örneğin YSK üyesi hakimler herkes tarafından kabul edilecek adil hakimler olmalı, il seçim kurulları adil olmalı gibi ilkeler etrafında seçimin kurallarını önceden, seçime girecek herkes tarafından belirlenmesinin zorlanacağı bir siyaset alanı yok mu? Bunu CHP yapıyor mu?

YÜKSEL TAŞKIN: Bu daha önce de yaşandı. Biz seçimin, nispeten eşit koşullarda yapılması için uğraşıyoruz. Zaten seçimin şu anda mutlak olarak eşit koşullarda olmadığı açık.

Dinçer DEMİRKENT: Kurallarda eşitlikten bahsediyorum.

YÜKSEL TAŞKIN: Bu konuda daralan bir alan olsa da hala bir alan var. Bizim orada çok güçlü bir şekilde toplumsal baskıyı hissettirmemiz gerekiyor. Toplum oyumu verdim ve sona sahip çıkıyorum anlamında ciddi baskı oluşturduğu zaman iktidarın da aslında alttan alta en büyük korkusu bu. Niye bunlarla oynuyor? Çünkü seçimde toplumun ciddi bir kesiminin onlara oy vermeyeceğini biliyor. Biz bunu çok örgütlü bir baskıya çevirmeliyiz. Tabii ki bu içinde şiddet barındırmayan bir baskı olmalı. Çünkü orada bizi “darbeci” falan diye gayrı-meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Bu toplum eğer kendi iradesine sahip çıkarsa unutmayalım çok sayıda otoriter rejimden sandık yoluyla kurtulunmuştur. Ben siyaset bilimci olarak bunun da çok fazla örneğinin olduğunu söyleyeyim. Ama tabii ki böyle iktidarı bırakmak istemeyen bir gruptan kurtulmak da hiç kolay olmayacak. Trump’ın verdiği tepkilere bakıp burada da böyle şeyler yaşanabilir diye düşünebiliriz. Ama yapılacak seçimler meşru olmayacağı için girmeyeceğiz diyemezsiniz. Varsayımsal olarak şöyle olabilir. Size öyle bir seçim sistemiyle gelirler ki o zaman çıkıp muhalefet partileri olarak biz bu seçim sistemi ile bu oyuna girmeyiz. Şunların düzelmesi gerekiyor. Acaba iktidar partisi mevcut kırılganlığı içerisinde, özellikle iktisadi bakımdan, dışarıya çok daha otoriter bir görüntü verme riskini alabilir mi alamaz mı? Bunları da çok iyi değerlendirmek lazım. Alabilirler. Bu da bir ihtimaldir.

Dinçer DEMİRKENT: Alabileceklerini geçen hafta gösterdiler. (HDP’ye kapatma davası açılması, Gergerlioğlu’nun cezasının onanması…)

YÜKSEL TAŞKIN: Ben tam öyle düşünmüyorum. O kadar elleri rahat değil bence. Ama diyelim ki öyle yaptılar, bu da bir ihtimal ve ben olmaz demiyorum. Diyelim ki Mısır’da ve Suriye’de daha önce örneklerini gördüğümüz tarzda baskı yoluyla seçimi aldılar. Bu toplumun bu hayatı çok fazla benimseyeceğini de düşünmüyorum. Her fırsatta bunu aşmak için çabalayacaktır. Zaten aksi takdirde Türkiye Suriye gibi olur. Ve bütünüyle çöküntü haline girer. Bunu da iktidara oy veren seçmenlerden bir kısmının da anlayabileceği şekilde anlatmamız gerekiyor. Bu iknanın da cebir kadar ve ondan daha güçlü olduğu bir süreç olarak yaşanacağını söylemek gerek. Biz bunun zorluğunun farkındayız. “Sabrediyoruz, sandık gelsin çözeceğiz” demiyoruz aslında. Son bir haftada 3 değişik ilde 3 değişik milletvekili heyetimiz sokakta çalışıyor. İlginç bir şey oluyor. Milletvekili olmadığım için kendime pay çıkarmadan söyleyebilirim. Eskiden sokağa çıktığımızda bu kadar olumlu karşılanmıyorduk. O yüzden vekiller de kendileri gönüllü olarak devamlı geziyorlar. Sokağın dilini, taleplerini, endişelerini iyi yakalarsa muhalefet, bunun yaratacağı baskıya ben kimsenin dayanabileceğini düşünmüyorum. Bizim yanıtımız demokratik yollarla, endişeyi, korkuyu, tepkiyi örgütlemek. Ne kadar güçlü bir dalga yaratırsak karşıdakilerin hamle yapma gücü de azalır veya otoriter blok kendini konsolide edemez, içerisinden çatlar. Çatlama işaretleri Gelecek ve Deva ile verildi aslında. Şu anda Erdoğan sonrası için orada verilen kavga artık kontrol edilemez hale geldi. Dolayısıyla bütün bunları muhalefetin çok iyi takip edip, ona göre de hamle yapması gerekir.

Hiç kolay değil işimiz ama Türkiye’yi demokratik bir rejim haline getirmek ahlaken daha üstün bir çaba ve ben toplumun büyük çoğunluğunun buna destek vereceğini düşünüyorum. 2017’den beri de büyük bir tecrübe birikti. Sandıklara sahip çıkma, sandık örgütlenmesi bağlamında mesela. Örneğin bugün İstanbul İl örgütü öncekilerde aksayan bir iki süreci bile tamir edip ilerleyecek bir enerjiye sahip şu an. Dijital mecrayı da iyi kullanıyorlar o anlamda. Yani şöyle mücadeleden vazgeçemeyiz. Bizim davamız, bizim inandığımız çocuklarımızın daha özgür, daha demokratik ve müreffeh bir ülkede yaşaması. Bunun için verilen her mücadelenin ben çok saygıdeğer olduğunu düşünüyorum. Bundan vazgeçemeyiz. Karşı taraf iktidardan gitmemeye çalışıyor, biz ise Türkiye’yi demokratikleştirmeye çalışıyoruz. Dolayısıyla bizim çok daha ciddi alanımız olduğunu da görmek lazım.

Dinçer DEMİRKENT: Son bir soru sormak istiyorum. CHP ve diğer muhalefet partileri Türkiye’yi demokratikleştirmeyi vaat ediyor ama bunun içeriğine ilişkin benim gördüğüm somut bir program-strateji ortaya konmuş değil. Kemal Kılıçdaroğlu’nun sizin de bahsettiğiniz Alçakgönüllü Bir Uygarlığın İnşasına Doğru başlıklı bir metnini ele alalım örneğin. Türkiye’yi demokratikleştirmenin somut karşılığı ne?

YÜKSEL TAŞKIN: Güçlendirilmiş parlamenter sistem ve onun nasıl bir parlamento hayatı öngördüğü ile ilgili çok ciddi çalışmalarımız var. Kendimiz yapıyoruz ve dışarıdan gelen önerileri de dinliyoruz. Özellikle genç kuşaktan çok güçlü hukukçularımız var. Çok iyi siyaset bilimciler var. Şunu yapınca başarılı olacağımızı biliyoruz; sivil toplumun birikimini katınca başarılı oluyoruz. Genç arkadaşlarımız akademinin en pırıltılı insanları, onları katmaya çalışıyoruz. Şunu söyleyeyim, zayıflatılmış parlamenter sistem dediğimiz, aslında parlamenter sistem olmayan, o yüzden de sağın eleştirirken oransızca istifade ettiği sistemi hiçbir şekilde savunmuyoruz. Geçmişe dönmek değil de yeniyi inşa etmek için çalışmalarımızı yapıyoruz. İYİ Parti’nin, Deva’nın, Gelecek’in, HDP’nin bu konuda asgari müştereklerde yan yana geldiğini söylemek mümkün. Saadet de “denge ve fren mekanizması olursa yarı başkanlık da olabilir” tezini savunuyor. İktidarı esas rahatsız eden de bu. Çünkü nereye giderseniz gidin böyle konularda uzlaşıldığı zaman, oradaki medeniyet birikimini, uzlaşmacılığı gören toplum iktidar kanadındaki hırçınlıktan uzaklaşmak istiyor. İktidarı da bu çok rahatsız ediyor.