“İstikrara oy verin” sloganı ile 1 Kasım seçimlerine giren AKP 24 Kasım’da daha hükümet güvenoyu almadan “milliyeti bilinmeyen” bir savaş uçağının düşürülmesi ile ilk önemli krizi ile karşı karşıya kaldı. Hatay Yayladağı yakınlarında “müdahale edilen” uçağın Rus Hava Kuvvetleri’ne ait bir SU-24 savaş uçağı olduğu sonradan anlaşıldı. Krizin ilk anlarında hükümet bir yandan sınıra tank sevk ederek askeri önlemler alırken bir yandan da meselenin en az hasarla atlatılması için Rus pilotların can güvenliğini sağlamaya çalıştı. Uluslararası planda Amerika, Fransa ve NATO itidal çağrıları yaparken Vladimir Putin’in Rus uçağının düşürülmesini ihanet olarak gördüğünü söylemesi krizin sınırlandırılmasının da ne kadar zor olacağının habercisiydi.
Rus savaş uçağının düşürülmesi temel olarak iki açıdan tartışılması gerekiyor. Bu krizin Türkiye ve Rusya ilişkileri açısından önemli sonuçları olacağını söylemek bilineni tekrar etmekten öte gitmeyecek. Ancak burada Türkiye-Rusya ilişkilerinin kuruluş tarzı ve iki ülkenin siyasal rejimlerinin niteliği bu krize özgün bir karakter kazandırıyor. Krizin tartışılması gereken diğer yanı ise başlıkta “yuvaya dönüş” olarak ifade edilen durum. AKP, özellikle 2009 başındaki “one minute” çıkışından sonra dış politikasında sıklıkla Batı ile olan farklılıklarını vurgulamayı tercih ederek bu alanı kitlesini tahkim etmek için bir araç olarak kullandı. Hamas lideri ile görüşme, İran’ın nükleer kapasitesi konusunda Brezilya ile yapmaya giriştiği arabuluculuk gibi bazı taktik hamleler Türkiye’yi küresel güç haline getirecek stratejik adımlar dizisi olarak lanse edildi. AKP’nin dış politikada yaptığı pek çok girişim sonuçsuz kalırken Arap Ayaklanmarı’nda baharın hazana ermesi ile birlikte Türkiye’nin bölgede oyun kurucusu olma iddiası da belirgin bir yara aldı. Aslında 24 Kasım’da Rus uçağının düşürülmesinden aylar önce AKP dış politikada Batılı ülkeleri temsil eden Atlantik çizgisine yönelmeye başlamıştı. Bu kriz işte bu yönelimin daha da hızlanmasına yol açacak. AKP dış politikasının geleneksel Kemalist çizgiye çekilmesi beklenmemelidir ancak Atlantik çizgi ile ilişkilerin hızlıca tamir edilmesine yönelik çabalar artacaktır. Şimdi bu iki tartışmayı ayrıntılı olarak ele alalım.
İkinci Dünya Savaşı sonrası Moskova – Ankara ilişkileri büyük oranda iki kutuplu uluslararası sistemdeki rekabetin etkisi altında kalmıştı. Soğuk Savaş’ta zıt kutuplarda yer alan Türkiye ve Sovyetler’in ilişkileri güvenlikleştirme pratikleri etrafında şekillendi ve bu durum ekonomik ve sosyal etkileşimi de kısıtladı. Gorbaçov’un açıklık ve yeniden yapılandırma politikaları ve ardından da Sovyetler Birliği’nin dağılması iki ülke arasındaki ilişkilerin çeşitlenmesinin de önünü açtı. Ancak yine de bu dönemde Rusya Federasyonu, Ankara’nın Orta Asya ülkelerine yönelik girişimlerini şüpheyle karşıladı ve Amerika’nın kendi amaçlarını Türkiye’nin dış politikası üzerinden gerçekleştirmeye çalıştığını düşündü. Soğuk Savaş’ın bitmesine rağmen güvenlik konularının ikili ilişkilerin üzerindeki etkisi 1990’lı yıllarda da devam etti. Çeçenistan ve Kürt meseleleri bu yıllarda en önemli sorunlar olarak görülebilir. Tansu Çiller döneminde Genelkurmay Başkanlığı yapan ve Çeçen asıllı olduğu söylenen Doğan Güreş’in Rusya’da bağımsızlığını ilan eden Çeçenistan’a destek verdiği iddiaları Moskova tarafından sıklıkla gündeme getirildi. Türkiye de bu suçlamalara Rusya’nın PKK’ye destek verdiğini iddia ederek karşılık verdi.
AKP’nin kanaat teknisyenleri Türkiye – Rusya ilişkilerinin gelişmesinde miladı AKP’nin iktidara gelmesi olarak alırlar. Ancak ikili ilişkilerdeki asıl kırılma 1999 yılında Ecevit hükümeti döneminde yaşanmıştı. Ecevit’in bir Çeçen militanın Rusya’ya iade edileceğini açıklaması ve ardından Rusya’nın da Moskova’daki PKK ofisini kapatması ve Abdullah Öcalan’ın sığınma girişimlerini engellemesi ikili ilişkilerde önemli değişikliklerin habercisiydi. Aynı yıl Ecevit Moskova’ya bir ziyarette bulunarak Devlet Başkanı Putin ile görüştü. Görüşmelerde iki ülke de karşılıklı olarak birbirinin “hassasiyetlerine” (Çeçenistan ve Kürt meseleleri) saygı göstereceğini ifade ederek ikili ilişkileri güvenlikleştirme sürecinin dışına çıkarmaya çalıştı. 1 Mart tezkeresinin yoğun toplumsal baskılar sonucunda TBMM tarafından reddedilmesi de Rusya’nın Türkiye algısında önemli bir değişikliğe yol açtı. Tezkerenin reddi Türkiye’nin dış politikasının Amerika’nın çıkarları ekseninde belirlendiği düşüncesini zayıflattı.
1999 yılındaki bu önemli kırılma noktasından sonra ikili ilişkilerde ticaret, enerji, turizm gibi konular önem kazanmaya başladı. 2001 yılında New York’ta Türkiye ve Rusya Dışişleri Bakanları “Avrasya’da İşbirliği Eylem Planı”nı imzalayarak ikil ilişkilerde yeni bir dönemim başladığın ilan ettiler. Bu planı sadece Ankara ve Moskova ilişkilerine dair iyi niyetleri beyan eden bir belge olarak görmek yanıltıcı olur. Planın iki ülke arasındaki ilişkilere getirdiği en önemli yenilik siyasi ve ekonomik konuların birbirinden ayrılması olarak görülebilir. Kompartmantalizasyon olarak anılan bu taktik iki ülkenin güvenlik ve siyasi ilişkileri ile ekonomik ilişkilerini ayrılarak farklı kuralların geçerli olduğu ikili bir dış ilişkiler rejiminin kurulmasına dayanıyor. Siyasi çıkarların uyuşmadığı kabul edilerek bu alanda çatışma en aza indirmeye çalışılırken, ekonomik ilişkilerin geliştirilmesine çalışılıyor. Bu ikili rejimde ekonomik ve ticari çıkarların siyasi müzakerelere koz olarak tahvil edilmesinden kaçınılır. Kompartmantalizasyon taktiği ile geliştirilen ilişkilerde işbirliği ve rekabet aynı anda gözlemlense de bu iki alanın ayrı tutulması kuralına riayet edilir. Türkiye ve Rusya arasındaki ilişkilerin 2000’i yıllarda gelişmesinin zeminlerinden biri bu rejimdir. Her ne kadar Rusya’nın Türkiye’den gelen mallara zaman zaman siyasi nedenlerle kısıtlamalar getirdiği görülse de üst düzeyde yapılan girişimlerle bu sorunlar giderilmiştir.
İkili ilişkilerde diğer önemli değişiklik ise 2005 yılında Başbakan Erdoğan’ın Soçi’ye yaptığı ziyarette görünür oldu. Putin ile Erdoğan’ın samimi bir ortamda yaptığı görüşmeler ikili ilişkilerin kişiselleştirilmesinin habercisiydi. Özellikle bu tarihten sonra ikili ilişkiler sadece ulusal çıkarlara dayanan bir iş ve diplomasi ilişkisi boyutunu aşan karşılıklı dostluk ve sempatiye dayanan ilişkiler olarak yeniden üretilecekti. Basına verilen samimi pozlar, baş başa yapılan görüşmeler, yazılı olmayan taahhütlere duyulan güven ve dostluk ifadeleri ile Moskova ve Ankara arasındaki ilişkiler iki ülkenin otoriter nitelikleri ile de uyum içerisinde tek adamlar arası ilişkilere doğru evrildi. 2008 yılında yaşanan Rusya-Gürcistan Savaşı’nda Türkiye’nin Gürcistan ile olan iyi ilişkilerine rağmen Amerikan hastane gemilerinin geçmesini teknik gerekçelerle engellemesi ve Ukrayna krizinde Kırım’ın ilhakına karşı sesini fazla yükseltmemesi kompartmantalizasyon ve kişiselleştirmeye dayanan ilişkilerin esnekliğini ortaya koyuyor. Ancak bu esneklik aynı zamanda bugün yaşanan krizin aşılmasının da ne kadar zor olacağını gösteriyor. Siyasi ve ekonomik ilişkilerin birbirinden ayrılması kararı sadece iki ülke de bu rejime uyduğu sürece sürdürülebilir. Bu ikili rejim tek taraflı olarak kolayca bozulabildiği gibi ekonomik ilişkiler de koz olarak kullanılabilir. Kompartmantalizasyon siyasi ilişkilerdeki sorunlara çözüm bulunmasını sürekli erteleyerek bugünkü krizin zeminini hazırlamıştır. 24 Kasım’da başlayan süreçte inisiyatif hala Rusya’dadır ve Rusya enerji alanı dışındaki tüm alanları siyasi ilişkilerin gelişmesine bağlamıştır. Diğer yandan devletler arasındaki ilişkilerin kişiselleştirilmesi de bu krizin aşılmasını zorlaştırıyor. Putin’in saldırıyı “ihanet” olarak kodlaması ve Erdoğan’ın hayal kırıklığı ifadeleri diplomatik rasyonalitenin işlemesini engelliyor. İki liderin kendi ülkesindeki tek adam konumu da krizin aşılması içim muhtemel girişimleri oldukça zorlaştırıyor.
Krizin tartışılması gereken diğer bir boyutu ise Batı ile ilişkilerin seyrine olan etkisidir. Sermaye kesiminin çıkarları ve İslamcı siyasetin ideolojik ufkunun bir terkibi olan AKP’nin dış politikasının zaafları Arap Ayaklanmaları’nın başarısızlığı ile iyice su yüzüne çıktı. Mısır’daki Sisi darbesi ve Sisi’nin Batı başkentlerinde ağırlanması AKP’nin Orta Doğu’ya dair yazdığı “tarihin doğal akışına dönmesi” anlatısını tedavülden kaldırdı. İran ile Batı arasındaki nükleer anlaşma ve sonrasındaki çekingen ve ağır yakınlaşma ise Ankara’nın Orta Doğu’daki Batı müttefikliği konumunu Tahran’a kaptıracağı şeklinde spekülasyonlara yol açtı. Bunların yanı sıra IŞİD’ın ortaya çıkmasıyla Esad’ın siyasi ömrünün uzaması gibi gelişmeler dış politikanın yeniden düşünülmesi gerekliliğini AKP açısından da uzun süredir dayatıyor.
AKP dış politikada kaybettiği mevziiyi kendini yeniden konumlandırarak aşmaya çabalıyor. Bu çabaların temelde iki ekseni olduğu görülüyor. Bir tarafta Batılı örgütler ve ittifaklar ile ilişkilerin yeniden canlandırılması diğer tarafta ise Suriye’de müzakere masasında bir yer edinme girişimleri var. IŞİD karşıtı uluslararası koalisyona katılarak gösterilen tavır değişikliği ve Avrupa Birliği ile ilişkilerin yoğunlaştırılması bu irtifa kaybını frenlemek için yapılan hamleler olarak görülmeli. Batılı ülkelerin bu yeniden konumlandırma çabasına muğlak yanıtlar verdiği ve NATO’nun Rusya ile ilişkilerde bir koz olarak kullanılmasına sıcak bakmadığı görülüyor. Bu durum NATO’nun uçak krizi sonrasında verdiği tepkiden de görülebilir. Rus savaş uçağının düşürülmesinin ardından NATO’nun Kuzey Atlantik Konseyi’ni toplantıya çağıran hükümetin destek namına alabildiği tek şey NATO Genel Sekreteri’nin Rusya ve Türkiye arasında sükûnet ve itidal çağrısı oldu. NATO’yu temsil eden Kuzey Atlantik Konseyi hiçbir resmi açıklama yapmayarak Ankara’yı âdeta eve eli boş gönderdi. Böylece NATO ve Batılı ülkeler Rusya’nın hava sahası ihlallerini onaylamadıklarını ancak IŞİD ile mücadele sürecinde bu ülke ile ilişkileri Türkiye için bozmak istemediklerini de göstermiş oldular. Hükümetin dış politikayı yeniden konumlandırması girişimlerinin ikinci ayağı da Türkmen grupların koruyuculuğu rolünü yeniden vurgulamasında görülebilir. Hatırlanacağı gibi Rus savaş uçağının düşürüldüğü haberinin yayıldığı ilk anlarda bu olay “Bayırbucak Türkmenleri”ne yönelik saldırının engellenmesi olarak yansıtılmıştı. Ancak NATO’dan gelen cılız destek ve Obama’nın bir süre suskunluğunu koruması Ankara’yı hızlıca argüman değiştirmeye sevk etti. Müdahale edilen Rus uçağının hedefi hızlıca unutturularak legalist bir tutum takınıldı ve Türkiye’nin egemenlik hakkını ve sınırlarını korumaktan öte bir amacı olmadığı, yapılan müdahalenin sadece daha önce açıklanmış olan kuralların uygulanmasından başka bir şey olmadığı söylendi.
Sonuç olarak Rus savaş uçağının düşürülmesi ile ortaya çıkan kriz Türkiye’nin dış politikasında aylar önce başlayan u dönüşünü daha da hızlandıracaktır. Uluslararası sistemdeki gelişmeler ve politikaların başarısızlığı bu durumu zorluyor. AKP’nin geleneksel Türkiye dış politikasından uzaklaşması uluslararası sistemde güç kaymasının etiklerinin hissedildiği bir döneme denk geliyordu. Bu dönemde Amerika’nın Irak savaşı sonrasında yaşadığı prestij ve güven kaybı sistemdeki diğer güçlere bir manevra alanı açıyor, Çin, Hindistan, Rusya ve Brezilya’nın yükselen ekonomik gücü de bu güç kaymasının maddi yanının oluşturuyordu. Bugün gelinen noktada Çin’in ve Hindistan’ın büyümesi yavaşlamış, Brezilya’da bir yandan 12 yılın en yüksek enflasyonu ve bir yandan da durgunluk ortaya çıkmış, Rusya ise ambargolarla ve petrol fiyatının düşmesi ile ekonomik alanda oldukça zayıflamıştır. Son 13 yılda AKP’nin dış politikada güç almaya çalıştığı bu merkezlerin durumu belirsizdir. Yeni Akit gazetesinin 1 Aralık’ta Başbakan Davutoğlu’nun “Türkiye’nin sınırı NATO sınırı” sözlerini manşete taşıması bu açıdan oldukça anlamlıdır. İsrail ile normalleşme sürecinde Ankara’nı önkoşullarından biri olan ablukanın kalkmamasına rağmen bir ön anlaşma yapıldığı haberleri ise hükümetin tehdit algısının ne kadar yoğun olduğunu gösteriyor.