Şu yaşamımızda ne kadar büyük tehlikeler atlatıyoruz, ölümün kıyısına her an ne kadar çok yaklaşıyoruz. Şansı olanlar ölümün uçurumuna yuvarlanmaktan kurtuluyor. Şansızlar ise boşluğa yuvarlanıp gidiyor. Bu tehlikeler öylesine yakınımızda geziniyor ki tam tabiriyle yaşama pamuk ipliği ile bağlıyız. Yanı başımızda patlayan bombalar, vızıldayan kurşunlar, genetiği değiştirilmiş ürünler, kimyasal atıklar, nükleer ve termik enerji santraları, salgın hastalıklar, trafik kazaları, baz istasyonları, doğal afetler vb… Dünya batıyor, kimsenin şüphesi yok. İklimler değişiyor, orman arazileri çöle dönüşüyor, kutuplardaki buzullar eriyor, su kaynakları kuruyor, yeryüzü canlılarının soyları tükeniyor vb… Bunlar yaşamımızın olağan akışı haline geliyor. Ve yine bunların tümü, gündelik yaşamımızın konforu için gerekli görülüyor.
Bu umursamazlığın anlamı nedir? İnsanın kendi yaşamından bu denli vazgeçmesinin anlamı nedir? Belki de ucuz Hollywood filmlerinin etkisi altındayız: Bir şey olur ve sonunda filmin kahramanı kurtulur… Ve mutlu son… Biliriz ki o film kahramanını yaratan ve bize derin bir mutluluk armağan eden biri vardır: Filmin senaristi… Bir Hollywood senaristi çok büyük istisnalar dışında asla mutsuzluk vermez. O hep bizim mutluluğumuz için uğraşır; eğer bir filmin sonunda biraz hüzün varsa, o hüznün arka planında, çıkartacağımız bir ders ve o dersten alacağımız bir haz vardır. Bir Hollywood senaristi bizim kadim dostumuz ve kader arkadaşımızdır.
İşte gerçek yaşamımızda da o Hollywood senaristine benzer kadim dostlarımız ve kader arkadaşlarımız bulunmaktadır: Siyasi ve sivil kurumlar… Dahası, o kurumların oluşturduğu devlet(ler)imiz… Onlar bizi yanı başımızdaki tüm tehlikelerden koruyacaklardır; buna şüphe yoktur. Filmin sonunda bizi kurtaracak olanlar onlardır. Kurtarıcılar bellidir, fakat tehlike nereden gelmektedir? Bu tam da bilinmemekte ya da üzerinde fazla durulmamaktadır. Genellikle şöyle düşünülür: Doğa bize isyan etmektedir, tanrı bizi cezalandırmaktadır, metafizik güçler işbaşındadır, kötü olanlar yaşamımıza kastetmektedir, uzaylıların ya da makinelerin saldırısı bile söz konusu olabilir. İşte Hollywood filmleri gerçekleşmiş ve yaşamımıza girmiştir. Eğer bu böyleyse, o filmlerdeki kurtarıcıya güvenmekten başka çaremiz kalmamıştır. Yani siyasi ve sivil kurumlar ve elbette devlet(ler)imiz bizi kurtarmak için çalışmaktadır.
Ne var ki yaşamımız asla bir Hollywood filmi değil. Filmdeki olaylarla yaşamımızın pratiği ayrı ayrı kanallardan ilerliyor ve kaderimizi ayrı ayrı belirliyor. Sonunda filmin senaristi bizi kurtarmayacağı gibi, zaten gerçek yaşamda ölümün soluğunu ensemize üfleyen de o… Daha açık bir ifadeyle, güvendiğimiz siyasi ve sivil kurumlar birer ölüm meleği ya da birer ölüm makinesi halinde yanımıza yaklaşıyor, konforlu ve güvenli gibi sunulan bir yaşamın büyüleyici dünyasında, üstümüze ölüm kusmaktan geri durmuyor. Günümüzün neo-liberal iktidarından güç alan bu melekler ve makineler, birer tuzak ustasına dönüşüyor düpedüz… Öyle tuzaklar ki bunlar, kurtarıcılara en muhtaç olduğumuz durumlarda harekete geçenler var aralarında… Hastanelerde, sağlık ocaklarında, eczanelerde, doktor muayenehanelerinde, ambulanslarda… En büyük ve en acımasız tuzaklar oralarda.
Hollywood senaryolarına benzer biçimde yazılıp önümüze sürülen, bizi maceradan maceraya sürükleyip adeta gözlerimizi bağlayan gündemleri anımsayalım. Çevremizde her gün o kadar fazla “önemli” şey oluyor ve ilgi alanımız o kadar hızlı oradan oraya kayıyor ki geçmişteki olaylar hakkında enine boyuna düşünebilmemiz olanaksızlaşıyor. Olaylar hakkında bir karara varabilmemiz, kaynakları ve sonuçları arasında bir yorum yapabilmemiz, diğer olaylar ile bir bağlantı kurabilmemiz, başımıza üşüşen sayısız gündem maddeleri arasında zor bir iş halini alıyor ve bir süre sonra da unutulup gidiyor.
Bu gündem maddelerini belirleyenler çoğunlukla siyasilerse, onların başyardımcıları da sivil kurumlardır. Günümüzde siyasi kurumların uzantısı olmayan, bu sistem içinde uyumlu hareket etmeyen sivil kurumlar küçülüp yok olurlar ya da bir “demokrasi süsü” gibi bir vitrine yerleştirilip işlevsizleştirilirler. Yani devlet-sermaye birlikteliği, kendisi ile eşdeğer eğilimler göstermeyen sivil kurumları yaşatmaz; onları pasifliğe mahkûm eder. Bu tartışma götürmez bir durumdur. Şu da var tabii: Bugün devlet-sermaye birlikteliğinin gücü, sivil kurumlar-sermaye birlikteliğine doğru kaymaktadır. Devlet “sanki” bu yeni birlikteliği denetler bir pozisyona dönüşmüştür, oysa giderek bu denetimin sanal bir biçim alması da gözlerden kaçmamaktadır. Örneğin konu sağlıksa, devlet bu sektördeki kurumları denetlemekte ve gerektiğinde büyük meblağlı cezalar kesmektedir. Oysa sağlık alanına el atmış sermayenin bu cezalar ile kaybettiği paralar, sivil inisiyatifler gibi görünen kimi güçlü kurumlar aracılığı ile yeniden sermayeye geri döner. Ve devlet-sermaye birlikteliğinin ortaya koyduğu neo-liberal siyasetin kâr açısından en güvendiği sivil kurumlar ise sağlık üzerine işlev gören kurumlardır.
Sözgelimi Dünya Sağlık Örgütü (WHO / World Health Organization), bulaşıcı hastalıklarla ilgili durumlarda, dünya çapında bir müdahale hakkına sahiptir. Bu hak ona 2007 yılının Haziran ayında, uluslararası geçerliliği olan bir yasa ile Birleşmiş Milletler kararıyla sağlandı ve WHO’ya üye olan 193 ülke de bu yasaya uymayı kabul etti. Üye ülkelerin bu çıkartılan yasaya itiraz edebilmeleri için bir yıl süreleri vardı, ama böyle bir itiraz hiçbir ülkeden gelmeyince WHO’nun küresel-müdahale hakkı kesinleşti. 2009 yılının Haziran ayında da WHO tarafından tüm dünyaya ilan edilen domuz gribi salgını baş gösterdi. Salgının önem düzeyi, yine WHO tarafından “6” olarak açıklanmıştı ki bu en yüksek düzey sayılıyordu. Böylece WHO, domuz gribini dünyaya ilan eden ve bu hastalığı önleme adına her tür küresel müdahaleyi yapmaya yetkili olan bir kurum haline geldi.
Bu yetkinin anlamı şuydu: WHO ve Birleşmiş Milletler’e üye ülkeler, domuz gribine karşı geniş çaplı bir koruma altına gireceklerdi. Korumayı gerçekleştirecek olan WHO olduğuna göre, aşı kampanyalarını önerecek, düzenleyecek ve yürütecek olan da oydu. Böylece WHO, aşı üreten firmaların ürünlerini hiç de yeterli sayılmayacak ve gelişigüzel test sonuçlarına dayanarak dünyaya yaydı, tam bir pazarlamacı gibi davrandı. Bu arada çeşitli ilaç firmalarının içinde yer alan birçok uzmanın, kendi ülkelerindeki domuz gribi vakalarını şişirilmiş ve panik uyandırıcı sayılarla açıklamaya giriştiğini, diğer yandan bu kişilerin WHO’da da söz sahibi konumlarda bulunduğunu biliyorduk.
Örneğin salgın söylentilerinin henüz ilk günlerinde, İngiltere’nin Sosyal Güvenlik Kurumu / Milli Sağlık Sistemi (NHS), bu ülkedeki kurban sayısının altmış beş bin olacağı, üç yüz altmış bin kişinin de hastanelere kaldırılacağı öngörüsünü yaymakla meşguldü (bunlardan doksan bin kişi yoğun bakıma gereksinim duyacaktı). Öngörü, Sir Liam Donaldson tarafından yapılmıştı ve bu kişi hem İngiltere Kamu Sağlığı Genel Müdürü hem de WHO’nun danışmanlarından biri idi. Aynı tip haberlerden biri de Prof. David Salisbury’den gelmişti. O da İngiltere’nin aşılama programını yürütüyordu ve hem ilaç şirketlerine danışmanlık yapıyor hem de WHO’nun söz sahibi kişilerinden biri olarak tanınıyordu. Prof. Sir Roy Anderson ise yine ilaç şirketlerinden maaş alıyor ve WHO’nun aşı organizasyonlarını yönlendiriyordu; bu kişi aynı zamanda İngiltere’deki grip aşılarının kullanımında önemli bir otorite olan SAGE’in (Scientific Advisory Group for Emergencies) danışmanıydı.
ABD’de hükümetin ve Sağlık Bakanlığı’nın şişirilmiş sayıları yine medyada yer alırken, birçok sağlık inisiyatifi de buna karşı çıkıyor ve aşı yapılmaması konusunda halkı uyarmaya çalışıyordu (yalnızca Washington’da, akıttıkları paralarla ABD yönetimini etkileyen on yedi bin ilaç lobisi olduğu yazılıyordu). Devlet Sağlık Komisyonu Başkanı (State Health Commissioner) Dr. Richard Daines, domuz gribi tehlikesinin ve ona karşı piyasaya sürülen aşının yararlarının en baş çığırtkanıydı, ama o sağlık inisiyatiflerinin karşı-gerekçelerine gerekli ve inandırıcı yanıtları verememişti. ABD’nin yanı sıra Yunanistan, Polonya gibi ülkelerde tüm korkutucu haberlere rağmen, aşı-karşıtı uyarılar şaşırtıcı biçimde etkili olmuş ve ilaç şirketleri ile WHO’nun birlikte yürüttüğü rant kampanyaları biraz olsun kırılabilmişti.
Avusturalyalı bir gazeteci olan Jane Burgmeister’ın aşı-karşıtı olarak o günlerde gösterdiği çaba, burada anılmaya değerdi. Burgmeister 2009 yılının Haziran ayında (yani domuz gribi salgını ilan edilir edilmez) WHO ve Birleşmiş Milletler hakkında ABD’de FBI’a bir suç duyurusunda bulunmuştu. Gerekçe, bu iki örgütün biyo-terörizme ve kitle kıyımlarına neden olduğu idi. Onun savına göre WHO, Birleşmiş Milletler, uluslararası bankerler ve Amerikan Merkez Bankası “Federal Reserve”in başını çektiği güçlerin yönlendirdiği planlar doğrultusunda, laboratuarlarda gen mühendisliği kullanılmış ve bu yolla üretilen virüsler dünyaya yayılmıştı. Bu eylem de finansal ve siyasi çıkarlar sağlamak uğruna birçok kişinin canına mal olmuştu.
Bu suç duyurusu Burgmeister’in işinden olmasıyla sonuçlanmışsa da bu ve bunu takip eden benzer girişimler, “siyasi kurumlar-sivil kurumlar-devletler-sermaye” birlikteliğinden doğan bir çıkar projesini kısmen sekteye uğratabilmişti. Türkiye’de de bir yandan Sağlık Bakanlığı aşı kampanyalarını büyük bir iştahla desteklerken, öte yandan dönemin başbakanı aşı yaptırmayacağını açıklamış ve kendi akılları çerçevesinde, uluslararası sermaye ile kamu yararı arasında bir denge oluşturma yoluna gitmişlerdi.
Sözün özü, domuz gribi insanlığın başına gelmiş bir felaketti (aynı kuş gribinde olduğu gibi). Fakat biz bu felaketin tanrıdan, başka metafizik güçlerden ya da kötülerden geldiğini sanmıştık. Öyle değildi. O felaket bizzat kurtarıcılarımızın marifetiydi. Kurtarıcılarımız önce bizi ölümle yüz yüze bırakmış ve sonra da yaşamı sürdürmemizi sağlayacak olanın yalnızca kendileri olduğu konusunda bizi ikna etmişlerdi. Biz de onlara inanmış ve kendimizi onların eline bırakmıştık. Yapacak bir şeyimiz yoktu. Tek bir şey yapabilirdik: Aşı satın almak ve onlara aşının parasını ödemek. Birçok kişi bunu yaptı ve o kurtarıcılara bir ömür borçlandı. Ya da öyle düşündü. Ama ilginç nokta şu: O felaket günleri nasıl olmuştu da ansızın bitmişti? Domuz gribi, onca felaket öngörülerinin ardından nasıl ansızın yok olmuştu? Şimdi niye kimse domuz gribinden ölmüyor? Niçin biz şimdi domuz gribi korkusu yaşamıyoruz? Bırakalım bir korku yaşamayı, onu anımsamıyoruz bile… Şimdi “daha önemli” sorunlarımız var.
İşin gerçeği, sürekli vizyona sokulan bu Hollywood filmleri, pek de sinemalardan alışık olduğumuz türlere benzemiyor. İlaç piyasasının senaryoları, sinemada izlediklerimizden çok daha karmaşık. Örneğin Baxter Pharmacceutical (ABD), WHO tarafından domuz gribine karşı aşı geliştirmesi için görevlendirilen firmalardan biriydi. Bu firma 2009 yılının Nisan ayında ortaya çıkan domuz gribi için 2009 yılının Ekim ayında, yani altı ay sonra aşıyı hazır etmişti. Ayrıca Baxter ile ilişkili olan birkaç firma da bu aşıyı aynı anda piyasaya sürmüştü. İlk bakışta bunda bir olağandışılık yoktu. Ne var ki piyasa-dışı tüm uzmanların görüşü, söz konusu üretim süresinin çok kısa olduğu üzerinde birleşmekteydi. Bu uzmanların vurguladığı şey, bir aşının üretime başlanmasından piyasaya çıkacağı güne kadar uygulanacak prosedürün, en az on sekiz ayı gerektirmesiydi. Nasıl olmuştu da bu süre böylesine kısaltılabilmişti? Sorunun yanıtı önceleri bir muamma olarak kaldı.
Oysa bir sürenin ardından ortaya çıkan başka bir bilgi, domuz gribi aşısının hızlı üretimi hakkında yeni ipuçları vermişti. Bu yeni bilgiye göre Baxter, domuz gribi aşısının patentini almak için Ağustos 2008 tarihinde girişimlerde bulunmuştu. Yani domuz gribinin saptanma tarihi olan Nisan 2009 tarihinden sekiz ay önce… (Bkz. İsmail Tokalak, Dünyada Gıda ve İlaç Terörü, “Bilinçli Olarak Yaratılan Grip Paniklerinin Perde Arkası” Bölümü, Gülerboy Yay. 2010). Burada yer alan tablo, domuz gribinin doğal yollardan yayıldığı düşüncesine bir nifak sokmuyor mu? Kaldı ki tüm bu muammalar arasında, WHO’nun ve ona bağlı ilaç firmalarının uzmanları, domuz gribi paniğini yaymakta hiçbir tereddüt göstermiyorlar ve Baxter’ı aşı yapımı için görevlendirmekte bir sakınca bulmuyorlardı.
Böylesine ciddi ve bir o kadar da tuhaf bir biçimde gelişen bu aşı vurgununun, söz edilmesi gereken kimi önemli noktaları hâlâ bulunuyordu. Örneğin bu noktalardan biri, yine Baxter Pharmaceutical’a aitti. WHO, bu firmayı domuz gribine karşı aşı geliştirmesi için 2009 yılında görevlendiriyor ve ona bir anlamda bu aşının hammaddesi sayılabilecek olan H5N1 numunesi veriyordu. H5N1 canlı bir ana virüstür ve aşı (yani hastalık virüsünün antijeni) buradan elde edilir. Gerçi söz konusu firmanın, domuz gribi aşısını üretmek ve patentini alabilmek için 2008 yılının Nisan ayında, yani hastalık ortaya çıkmadan sekiz ay önce girişimde bulunduğunu biliyorduk; bu da konunun diğer ilginç yönüydü. Oysa burada başka bir ilginç noktaya daha rastlıyorduk: Baxter, WHO’dan aldığı H5N1 numunesinden yetmiş iki kilogram canlı kuş gribi virüsü üretiyor ve Avusturya’daki Orth an der Donau laboratuvarı aracılığı ile dört ülkenin on altı laboratuvarına servis ediyordu. Bu ülkeler Avusturya, Almanya, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya idi.
Bu aşamaya kadar gelişmeler yine çok da olağandışı bir yolda seyretmiyordu. Çünkü grip aşılarının ana virüsleri tavuk yumurtası içinde geliştiriliyor, o yumurtada antijen olarak bir tür kuş gribi virüsü imal ediliyor ve bu virüsler de birçok ilaç firmasına dağıtılarak, onlardan grip aşıları yapmaları isteniyordu. Özet olarak her grip aşısı, kuş gribi virüsünden üretiliyordu. Ancak ilginçlikler bundan sonra başlıyordu: Hindistan’daki The Times of India gazetesi, 2009 yılının Mart ayında bir haber yayımlıyordu. Haberde, Baxter’ın WHO’dan aldığı H5N1 virüsünden aslında H3N2 üretip dağıtması gerekirken, doğrudan doğruya H5N1’i dağıttığı yazıyordu (demek oluyordu ki bu hata dünyada büyük bir grip salgını başlatacak ve var olan hastalığın iyice yayılmasını sağlayacaktı).
Gerçekten de bir süre sonra, yani 20 Mayıs 2009 tarihinde Avusturya Sağlık Bakanlığı bir açıklama yaparak yetmiş iki kilogram domuz gribi aşısının kirlendiğini ve bu yüzden imha edildiğini açıklıyordu. Böylece o Hindistan gazetesinin haberi tam olarak doğru çıkıyordu. Üstelik Baxter’ın yaptığı şeyin bir hata olup olmadığı üzerine de başka derin kuşkular oluşuyordu: “Prof Adrian Gibbs yetmiş yaşın üzerindedir. Avusturalyalı, aşı ve virüs uzmanıdır. Avusturalya Canberra’da üniversitede (Australian National University) görev yapmış, aşı üretimi ve araştırmalarında uzun yıllar bilfiil çalışmıştır. Bu konuda dünyadaki sayılı uzmanlardan biridir. Roche’un meşhur grip aşısı Tamiflu’nun bulunmasında büyük emeği geçmiş uzmanlardan Brian Gibbs, diğer virüs ve aşı uzmanları olan John Armstrong, Jean C. Downie ile beraber yaptığı araştırmaların sonucu, Avusturalya’nın ‘Virgology Journal’ adlı medikal dergisinde Kasım 2009’da yayımlandı. Bu bilimsel araştırmanın sonuçlarına göre; domuz gribi tesadüfen veya doğal olarak kendiliğinden ortaya çıkmamış, laboratuvar ortamında geliştirilirken kazara ortaya çıkmıştı. Çünkü buluntular, üç ayrı kıtadan gelen üç ayrı virüs türünün bir laboratuvarda ya da aşı geliştirme merkezinde bir araya getirilmesiyle elde edildiklerini açıklıyordu. Bağımsız kurumlar ve bilim adamlarının bu konuda yaptığı araştırmalar şunu gösteriyor: Domuz gribi olarak adlandırılan bu gribin aslında domuzlarla alakası yoktur. İnsanlarda rastlanan bu virüsün domuzlarda rastlanan virüsle genetik akrabalığı vardır. Kuş gribi ve normal sezonluk grip virüslerinin karışımının bir uzantısıdır. Fakat bütün ciddi araştırmalar, bu virüsün doğal ortamın değil laboratuvar ortamının bir ürünü olduğu doğrultusundadır.” (İsmail Tokalak, Dünyada Gıda ve İlaç Terörü, Gülerboy Yay. 2010, s. 324).
Yukarıdaki alıntı, bize bir dehşet yaşatmak için yeterli bilgilere sahiptir. Hem kuş gribinin hem de domuz gribinin, şu geçtiğimiz birkaç yıl içinde aniden ortaya çıkmadığı malum. Bu hastalıkların yüz yıla yakın bir süre önce, doğal olarak yayıldığı ve teşhis edildiği de malum. O halde bunların virüsleri de çoktandır laboratuvarlarda kullanılıyor. Üstelik biyo-silah üretmeye yönelik çalışmalarda da bu virüslerin adı geçiyor. Bu durumda nasıl oluyor da o uzmanların dediği biçimde bunlar kazara birbirlerine karışabiliyor? Daha açıkçası nasıl oluyor da laboratuvarlardan çıkması sert denetimlere bağlanmış bu virüsler yanlışlıkla oralara buralara gönderilebiliyor? Baxter da tam on altı laboratuvara H3N2 göndereceği yerde H5N1 virüsü gönderdiğinde, bunun bir yanlışlık eseri olduğunu söylemiş ve konuyu kapatmayı başarmıştı.
Fakat yine bağımsız uzmanlara bakarsak, WHO’nun bizzat aşı yapımında görevlendirdiği tüm laboratuvarlar, yine bu örgüt tarafından biyo-güvenlik (BSL3) sistemi ile denetlenmektedir. Biyolojik silah kategorisindeki virüslerin denetim standartlarının dışında yer değiştirebilmesi gerçekten olanaksız ise üç kıtadan gelmiş üç ayrı virüsün, bu standartları nasıl aşabildiği büyük bir soru işaretidir. Söz konusu olaylar ve büyük soru işaretleri karşısında WHO’nun takındığı tavır da başka bir soru işaretidir elbette. WHO, domuz gribinin doğal olarak yayıldığını iddia ederken, Prof. Gibbs ve ekibinin açıklamalarını reddetmiş, onlarla aynı doğrultuda bildiriler yayımlayan kurumlara kulak asmamış ve bunun için de hiçbir bilimsel gerekçe öne sürmemişti.
Konuyu gene bir dünya felaketi halinde ilan edilen, fakat kuş gribi ve domuz gribi kadar kıyamet kopartmayan Batı Nil virüsüne bağlayalım. Bu salgının ortaya çıktığı dönemde, onun niçin daha önceki salgınlara gösterilen ilgiden mahrum kaldığı merak uyandırmıştı. Acaba henüz bir aşının piyasaya sürülmemiş olmasının bunda rolü var mıydı? Ve domuz gribi aşısı için, henüz hastalık başlamadan sekiz ay önce üretime girişen ilaç firmalarının, bu kez nasıl bu kadar ağır davrandığı da merak uyandırmıştı. Acaba burada daha önceki sahtekârlıkların ayyuka çıkması ve bir skandalın patlamış olması mı etkili olmuştu? WHO kendisine yönelebilecek tepkileri sezebilecek bir deneyim mi kazanmıştı? Yoksa bu kez tamamen farklı ve bizi gafil avlayacak yeni bir senaryo mu kurulmaktaydı? Bunu hiçbir zaman öğrenemedik, büyük olasılıkla da asla öğrenemeyeceğiz.
Değil mi ki içinde bizim de bulunduğumuz bir film çevriliyor, o halde her tür senaryoya uymaktan ve figüranlık mesleğimizi sürdürmekten başka çaremiz kalmıyor. Belki de piyasalar hâlâ bizi avlayacak yeni planlar kurmaya devam ediyor ve biz kendimize bu kez de şu soruyu sormakla yetiniyoruz: Ebola virüsünden haberler ne?