Dünden Bugüne Çıraklığın Dönüşümü ve Bir İdeoloji Olarak Çıraklık

2000’li yıllar itibariyle, Türkiye’de mesleki yaygın eğitimin teşvik edilmesine dönük politikalar dikkat çekici bir boyuta gelmekte; bununla birlikte çocuk işçiliğindeki artışa sürekli olarak dikkat çekilmektedir. Bu süreç, bir yanıyla sermaye gruplarının özel meslek liselerine dönük ortaya çıkardığı projelerde; diğer yanıyla devlet nezdinde, güncel bir mesele olarak, merkezi eğitim politikalarından, yerel siyasetlere kadar yaygın eğitimi teşvik edici ve yaygın eğitimi örgün eğitime dahil eden politikaların hayata geçirilmesinde; tüm bunların ötesinde, eğitimin, dünya ölçeğinde, sermayenin küresel örgütlenişine uygun olarak, artan rekabete uyum sağlayabilecek şekilde yeniden düzenlenmesi ve eğitimin sürekli/yaşam boyu devam eden bir olgu olarak tanımlanır hale gelmesinde ortaya çıkmaktadır. Tüm bu süreçte, vurgulanması gereken önemli husus ise eğitimdeki yeniden yapılanma ve çocuk işçiliğin düzensiz, enformel istihdam biçimlerinin yaygınlaşmasıyla ilişkili olarak artışının yanı sıra; çıraklığın bir emek biçimi ve bir sınıf ilişkisi olarak yeniden önem kazanması ve teşvik edilmesidir. Bu durum, eğitimin piyasalaşması ve çocukların çalışmaya zorlanması gibi iktisadi zor olarak açıklayabileceğimiz süreçlerin yanı sıra iktisadi olmayan zor ve rıza süreçlerinin de işlediğini gösterir. Bu metinde, bir emek biçimi olarak çıraklığı tarif etmeye ve “çıraklığın geri dönüşü” olarak tarif edilen günümüzde çıraklığın nasıl bir dönüşüm geçirdiği, ne tarz sınıf ilişkilerini beraberinde getirdiği ve bir ideoloji olarak ne tür işlevler edindiği üzerinde durmaya çalışacağız.

Zanaatkarlıktan İşçiye Çıraklığın Dönüşümü

Geleneksel çıraklık, zanaatkarlık faaliyetine ait bir olgu olarak ortaya çıkmakta, bu bağlamda kapitalizm öncesinde var olan bir emek biçimine işaret etmektedir. İlk ortaya çıkışı itibariyle bu emek, niteliksel açıdan, kapitalizmde hakim olan ücretli özgür emek formundan farklı bir nitelik barındırmaktadır. Zanaat emeği ve dolayısıyla çırağın emeği, iş bölümünün daha sınırlı olduğu, üretim faaliyetinin tamamının bilgisine hakim olmayı mümkün kılan, aynı zamanda işe ve işverene karşı yabancılaşmanın mümkün olmadığı bir emek biçimini tarif eder. Başka bir deyişle, geleneksel çıraklıkta, üretim ve tasarım birbirinden ayrı düşünülmeyen faaliyetlerdir. Marx, kapitalizm öncesi, zanaatkarlıkta vücut bulan emek formunun özelliklerini şöyle açıklar:

“Her emekçi bütün bir çalışma seyrini tamamlamaya elverişli olmalıydı. Kendi avadanlıklarıyla yapılabilecek her şeyi yapabilecek durumda olmalıydı. Değişimlerin sınırlı oluşu, çeşitli kentler arasındaki ilişkilerin azlığı nüfusun seyrekliği ve gereksinmelerin sınırlılığı da işbölümünün daha ileri gitmesine elverişli bir durum yaratmıyorlardı ve bunun için ustalığa geçmek isteyen her kimse mesleğini tam anlamıyla bilmeliydi…. Ve bunun içindir ki, ortaçağın her zanaatçısı kendini tamamıyla işine veriyordu; işiyle ilgisi bakımından duygusal bir kölelik ilişkisi içindeydi ve o, kendi işine, işine karşı ilgisiz modern emekçiden çok daha bağlıydı”(2008:85).

Loncalar eliyle düzenlenen zanaatkarlık faaliyeti dahilinde çıraklık, üreticiler arası bir rekabetin gelişmemesi adına lonca üyelerinin çocuklarıyla sınırlı bir imkan ve statü olarak ortaya çıktığı; kadınların, yabancıların ve belli dinsel cemaatlerin üyelerinin çıraklık sistemine dahil edilmediği görülmektedir (Aivazova, 2013: 7) 18-20. yy lar arası, serbest ticaretin gelişmesi lonca sistemini ve çıraklığı önemli ölçüde dönüştürmüş; çıraklık, emek arzını baskılayan, ücretleri yükselten ve emek hareketliliğini engelleyen; bu nedenle de ekonomik kalkınma ve serbest ticaretin zararına bir sistem olarak görülmüştür (Ibid).

Böylelikle, kapitalizmin gelişme sürecinde, yeni teknolojilerin üretim sürecine dahil edilmesi ve işbölümünün gelişmesi, buna karşı direnç gösteren loncaları ciddi ölçüde tahrip etmiş; çıraklık ücretli emek formu içerisinde yeniden düzenlenmiştir. Bu süreçte, bir yandan ücretli emeğin tüm somut içeriğinden arınıp, soyut ve genel bir forma bürünmesi, böylelikle, evrensel bir boyut kazanması söz konusu olurken; diğer yandan üretim ve tasarım faaliyetlerinin birliği ortadan kalkmış; birbirinden ayrışan bu faaliyetler, farklı uzmanlık alanları olarak ifade edilir hale gelmiştir. Uzmanlaşmanın farklılaşması, tasarım emeği ve üretim emeğinin birbirine yabancılaşması anlamına gelir ve bunun sınıfsal bağlamdaki yansıması, bilindiği üzere, mavi ve beyaz yakalı işçilerin birbirinden ayrışmasıdır. Bu süreçte zanaatkarın emeği somut içeriğinden arınırken; zanaatkar da toplumsal olarak ayrıcalıklı pozisyonunu yitirmiştir. Bu durum, çıraklığın bir öğrenme faaliyetinden, amacı meta üretmek olan işçilik faaliyetine doğru yer değiştirmesi; aynı zamanda gönüllü bir tercih olmaktan çıkıp, zorunlu bir faaliyet haline gelmesi anlamına gelmektedir. Nitekim, E.P. Thompson, “işçi aristokrasisi” ya da “elit” olarak açıkladığı zanaatkarın toplumsal statüsünün, kapitalizmin gelişmesiyle birlikte yıkılarak; yerini, yeni bir tür elite, yani mühendislere bıraktığını dile getirmiştir (2004:296). Aynı şekilde Thompson, zanaatkarın, kapitalizm içerisine olduğu gibi dahil edilmediğini; zanaatkarın yerinin kadınların ve çocukların ağırlıkta olduğu ucuz fakat vasıfsız emekle ikame edildiğini ifade eder. Dolayısıyla, kapitalizmin gelişmesiyle birlikte, “statü” kavramı etrafında anlayabileceğimiz geleneksel çıraklıktan farklı olarak çıraklık, sınıf ve sömürü kavramları etrafında incelenebilecek bir olgu olarak karşımıza çıkar.

Bununla birlikte, çıraklığın dönüşümünün, onun doğrudan pre-kapitalist baskılardan özgürleştiği anlamına gelmemektedir. Kapitalizmin ilk dönemlerinde çıraklığın, ekonomik zorun yanı sıra kuralsız ve enformel kontrol biçimleriyle ekonomi dışı bir zoru da kapsayan Burawoy’un (1983) kavramsallaştırmasıyla “despotik” bir emek süreci içerisinde gerçekleştiği dile getirilmelidir. Geleneksel zanaatkarlıkta çıraklık faaliyeti, küçük ölçekli bir atölyede tek bir ustanın otoritesi ve hamiliği altında gerçekleşen mesleki eğitim olarak tarif edilirken; kapitalist meta üretiminin gerçekleştiği 19. yy’ın başında, işyerinin ölçeği, işyerinde geçerli olan kontrol ve otorite biçimlerinin geleneksel zanaatkarlıkla önemli ölçüde benzerlikler taşıdığı görülmektedir. Edwards (1979), bu kontrol biçimini basit kontrol olarak adlandırmakta ve bu kontrol biçiminin ortaya çıkardığı ilişkilerin, ilerleyen yüzyıllarda geçerli olacak olan kurallara dayalı, disipline edici, bürokratik bir tarzda yönetilen fabrika tipi örgütlenmeden farklı olarak, küçük girişimci bir patronun az sayıda çalışan üzerindeki paternalist otoritesinin daha doğrudan, daha saf, daha enformel bir biçimde uygulanışına işaret etmektedir. Bu otorite biçiminde işletme içi iktidar sadece tek bir kapitalistin elinde toplanmıştır ve fabrika üretiminde olduğu türden, müdürler, şefler, ustabaşı arasında parçalanmadığı için hiyerarşik bir kontrol öngörülmemektedir. Bu açıdan bakıldığında, 19.yy başlarında geçerli olan biçimiyle çıraklık faaliyetinin öngörüldüğü gibi doğrudan “özgür ücretli emek” formuna evrilmediği, çıraklık emeğinin üzerindeki enformel baskının önemli ölçüde devam ettiği görülebilmektedir.

Kapitalizmin gelişim sürecinde çıraklık eğitiminin dönüşümüne etki eden bir başka husus ise zorunlu kamusal eğitimin ortaya çıkmasıdır. Modernleşme ve ulus devlet inşası bağlamında zorunlu kamusal eğitimin, tüm toplumsal kesimleri kapsayacak şekilde genişletilmesi ve bunun dolaylı sonucu olarak toplumun tüm kesimlerine, en azından formel bir eşitlik düzleminde, “sınıf atlama” imkanının sağlanmasıdır. Zanaat öğrenme işlevini önemli ölçüde yitiren çıraklığın, salt çocuk işçiliği anlamını kazandığı bu süreçte; kamusal eğitim, bir yandan ulus devleti inşa etmede ideolojik bir işlev kazanırken, diğer yandan, en azından iddiası itibariyle, alt sınıflara çocuk işçiliği dışında bir yol sunar. Bu nedenle, 18 – 20.yy arasında kamusal eğitimin, çıraklık eğitimini belli bir ölçüde gerilettiği iddia edilmektedir (Aivazova, 2013: 8).

Buna karşın 18-20. yy’lar arası dönemde ve özellikle 1929 krizinin ertesinde derinleşen bir olgu olarak, yukarıda Thompson’a (2004) referansla dile getirdiğimiz gibi, emeğin dolaysız bir sömürüye maruz kaldığı, çocuk emeğinin ise daha fazla oranda ve korunmaksızın üretim sürecine dahil edildiği düşünüldüğünde; kamusal eğitimin tüm bireylere eşitçe dağıtılması iddiasının, sadece soyut ve biçimsel bir “eşitlik” fikrinden hareket ettiği; kamusal eğitimin, aksine, somut eşitsizliklerin üstünü örten bir ideolojik perde olarak işlediği ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla bu dönemde çıraklık eğitiminin geri çekilmesi, paradoksal bir biçimde, çocuk emeği sömürüsünü derinleştiren; kamusal eğitime dahil olamayan ve çalışmak zorunda olan çocukların emeğinin, meslek edinme amacıyla gerçekleştirilen pratik bir faaliyet olarak tanımlanmayıp, bunun yerine ücret karşılığı yapılan bir sömürü ilişkisi olarak kabul edilmesidir. Nitekim, bu durum, iki savaş arası dönemde, işçi sendikalarının çıraklığın kapitalist işletmeler tarafından ucuz emek sömürüsü olarak kullanımına, buna karşın yeterli bir mesleki eğitim sağlanamamasına karşı muhalefetine yol açmış; bunun sonucunda ilk ABD’de olmak üzere, çıraklık sözleşmelerinin işçi sendikalarının kontrolüne verilmesi, böylece işletmelerce uygulanan sömürünün engellenmesi hedeflenmiştir (Aivazova, 2013: 8).

20. yy’ın ortalarında gelişen refah devleti uygulamalarının, çıraklık faaliyeti etrafında gelişen çocuk emeği sömürüsünü belli ölçülerde gidermeye çalıştığı söylenebilir. Burawoy’un ortaya koyduğu üzere, Keynesçi refah devletiyle birlikte, emek sürecinde ekonomik ve ekonomi dışı zor aygıtlarının bir arada işlediği despotik emek rejimlerinden; emeğin anayasal olarak güvence altına alındığı; emek rejimlerinin daha ziyade rıza yoluyla oluşturulduğu hegemonik fabrika rejimlerine gidiş söz konusu olmuştur (Burawoy, 1983). Bunun çıraklık açısından sonuçlarından biri, çıraklığın daha evvel geçerli olan biçimlerinden farklı olarak, Taylorist, fordist bir tarzda uygulanan bilimsel yönetim ilkeleri çerçevesinde yönetilen büyük ölçekli fabrikalarda; belli kurallara, hiyerarşik bir kontrol mekanizmasına ve disiplin araçlarına sahip olan bürokratik kontrol mekanizması içerisinde yapılır hale gelmesidir. İkinci olarak ise, bu dönemde, çırak emeğinin belli haklar çerçevesinde korunmaya alınması, içeriğinin mesleki eğitim olarak tanımlanması ve çıraklık sözleşmesinin, emeğin korunması ilkesine aykırı olması nedeniyle reddedilmesidir (Aivazova, 2013). Nitekim, sosyal devlet uygulamalarının geçerlilik kazandığı 1960’lı yıllarda, çırakların tüm ücretliler gibi sendikal haklara sahip olabilmesinin önü açılmış; bu bağlamda 1963 yılında çıkan sendikalar kanununda sendikaya üyeliğin tüm ücretlileri kapsayacak şekilde genişletilmesi ve üyelik yaşının 18’den 16’ya indirilmesi önemli bir dönüm noktası olmuştur[1].

Bu dönem aynı zamanda, devletin sermayeyle dışsal görünen ilişkisinin; daha doğrudan ve içsel bir ilişkiye doğru evrildiği; devletin sermaye birikimi sürecine kolaylaştırıcı veya bizatihi girişimci olarak daha fazla müdahil olduğu bir döneme işaret eder. Bu ise çıraklara, özel fabrikaların yanı sıra kamu teşebbüsleri içerisinde daha elverişli çalışma koşulları altında çalışma imkanı sağlamış; bu bağlamda, çırak emeği sömürüsü üzerinde kamusal bir denetim uygulanabilmiştir.

Bu dönemin çıraklık faaliyetine etkileri açısından bir başka sonucu, bir önceki dönemden farklı olarak, bu dönemde, bir yandan tam istihdama yönelik kamu politikaları ve piyasada talebi artırmak adına reel ücretlerin göreli olarak yüksek tutulması, alt sınıf çocuklarının kamusal eğitime dahil olmak yoluyla kendi toplumsal konumlarını dönüştürme konusunda daha somut bir şans elde edebilmelerinin söz konusu olabilmesidir.

Refah Devletinin Krizi ve Çıraklığın Geri Dönüşü

1970’lerin sonu itibariyle kapitalist birikimin krize girmesi ve bununla ilişkili olarak Keynesçi refah devletlerinin neoliberal yapısal uyum politikalarıyla dönüştürülmesiyle birlikte, sermayenin emek üzerindeki kontrolünü pekiştirdiği, emeğin anayasal güvencelerini yitirdiği, taşeron sisteminin gelişmesiyle birlikte, büyük ölçekli fabrika üretiminin yerini taşeron bağlarla sağlanan küçük işletmelere devredildiği; böylelikle, esnek, güvencesiz ve kuralsız istihdam biçimlerinin yaygınlaştığı, reel ücretlerin önemli ölçüde düştüğü, sendikaların işlevsiz hale geldiği bir süreç ortaya çıkmış; bu süreçte hegemonik emek rejimleri deforme olurken, üretim sürecinde ekonomik ve ekonomi dışı zorun yeniden güç kazandığı despotik emek rejimleri belirgin hale gelmiştir.

Bizim konumuz bağlamında bu süreç aynı zamanda “çıraklığın geri dönüşü” olarak ortaya çıkar (Aivazova, 2013). Çıraklığın geri dönüşü, bir yanıyla Piore ve Sabel’in (1984) yeni birikim rejimi olarak tanımladıkları post-fordizmde “zanaat emeğinin geri dönüşü” ile ilişkilendirilebililir. Bu bağlamda, üretime yeni teknolojilerin adapte edilmesi, üretimde gelişen yeni teknolojileri kullanabilme becerisine sahip nitelikli emek gücü ihtiyacını ortaya çıkarmaktadır. Bu birikim rejimindeki etkili olan teknoloji, makineleşmenin canlı emeği önemli ölçüde ikame ettiği, tasarım ve üretimin net olarak ayrıştığı daha evvelki fordist dönemden farklı olarak, çalışanların karmaşıklaşan üretim araçlarının bilgisine sahip olmalarını; bu nedenle hem zihinsel hem fiziksel becerilerini çoğullaştırmalarını gerektiren bir teknoloji olarak ortaya çıkar. 1990’larda bilgi temelli ekonomi kavramı etrafında gelişen yaşam boyu öğrenme yaklaşımının eğitim politikalarında egemen olması; eğitim politikalarının giderek daha fazla oranda sermayenin küresel rekabet ihtiyacı bağlamında gereken eğitimli emek gücü yetiştirmeye odaklanmasını (Güllüpınar&Gökalp, 2014), 2000’li yıllarda devam eden bir şekilde Lizbon Statejisi, Maasticht Kriterleri ve Dünya Bankası, Avrupa Komisyonu ve OECD gibi yapılanmaların mesleki yaygın eğitimin teşvik edilmesine dönük raporları, sadece genç işsizliğinin önlenmesiyle değil; “zanaat emeğinin geri dönüşü” olarak dile getirilen bu süreçle ilişkilendirmek mümkündür.

Diğer yandan, özellikle Türkiye gibi esnek uzmanlaşmayı ve yeni teknolojileri üretim sürecine oldukça sınırlı bir biçimde adapte edebilen; derinleşen uluslararası rekabetin yükünü daha ziyade emeği esnekleştirme (Köse&Öncü, 2000) yoluyla aşmaya çalışan ülkeler açısından, çıraklığın geri dönüşü olarak ortaya çıkan sürecin ucuz emek ihtiyacının artması ve bu ihtiyacın toplumun güçsüzleştirilmiş kesimlerinden-kadınlar ve çocuklardan- sağlanmaya çalışılmasıyla ilişkilendirilmesi daha doğru olacaktır. Nitekim, Türkiye’de 1980’ler itibariyle emek piyasası, sadece niceliksel olarak artmamış; aynı zamanda niteliksel olarak da değişmeye başlamıştır. Özellikle 2001 krizi ertesinde, ücretli çalışanların sayısının önceki döneme göre belirgin bir artış içerisinde olduğu; tarımsal yapının çözülmesiyle birlikte bir yandan kentli işgücüne sağlanan kırsal destek sona ererken, diğer yandan tarımsal nüfusun büyük oranda kentteki ücretliler arasına katıldığı bilinmektedir (Koç, 2010). Böylelikle, işçileşme artışının yanı sıra, yoksullaşmanın da arttığı; buna bağlı olarak emek piyasasında çocuk emeğinin gittikçe daha fazla belirgin hale geldiği ifade edilmektedir.[2] Bununla birlikte, eğitim alanının bireylerin daha fazla nitelik ve beceri kazanmak için rekabet ettiği bir alan haline gelmesi (Güllüpınar&Gökalp, 2014) karşısında çıraklık, bu rekabette ayakta kalamayan ve giderek daha fazla bireylerin üzerine yüklenen eğitim maliyetini karşılayamayan yoksul hane çocuklarının zorunlu olarak tercih ettikleri bir yol olarak çıkmakta; bu bağlamda daha önceki dönemden farklı olarak eğitimin de sınıfsal farklılıkların silindiği bir yer olmanın aksine sınıfsal farklılıkların netleştiği bir alan haline geldiğini söylemek mümkündür (Erdoğan, 2011). Böylelikle çıraklığın geri dönüşü, başka bir yanıyla alt-sınıf çocukların örgün eğitim içerisindeki rekabet düzeninde ayakta kalabilmek için kendileri adına bir şans göremeyip, yaygın mesleki eğitime yönelmeleriyle de ilişkilendirilebilir.

Çıraklığın geri dönüşü sürecinde ortaya çıkan bir başka önemli husus, devletin daha önceki dönemden farklı olarak, çıraklık eğitimindeki rolünün değişikliğe uğraması; yeni kamu yönetimi kriterleri doğrultusunda bu rolün özel sektöre aktarılmasıdır. Keynesçi refah devleti döneminde emeğin korunması bağlamında reddedilen ya da sendikaların kontrolüne verilen yahut devlet bünyesindeki işletmelerce belli bir kamu denetimi çerçevesinde kabul edilen çıraklık sözleşmesinin bu dönemde yeniden ortaya çıktığı ve sözleşmenin daha ziyade kar unsurunun daha fazla öne çıktığı özel işletmelerin inisiyatifine verildiği görülmektedir. Devlet, bundan böyle, çıraklık eğitimindeki temel aktör değil; kamu-özel işbirliği çerçevesinde sermayeye yardımcı bir kurum olarak işlev görür. Bunun anlamı, devletin, sermaye adına mesleki eğitimin teorik kısımlarını sağlamayı üstlenirken, pratik çalışma faaliyetini özel işletmelere bırakmasıdır. Bu yeni düzenlemede, çıraklık sözleşmesi, çırak ve işveren arasında imzalanan bir sözleşme olup, devlet, bu sözleşmenin salt aracısı ve garantörü olarak işlev görmektedir. Bu durumun, çırakların çalışma koşullarını daha fazla işverenlerin inisiyatifinde şekillendiği ve bunun emek sömürüsüne daha fazla kapı araladığı söylenebilir.

Eğitimin örgün ve yaygın eğitim olarak ikili bir sistemle sağlanmasına yönelik eğitim reformları ve bu amaçla gerçekleştirilecek kamu-özel işbirliğinin ilk nüveleri, 1969 yılında Almanya’daki ikili (dual) eğitim sistemi, kamusal eğitimin örgün ve yaygın eğitim olarak kili bir sistem altında birleşmesinde görülür. (Aivazova, 2013:8). Bu sistem, bugüne kadar genç işsizliğin azaltılması ve nitelikli işgücünün yaratılması bağlamında diğer ülkelerde de uygulanması teşvik edilmektedir. Türkiye’de ikili sistemin uygulamaya konulması bakımından 1986 yılında çıkarılan 3306 sayılı çıraklık ve mesleki eğitim yasası, yaygın mesleki eğitimin düzenlenişi açısından bir dönüm noktası olarak kabul edilmektedir (Akpınar, 2006). Bu yasadan önce kamu iktisadi teşebbüsleri bünyesinde gerçekleştirilen çırak eğitiminin bu yasayla birlikte Milli Eğitim Bakanlığı’nda merkezileşen okullar aracılığıyla yürütülmeye başlanmış; böylece doğrudan devlet kontrolü altındaki fabrikalarda teorik ve pratik öğrenme sürecinin sağladığı daha elverişli çalışma koşullarından vazgeçilmiştir.

Bununla birlikte çıraklık eğitiminde kamu-özel işbirliğine dönük daha güçlü adımların 2000’li yıllarda atıldığı; Koç Holding’in başlatmış olduğu “meslek lisesi memleket meselesi” sloganı çerçevesinde nitelikli işgücünün yaratılmasına, bu nedenle mesleki eğitimin türlü formlarının desteklenmesine dönük sermaye ve devlet politikalarının büyük oranda birbiriyle örtüştüğü görülmektedir. Sermayenin çıraklığı yaygınlaştırmaya dönük ihtiyacının bu kamu-özel işbirliği çerçevesinde gerçekleştirilmesi, 2012 yılında gerçekleşen 4+4+4 eğitim reformuyla çıraklık istihdamının önünde temel bir engel olarak görülen zorunlu 8 yıllık kesintisiz eğitimin ortadan kaldırılarak; çıraklık yaşının 14’ten 11’e indirilmesinin istenmesi (Karadeniz, 2012) ve 9 Aralık 2016 tarihinde çıkan Kanun Hükmünde Kararname uyarınca çıraklığın zorunlu ortaöğretim kapsamına alınmasında açıkça görülmektedir.[3]

Emek Sömürüsünün Doğallaşmasının Bir Aracı Olarak Çıraklık İdeolojisi

1970’lerin sonu itibariyle çıraklığın geri dönüşü olarak ortaya çıkan sürecin belki de en temel sonucu, sömürünün doğallaşmasıdır. Başka bir deyişle, çıraklık emek sömürüsünün üstünü örten bir ideoloji olarak ortaya çıkar. Günümüzde bu doğallaştırmanın çeşitli şekillerde tezahür ettiğini gözlemlemek mümkündür. Bunlardan birisi, çıraklığın bir işçilik faaliyetinden ziyade bir öğrencilik faaliyeti olarak değerlendirilmesidir. Yani çıraklık, “mesleki eğitim” sürecine vurgu yapan geçici bir statü olarak tanımlanmaktadır. Türkiye’de çıraklık yasasına bakıldığında, çıraktan bir işçi olarak değil, bir öğrenci olarak bahsedildiğini görürüz. Bugün halen geçerli olan 3306 sayılı Çıraklık ve Mesleki Eğitim Yasasına göre çırak, “çıraklık sözleşmesi esaslarına göre bir meslek alanında mesleğin gerektirdiği bilgi, beceri ve iş alışkanlıklarını iş içerisinde geliştirilen kişi”[4] olarak tanımlanmaktadır. Hatta, çıraklık sözleşmesi dışındaki çalışma biçimleri çocuk işçilik kapsamında değerlendirilirken; çıraklık sözleşmesi, çocuk işçiliğin, dolayısıyla çocuk emeği sömürüşünün önlenmesi adına ortaya atılan bir emek politikası olarak görünür. Dolayısıyla çıraklık aracılığıyla gerçekleşen sömürü yasal olarak da görmezden gelinmiştir denilebilir.

Çıraklık statüsünün geçici bir statü olarak kabul edilmesi ise çıraklık faaliyetinde bulunan kişinin vasıf kazanma ya da ustalaşma yoluyla gelecekte sağlayacağı potansiyel sermaye biçimleri için bugünden harcadığı bedava emeği meşru kılar ve bu emeği garanti altına alır. Bu, çıraklık sözleşmesinde asgari ücretin 1/3 sınırında bir ücreti öngörülmesinde ve ustalık belgesi alabilmek için 15 günden uzun süre işsiz kalınmaması koşulunun belirtilmesinde fark edilebilir.[5] Böylece çırakların, işverene karşı itaati ve keyfi çalışma koşullarına tabiyeti süreklilik kazanmış olur. Çırak açısından ise, çıraklık ideolojisi, geleceğe yönelik bir umut ilkesi yoluyla işler. Bu, usta olup kendi işini kurma, dolayısıyla işçilikten kurtulma umudundan beslenebileceği gibi, kazandığı vasıflar yoluyla iyi bir ücretle ya da güvenceli bir işte çalışma umuduyla ilişkili de olabilir. Her hâlükârda çıraklığın, günümüzde alt sınıfların sadece zorunda kaldıkları bir durum olmanın ötesinde iyi bir gelecek beklentisine yönelik yatırımları olarak değerlendirmek; dolayısıyla iktisadi zorun ötesinde bir rıza mekanizmasının da işlediğini ortaya koymak önemli olacaktır.

Çıraklık ideolojisinin aynı zamanda alt sınıflara karşı geliştirilen suçlulaştırma (kriminalizasyon) politikalarında da işleyen bir ideoloji olduğu söylenebilir. Çıraklık, 1990’lardan itibaren gittikçe daha fazla güvenlik sorunu olarak dile getirilen; hırsızlık, uyuşturucu madde kullanımı, işsizlik, eğitimsizlik gibi dışlayıcı birtakım söylemlerle ilişkilendirilen alt-sınıf gençlerinin bedensel ve ahlaki olarak disiplin altına alınması ve güvenlikleştirilmesine yönelik bir ideoloji olarak ortaya çıkar. Bu şekilde, toplumdan dışlanan alt sınıf gençler, çıraklık yoluyla eğitilerek topluma yeniden dahil edilmiş olur.

Çıraklık ideolojisinin bir başka tezahürü ise, mesleki eğitim adı altında sınıflar arası uzlaşıyı mümkün kılmasıdır. Çıraklık, sadece bir emek biçimi değil; aynı zamanda bir sınıf ilişkisine işaret eder. Bu sınıf ilişkisi, işçi ve işveren arasındaki ilişkiyi, usta-çırak, başka bir deyişle, öğrenci ve öğretici ilişkisine dönüştürerek sınıf ilişkisini paternalist bir ilişki olarak ortaya koyar ve bu ilişkiyi genel bir sınıf ilişkisi yerine tikel, kişiler arası bir ilişki olarak tarif eder. Bu açıdan bakıldığında çıraklık ideolojisi, sınıf ilişkisi bağlamında kendi meşruiyetini tarihsel bir kökene/ geleneksel usta-çırak ilişkisine referansla kurar. E.P. Thompson, kapitalizm öncesindeki zanaatkarlıkla ilişkili olarak;

“…zanaatlarda küçük usta ile zanaatkar kalfa arasında psikolojik ve kimi zaman ekonomik anlamdaki ayrım kalfa ile sıradan kentli işçi arasındaki ayrımdan daha küçük olurdu”. (2004:300)

demektedir. Burada değinilen psikolojik yakınlık, işverenin salt işveren olarak değil aynı zamanda, örnek alınması gereken, ahlaken yol gösterici bir pozisyona sahip olan ve çırak üzerinde hamilik görevi icra eden paternalist bir otorite olarak kurulmasına işaret etmekte; bu ise, Sennet’ın ifade etmiş olduğu gibi (2011), çalışanlar üzerinde önemli bir kontrolün, fakat aynı zamanda önemli bir sorumluğun da söz konusu olduğu baba figürünün temsiline dayanmaktadır. Böylece, bu paternalist sınıf ilişkisi, sınıf ilişkilerini ailevi bir ilişkiye dönüştürerek, emek sürecinde işverene tabiyeti kolaylaştıcı ve meşrulaştırıcı bir işlev görür. Bu ilişki, geleneksel çıraklıkta söz konusu olduğu gibi çıraklığın günümüzdeki işleyişinde de söz konusudur; hatta bu anlamıyla neoliberalizmin ideolojisiyle de uyumlu olduğu da söylenebilir. Neoliberal dönüşümün ve yeni sağ ideolojinin temel politik figürlerinden Margaret Thatcher’ın ünlü “toplum diye bir şey yoktur. Birey olarak erkekler ve kadınlar, bir de aileler vardır” sözü düşünüldüğünde; çıraklığın toplumsal sınıf ilişkileri yerini aile temelli bir ilişkiyle ikame etmesi, bu şekilde antagonistik ilişkileri birbiriyle uzlaşan ilişkilere dönüştürmesi, pre-kapitalist bir kalıntı gibi görünen usta-çırak ilişkisinin günümüzde halen farklı biçimleriyle egemen olan yeni sağ ideolojiyle gerçek bir tutarlılık içerisinde bulunduğunu ortaya koyar. Nitekim, 1994 yılında İngiltere’de modern çıraklığı eğitim sistemine dahil etmeyi öngören politikaların hayata geçirilmesi sırasında Çalışma Bakanlığı, Gençlik ve Eğitim Politikaları sorumlusu Valerie Bayliss’in modern çıraklık biçimlerini, geleneksel çıraklığın en iyi öğrenme metodlarının, iş temelli niteliklerle birleşmesi olarak tanımlaması (Huddleston, 1998: 280), bu pre-kapitalist sınıf ilişkisinin neoliberal sınıf ilişkilerinde içerildiğine işaret eder.

Thompson’ın usta ve çırak arasındaki yakınlığa yaptığı vurgulardan bir diğeri olan “ekonomik yakınlık” da günümüzde çıraklık ideolojisinin işleyebilmesini büyük oranda mümkün kılan bir diğer husustur. Usta ve çırak arasındaki ekonomik yakınlığı mümkün kılan temel unsur, bu ilişkinin büyük ölçekli fabrikalardan ziyade çoğu aile işletmesinden oluşan, düşük maliyetle açılan küçük ölçekli işletmeler içerisinde gerçekleşen bir ilişki olması; dolayısıyla işletme içerisinde sınıfsal farklılaşmanın fabrikaya nazaran daha az hissedilmesidir. Post-fordist birikim rejiminde, küçük işletmelerin üretim hızı, istihdam esnekliği, değişen ihtiyaçlara daha kolay adapte olabilme ve sendikal örgütlenmeye elverişli olmama gibi nedenlerle daha fazla öne çıktığı bilinen bir husustur. Türkiye özelinde ise, kapitalizmin gelişmesi sürecinde özellikle işçileşmenin yoğunlaştığı 1980’lere kadar, kendi hesabına çalışma ve ücretsiz aile işçiliğinin kentsel üretimde belirgin bir etkide bulunduğu görülmektedir (Koç, 2010). 1980’lerden sonra ise bu küçük ölçekli işletmelerin sayısı azalmamış; temel olarak, küçük işletmelerle büyük sermaye arasındaki ilişkiler bir takım taşeron bağlantılar yoluyla geliştirilmiştir (Geniş, 2004 ) . Bu küçük ölçekli işletmelerin, daha evvelden kendisi de işçilik yapmış bir takım küçük patronlarca yönetilmesi; çırağın sınıf ilişkilerini, zenginlik, tüketim gibi göstergeler üzerinden bir farklılaşma olarak deneyimlememesine neden olmakta; bu ise, üretim araçlarının özel mülkiyeti bağlamında ortaya çıkan sınıf ilişkilerinin görmezden gelinmesini mümkün kılmaktadır. Usta ve çırak arasındaki ekonomik yakınlığın bir başka etkisi ise ustaların yaşam deneyimlerinin çıraklar açısından gelecekte kendi işinin patronu olabilmeye dair bir mümkünlüğe işaret etmesi; ustaların, çıraklar açısından kendilerinin de bir küçük işletme patronu olarak “sınıf atlama” imkanına dair bir örnek sunmasıdır. Bu bağlamda çıraklık ideolojisinin, daha evvelki dönemde alt sınıf çocuları için eğitim yoluyla elde edilebileceği düşünülen “sınıf atlama” umudunun yerini aldığı söylenebilir.

Son olarak, en baştaki alıntıda Marx’ın ifade ettiği gibi, çıraklık ideolojisinin, aynı zamanda, çırağın kendi emeğiyle kurmuş olduğu bağımlılık ilişkisinde işleyen bir ideoloji olduğu görülmektedir. Mesleki eğitim yoluyla emeğin nitelik kazanması, onun soyut ve genel formundan daha tekil ve somut bir forma geçmesine, bu şekilde emeğe yabancılaşmanın azaltılması, işe bağımlılığın artması anlamına gelebilmektedir. Bu açıdan bakıldığında, teknoloji yoğun sektörlerde çıraklık eğitiminin aynı zamanda emeğin daha vasıflı ve ayrıcalıklı hale getirildiği bu açıdan, emek aristokrasisini temsil etmeyi vaat ettiği, bunun ise mevcut çalışma koşullarına itaati sağlamlaştırdığı iddia edilebilir. Bununla birlikte, çıraklık homojen bir sınıfsal konum oluşturmamakta; içlerinde işçi aristokrasisinden düşük nitelikli çalışanlara kadar farklı grupların var olabildiği bir toplama işaret eder (Levene, 2008:184). Bu farklılık, en temelde farklı emek rejimlerinin iş ve işverenle ilişkide belirleyici olmasıyla ilişkilidir. Sanayi sektörlerinde emek niteliğinin düzeyi, temel olarak üretimde kullanılan teknoloji düzeyine göre şekillenirken; hizmet sektörlerinde aynı zamanda duygusal emek kullanımı ortaya çıktığı için çırakların işle kurdukları ilişkiden deneyimledikleri sınıf ilişkilerine kadar pek çok farklılaşma ortaya çıkacaktır. Bu anlamıyla bakıldığında çırakların hem kolektif aidiyetin oluşması bakımından hem de ücretli işçilik temelinde ortak bir çıkar etrafında tanımlanma bakımından sınıf bilincinin oluşmasını zorlaştıran bir çalışma biçimi olduğu görülmektedir (Kergoat, 2006: 545)

Sonuç

Özetlenecek olunursa çıraklık, sadece mesleki eğitimi ve emek niteliğini maddi üretim ilişkileri içerisinde yeniden önemli hale getirmekle kalmamakta; aynı zamanda ideolojik işlevler de edinerek, emek sömürüsünün özel bir biçimde işlemesine neden olmaktadır. Böylelikle, günümüzde çıraklığın geri dönüşü, geleneksel usta-çırak ilişkisinin günümüz iş-ilişkilerinde içerilerek, bir yanıyla emek gücünün eğitiminin, sermayenin küresel ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde yeniden düzenlenmesine; diğer yanıyla emeğin, özellikle küçük işletmeler içerisinde, paternalist sınıf ilişkilerince disiplin altına alınmasına işret eder. Emeğin disiplin altına alınışının, işverenin işveren olmak dışında edindiği öğretici, hami işlevleriyle garanti altına alınmasının yanı sıra; çıraklık ideolojisine içkin olarak “ustalaşma”, başka bir deyişle emeğe değer kazandırma ya da kendi işinin patronu olmak yoluyla işçileşmekten korunma vaadiyle sağlandığı görülmektedir.

Kapitalizmin ortaya çıkışı, geleneksel zanaat emeğinde söz konusu olan ve emeğin somut, tikel biçimleri içerisinde değerli kılındığı; emekçininse bu değerli emeğin sahibi olarak belli bir statüyle ödüllendirildiği emek tarzını ortadan kaldırarak; emeği değersizleştirip, kendine yabancı kılarak; statü sahibi emekçiyi, zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayan sıradan proleterlere dönüştürmüştü. Günümüz kapitalizminde çıraklığın geri dönüşü ise, temelde, sıradan proleterlerin statü vaadiyle sömürüye razı edilmesi anlamına gelmektedir. Bu rıza mekanizmasının ne ölçüde ve hangi biçimlerde işlediği, farklı sektörlerde, farklı emek yoğunluğu bağlamında farklılaşan emek rejimlerine tabi olarak çalışan çırakların, somut deneyimleri ışığında analiz edilmesi gereken bir konu olarak karşımızda durmaktadır.

 

DİPNOTLAR

[1] Bkz: http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/11462.pdf

[2] DİSK AR’ın hazırladığı Çocuk İşçiliği Raporu’na göre, 2013 yılında Türkiye’de çalışan çocuk sayısı 893.000’e ulaşırken, aynı raporda, Türkiye’de çırak statüsüyle çalışan çocukların sayısının 2006-2012 yılları arasında 158.000’den 322.000’e çıktığı belirtilmektedir. Bkz: http://disk.org.tr/2013/04/disk-ar-cocuk-isciligi-raporu-2013-turkiye-cocuk-isciliginde-afrikalasiyor/

[3]  http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/12/20161209-5.htm

[4] http://mevzuat.meb.gov.tr/html/3.html

[5] mebk12.meb.gov.tr/meb_iys_dosyalar/78/02/210688/dosyalar/2015_03/23113814_ciraklik_sozlesmesi.pdf

KAYNAKÇA

Aivazova, N. (2013). “Role of Apprenticeships in Combating Youth Unemployment in Europe and the United States”, Peterson Institute for International Economics, No: pb 13-20.

Akpınar, T. (2006). Çocuk emeği sorununa çağdaş bir yaklaşım : KİT’lerin çırak okulları (1938-1986), Ankara: Fişek Enstitüsü Çalışan Çocuklar Bilim ve Eylem Merkezi Vakfı.

Burawoy, M. (1983). “Between the Labor Process and the State: The Changing Face of Factory Regimes Under Advanced Capitalism”, American Sociological Review, No: 48(5), pp: 587-605.

Edwards, R. (1979). Contested terrain: The transformation of the workplace in the twentieth century, New York: Basic Books.

Erdoğan, N.& Bora, T. (2011). “Cüppenin, Kılıcın ve Kalemin Mahcup Yoksulları”: Yeni Kapitalizm, Yeni İşsizlik ve Beyaz Yakalılar, Boşuna mı Okuduk?: Türkiye’de Beyaz Yakalı İşsizliği içinde (ss. 13- 44), İstanbul: İletişim Yayınları.

Geniş, A. (2004). İşçi Sınıfının Kıyısında: Küçük Sanayi İşçileri Üzerine Bir İnceleme, Ankara: Dipnot Yayınları

Güllüpınar, F. &Gökalp E. (2014). Neoliberal Zamanın Ruhu, Yaşam Boyu Öğrenme ve İstihdam İlişkileri: Yaşam Boyu Öğrenme Politikalarının Eleştirel Bir Analizi. Mülkiye Dergisi, No: 38(2), ss. 67-92.

Huddleston, P. (1998). “Modern apprentices in college: something old, something new”, Journal of Vocational Education and Training, Vol: 50, No: 2, pp: 277-290

Karadeniz, C.B. (2012). “Öğretmenlerin 4+4+4 Zorunlu Eğitim Sistemine İlişkin Görüşleri”, Eğitim Bilim Toplum Dergisi, c.10, s.40, ss. 34-53.

Kergoat, P. (2006). “De l’indolicité au travail d’une fraction des jeuness populaires. Les apprentis et la culture ouvrière”, Sociologie du travail, No: 48, pp. 545-560

Koç, Y. (2010). Türkiye işçi sınıfı tarihi: Osmanlı’dan 2010’a, Maltepe-Ankara: Epos Yayınları.

Köse, A., & Öncü, A. (2000). İşgücü piyasaları ve uluslararası işbölümünde uzmanlaşmanın mekânsal boyutları: 1980 sonrası dönemde Türkiye imalat sanayii. Toplum ve Bilim, s. 86, ss: 72-90.

Levene, A. (2008). “Honesty, sobriety and diligence: Master-apprentice relations in eighteenth-and nineteenth- century England”, Social History, Vol.33, No: 2, pp. 183-200

Marx, K.& Engels, F. (2008). Alman İdeolojisi, Ankara: Sol Yayınları.

Piore, M., & Sabel, C. (1984). The second industrial divide: Possibilities for prosperity. New York: Basic Books.

Sennet, R. ( 2005), Otorite, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Thompson, E.P. (2004), İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu, İstanbul: Birikim Yayınları.

http://disk.org.tr/2013/04/disk-ar-cocuk-isciligi-raporu-2013-turkiye-cocuk-isciliginde-afrikalasiyor/ , 07.02.2017.

http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/11462.pdf , 07.02.2017.

http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/12/20161209-5.htm , 07.02.2017.

http://mevzuat.meb.gov.tr/html/3.html , 01.02.2017.

http://mebk12.meb.gov.tr/meb_iys_dosyalar/78/02/210688/dosyalar/2015_03/23113814_ciraklik_sozlesmesi.pdf , 01.02.2017.