‘’Düşmanın’’ Gölgesinden Kurtulmak

Siyasetin ne olduğuna dair yapılan tartışmalar uzun yıllardır yapılmakta olup, bu konuya değinen yazarlar da siyasetin çatışmacı ya da uzlaşmacı bir karakteri olduğu konusunda da ikiye ayrılmıştır. [1] Siyasetin bir yönetme sanatı olarak ele alınmasına ve işin ehilleri tarafından görülmesi gerekliliğine yapılan vurgular, siyaseti hakim iktidar ilişkilerinin uygulanması gibi dar bir alana hapseder ve siyasetin asli unsuru olan karşıtların politik mevcudiyetine alan bırakmaz.[2] Siyasetin dar anlamda ele alınması, siyaseti bu şekilde ele alanların kendi politik var oluşlarını ve yaptıklarını meşrulaştırmasına hatta kimi uç örneklerde kutsallaştırmasına giderken, karşıtlar ise siyaset yap(a)mayan, siyasetten anlamayan ve sonuç olarak siyaseten meşruluğu olmayanlar olarak tasvir edilir. Mouffe, siyasal olanın antagonizmaları içerdiğini ve bu antagonizmaların yok edilemez olduğunu, mutabakat söylemlerinin havada kaldığını iddia etmektedir.[3] Müzakere, diyalojik demokrasi ve toplumsal mutabakat teorilerinin toplum içinde var olan çatışmaları görmezden geldiği, gizlediği ve neticede bu çatışmaları ortadan kaldıramayacağı iddia edilmektedir. Mouffe’un antagonizmayla kastettiği, Carl Schmitt’e referansla dost/düşman/hasım ayrımına dayanmaktadır.[4] Antagonizmaların agonizmalara dönüşmesi meselesi ise düşmanın hasım olarak görülmesiyle ilişkilendirilerek anlatılır.[5] Bu noktada düşman olarak görülen daha baştan yok edilmesi gereken bir kategoridir ve siyasal olanla ilişkilendirilmez, hasım olarak görülen ise rakip olarak kabul edilir, yok etme mantığı dışsallaştırılarak, siyaseten mücadele edilebilecek bir ortamın yaratılmasına imkan verir. Siyaset denilenin sınırlarının ve anlamının gelişebilmesi, var olan çatışmaların siyasal alanda kendini var edebilecek dost/hasım mertebesinde anlaşılmasıyla mümkündür.

1980’lerin sonuna gelindiğinde ‘’eski’’ sağ/sol arasındaki mücadelenin de evrildiği görülmektedir. Görece solda kalan partilerle, geniş kitlelere hitap eden sağ partilerin merkezleşmesi, bu merkezleşmeye kimi yerde yazılı ve görsel basının, ordunun, hukukun ve/veya stk’ların da eklemlenmesi ile bir egemenler mutabakatı ortaya çıkmıştır. Egemenler mutabakatına karşı, dönemin zeitgeist’i de düşünüldüğünde popülist sağ olarak ifade edebileceğimiz ancak merkezin kısmi olarak dışında kalan partiler, bir siyasal pozisyon üretmeye çalışmıştır. Bu pozisyonu üretirken de ‘’egemenlere karşı halk’’ düsturuyla bir tür biz/onlar ayrımı yapmıştır. Onlara karşı biz ayrımının sağ popülist söylemde kendini bulması, kolektif kimlikler yaratmanın önemli olduğunun işaretidir. Mouffe’u hatırlayarak söylersek, yaşadığımız dönemde sağ/sol ayrımı kendini ahlaki terimlerle ifade etmekte, doğru/yanlış ya da hak/batıl arasındaki bir mücadele olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu mücadelenin sonucu ise zafer ya da yenilgi olarak görülmektedir. Çatışmanın kaçınılmaz olduğunu gören sağ kanat bazı partiler ise söylemini bunun üstüne kurgulamıştır. Aslında daha öncesinde de benzer söylemler geliştiren ancak yaşadığımız dönemde biz ve onları, doğru ve yanlış üzerinden tarif etmeye kalkan bir siyasal anlayış görmekteyiz. Siyaseti, dost/düşman üzerinden kurgulayan anlayışın sonucunda ise düşman olanın kendini siyaseten var edemeyeceği kabul görmeye başlar. Çünkü bizin içinde yer almayan, ulusal ve/veya uluslararası alanda politika yapamaz, yaptığı politika ise bize karşı tehlike içerir, bu yüzden politika değildir anlayışı hakimdir. Siyasal olanın, sadece bizi oluşturanın siyasetine indirgenmesi, siyaset yapmanın, yaşadığımız çağın sağ siyasetinin en önemli özelliklerinden olan, daha iyi yönetim hatta çoğu yerde ve zamanda sadece yönetim olarak anlaşılmasına sebep olur. Muhalefete kullanabileceği politik alan bırakmayan anlayışların ise zaten var olan ve mutabakat ya da iknayla giderilemeyecek olan antagonizmaların daha da şiddetlenmesine zemin hazırlamaktadır.

Türkiye’de Dost/Düşman Ayrımına Dayanan Siyaset Anlayışı

Türkiye’de siyaset yapma ve politika üretme bağlamında, Schmitt’in düşünceleriyle paralellikten bahsedilebilir. Bu düşüncelerin ön planda olmasının sebeplerinden biri, siyasetin (ya da Mouffe’un anladığı siyasal olanın) daha gerçekçi olarak kavranmasına imkan vermesidir. Bir diğeri de, biz/onlar ayrımının ortaya çıkmasıyla, yeni kimlikler ve düşmanlar/hasımlar belirlenmesinin önünü açar ki bu belirlenimin kendisi ‘’siyaset kurucu’’ öğeler taşır. Biz/onlar arasındaki ayrım, ister doğru ve yanlış arasındaki ayrım olarak işlenilsin ister doğrudan o ayrım üzerinden siyaset yapılsın, sonuçta kimlikler ve aidiyetler kurgulanmış olacaktır. Kurgulanan kimlik ve aidiyetlerin de içinde yaşadığımız toplumsal yapıda karşılığının olduğu görülecektir. Hal böyle olunca siyaset, toplumdaki ayrışmalar üzerinden biz/onları kurgulayabilmek ve kurgulanan bu hat üzerinden insanları mobilize etmek olarak kavranır.

Biraz geriye gidip Türkiye’de İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki faşist propaganda ve söylemleri hatırlanacak olursa, o dönemin liberal ve özellikle komünistlerine atfedilen yakıştırmaların savaş bitimiyle hasır altı edilmediği fark edilecektir. Bir zamanlar faşist propagandanın malzemeleri olan düşman imgeleri, savaş sonrasının Türkiye’sinde anti-komünist propagandada sıklıkla kullanıla gelmiştir. Benzer durum dünya ölçeğinde de geçerlidir, anti-komünizmle birlikte anti-liberal olarak tanımlanabilecek düşünceler kendini ifade edebilecek alanlar bulmaya başlamıştır.[6] Bu hatırlatma, bugünlerde yeniden dolaşıma çıkan bazı ifadelerin nerelerden geldiği, hangi kaynaklardan beslendiği ve nasıl kabuk değiştirdiğini gösterecek ipuçları edinmemize imkan verecektir. Aynı zamanda bugünlerdeki faşist, totaliter anlayış var mı tarzı sorularının sorulmasında benzer imgelemlerin kullanılmasının payı olduğu görülecektir.

Sağ geleneğin kendine örnek aldığı Necip Fazıl; İslamcılık, milliyetçilik ve muhafazakarlık üçgeninde düşüncelerini oluştururken düşman kategorisini en iyi benimseyenlerdendir. Necip Fazıl’ın Tanzimata bakışından[7] Tek Parti ve CHP’ye bakışı[8], 1960-1980 arası dönem içerisindeki düşüncelerinden anti-komünist propagandif yazılarına düşman imgeleriyle sıkça karşılaşmak mümkündür. Hatta sadece imge olarak değil, düşman olarak imlenenlerin ülke içinde teşhir edilmesini de görev kabul ettiği fark edilir. Düşman imgelerinin arasında dönmeler, Siyonistler, Batı’nın uşakları, komünistler vardır. Necip Fazıl’ın politik düşünce ve yazılarına özel ilgi besleyen sağ cenahtan kimseler de çoğu zaman gün yüzüne çıkmasa da alttan alta düşman imgelerini içlerinde büyütürler. Bugün dahi sağ külliyattan beslenenlerin düşman imgelerine bakıldığında birkaç fazla ya da eksikle birlikte benzer imgelerin paylaşıldığı görülmektedir.

2000’ler ve AKP ile Yeniden Gün Yüzüne Çıkan ‘’Düşmanlar’’

AKP’nin hükümet olmadan önceki ve sonrasındaki ilk dönemlerinde biz/onlar ayrımını daha çok dost/hasım (düşman değil) üzerinden kurguladığı iddia edilebilir. İktidarının ilk yıllarında AKP, kendini politik konumlandırışında, daha öncesindeki herhangi bir partinin doğrudan uzantısı ya da düz bir devamı olduğunu vurgulamaktansa, siyaset sahnesinde yepyeni bir dönemi ve temiz bir sayfayı açtığını özellikle vurgulamıştır. Bunda, henüz kendi hegemonik iktidarını ordu, basın-yayın, üniversiteler, entelektüel alan ve stk’lar üzerinde kuramamış olmasının etkisi olduğu öne sürülebilir. Bununla beraber AKP’nin, Milli Görüş etiketinden sıyrıldığını (az önce ifade etmeye çalıştığım yeni ve tertemiz olma vurgusu hasebiyle), 90’ların ve 2000’lerin ekonomik kriz dolu günlerinin geride kaldığını ve güvenlikçi siyaset anlayışının terk edildiğini ve kendi iktidarını bir milat olarak kurgulamış olduğunu dillendirmesinin etkisi de vardır. Bunun yanında ilk yıllarındaki, mutabakat ve diyalojik demokrasinin önünü açma çağrılarını da es geçmemek gerekmektedir. AKP’ye destek veren liberaller daha çok diyalojik demokrasi temellidir. AKP’nin özellikle ilk dönemlerinde aldığı ‘’liberal’’ destek de hem kendi politikalarını hayata geçirebilmesini meşrulaştırmış hem de diyalojik demokrasi ve mutabakatlık üzerinden kurgulamaya çalıştığı siyaset anlayışını inşa etmesine olanak vermiştir. Merkezileşmiş egemenler mutabakatına karşı kendini konumlandırırken, politikalarını AB’yi önüne hedef koyma, geçmişle yüzleşme/hesaplaşma, halktan yana olma gibi vurgularla beslemiş, liberallerin de bu kurulan denklemde desteğini kazanmıştır. Kemalist düşünce ve onun mirasçısı olan uygulama ve kurumlarla olan mücadelesinde ihtiyaç duyduğu entelektüel ve imaj desteğini liberallerden almıştır. Alınan bu desteği de başarılı bir şekilde biz ve onlar mücadelesine dönüştürebilmiştir. Kısaca AKP, kendi iktidarını ve söylemlerini, merkezileşmiş siyaset algısının ve onun oluşumlarının dışında, daha doğrusu karşısında gösterme gayretine girişmiştir. Bu bağlamda, entelektüel alanda yararlanılan yollardan birisi, modernizme karşı postmodernizmin açtığı kanalı kullanmak olmuştur. Bu kanalın kullanılmasıyla, seçkinler ittifakına karşı halkı temsil ettiği işlenmiştir. Bürokratik, askeri, siyasi ve sivil ‘’vesayetin’’ karşısında kendini konumlandırmıştır. Kendisinin, milletin iradesini yansıttığını ve kitlelerin sözcüsü olduğunu iddia etmiştir. Bunu yaparken daha önce genel olarak sağ kesimin yaşadığı mağduriyetleri içselleştirmiş ve onlara karşı biz oluşturma işine girişmiştir. Bizin oluşturulmasında dönemsel olarak türlü ittifaklar da kurulmuştur. Örneğin, kimi zaman darbe mağdurlarıyla darbecilere karşı, kimi zamansa, büyük burjuvaziye karşı görece daha çevrede kalmış burjuvaziyi biz inşasında kullanmıştır. Bu noktada AKP, Türkiye siyasal hayatındaki yarılmalar neticesinde daha önce hiç var olmayan bir şeyi icat etmiş değildir. Var olan ya da kısmen var olan bazı ayrımları özellikle mağduriyetleri ajite ederek, kendi politik anlayışı çerçevesinde biz/onlara dönüştürmeyi başarabilmiştir. Entelektüel alanda yararlanılan ve aidiyet üzerinden işlenen neo-Osmanlıcılık da bu dönemde yaratılan ‘’bizin’’ içini doldurmakta önemli bir işlev üstlenmiştir. Bizin içine Müslüman coğrafayada yaşayan ezilen ‘’Sünni Müslümanları’’ da dahil etmiştir. Neo-Osmanlıcılık bu bağlamla birlikte düşünüldüğünde, yalnızca bir dış politika aracı değil aynı zamanda iç politikada safları netleştirmenin, kolektif kimlikler yaratma ve edinmenin, aynı zamanda güçlü bir aidiyet oluşturmanın mayası olmuştur.

Oluşan bizin içinde hem Türkiye içinde seçkinlerin karşısında milli iradeyi temsil eden, hem de Türkiye dışındaki yakın coğrafyada ezilen Sünni Müslümanları temsil eden bir parti, devlet ve devlet adamı vardır. Bizin karşısında olanların içinde, uluslararası alanda Türkiye’nin büyümesini ve güçlenmesini istemeyen devletler ve kurumlar vardır. İçeride ise uluslararası ittifakın taşeronları, eski seçkinler, darbeciler, Müslüman ve Büyük Türkiye karşıtları ve vatan hainleri vardır.

Zamanla AKP iktidarı, kendini konsolide etmesini sağlayan bazı politik yönelimlerinden vaz geçmiş, tutumlarını değiştirmiş ve/veya giderek sancılı biçimde siyasal olanı anladığı biçimiyle hasmı düşman olarak görmeye başlamıştır. (Tam bu noktada şunu söylemek gerekiyor, kuruluşundan itibaren düşman bellediği oluşum ve çevreler de vardır.) Hasmın düşman olarak imlenmesinin yanında, siyasal olanı genelde kendi yapıp ettikleriyle sınırlı gören bir anlayış da gün yüzüne çıkmaya başlamıştır. Bu mesele biraz da siyasetin salt yönetme ile ilşkilendirilmesi neticesinde ortaya çıkmaktadır. Yine bu noktada siyasete pejoratif anlamlar da yüklenmiştir. Özellikle kendi yaptıklarını millet için tek doğru ve yararlı olan halka hizmet mantığı çerçevesinde sunarken, ötekilerin yaptığının hizmet değil siyaset olduğu eleştirisini getirmiştir. Bu andan itibaren aslında sağ gelenekte var olan Schmittyen damarı daha güçlü bir şekilde işlemeye çalışmıştır. Keskin bir biz/onlar ayrımı yapmıştır ancak bu kez onlar, siyaseten hasım değil düşman olan bir kategoriyi temsil eder hale gelmiştir. Üretilen dil, uygulanmak istenen politikalar, muhalefet edeni düşmanlaştıran bir söylem bu politik anlayışın sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

Biz ve onları daha keskin çizgilerle ayırıp zaten toplumsal olarak var olan yarıkları derinleştirme siyasetine girmiştir. Var olan ayrım üzerinden daha kalın çizgilerle çizilen bu hat ve bu hat üzerinden oluşturulan söylem sayesinde ötekilerden gelecek tepkilere karşı, oluşturduğu biz kategorisi içerisinde infial yaratacak her toplumsal olay karşısında kendi tabanını daha da sıklaştıracak ve kendi tabanının ötekine karşı daha da sert tavır almasını sağlayacak imgeler, olaylar ve manipülasyonlar üretmiştir. Sokaklarda yükselen muhalefet karşısında mitinglerini, insanlara uygulanan şiddet karşısında polislere, çevreye ve daha doğrusu kamuya uygulanan şiddeti, karşı tarafın kayıplarının karşısında ‘’kendi’’ kayıplarını ileri sürerek, bunların üzerinden siyaset üretmeye çalışmıştır. Üretilen bu siyasetin alet çantasında, cinsiyetçi dil, ekonomik istikrar vurgusu, yabancı düşmanlığı (zenofobi), Siyonizm, Batının kuklası/maşası olma durumu, anti-komünizmin propagandif söylemleri, milli irade, ulusal çıkar, ulusal güvenlik ve devletin bekası bulunmaktadır.

Kendi tabanına yönelik uyguladığı ‘’sembolik şiddete’’ de ayrıca değinmek gerekmektedir. Ötekine uyguladığı baskı mekanizmalarını ve itibarsızlaştırma çabalarını, kendi tabanınına da aba altından sopa göstererek örtülü olarak sunmaktadır. Özellikle mitingler ve basın yayın aracılığıyla kendi paydaşlarına dönük, olaylara katılmama ve oyuna gelmeme çağrıları bu bağlamda değerlendirilebilir. AKP tabanına ve toplumun diğer kesimlerine dönük paternalist anlayışın da altını çizmek gerekiyor. Bensiz size ne olur anlayışıyla birlikte devletin bekası ve iyiliği, insanların huzuru ve refahı için neyin iyi olduğunu bilen, ahlaklı, dürüst ve güçlü bir liderin ön plana çıkarılması bu bakımdan değerlidir. Yine AKP’yi destekleyenlerin kandırılmaya hazır bir kitle olduğu imajının verildiğini, siyasi karşıtlarına dönük koyun güdemezler söyleminin biz güdebiliriz ve güdüyoruz propagandası ve oyuna gelmeyin uyarılarından anlayabiliriz.

Ötekiyle kurulan hasmane ilişkide ötekinin politik meşruiyeti tanınmaktadır, yani onlar denilenin toplumsal, siyasal bir karşılığı ve gerçekliği vardır ve söylem, bu meşruiyetin tanınması üzerinden kurulmaktadır. Ancak dost/düşman olarak ayrım kurgulandığında artık düşman halledilmesi gereken bir meseleye dönüşür. Ezel/ebed düşmanlığın kurgulanması sorunludur, çünkü hem sürdürülebilir değildir hem de biz kategorisini bölme tehlikesi taşıyabilir. Düşmanın varlığı sizi tehdit eder, sizin varlığınız da düşmanı tehdit eder. Siyasetin düşman imleri üzerinde kurgulanması ise en başta ifade edilmeye çalışılan, siyasetin anlamının daraltılmasına ve içinin boşaltılmasına sebep olur. Öteki olarak imlediklerinize karşı siyseten söylemler üretir, ona göre politikalar uygulamaya çalışırsınız. Ancak düşman olarak imlediklerinize karşı siyaset biter, güvenlik ve tehdit dili politik alanın gramerini belirlemeye başlar. Dost/düşman ayrımınının biz/onlar üzerinden kurgulanması ve siyasetin bizin yaptığı işlere indirgenmesiyle, dar siyaset tahayyülünün birleşmesi sonucunda siyasi söylemin dışlayıcı ve tasfiyeci bir yapıya bürünmesi gibi tehlikeli bir durum söz konusudur. Öteki dahi siyaseten emsal oluşturan bir rakip konumundayken, gelinen noktada onlar artık öteki bile değildir, tasfiye edilmediğinde bünyeye zarar verecek birer mikrop olarak görülen varlıklardır.

‘’Ulusal’’ Düzeyde Dost/Düşman’ın Tanımlanması ve Ötekiler

Aslında bütün bu çabalar sadece AKP’nin politik stratejisi ve/veya Erdoğan’ın şahsıyla sınırlanabilecek bir politikayı değil aynı zamanda, özellikle 2010 sonrası ‘’devlet aklının’’ çalışma biçimi ve uyguladığı teknikleri de göstermesi bakımından önemlidir. Yaşadığımız dönemde, olan biten her şeyi AKP’nin politikalarıyla ve onun desteçilerinin görüş ve tutumlarıyla açıklamaya çalışmak yetersiz kalacaktır, çünkü artık bir ‘’devlet politikasından’’ bahsetmek gerekliliği ortaya çıkmıştır. Örneğin, dış politika ülke içindeki siyasetten azade bir şekilde kavranmaya başlanmıştır oysa ki bilindiği gibi dış politika daha çok iç politika ve ‘’içerideki’’ ilişkilerle ilgilidir. Yine sınıf mücadelesinden soylulaştırma politikalarına, Kürt meselesinden kadın politikalarına uzanan bir yelpazede tartışmayı AKP ile sınırlı tutmamak gerektiği ortadadır. Tam da bu noktada dost ve düşmanın belirlenmesi devletin değişen güvenlik algısıyla paralel biçimde inşa edilmeye başlanmıştır. Asıl tehlikeli olanın da bu yaklaşım olduğunu söylemek gerekmektedir, yalnızca bir parti ya da fraksiyonun ürettiği politika olarak dost/düşman değil onunla eş anlı işleyen iktidar pratikleri ve devletin de bu dost/düşman anlayışını benimsemesi ve kurgulaması.

Biz/onlar üzerinde kurgulanan bu siyaset, doğası gereği ötekileri de oluşturmuştur. Bu dengede sorun olan ve bilinen denklemi bozan da bu öteki meselesi olmuştur. AKP’nin kendi hegemonyasını kurabileceği ve genişletebileceği tüm alanlar elinde olmasına rağmen ötekiler de bu çatışmada kendi siyasal dilini oluşturmaya, muhalefeti daha güçlü kılmaya başlamıştır. Ötekilerin karşıtlığı birçok toplumsal olayda kendini belli etmiştir. Ancak, siyaset kurucu öğeleri tam anlamıyla kurgulayamamıştır. Yine de ötekilerden oluşan politik hat, bazen öngörüler şeklinde gerçekleşmemiş olsa da, başka pek çok değişkenin de etkisiyle kırılma anlarını yaratabilmiştir. Kırılma anlarının yaratılmasında, AKP cephesi, ötekileştirdiklerini absorve etmek veya bir şekilde karşıt da olsa, onları sistemin restorasyonunu ve onarılmasını sağlayacak politik tutumlar sergilemeye sevk etmek yerine, kendi tabanını sıklaştıracak argümanlara yönelmiştir. Böylelikle, hattın öteki tarafında bulunanlar etrafında kimin olup olmadığını görebilmiş ve ortaklaşa muhalefeti yükseltebilmenin olası koşullarını aramaya yönelmiştir.

Sonuç Yerine

Siyaseti daha gerçekçi olarak kavrayabilmek için algı dünyamızı oluşturan genellemeler dışına yönelmek gerekiyor. Bunun bir yolu Schmitt’in parlamenter demokrasi ve dolayısıyla liberalizmin aksayan yönlerini gösterdiği kaynaktan beslenen düşünürlerin içinde bulunduğu damarı tutabilmek olabilir. Liberal teorinin, anayasal krizlerin, parlamenter demokrasinin krizlerinin yalnızca savaş sırasındaki faşist ve baskıcı rejimlerle ortaya çıkmadığını, bunun öncesine ve sonrasına uzandığını Schmitt çok önceden söylemekteydi. Sağın, liberal teorilerin bu zaafının farkında olduğunu ve bu kaynaktan beslendiğini dolayısıyla politik gramerini de bunların üstüne kurguladığı bilinen bir gerçek iken, sol ise uzun süre bu aksı görmezden gelmiştir. Siyaseti gerçekçi kavrayabilmenin bir diğer yolu da bugüne yönelik kolaycılık olarak tarif edebileceğimiz otoriterleşme, diktatörlük, merkez/çevre gibi yaklaşımların aşılarak bunların ötesinde günü anlamaya çabalamak olabilir. Bunlarla birlikte söylemsel düzeyde inşa edilen düşmanlaştırmaların nerelerden geldiği, nerelerde dönüşüme uğradığını teşhir etmek gerekmektedir. Bu aynı zamanda biz denilenin içeriği ve oluşma/oluşturma süreçleri hakkında da fikir verecektir. Kategorik olarak işlenen dost/düşman ya da hasım kategorilerinin devlet aklıyla çoğu kez kesiştiğinin ve birbirlerini beslediğinin farkında olmak ve yapılmaya çalışılacak analizlerde bu gerçeğin farkında olarak hareket etmek gerekmektedir.

 

DİPNOTLAR

[1] Yazı için destek, eleştiri ve önerileri için kıymetli hocam G.Gürkan Öztan’a ve yazıyı okuyup değerlendiren Ömer ve Fevzi’ye çok teşekkür ediyorum.

[2] Jacques Ranciere, Siyasalın Kıyısında, İstanbul, Metis Yayınları, s.139-157. Ranciere Siyaset Üzerine On Tez bölümünde ilk tez olarak ‘’siyaset iktidarın uygulanması değildir’’ vurgusunu yapmaktadır.

[3] Chantal Mouffe, Siyasal Üzerine, İstanbul, İletişim Yayınları, 2010, s.11-13, s.63-64.

[4] Chantal Mouffe, Siyasetin Dönüşü, Ankara, Epos Yayınları, 2010, s.183-186.

[5] Mouffe, a.g.e. s.28. Mouffe’ a göre antagonizma, iki tarafın herhangi bir ortak zemini paylaşmayan düşmanlar oldukları bir biz/onlar ilişkisidir, agonizm ise çatışan tarafların, çatışmanın rasyonel bir çözümü olmadığını kabul ettikleri etmettikleri ancak karşılıklı olarak muhaliflerinin meşruiyetini tanıdıkları bir biz/onlar ilişkisidir.

[6] Sinan Yıldırmaz, Nefretin ve Korkunun Rengi:’’Kızıl’’, içinde, Der: İnci Özkan Kerestecioğlu- Güven Gürkan Öztan, Türk Sağı Mitler, Fetişler, Düşman İmgeleri, İstanbul, İletişim Yayınları, 2012, s.50.

[7] Necip Fazıl Kısakürek, Moskof, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 2007, s.222

[8] Necip Fazıl Kısakürek, Konuşmalar, İstanbul, Büyük Doğu Yayınları, 2009, s.210.