Almanya’da Nazizm’in yükselişe geçtiği yıllarda, bir ağaçtan söz etmenin bile suç sayıldığından şikayet ediyordu Bertolt Brecht. Tuhaf değil mi? Aradan neredeyse yetmiş yıl geçtikten sonra, ağaçlardan söz etmek yine suç oldu. Haksızlık etmeyelim. Yönetenlerin bugün suç hanesine yazdıkları ağaçtan, çevreden, ortak değerlerin korunmasından yana olmak değil. Suç olan özgürlük ve değişim talebinde bulunmak. Katı ve donmuş kanaatlere, ‘tanzim edilmiş” bir toplum imgesine tutkunluk olarak özetlenebilecek otoriteryen kişiliği rahatsız ediyor değişim düşüncesi. Statüko bu dondurulmuş kanaatleri ve toplumun hiyerarşik düzenini sarsabilecek ya da bilinç dışı içsel öğeleri harekete geçirebilecek etkilere karşı direnç gösteriyor. Sokaklarda dolaşmak, şarkılar söylemek, sloganlarını haykırmak, birarada olmak, kapitalizmin vaatlerine sırtını dönmek… İşte bunlar suçlu yapıyor Taksim Gezi Parkı’nda toplanan -ya da onlara destek veren- insanları. Hayatın tek bir karesini renklendiren bir özgürlük an’ı başka alanlardaki özgürlükçü düşünceleri tetikleme, sınıflar ve cinsler arasındaki ayrımcılığa dayanan toplum tasarımlarının meşruiyetini sorgulama tehdidine dönüşüyor. İktidar kendisinden yana olmayanları “ikna” etmek için sokakları biber gazıyla doldururken, EYLEM baskının kapalı evrenini kırıp parçalıyor. İsyan ve direniş gençleri özgürleştiriyor.
İtiraf etmeliyim ki eylemlere katılan gençliğin bir kısmı 80 öncesinin hatıralarıyla yaşayan benim kuşağıma çok yabancı. Giysileri, sloganları, pankartları, ilgi alanlarıyla kendi çağlarının çocukları. Bir savaş ve şiddet atmosferinde dünyaya gelmişliklerinin kötü kaderini kırıyor, eyleyerek kendi tarihlerini kendileri yapıyorlar. Elbette “kendi keyiflerine göre kendileri tarafından seçilmiş koşullarda değil”… 80’den bu yana oluşan siyasi, kültürel, toplumsal ve ekonomik dinamiklerin belirlediği, eski kuşaklarla, gelenekle ilişkisi karmaşık bir isyan bu. Yaşları, halleri, tavırlarıyla daha çok 68 Baharı’nın isyancılarını hatırlatıyorlar. Ama kökleri nereye uzarsa uzasın her çağın isyanında geçmişin anısı “eskilerin taklidine değil de yeni savaşların yüceltilmesine; gerçeklere dönerek çözüm yolu aramaya değil de yapılacak işi hayallerde büyütmeğe, isyan korkusunu hatırlatmaya değil de onun ruhunu yeniden bulmaya” yarar. Marx’ın sözünü ettiği ruh hiç şüphe yok ki mücadele eden, eyleyen insana özgü bir ruhtur; bu aynı zamanda yaratıcılığın, sanat ve edebiyatın ruhudur.
Sanat ve Edebiyatın Ruhu İsyan ve Direniştir
Carlos Fuantes’e göre “tutkunun kaynağı ne olursa olsun, bütün büyük romanlarda başarısızlığa mahkûm olsa bile mücadele etmekten vaz geçmeyen, bizi de mücadeleye davet eden kahramanların hikâyeleri vardır”. Aslında içeriğinden bağımsız olarak yazma eyleminin kendisi bile bir direniş noktasıdır. Adorno’ya göre sanat, baskının ve iktidarın bütüncü karakterine bütüncü bir yabancılaşmayla cevap verir. Sanat ve edebiyatın yabancılaşma yoluyla gerçekleştirdiği direniş sadece yapıtta somutlanmaz. Sanat ve edebiyat yapıtlarının alımlanma biçimi, basitçe söylersek kitap okuma eyleminin kendisi aynı yabancılaşmanın ve direnişin parçasıdır.
Direniş temasının izini ilk mağara resimlerinde, büyüde, masalda, destanlarda, mitolojide, eski Yunan tragedyalarında sürmek mümkün. O kadar gerilere uzanmaya yerimiz yetmez. Biz roman sanatının ilk örneği sayılan Don Kişot’la, bu saf ve temiz ruhlu, hatta biraz “deli” kahramanla başlayalım. Edebiyatın ilk bilge delisidir Don Kişot. Delilik dünyaya karşı tavrıdır. “Deliliğe Övgü”nün yazarı Erasmus’un Engizisiyon tarafından yasaklanmış öğretisi ile yetişen Cervantes, yasaklara, doğmalara karşı direniş ve başkaldırısını yel değirmenleriyle savaşan bir delide cisimlendirirken romanın ve modern insanın rotasını çizmiştir. Düşlerinin peşinde koşan, imkansızı dileyen, onun için mücadele eden bütün “deliler”in -ve elbette Gezi direnişçilerinin- ortak adıdır Don Kişot.
Tam da buradan hareketle, Don Kişot’u şu dizelerle selamlamıştı Nazım Hikmet;
“Ölümsüz gençliğin şövalyesi/ ellisinde uydu yüreğinde çarpan aklına,
bir Temmuz sabahı fethine çıktı / güzelin, doğrunun ve haklının:
önünde mağrur, aptal devleriyle dünya/ altında mahzun, fakat kahraman Rosinant’ı.
Bilirim, / hele bir düşmeyegör hasretin hâlisine, / hele bir de tam okka dört yüz dirhemse yürek,
yolu yok, Don Kişot’um benim, yolu yok, / yeldeğirmenleriyle dövüşülecek.”
Söz Nazım’a, hayatı, dünya görüşü, politik duruşu ve eserleriyle başlı başına direniş sembolü olmuş bir yazara gelmişken zaman çizgisini göz ardı edip önceliği ona vermekte sakınca yok… Sokaklarda, meydanlarda “Her yer Taksim, her yer direniş” sloganlarının yükseldiği miting alanında Nazım’ın dizeleri okunurken sanki bir zaman tünelinden geçmiş gibi hissettim kendimi. Kaç kez söylemiştik bu şiirleri, kaç kez duygularımızı Nazım aracılığıyla dile getirmiştik? Sonra yenilgiyi yaşadık. Şiirlere, ağıtlara, türkülere sığındığımız yıllar. İşte o günlerden birinde, bir gece vakti “Şeyh Bedrettin Destanı”nı almıştım elime. İtiraf etmeliyim ki hayatımın en unutulmaz okuma anlarından birini, tam bir “katharsis”i yaşamıştım. Şiir biçiminde yazılmış uzun hikâyesinde çok eski bir isyanın yenilgisini anlatır Nazım. Öyle bir anlatır ki isyanın haklılığını, yenilginin hüznünü, yoldaşlığın bağını duyumsar, Bedrettin müritleriyle birlikte arkadaşlarınız için de ağlarken yalnız olmadığınızı, son sözün hala söylenmediğini, isyanın geleneği ve geleceği olduğunu hatırlarsınız. Şimdi ne zaman haklı bir isyanın yenilgisine tanık olsam Şeyh Bedrettin Destanı ve Börklüce Mustafa’nın çapulcuları, Karaburun mağlupları düşer aklıma. “Yenildiler./ Yenenler, yenilenlerin / dikissiz, ak gömlerinde sildiler/ kılıçlarının kanını”…
Don Kişot’un mirası
Marcus, “Karşı Devrim ve İsyan” adlı incelemesinde romanın serüvenini şöyle özetleyecektir; “Modern kurmaca(nın) ruhu gerçekte, bir kez daha ciddiye alınan, gerçek bir içerik kazanan şövalyelik ruhudur. Dışsal varoluşun rastlantısal karakteri, sivil toplumun yerleşmiş, güvenli düzeni devlet ile yer değiştirdi; böylece artık polis, yasa mahkemeleri, ordu ve hükümet, şövalyenin kendisinde gördüğü hayali nesnelerin yerini aldı. Bu yüzden, modern romanlarımızda yer alan kahramanların şövalyelik karakteri değişmiştir. Bu kahramanlar öznel hedefleri olan aşk, onur, hırs ya da dünya reformu fikirleriyle, her tarafta önümüze engeller çıkaran bu yerleşik düzenle ve hayatın bilinen anlatısıyla karşılaşan bireyler olarak dururlar önümüzde. Sonuç, öznel arzuların ve isteklerin anlaşılmaz yüksekliklere çıkmasıdır. Herkes kendini büyülü dünya ile karşı karşıya bulur. Ona uygun olmayan, kendisine direnen ve inatçı istikrası onun tutkularına yol vermeyen ama bir engel olarak araya girdiği için savaşması gerektiği bir dünyadır bu.”
Rabelias’ın “Gargantua”daki gülmece öğesi, Boccacico’nun “Decameron”undaki erotizm, Swift’in “Gulliver”deki hiciv, Mary Shelley’in “Frankeinstein”daki ürkütücü fantezi, Melville’in “Moby Dick”indeki doğa mücadelesi, Dostoyevski’nin “Yeraltındaki Adam”ındaki öfke, Stendhall’in “Kırmızı ve Siyah”ındaki adalet arayışı, Turgenyev’in “Babalar ve Oğullar”daki kuşaklar çatışması; hepsi de bireyin kendisini sınırlayan dünyaya karşı verdiği savaşın ve direnişin edebi ifadesidir. Fuantes’ göre “tutkunun kaynağı ne olursa olsun, bütün büyük romanlarda başarısızlığa mahkûm olsa bile mücadele etmekten vaz geçmeyen, bizi de mücadeleye davet eden kahramanların hikâyeleri anlatılır. Don Kişot başarısızlığa uğradığını bilir, Goriot Baba da, Anna Karenina da, Prens Mişkin de”. Çeşitlendirelim; Kafka’nın, Camus’un, Sartre’ın, Beckett’in, Türk romanında Oğuz Atay’ın kahramanları da başarısızlıklarının, tutunamamışlıklarının farkındadır. Kafka’nın romanlarını -“Değişim’i, “Şato”yu, Dava”yı- getirin aklınıza. Buna rağmen vaz geçmezler. İşte o vazgeçme halidir ki onları başkalarının, benzer başarısızlıklarla hayata küsmüş insanların sözcüsü kılar. İnadına yaşamak artık bir direniş noktasıdır.
Yazmak da direniş gereğidir. Nitekim ”zaferi umut etmiyorum” diyecektir Kafka; ”mücadele yapabildiğim tek şey olduğu ölçünün dışında, kendi başına mutluluk değildir. Belki de sonunda mücadeleye değil mücadelenin keyfine teslim olurum.” Stefen Zweig ölümü savaşa karşı direnişe çevirecektir bıraktığı intihar mektubunda; “Bazen ölmeyi beceren ve ölümden zamanı aşan bir şiir yaratabilen biri de bulunmalıdır”. Faulkner “insanlık galip gelecektir’” inancıyla haykıracaktır tercihini; ”acıyla hiçbir şey arasında acıyı seçiyorum”. Camus mitolojiden ödünç aldığı Sisyphos efsanesi ile dünyanın yükünü kendi yüküne dönüştürecek, Sartre dünyanın üstündeki örtüleri kaldırmak için yazdığını söyleyecektir.
Özgürlük talebi, hak arayışı ve adalet duygusu yaratıyor bireyin öfkesini, isyanını ve direnişini. 19.yüzyıl romanını doruklara taşıyan, Victor Hugo’nun “Sefiller”ine, Flaubert’in “Madam Bovary”sine, Zola’nın “Germinal”ine enerjisini veren içte bu üç kavramdır. 20.yüzyıl açıldığında roman sanatı onların yolunu izlemiş Avrupa’nın toplumsal çalkantısını, direniş ve isyanlarını eksiksiz biçimde kaydetmiştir. Gözlemci olarak değil, yazar da direnişin öznesidir. Mesela “Dünyayı Sarsan On Gün”ü yazarken devrimcilerle birlikte Kışlık Saray’a girmişti John Reed. Boris Pasternak bolşevik değildi ama kitlelerin coşkusunu ve devrimi “Dr. Jivago” ile selamlamıştı. Fuçik ölümü beklerken hücresinde yazmıştı “Darağacından Notlar”ını. Malraux “Umut”u, Hemingway’ “Çanlar Kimin İçin Çalıyor”u İspanya’da cephedeyken -yaşananlar unutulmasın diye- kaleme almışlardı. Maksim Gorki’nin “Ana”sı, Solohov’un “Durgun Akardı Don”u, Barbusse’un “Ateş”i, Ehrenburg’un “Dipten Gelen Dalga”sı, Ostrovski’nin “Ve Çeliğe Su Verildi”si, Sartre’ın “Özgürlüğün Yolu” üçlemesi, Vasili Grossman’ın “Yaşam ve Yazgı”sı, Anna Seghers’in “Ölüler Genç Kalır”ı, Boris Lvovic Vasilyev’in “Sakindi Oranın Şafakları”sı hep birinci dereceden tanıklıklardı.
Hayal gücü güçlüden değil özgürlükten, adaletten, direnen insandan yana kullandığında egemenlerin o mağrur imgesi kırılıverir, “imparator çıplak görünür ve terzileri imparatora yeni giysiler dikerken buna dikkat çeken iktidarsız yazar sürgüne, toplama kampına ya da ateşte yakılmaya mahkûm olur”…
Devrimleri, Faşizme ve diktatörlüklere karşı direnişi anlatan adını anamadığım yüzlerce yazardan insana ve hayata duyulan inancı tazeleyen binlerce hikâye ve roman yazıldı 20.yüzyılın ilk yarısında… Edebiyatın otoriteye başkaldırısı sadece Nazizim ve Faşizmle sınırlı değil. Bürokratik bir iktidar mekanizmasına dönüşen reel sosyalizmin karşısında da pek çok yazar yine edebiyata sarılarak direnmiş, Stalin iktidarını gülmece yoluyla eleştiren pek çok yazar kitaplarıyla birlikte susturulmuştu.
1. Dünya Savaşı’ndan sonra soğuk savaş dönemine giren Avrupa’da siyasi toplumsal hareketlere yer veren anlatılar azalırken direniş ve isyan canlı bir organizma gibi yayıldı. Nitekim Batı sömürgesi üçüncü dünya ülkelerinde, Güney Amerika’da ve özellikle Afrika’da roman sanatı gerek biçim gerek içerik anlamında bütünüyle direnişin edebiyatı olacak, azınlık guruplar, feministler, eşcinseller, çevreciler, savaş karşıtları, kısacası farklılıklarıyla barışık, farklılıklarıyla yaşamak isteyen her kesim kendisini sanat ve edebiyat yoluyla duyurmak isteyecektir. Sanat ve edebiyat bir kez daha direniş ve isyanın merkezidir.
Özellikle Fanon’u ve “Yeryüzünün Lanetlileri”ni direniş edebiyatına yaptığı etkiyle anmak gerekir. Afrika’da sömürgeciliğe başkaldıran siyahların isyanı, Fanon tarafından teorize edilmişti. Sömürgecilerin baskı, zor ve tahakkümüne karşı verilen mücadelenin eşitler arası bir mücadele haline gelebilmesi, yani politik bir mücadele haline gelebilmesi için siyahların “ortaya çıkmaları-görünür olmaları” gerekiyordu. Görünür olmanın tek yolu ise zora karşı zor kullanmaktı; “Savaşalım, tarihte yerimizi alalım ve bu yerimizi alışımız tarihi ilk kez evrenselleştirsin”. Kara Afrika romanı da bizzat varoluşuyla bir direniş noktasıydı.
Gençlerin edebiyatı
Birkaç yıl sonra, Fanon’un görüşleri 68 isyanında karşılık bulacak, “Yeryüzü’nün Lanetlileri” her kanattan radikaller arasında popülerleşecekti. 68’in kültürel ikliminde isyan ve direniş “büyük” edebiyatın tekelinden çıktı. Muhalif duruşun ve direnişin en iyi temsilleri yeraltı edebiyatında, siyasi polisiyelerde, kara ütopyalarda ve fantastik metinlerde çıkıyor karşımıza. Özellikle fantastik edebiyat önemli. Bugünün Gezi eylemcilerinin belki de çoğunluğunun edebiyat kültürü iyi-kötü çatışması etrafında kurgulanmış fantastik anlatılarla, çizgi romanlarla, “Yüzüklerin Efendisi”yle, “Yerdeniz Üçlemesi”yle, kısacası yetişkinlerin hiç hoşlanmadıkları bu edebi türün anlatılarıyla şekillendi.
Gezi Parkı direnişi sırasında internete yansıyan iki fotoğraf karesi var: Biber gazıyla kaplanmış ama yine de tıklım tıklım dolu meydanın görüntüsüyle “Yüzüklerin Efendisi” filminden alınmış bir savaş sahnesi yan yana getirilmiş. Fotoğraflar arasındaki benzerlik kadar o benzerlikle “Yüzüklerin Efendisi”ne yapılan gönderme de çarpıcı. Fantastik bir dünyada eşitsiz güçlerin savaşını anlatır Tolkien. Ancak romanı okuyan ya da filmi izleyen herkes fantazyanın içindeki gerçekliği, hikâyeyi Türkiye’ye uyarlamasını bilecektir… Bir yanda Taksim direnişindeki farklılıkları temsil eden insanlar, Hobbitler, Elfler, Troller ve Cücelerden oluşan kardeşlik, diğer yanda Erdoğan’ı ve polisini simgeleyen Saruman ve ork ordusu… Gezi direnişi romanın birinci cildine karşılık geliyor, bu daha başlangıç, romanın devamında kardeşlik güçlenecek, haklılar kazanacak…
Gezi parkı direnişçileri yeni, genç bir kuşaktır ve kuşağın dilini, duygusunu, isyanını en iyi yakalayan tür hiç şüphe yok ki Yeraltı Edebiyatı’dır. Umutsuzluğun, geleceğe duyulan güvensizliğin, Batı’nın düşünce ve değerler sistemine, akla ve ilerlemeye duyulan inanç yitiminin, kurumlara ve statükoya reddiyenin ifadesi olan bu melez tür Celine, Malet, Genet, Vian gibi Fransız yazarlar, üslupları farklı da olsa J.Kerouac, N.Gaiman, W. S. Burroughs, A.Ginsberg, Salinger gibi Beat kuşağı üyeleri ya da Iserwood, Selby, Bukowski gibi Amerikan rüyasından sıçrayarak uyananların topluma ve edebiyata manifest bir tavır alışıdır. Politikleştirmeden, insanlıktan, ahlaktan, ilerleme ideallerinden dem vurmadan ama reddiyelerini bizzat alt sınıfların bakış açısından, onların dilini kullanarak yükselttiler isyanlarını. Kişisel öfkelerini yansıtan ses, bütün kurumlarıyla sistemden ve toplumun kendisinden almak istedikleri intikamın çığlığıydı ve Sade gibi, Wilde gibi lanetlenmiş öncüleri vardı. Genet, “yaşamış olduğum serüveni onlarla yeniden kurmaya çalıştım; bu serüvenin simgesi piçlik, ihanet, toplumun reddi ve yazıydı” demişti roman anlayışını özetlerken. Vian “Mezarlarınıza Tüküreceğim” romanındaki “kara” adamıyla tecavüz etmişti beyazların dünyasına. Sinemada “Yeni Gerçekçilik”, “Yeni Dalga” ve “Yeni Sinema”, sanatta “avangard” ve “neo-avangard” gibi akımlarla ilişkilendirebileceğimiz “underground” edebiyat, edebiyatın başındaki hareyi parçalayıp kutsallığını yok eden bu gayrı meşru biçim, aslında yaşadığımız düzenin, bu düzene direnişin belki de biricik meşru biçimiydi.
“Ferman Padişahın Dağlar Bizimdir”
Türk romanında direniş teması NazımHikmet’in açtığı yoldan ilerleyen dar bir solcu yazar çevresinin 1930’lardan sonra kaleme aldıkları -Sadri Ertem’in “Çıkrıklar Durunca”(1931), Kemal Ahmet’in “Sokakta Harp Var”(1932), Sabiha Sertel’in “Çitra Roy ile Babası”(1937), Sabahattin Ali’nin “Kuyucaklı Yusuf”(1937), Ahmed Sevengil’in “Köyün Yolu”(1938) ve Reşat Enis Aygen’in “Afrodit Buhranından Bir Kadın”(1939)- eserlerle görünmeye başladı. Genç bir kuşak çıkmıştı ortaya; yeni kurulan hayatın karşısına dikilen eski kurumların, eski ilişkilerin çürümüşlüğünü doğalcı bir üslupla sergilemeye çalıştılar. Dönemin yakıcı sorunu köy ve köylülüktü. Edebiyatımızın bu ilk toplumcu kuşağının romanlarında toplumun yoksul ve ezik insanlarının hikâyeleri işlenirken, kırsal hayat ağa-köylü, zalim-mazlum çatışması, sonuçta mazlumun direnişi ve isyanı biçiminde ele alındı. Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Fakir Baykurt gibi yazarlar köyü ve köylünün zalime, zulme, yoksulluğa ve doğaya karşı direnişini romanın merkezine taşıdılar. Şunu da eklemeliyim; bireyin direnişini anlatan yazarlar, büyük baskılara maruz kalan, hapise düşen, sürgüne gönderilen hatta direnişin bedelini canlarıyla ödeyen bu kuşak, saygıyı fazlasıyla hak ediyor…
Daha pek çok isim sayılabilir ama direniş teması bir romanı öne çıkarıyor; “İnce Memed”i. Aslında Türk anlatı geleneğinde meşru bir isyanı başlatarak “katil defterine adını yazan”, eşkıyalığı seçip dağlara sığınan kahraman sayısı az değil. Halk edebiyatından Köroğlu’nu, Dadaloğlu’nu, Pir Sultan Abdal’ı anmakla yetinelim, ama modern anlatılarda, hikâye ve romanda da çoktur eşkıya örneklerimiz ki Ömer Seyfettin’in “Yalnız Efe”sine(1910) kadar uzanır. Sonra tarihi romanlar ve milli mücadele anlatılarıyla çeteler katılır “soylu” eşkıyalar âlemine. Ancak “İnce Memed”i o gelenek içinde bir yere oturtamayız. Memed’e bir soy kütüğü çıkartmak gerekirse, en yakın akrabası “Kuyucaklı Yusuf”tur… Sabahattin Ali’nin toplumsal adaletsizliğe karşı bir Ege kasabasında başlattığı isyanı Yaşar Kemal Çukurova’ya taşımış, edebiyatta bir geleneğe dönüşen isyan, roman kahramanlarının elinden 68’lerde öğrenci gençliğe devredilmiştir.
12 Mart darbesi, o zamana dek görülmedik baskı ve şiddeti içeren bu siyasi tarih, darbeyi göğüsleyen öğrenci gençlikle birlikte romanların, öykülerin, şiirin ve müziğin merkezine yerleşiverdi. Öyle ki 70’li yıllarda sanat ve edebiyatın yegâne ilgi alanı direniş olmuştu. Erdal Öz’ün “Yaralısın”(1974), Vedat Türkali’nin “Bir Gün Tek Başına”(1975), Sevgi Soysal’ın ”Şafak”(1975), Yılmaz Güney’in “Salpa”(1975), Füruzan’ın “47”liler romanları, roman kahramanı, yazar ve okuyucunun direniş parantezi altında buluşması için tam bir katarsis duygusu yaratıyordu. Öznesi devrimci gençlik değilse bile, birey toplum çatışmasını ele alma biçimleri ve arayışlarıyla Leyla Erbil ve Oğuz Atay isimlerini de anmak isterim.
Bu dönemin edebiyatı yoğun hatta kanonik bir biçimde haksızlık temasını, kökenleri geleneksel anlatılara uzanan evrensel bir iyi-kötü çatışmasını, acının dilini kullanarak işlemişti. 12 Eylül’den sonra bambaşka bir seyir izledi edebiyat dünyası. Bunun nedenlerinden belki de en önemlisi darbenin muhaliflik duygusunu zihinlerden söküp atması, solun değer ve kavramlarının dışlanmasıdır. Böylelikle insanın en hayati duygularından, direniş ve isyandan söz etmek, merhamet yerine öfke, en hafifinden küçümseme yarattı insanlarda; edebi açıdan eksiklikleri de eklenince alay ve yergi konusu olabildiler. Romanlar yazıldı ancak yeni “dünya düzenin”nde karşılık bulamadı. Direniş artık edebiyatın değil, protest müziğin konusuydu. Buna karşılık farklı kesimlerin, özellikle Kürtlerin siyasi direnişlerinin edebiyata yansıtma çabalarına tanık olduk. Çabalarına diyorum, çünkü Mehmet Uzun’un dil ve içerik anlamındaki direnişi büyük bir etki yaratmakla birlikte henüz yeni isimler taşımadı edebiyat dünyasına.
Bugünden baktığımızda 80 sonrası edebiyatın büyük bir eksikliğini görebiliyoruz. Eyleyen gençlerle edebiyat arasındaki ilişki öylesine uzak ki, böyle bir patlamanın ipuçlarını verecek bir roman gelmiyor aklıma. Sadece edebiyat değil hiç kimse görmedi onları. Sanki başka dünyanın çocuklarıydılar; ciddiye alınmadılar, apolitik bulundular, hatta hor görüldüler. Siyasete yön verenler ya da ana akım medya gibi sanat ve edebiyat da sahip çıkmadı onlara, ne romanlara kahraman ne filmlere esas oğlan/kız oldular. Şimdi öylesine görünür ve duyulur bir haldeler ki başrol hakkını direne direne kazanıyorlar… Şimdi sıra Gezi Parkı direnişinin romana yansımasına geldi… Yeni bir tarih yazılıyor ve bu tarihin edebiyatı etkilemesi kaçınılmaz…
Gezi parkı direnişi henüz sonlanmadı ama herkes direnişin nasıl sonuçlanacağını, getirisini götürüsünü tartışıyor medyada. Oysa tartışılır bir şey yok, direniş kendi başına bir kazanım. Bakmayın başka bir dünyanın mümkün olmadığını, başka türlü düşünmenin saçmalık olduğunu, tarihin sonunun geldiğini söyleyenlere, isyankârların sesine kulak verin; “bir yolun sonunda saçmalık ve imkânsızlık olması önemli değildir; doğru çizgi oldukları varsayılırsa, bütün yollar sonunda saçmalığa ve imkânsızlığa çıkar. Yolun ucunda ne olduğuna aklınızı takmayın. Yolların ucu yoktur, erişilecek bir uç yoktur.” Korkmayın, yürüyün! Son sözümüzü söylemediğimiz sürece tarihin sonu nasıl gelebilir?