Ejderham olmadan asla!

Aslında fırtına Ursula K. Le Guin ile Margaret Atwood’un kavgasıyla başlamıştı yıllar önce. “Bilimkurgu nerede başlar, distopya nerede biter, fantastik nereye gider”di tartışmanın özü. Yazarlar çileden çıkıp, bana tarz ve tür ukalalığı yapma, diyorlardı birbirlerine, tıpkı şimdi Kazuo Ishiguro’nun da dediği gibi. İş fantastiğe gelince karışıyordu. Dünya fantastikseverler-fantastiktennefretederler olarak ikiye ayrılırken neyin fantastik olduğu konusunda bile bir karara varılamıyordu. Atwood, Le Guin, Ishiguro… Edebiyat tarihine yaşarken geçmiş bu üç harika yazarın derdi de bu muydu peki? Dert bir türün sınırlarını belirlemek, bu belirlemeyi bizzat kendi yapmak hevesi olabilir miydi sadece!

Dert, herhangi bir tür meselesi değil elbette. Edebiyatın varoluşsal krizi yüzünden kopuyor hep kıyamet. Hayal ve hakikat arasında, düşsel gerçekliğin sınırlarında gezinen edebiyatın temel meselelerinden birisi bu: Nereye kadar gerçek, nereye kadar fantastik? Ve fantastiğin içine doğru ilerledikçe, ondan duyulan utanç… İnsan yazdıklarından utanç duyabilir mi? İşte Le Guin, her şeyi bir yana bırakacak olursak, Ishiguro’ya bu utançtan ötürü köpürüyor.

Günden Kalanlar, Beni Asla Bırakma gibi romanlarıyla tanıdığımız Kazuo Ishiguro kısa bir süre önce elinde, biraz da beklenmedik bir şekilde fantastik bir romanla çıkageldi. Britanya Adası’nın o büyülü Kral Arthur Dönemi’nin hemen sonrasında geçen; şövalyeler, prensesler, devler, ejderhalarla dolu, düpedüz fantastik bir roman! Buraya kadar her şey tamam derken, Ishiguro oldukça talihsiz bir söyleşi verdi New York Times’a, “Okurlarım beni anlayacak mı? Ne yapmaya çalıştığımı kavrayabilecekler mi, yoksa yüzeysel elementlere takılıp eserime önyargıyla mı yaklaşacaklar? Bunu yalnızca fantastik bir kitap olarak mı görecekler?” Ishiguro korkuyordu, yazdığının sadece fantastik olarak yaftalanmasından ve hatta belki ikinci sınıf bir edebiyat eseri olarak değerlendirilmesinden… Ve belli ki utanıyordu, ejderhalı, devli fantastik bir roman yazmaktan.

Fantastiğin içinde akıp giden ve birbiriyle çelişen iki yol vardır: Fantastik metin, bir yanıyla edebiyatın hayale, düşe, efsaneye, masallara açılan dişil yolunda ilerler özgürce. Bilincin gündelik hayatta gerçeklikle kurduğu yalan ilişkiyi sorun eder, gerçekte söylenemeyenleri, başka başka kılıklara sokarak söyler. Sonuna kadar muhaliftir bu yönüyle, hatta diyebilirim ki neredeyse dilin kendisine bile muhaliftir!  Dilin eril yapısını kırar, o eril hapishaneden çıkar, çıkartır. Elbette bunu edebiyatın kendisi de başlı başına yapmaya adaydır ama dişilin tarafında en çok fantastik metinler yerini alır.

Fantastiğin ikinci yolu ise eril söylemin tamamlayıcısıdır. Klasik fantezi metin, ‘kahramanın yolculuğu’ izleğine oturur, kılıcın, asanın ve tacın çağını anlatır okuyucusuna. Güç kavramını be bireyoluşu merkeze alır. Kısacası kapitalist sistemin dayattığı iktidar ve kahramanlık imgelerini besler. Burada en kritik olan, kanımca en eril savruluş, yenidendoğuş anlatımıdır. Masallarda, hemen tüm dini hikayelerde, destanlarda, efsanelerde gördüğümüz gibi fantastik edebiyatta da “Kahramanın yolculuğu” izleğinin ana öğelerinden biridir yeniden doğmak. Kahraman eğer bir tür yeniden doğuş yaşamazsa, kahraman olamaz, hikâyesini tamamlayamaz. Kısacası kahramana erkek olmak, bir kadın tarafından doğmuş, doğurulmuş olmak yetmez. O kendi kendini yepyeni bir macera içinde birey olarak, kahraman olarak yeniden doğurmalıdır. Doğurmalıdır ki, yolculuğunun evrensel döngüsü tamamlansın. Doğurmalıdır ki, doğduğu anneyi, içindeki dişili aşsın, erile ulaşsın.

İşte sözünü ettiğim utanç fantastik anlatının birinci yolundan ortaya çıkar ağırlıklı olarak. Kaba şekilde özetlemek gerekirse, bir erkek yazar olarak masaya oturup dişilin alanına girme, kadınsılaşma endişesidir en derinlerde yatan. Kuşkusuz bu endişe, ‘erkeğin yazma yoluyla kadınsılaşma endişesi’ yani, diğer edebiyat türleri için de geçerlidir, ama en çok fantastik edebiyat, illa ki fantastik edebiyat başı çekecektir. Yoksa o aklı başında, oturaklı, kariyerini yazarlık olarak planlamış erkek yazarımız, masallara, cinlere, perilere, ejderhalara çocuk gibi, hadi doğrudan söyleyelim, kadın gibi inanıyor olabilir mi? Batıla savaş açmış, toplumun ve bireyin gerçeğine ayna tutmaya kendini adamış modern edebiyatın karşısında duruyor olabilir mi?!

Ishiguro’nun en temelde yatan endişesi budur kuşkusuz. Diğer bir sebep ise elbette fantastik edebiyatın edebiyat türlerinin sevilmeyen çocuğu olması, hala ve hala onu edebiyat türü olarak kabul etmeyen eleştirmenlerin bulunması. Ursula K. Le Guin de, tam bu noktada patlıyor zaten, fantastiğe, bilimkurguya burun kıvıranlar bir yana, oturup bizzat bu türde eser verenlerin yazdıkları türden endişe etmesine katlanamıyor: “Evet, elbette ki eserini fantastik olarak görecekler” diyor Ishiguro’ya. “Bunu neden yapmasınlar ki? Ama görünüşe göre yazarımız bu kelimeyi bir hakaret olarak kullanıyor. Bir edebiyat türünü eserinin ona dâhil edilmesinden korkacak kadar hor gören hiçbir yazar o türün derin anlamları şöyle dursun, ‘yüzeysel elementlerini’ bile ciddi bir amaç uğruna başarılı bir şekilde kullanamaz. Gömülü Dev’i okumak ‘acı verici’ bir tecrübeydi. Tıpkı yüksek bir yere gerilmiş ipten düşmekte olan bir adamın ‘Acaba benim bir cambaz olduğumu mu düşünecekler?’ diye merak etmesine benziyor.”

Gelelim “yüzeysel elementlere”. İçinde devler, cinler, ejderler, periler, cüceler olmayan bir kurguya fantastik diyebilir miyiz? Evet, belki. Ama içinde cinlerin, ejderlerin cirit attığı bir eser sade ve sadece fantastik olabilir ve bunları yüzeysel elementler olarak değerlendirmemiz de mümkün değildir!

Hayal mi ve hakikat mi?

Biraz önce de sözünü ettiğim gibi, modern edebiyat, gerçeklikle ilişkisini kurarken içinden, cinleri, perileri, cüceleri, devleri, her türlü batıl inanışı tek tek söküp atar. Deyim yerindeyse, fantastiğe savaş açar.  İnsanların aklını gerileten masallar, dini anlatılar derhal terk edilmelidir, toplum edebiyat aracılığıyla geliştirilirken, edebiyat hakikatin bir yansıması, hatta bizzat hakikatin kendisi olmalıdır. Evet, bu şekilde bakınca, bir misyondur bu. Edebiyat kendisine bir misyon biçmiş, bundan da roman türünü ortaya çıkarmıştır. Buraya kadar tamam, ama iş gerçekliğe gelince, gerçeğin ne olduğu yönünde kafa yorulmaya başlanınca, mevzuu çetrefilleşir. Çünkü gerçekçilik çabası, bir süre sonra, sistemi dayatan, insan aklını ve yüreğini gündeliğe hapseden bir tür yalana dönüşme tehlikesi taşır. Le Guin’in dediği gibi, “Sahte gerçekçilik zamanımızın kaçış edebiyatıdır. Bunun en aşırı örneği de, o bütünüyle gerçekdışı şaheseri, günlük borsa raporlarını okumaktır.” İşte tam bu noktada önümüzde açılan kara deliğe doğru hep beraber yuvarlanmaya başlarız. (Ki bazılarımız buna postmodern der!) İçimizden yükselen isyan bizi karanlıklara, gölgelere, hayallere doğru çeker. Bize tammış gibi gösterilen gerçekliğin içinde boşluklar vardır çünkü; yokmuş gibi yapsak da kan, şehvet, mezarlıklar, ensest, şiddet, acı, pislik vardır çünkü. Ve biz fantastikle birlikte bu boşlukların peşine düşeriz ister istemez.

Modern edebiyatçılar, edebiyatı eğlenme olarak gören, onunla hoşça vakit geçirme eğilimindeki okuru yanlarına çekmek için basit ama etkili bir strateji belirlerler. Gelenek ve modern edebiyat arasında karşıtlık kurarlar. Hakikat ve hayal ekseninde, hayaller ve her türlü fantezi ürünü ‘istenmeyen’ geleneğin tarafına düşürülür. Bizim edebiyatımızda buna bir de ek yapılmıştır tabii. Hayal, hem kadınla hem de doğuyla özdeşleştirilir. Bu anlamda bizim modern edebiyatımızda fantastiğe açılan savaş daha katmerli olacak, fantastik, varla yok arasında gidip gelen bir tür olmaktan öteye gidemeyecektir. Ishiguro’nun derdi, modern edebiyatın üzerine oturduğu bu yapay temel ile ilgili bu açıdan bakılınca. Geleneğe, folklöre hapsedilmekten çekiniyor. Burada kaçırdığı çok önemli bir şey var, modern fantezi yazarının temel meselesi bu aslında, fantastik yazar bununla savaşmak için yola çıkıyor, yoksa beni fantastik bulmayın, diye rica etmekle olmuyor.

Başka dünyalardan, bir tuhaf bu dünyaya doğru…

Modern edebiyatın ve Ishigoro’nun fantastikle derdinin devamında türler arasında kısa bir gezintiye çıkmalıyız artık. Çünkü fantastikle modernizmin didişmesi henüz, hala ve hala hakikatin hanesinin ağırlığıyla dolup taşıyor.  Bir söyleşisinde Atwood, Ishiguro’yla benzer şekilde, yazdıklarının bilimkurgu olmadığını söylemiş ve bunun üzerine bu iki şahane kadın arasında bilimkurgu ve fantastik üzerine uzun yıllar süren oldukça zengin bir tartışma başlamıştı. Ancak burada belirleyici olanın, Atwood ile Le Guin’in fantastikten ve bilimkurgudan ne anladıklarıyla ilgiliydi. Le Guin, gerçekten olabilecek şeylerin söz konusu olduğu “varsayımsal kurgu”ya bilimkurgu diyordu. Gerçek olması imkânsız şeylerin yer aldığı bütün kurgular ise Le Guin için fantastikti. İster uzayda geçsin, ister ortaçağda.  Atwood ise onun bilimkurgu dediği şeye fantastik diyordu.  Evet, oldukça akıl karıştırıcı görünüyor böyle bakınca ama “şaşırma” ve  “imkân” kavramları üzerine oturtunca meseleyi bakın nasıl kolaylaşacak: Bize uzak gelecekten ve başka dünyalardan hikâyeler anlatan, zaman ve mekânla oynayan, olağanüstü ile bilimi harmanlayan bilimkurgu, ilk bakışta görüldüğünün aksine, imkânsızı temsil etmez. Bu dünya dışında kurgulansa bile anlattıkları spekülatif olarak mümkündür çünkü. Hayal gücümüzün sınırlarını zorlar evet, ama sınırı aşmaz. Sözgelimi Mary Shalley’nin Frankenstein’ını düşünelim. İlk bakışta düpedüz fantastik gibi görünebilir ama diğer yandan ona aslında bilimkurgu demek daha doğru olacaktır çünkü, elektriğin cansız dokuyu harekete geçirme olasılığı spekülatif de olsa mümkün olabilir pekala. Hayalin ve bilimin sınırında kalır kısacası hikâyemiz.

Oysaki fantastik bu sınırı aşmaya dikmiştir gözünü. Ama nasıl? Fantastik anlatının kendi içinde kuralları vardır. Metnin iç dünyasındaki ihtiyaçların karşılandığı belirli bir gerçekliği olan bir dünya yaratır. Ancak fantastiğin alanına, olağanüstünün alanına ancak bu kurallar yıkıldığında girilebilir. Yani fantastik, metni yöneten kurallar ters çevrildiğinde ortaya çıkar.   Zaman, mekân ve karakter birliği reddedilir. İmkân dediğimiz şey ortadan kalkar ve tam burada “şaşırma” devreye girer işte. Fantastik bir anlatıda şaşıran hem okur hem kahraman hem de anlatıcı olmalıdır. Türün en belirleyici unsurlarından biri budur. Okurun, öykü karakterlerinin ve anlatıcının hiç tahmin etmediği, metnin içinde, anlatının doğasından kaynaklanan ama buna rağmen onun doğasına aykırı hareket etme sonucunda meydana gelen bir şaşırma olmalıdır. Kahramanın ve okurun şaşırması, türün temeli olan dönüşümün, değişimin de habercisidir. Bilimkurgu ise bu ‘şaşırma’ya ihtiyaç duymaz.

Şimdi bir adım daha ilerleyelim ve klasik fanteziden günümüz fantastik anlatılarına geçelim.

Bugünün fantezi metinlerinde tekinsiz atmosfer, tüm tuhaflıklar genellikle bilinçdışı tarafından üretilir. Yani başka dünyalar, öyle çok çok uzaklarda, uzayın, ortaçağın ya da bilinmeyen bir zamanın derinliklerinde kurulmaz, en fazla paralel dünya kadar uzaktırlar bugüne ve buraya. Bugün, burada bilinçdışı tarafından üretilen sözünü ettiğimiz tuhaflıklar aracılığıyla gerçek dünya yerinden edilir, zamansal, uzamsal bozulmalar kendini gösterir. Ama diyecektir şimdi dikkatli okur, eğer bu şekilde giderse fantastik dediğimiz şeyin ikincil bir dünya yaratması, başka dünyalar kurgulaması mümkün olmaz ki. Türde ciddi bir dönüşümden söz etmiş oluyoruz böylelikle. Fantastik olan tam burada, bu dünyadadır, bu dünya gibi olan, bu dünya gibi görünen tuhaf bir dünyada. Günümüz fantastik anlatıları bu iddiayla yola çıkarlar. Vardıkları yer ise bize, kaçışla gelen avuntuyu değil, yüzleşmeden doğan rahatsızlığı getirecektir. Fakat söz konusu rahatsızlığın kendini gerçekçi olarak tanımlayan edebi anlatıların bize geçirdiği varoluş sıkıntısından, gündelik hayatın içerdiği tekrarlardan belirgin bir farkı vardır: Umut. Olağanüstünün sınırsızlığında gezinen insan bilincine, bilinçdışından akıp gelen bir iyilik ümidi vaat edecektir fantastik anlatılar. Kabaca gerçekçi edebiyat olarak tanımlayabileceğimiz türlerin bize verdiği o sonsuz sıkıntı, sonsuz beyhudelik hissini delip geçer fantastik. Bir tür daimi ergenlik isyanı, özgürlük ümidi gibi salınıp durur etrafımızda. O nedenledir ki, genç okurlar ve tüm ergen ruhlu yetişkinler hayattan kaçmak için değil, ümit etmeye devam etmek için okurlar fanteziyi. Mümkün ve imkânsız arasındaki farkı silme arzusunda yazar, kahraman ve okur bir araya gelirler.

Kısacası, anlatı dünyasının temel kuralları zıddına ulaştığında okurda oluşturulan tepki fantastik, fantastiği ayrıntılı biçimde kullanan yapıtlar da fantezidir, diyebiliriz bu bağlamda.

Kendi mitini yaratmak ya da yaratamamak

Ve gelelim başından beri aklımızı kurcalayan soruların kaynağı metne: Gömülü Dev’e. Kazuo Ishiguro’nun öyle güzel bir dili var ki, sakin, neşeli, bilgece akan bir ırmak gibi. İki yaşlı insanın, düşkün bir şövalye ile düşkün bir prenses olduklarını sandığımız iki aşığın hikâyesiyle açılıyor Gömülü Dev.  Britanya kırsalında sisli, nemli, gölgeli, ölmeye yüz tutmuş bir hayat, hiç ölmeyecekmiş gibi görünen bir aşk. Ve her ikisini yönlendiren, bilmedikleri bir şeylere doğru hareket ettiren bir çağrı. Yaşamın çağrısı mı, ölümün çağrısı mı bilemiyoruz. Ishiguro’dan ilk hata burada geliyor işte, harika bir otuz sayfalık bölümden sonra (okuru gözyaşlarına boğacak dokunaklılıkta bir aşk, hayat ve yola çıkış anlatımı, diyebilirim), ilk düğümünü açıyor yazar ve önümüze koca bir hayal kırıklığı koyuyor. Çünkü karşımızda klişe diyebileceğimiz ölüm ve kayıkçı mitinin pek de parlak durmayan bir tekrarı var. Fantastik kurguların döl yatağı kuşkusuz mitolojidir, ancak modern fanteziyi modern fantezi yapan şey de kendi mitlerini yaratabilmesinde yatar. Daha doğrusu fantezi, dış dünyayı dönüştürdüğü kadar, ilk metinleri, ilksel metinleri, dolayısıyla edebiyatı da dönüştürür. Ishiguro bu ilk sınavdan çakıyor, gerisi de çorap söküğü gibi geliyor. Aşıkların yolculukları, unutma ve hatırlama izleği üzerinde gidip gelen maceraları, inişsiz çıkışsız, merak unsurundan uzak, sönük, sonu başından belli bir maceraya dönüşüyor. Kahramanlar değişmiyor, okur değişmiyor, hikâye açılmıyor, içine kapanıyor. İçe çöküyor.

Gömülü Dev’ in en büyük hayal kırıklığı ise kuşkusuz ejderhası. Tıpkı metnin kahramanları gibi düşkün ve yaşlı ejderha düşüncesi çok tatlı, heyecan verici ama onun sonu da olabildiğince sönük. Fantastik edebiyatın belki de gelmiş geçmiş en berbat ejderhasını yaratıyor Ishiguro. Fantastik türle yazarın sorunu, fantastiğe tam olarak eli gitmeyişi metnin her yanına sinmiş.  Ursula K. Le Guin’in dediği gibi Gömülü Dev’i okumak acı verici bir tecrübe değil ama kanımca. En azından o kadar değil… Kazuo Ishiguro’nun dili ve dediğim gibi romanın ilk otuz sayfası için bence her şeye değer. Fantastik edebiyat üzerine düşünmek, ne yapınca oluyor, ne yapmayınca olmuyor, görmek, görebilmek için, değer.

Bir de Margaret Atwood’a bir kez daha hak vermek için:  Canavarların kahramanlara ihtiyaçları yoktur ama canavarlar öldü mü kahramanlar da yok olur. Çünkü canavarlar olmazsa, kahramanlar da olmaz!

 

KAYNAKLAR

-Başka Dünyalar, Margaret Atwood, çev: Selin Siral, Kolektif Kitap, 2014.

-Türkçe Edebiyata Varla Yok Arası Bir Tür Fantastik Roman, Pelin Aslan Ayar, İletişim Yay., 2015.

-Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar, Ursula K. Le Guin, haz: Deniz Erksan-Bülent Somay-Müge Gürsoy Sökmen, Metis Yay., 1999.