“İnsanın doğa üzerindeki tahakkümü, aslında doğayı bir araç olarak kullanan insanın diğer insanlar üzerinde tahakkümüdür.”
Clive Lewis (1942)
1970’li yıllardan itibaren kendini iyiden iyiye belli eden küresel ekolojik kriz yalnızca güncel hayatta toplumsal mücadelelerin değil, kurucu siyasal ideolojilerin de odak noktası oldu. Hızlı sanayileşme ve tarımın petro-kimyasallaşmasına dair zararların ex-post olarak nasıl ortadan kaldırılabileceğinin ötesinde sistemik sorunları giderme ihtiyacı, mevcut ideolojiler de yeşil bir pencereden yeniden ele alınmaya başlandı. Sanayi süreçleri sonucunda çıkan kalıcı organik/inorganik atıklar, nükleer-termik-hidroelektrik santraller, yeşil devrim (Shiva, 2006), sınaî hayvancılık, yoksulluk, iklim değişikliği, kentsel dönüşüm derken gözler ister istemez modernizmin getirdiği toplum-doğa ayrımı (Castree, 2001) fikrini sorgulamaya çevrildi. Kapitalist üretim-tüketim ilişkileri içerisinde 1980’lerle birlikte anaakımlaşan sürdürülebilir kalkınma mantrasını toplum-çevre-ekonomi üçlüsünün kesişim kümesine yerleştiren görüştense, radikal sol muhalefetin toplumu ekonomiyi içeren ve çevrenin içinde (ve parçası olarak) yer alan bir birim (bkz. Şekil 1) olarak analiz etme yolundaki kavramsallaştırmasına dönüş yaşandı.
Bu geri dönüş sürecinde ayrılmaz bir ilişki olarak doğa-insan, doğa-tarih bütünselliği doğrultusunda doğanın materyalist kavranışı önkoşul olarak kendisini dayatırken, insan-doğa diyalektiğinin ancak ve ancak emekle kavranabilir bütüncül ve sürekli olarak üretilen bir nitelik taşıdığı tekrar hatırlanır oldu. Gerçekten de insan-doğa ilişkisi aynı zamanda bütünsellik içerisinde ele alınan organik bir ilişkidir. Bu anlamda Jason W. Moore’un (2011) bize hatırlattığı gibi “kapitalizmin bir ekolojik rejimi yoktur; [kapitalizmin kendisi] bir ekolojik rejimdir”. İnsan ise önkoşullarını doğal evrimin hazırladığı emek dolayımıyla bu eşikten geçtiği andan itibaren, insan-doğa birliği de; giderek çeşitlenen toplumsal koşullarla, emekle, emeğin ve tekniğin toplumsal örgütlenmesiyle, insan-insan ilişkileriyle ve genel olarak kültürle harmanlanmış bir birlik haline gelir. Bu birlik, hem insanın toplumsal bir varlık olarak taşıdığı özgüllüğü, hem de doğallığı içerir. Doğa hem toplumsal yaşamın temeli, hem de bu yaşamın ta kendisi olarak anlam kazanır.
Bu makalede incelemeye çalışacağımız ekososyalizm tam bu noktada Marksist çerçevede ekoloji tartışmalarına dair yönelimler arasında, kapitalist üretim tarzının bizzat iktisadın yasalarıyla hem emek hem de doğanın sömürüsünü doğallaştırdığının tespitiyle işe başlarken bir yandan da politik reçetesini ekolojik ve özyönetimci bir sosyalizm pratiği üzerinden kurar. Ekososyalizm, doğa, toplum ve tekno-determinizm gerilimini insan-doğa-emek ilişkisinden yola çıkıp tarihsel materyalizmle temellendirirken, Marksizm’i üretimci boyutlarından kurtarmakla bir nevi özeleştirisini yaparak, doğa ve emek sömürüsünü eşzamanlı ele alan pratiği örgütler. Fiziksel sınırlarla bağlı bir dünyada sınırsız büyümenin mümkün olduğunu ileri süren yeşil kapitalizmi reddederek, neoliberal devletin sermaye çıkarına geri çekilmesine karşı tabandan adem-i merkeziyetçi, özyönetime dayalı, hümanist, eşitlikçi ve demokratik bir toplum alternatifi kurgulayan; bu alternatife ulaşmak için siyasal öznelerini insanla doğanın, sınıfla kimliğin birliğini yeni enternasyonalizmde birleştiren bir teori olarak ekososyalizm bugün Bolivya’da, Ekvador’da, Chiapas’ta olduğu gibi; Türkiye’nin dört bir yanında sosyo-ekolojik yıkıma direnenlerle[1] birlikte somutlaşmaya devam ediyor.
Sermayenin devletin (gitgide özelleştirilen, taşeronlaştırılan) şiddet tekeliyle birlikte merkezileştiği günümüzde, yoksul halkların, kadınların, eşcinsellerin, öğrencilerin, işçilerin, köylülerin ve çiftçilerin birlikteliği, ekososyalist toplumun kurucu iradelerinin eylemliliğiyle geleceğini de inşa ediyor. Bu anlamda bugüne ve geleceğe dair siyasi bir tahayyül olarak ekososyalizmi öne süren bu çalışma, eş zamanlı ve etkileşen doğa-emek sömürüsüne karşı dipten gelen bir dalga olarak ekososyalizmi barbarlığın yegâne alternatifi olarak konumlandırmakta ve ekososyalist ufuğun imkânlarını tartışmaktadır.
Ekososyalizmin Kurucu Unsuru Olarak Marksizm
1970’lerden itibaren gittikçe belirginleşen çevre politikaları, insanın doğanın hakimi mi parçası mı olduğuna dair tartışmalardan uluslararası birikim sisteminin çevresel yan ürünlerinin birikime zarar vermeyecek şekilde bertaraf edilmesine değin pek çok şekilde tezahür etmiştir. Bu süreç içinde yıkılan duvarlar ve çöken bloklar eşliğinde Marksizm’in ve eşitlikçi-özgürlükçü bir uluslararası toplum tahayyülünün yeniden düşünülmesine de geri dönüldü.
Bu geri dönüş, Marksizm’de ekoloji tartışmalarını üç ayrı kategoriye ayırmış oldu (Foster, 2000). İlki Marx’ın düşüncelerinin temelde anti-ekolojik olduğunu onun Prometheus’çuluğu ve reel sosyalizm ile desteklerken[2], ikinci grup Prometheus’çuluğu seçmiş olsa da Marx’ın düşüncelerinin ekolojik tartışma açısından aydınlatıcı olduğuna inanır.[3] Son grup ise Marx’ın ekolojik yıkımın farkında olduğunu ve bunu teorisinde zaten sorunsallaştırdığını, kapitalizm ve komünizm analizlerinde sıklıkla ekolojiye yer verdiğini ve geleceğin toplumunda da sürdürülebilirliğin merkezi bir kavramı olacağını savunur.[4]
Ekososyalizm ise her üç yönelim arasında, Marx’taki ekoloji çelişkisi ve eksikliğini görür ancak bu çelişkiyi klasik Marksizme has olarak algılar[5]. Bu bağlamda, ekososyalizm, bu vizyondan hem temellenir hem de bu vizyonun özeleştirisini yaparak geliştirir. Marksizmden temellenir çünkü işe kapitalist üretim tarzının bizzat iktisadın yasalarıyla hem emek hem de doğanın sömürüsünü doğallaştırdığının tespitiyle işe başlar. Başlangıç noktası, ayrılmaz bir ilişki olarak doğa-insan doğa-tarih bütünselliği doğrultusunda doğanın materyalist kavranışını önkoşul olarak dayatır.
Marx ve Engels (1999) bu materyalizmi şu şekilde ifade etmektedirler:
“İnsan, hayvandan, bilinçle, dinle ya da başka herhangi bir şeyle ayırt edilebilir. İnsanın kendisi ise, geçim araçlarını üretmeye başlar başlamaz kendisini hayvandan ayırt etmeye başlar. (…) İnsanlar kendi geçim araçlarını üretirken, dolaylı olarak, kendi maddi yaşam koşullarını da üretirler.”
Emek, bu anlamda insan ile doğa arasındaki etkileşimi ve insan yaşamını belirleyen sonsuz bir zorunluluktur.
“İnsan, doğanın malzemelerini kendi gereksinimlerine uygun bir biçime sokmak için kendi bedenine, kollarına, bacaklarına, kafasına ve ellerine ait doğal güçleri harekete geçirir. Bu hareket aracılığıyla, dış doğa üzerinde eyler ve onu değiştirir. Bu emek süreci, insan ile doğa arasındaki metabolik alışverişin evrensel, insani varoluşun doğaca dayatılmış koşuludur.” (a.g.e.)
Bu sebeple insan-doğa diyalektiği ancak ve ancak emekle bütüncül olarak kavranabilen ve sürekli yeniden üretilen bir nitelik taşır. İnsan-doğa ilişkisi bu yüzden aynı zamanda bütünsellik içerisinde ele alınan organik bir ilişkidir. Zira Foster’a (2011) göre “[d]oğa insanın inorganik bedenidir demek, insanın dışındaki doğayı ifade eder. İnsan doğadan yaşar, yani doğa onun bedenidir ve ölmeyecekse doğayla sürekli bir diyalog sürdürmelidir. İnsanın fiziksel ve zihinsel hayatının doğaya bağlı olduğunu söylemek, doğanın kendi kendisine bağlı olduğunu söylemektir, çünkü insan doğanın bir parçasıdır”.
Marx’ın doğa kavrayışını ele almak kapitalist üretim tarzını masaya yatırırken öncelikli olarak önemlidir. Bu bağlamda kapitalizmin üreticilerin üretim araçlarından koparılması, üretim araçlarının ayrıcalıklı tek bir sınıfın elinde toplanması ve insanların var oluş sebebi olan emeğin alım-satıma konu olmasından oluşan üç temel karakteristiği madde/biçim, kullanım-değişim değeri gibi ikilikler çerçevesinde ele alınabilir (Mandel, 1998). Başka bir ifadeyle toplum için maddi zenginlik olan emek ve doğa, kapitalizm için işgücü ve hammaddedir. Her defasında el koyduğu zenginliği, yani emeği ve doğayı maksimize ederek büyür. Kapitalizmin “Büyü yada öl!” mantığı da buradan kaynaklanır (Özkaya Özlüer, 2009)[6]. Zira sermaye birikimi, kapitalist üretim tarzının motorudur. Diğer ifadesiyle de, sermayenin organik bileşimi artış eğiliminde olduğundan, kapitalist sistemde ortalama kâr oranındaki içkin gerileme eğilimi, kapitalist üretim tarzının merkezi hareket yasasını türetir (Mandel, 2008a). Bu hareket yasasının, Marx ve doğa yaklaşımı için önemi, meta üretimi ile toplumsal zenginliğin özel mülk edinimi arasındaki çelişkinin bir ifadesi olarak genel bunalımda kendisini bulmasından kaynaklanır (Mandel, 2008b). İşte bu bunalım bizi kapitalist üretim tarzlarını yatırdığımız masanın öbür ucuna götürecek olandır: kapitalizmin içsel ve dışsal sınırları.
Emek-Doğa Sömürüsü Ekseninde Ekolojik Kriz
Marksizm, bu genel bunalım fikrinden hareketle kapitalizmin sınırlarını analiz eder. Kapitalizmin içsel sınırı, sermayenin tarihsel hareketinin kâr oranının düşmesi olarak adlandırılan genel eğilimden doğar (Marx, 1990). Kapitalizmin dışsal (fiziksel) sınırı ise, sermayenin maddi gereksinmeleriyle hammadde üretiminin doğal koşulları arasındaki dengesizliklere dayanan sermaye birikimi krizlerinden doğar (Burkett, 2004). Bu sınırlar, genel bunalım olarak kapitalizmin tarihsel sınırına işaret eder. Eko-Marksistler, Marx’ı, emek süreçlerinin denetlenemeyen doğal koşullarının önemini yeterince gösteremediği ve insanın doğa karşısındaki amaçlı-dönüştürücü gücünün rolünü abarttığı gerekçesiyle yetersiz bulurlar (Benton, 1994). Bu anlamda verili önkoşullara bağımlılık ve bu bağımlılığın siyasal biçimde kavramsallaştırılmaması eleştirilir. Nihayetinde Marksizm kapitalizmin sınırlarını belirlerken, ekolojik yıkımın başat nedenlerini ne biyofiziksel olarak göstermekte ne de tek tek bireylerin tercihleriyle ilişkilendirmektedir (Foster, 2002).
Diğer taraftan ekososyalizm için ise bu sınırlar içerisinde ekolojik kriz, kapitalizmin kaza eseri oluşmuş unsurlarından biri değildir. Aksine ekolojik kriz kapitalizmin DNA’sında bulunur (Angus, 2007). Ekososyalizmin temel argümanlarından biri olan bu vurguya göre emeğin işgücüne ve doğanın doğal kaynak haline getirilerek sömürülmesi kaçınılmaz olarak eşzamanlı işleyen bir süreçtir. Dolayısıyla kapitalizmin ekonomik krizi kadar ekolojik krizi de üretim tarzına içkindir. Sermaye genişledikçe yayılır; yayıldıkça daha fazla meta için doğa, doğal bir hammadde kaynağı olarak sınırsız bir girdi olarak kullanılır. Akan bir dere doğada varolduğu haliyle bir değerken, ek işgücü ve makine eklemesiyle HES’e dönüştüğünde sermaye için gelir kaynağına[7] dönüşür. Zira üretimin ve gelişmiş kapitalist ülkelerin mevcut üretim potansiyeli, hızlandırılmış ve sınırsız birikim, kaynak israfı ve gösterişli tüketim mantığına dayanır. Ve herhangi bir şekilde tüm gezegene yayılabilmesinin tek yolu çevresel tahribatları da doğuran devasa bir ekolojik krizdir (Löwy, 2005b).
Kovel ve Löwy’nin (2001) Ekososyalist Manifesto’da da açıkça ifade ettiği gibi:
“Bizce ekoloji krizleri ve toplumsal çöküntüler birbirleriyle yakından ilişkilidir ve aynı yapısal güçlerin değişik görünümleri olarak değerlendirilmelidir. Ekoloji krizleri büyük ölçüde, yeryüzünün ekolojik istikrarsızlığı zapt etme ve bu istikrarsızlığın etkilerini azaltma kapasitesini aşan dizginsiz sanayileşmeden kaynaklanıyor. Toplumsal çöküntüler ise, yolunun üzerinde duran toplumlarda sebep olduğu parçalayıcı etkilerle beraber emperyalizmin küreselleşme olarak bilinen biçiminden kaynaklanıyor. Üstelik bu temel güçler aslında aynı eğilimin değişik görünümleridir ve bunlar bütünü hareket ettiren esas dinamik olarak görülmelidir: Dünyadaki kapitalist sistemin yayılması.”
Ekososyalizmin bu yaklaşımı, aynı zamanda tarihsel materyalizm doğrultusunda doğa-insan-tarih ilişkisinin emek yoluyla kavranmasıyla da uyumludur. Bu metabolik ilişki, toplumsal metabolizmanın genişlemesi ve çevresel tahribat sonucunda sermaye nezdinde bir dizi değişime yol açarak doğal döngülerde çatlaklar meydana getirir (Clark ve York, 2010). Gerçekten de, insan emeğiyle var ise, doğayı da emeğiyle kavrıyorsa, ekolojik kriz insan-doğa çelişkisi olarak değerlendirilemez. Ekolojik kriz, bu anlamda tarihsel materyalist koşullar içerisinde belirlenmiş üretim şekli ile çevresi arasındaki ilişkinin krizi olarak kapitalizmin kendi krizinin bir dışavurumudur. Bu sebeple aynı zamanda kapitalist üretim modelini taklit eden, üretim yarışından geri kalmayan sosyalist deneyimin de krizi olmaya mahkûmdur. Marksizme özeleştiri getirme iddiasındaki ekososyalizm bu noktada somutlaşır: sosyalizmi kapitalist üretim tarzları bağımlılığından kurtarmak ve böylece onu üretimci artıklarından temizlemek gereklidir. “Şeyleştirilmiş doğanın sınırları” üretimcilikten vazgeçme gerekçelerinden biridir; üretimin doğrudan toplumsallaşması ise üretici-tüketici-işçi esaretinden dolayısıyla kapitalizmden vazgeçmeyi de beraberinde getirir (Balta ve Mısır, 2011). Bu sebeple bir ekososyalist mücadele, daima toplumsal sorunların muhatabı olan ezilen ve sömürülen insanların talepleriyle, sosyal sorunlarda servetin yeniden dağılımına ve bütüncül, katılımcı planlı süreçlere odaklanacaktır (Tanuro, 2011b). Ekososyalizmin anaakım sosyalizmin ekoloji algısından farkı şudur: Ekososyalistlere göre “kapitalizm bu krizi aşamaz!” dalı artık kırılmıştır. Kapitalizm, ekonomik ve ekolojik krizleriyle birlikte yaşamak ve yaşatmakta stratejik mevzilerini çoktan örmüştür. Dahası kapitalizm eşitsiz coğrafi gelişmeyle birlikte varoluşunu devam ettirecek mekanlarını ve mekanizmalarını yaratmakta oldukça mazhardır.
Burjuva Rasyonalitesinin Eleştirisi: Aydınlanma mı, Barbarlık mı?
Kapitalist toplumlar sınırların farkındalığıyla ekonomik ve ekolojik krizin ikiz kardeşliği eşliğinde kendi varlığını da sürdürebilmek için sanayi devriminden beri sürekli gelişen bir rasyonalizasyon sergilerler (Magdoff, 2006). Bu aynı zamanda rasyonel araçların kendi içinde bütünüyle rasyonel olmayan amaçlara ulaşmak için de kullanılması anlamına gelir. Löwy, Weber’in izinden giderek rasyonalizasyonun üç temel karakterini şöyle çizer (Löwy, 2005b):
- Kapitalist ekonominin normal işleyişine ve onun bürokratik kurumlarına içkin olan ideal-tipik liberal bir demokrasi.
- Ekonomik-sosyal-kültürel alanların birbirinden ayrılmasıyla sonuçlanan etki alanlarının özerkleşmesi. Böylelikle piyasa ekonomisi sosyal, ahlaki ve politik kontrolden çıkarak topluma içkin olmaktan sıyrılır.
- Rasyonel hesaplamanın ve mekanistik düşüncenin herşeyi sayısallaştırma yönündeki genel eğilimidir. Bu, sosyal ilişkilerin parasallaşması anlamında etik, sosyal ve ekolojik değerlerin yıpratılması olarak seyreder.
İnsanlığın gerçekten insani bir düzeye çıkmak yerine neden yeni bir tür barbarlığın merkezine düştüğü sorusuyla yola çıkan Horkheimer ve Adorno (1995), burjuva rasyonalizmini tarafsız akla yapılan her türlü müdahalenin de sahibi olarak genişletir. Doğa da bu rasyonalite doğrultusunda canlı değil, ölüdür; dışta ve aşağıda bulunan şey, nesnedir (a.g.e.: 170). Ekososyalizm tam da buradan, sermaye sistemine içkin aklın, doğa ile insan arasındaki ontolojik bir karşıtlıktan hareket ettiği kabulüyle yola çıkar. Böylelikle hiçbir tarihsel bağlama oturmadan, her türlü insani etkinliğin, doğa üzerinde temellük ilişkisiyle bir tutulduğu; insanın doğanın dışında bir gerçeklik olarak ifade edildiği eleştirisini yapar (Özlüer, 2009). İnsanı doğanın dışarısına yerleştiren bu rasyonalite, metabolik yarılmaları üretmeye ve derinleştirmeye devam eder. Önce liberal kamusal alanda, bir yandan doğa olanla toplumsal olan arasına bir fark koyar ve özel-kamusal hayat ayrımını yaparak cinsel fark üzerinden yeni kimlikler yaratır; bir yandan da doğa ve toplumsal beden arasındaki yarılmanın görünüm alanlarında ortaya çıkan eşitsizlikleri, sömürüyü ve tahakkümü yeniden üretir. Sonra da, emeği işgücü olarak artığa, doğayı hammadde olarak atığa dönüştürerek kentin içerisinde kenti, kırın içerisinde kenti ve kentin içerisinde kırı sömürmeye başlar.
Ekososyalist Manifesto, bu anlamda burjuvazinin rasyonalite araçlarını açık bir dille reddeder:
“Bu rejimin vahşiliğini örten hafifletmelerin ve propaganda amaçlı yumuşatmaların tümünü reddediyoruz: Sebep olunan ekolojik maliyetlere yeşil dostu gibi bir süs verilmesi [greenwash], demokrasi ve insan hakları adı altında beşeri maliyetlerin gizlenmesi. Bunun yerine, sermayenin gerçekten ne yaptığını gören bir bakış açısından, ısrarla sermayeye odaklanmanın üzerinde duruyoruz.” (Kovel ve Löwy, 2001)
Gerçekten de demokrasi, devlete içkin olarak burjuvazinin elinde bir siyaset kategorisi olarak parlamentarizmi işaret eder. Oysa demokrasi devletten bağımsız ve fakat demos’a içkin olarak, “hiç durmadan oligarşik yönetimlerden kamusal hayatı, zenginlikten yaşamlar üzerindeki mutlak kudreti söküp alan eylem” olarak anlam kazanır (Bensaïd, 2010). Marx’a göre de demokrasi diğer rejimlerden farklı olarak politik olma durumunu aşan bir varoluşa sahiptir ve asla sadece politik bir rejim değildir. Bu anlamda Marx’ın komünizm gibi demokrasinin de sınıflı toplumu kuran devlet-sivil toplum, özel-kamusal alan, insan-yurttaş, tekil çıkar-müşterek çıkar gibi ikilikleri aşması gerekliliğini, yabancılaşmanın aşılması için de gerekli görmesi boşuna değildir (Özkazanç, 2003).
Bu noktada ekososyalizm, reel sosyalizm eleştirisi doğrultusunda Marksizm’in üretimci artıklarından kurtulması gerekliliğine de vurgu yapar. Kimi yazarlar kapitalist üretim hayranlığı ve makineleşmeyi doğa üzerinde zafer olarak görmeleri sebebiyle Marx ve Engels’i de burjuva rasyonalitesi taşımakla eleştirir (Ebermann ve Trampert, 1988). Ancak bu eleştiriler çoğunlukla haksızdır, çünkü Marx ve Engels’in bütüncül bir ekolojik perspektife sahip oldukları ileri sürülemese de, ekososyalistler tarafından yapılması gereken şudur: “Marx’ın çelişkilerindeki doğruyu -özelde, bazı metinlerdeki üretimci amentü ile üretim sürecinin çevreye verdiği zararın tersine çevrilemez olduğuna dair sezgi arasındaki çelişkiyi- onun eserinin özüne taşımak” (Löwy, 2005b).
Bir başka deyişle ekososyalizm, Marx’taki ekonomi politiğin eleştirisini ekoloji mücadelesine taşır. Nitekim Marx’ın teknik gelişmeyle hedeflediği kısa çalışma ve boş zaman vurgusu, ekososyalizmin temel çıkış noktalarından birisidir. Ekososyalist Manifesto bu sebeple “sosyalist üretimin yolunun da amacının da ekolojik bir çerçevede yeniden tanımlanmasını” öngörmektedir. Velhasıl ekososyalizm, Marx’ın bıraktığı yerden para muhasebesinin yerini (madde ve değerler ekseninde) ekoloji muhasebesinin almasıyla ekonomi politiğin eleştirisini ekoloji politiğin eleştirisine dönüştürür (Burkett, 2005). Burjuva rasyonalitesinden ekososyalizm rasyonalitesine varıldığında ise iki temel kurucu olguya geri dönülür. Bunların ilki kapitalist ilerlemenin canlı türlerinin -özelinde insan türünün- varlığının tehlikede olmasından doğan hümanist bir etiktir. İkincisi ise sınırsız birikim mantığına dayalı olarak şatafatlı tüketimi yaratan kapitalizmin yayılmacılığıdır (Löwy, 2005a: 18-19). Bir sonraki bölümde kapitalizmin gezegenin sınırlarına vardıkça yeni cepheler açan yeşil varyasyonuna eğiliyoruz.
İhtiyaçlar Kısır Döngüsünde Yeşil Kapitalizmin Reddi
Ulrich Brand (2012), Stockholm’deki ilk BM İnsan Çevresi konferansından 30 yıl, Rio Dünya Zirvesi’nden 20 yıl sonra boş bir bildiriyle sona eren Rio+20 konferansı çerçevesinde yeşil ekonominin var olan krizi neden daha da derinleştireceğine dair analizinde şunu öne sürmektedir:
“Yeşil ekonomi meselesi sadece karbondioksit azaltımına, güneş enerjisine yönelik devlet desteklerine ve geniş ölçekli teknolojilere indirgenemez. Bu insanların ve toplumun içinde yaşadıkları doğa ile ve birbirleri ile ilişkilerinin somut bir biçimde nasıl şekillendiği ile ilgilidir. Bugün bunların çoğu dayanışmayı dışlayıcı ve doğayı yok eden formlar almışlardır. Eğer [var olan sistem] gerçekten değişecek ise sosyal ilişkilerimizi dayanışmacı, sürdürülebilir üretim ve yaşam formlarına yöneltmek zorundayız.”
Kapitalizmin ikinci çelişkisinin (O’Connor, 1988) gittikçe ayyuka çıktığı son 20 yılda yaşanan çoklu krizlerden çıkabilmek için sermaye güçleri, yeşil ekonomi ve insani kapitalizm gibi vizyonlarla günü kurtarmaya çabalamakla birlikte yeşil kapitalizmi reddeden ekososyalist bir perspektif ihtiyacı günbegün artmaktadır. Öte yandan bu durum ancak yeşil kapitalizmin ne olduğunun anlaşılmasıyla sağlanabilir.
Aşıcı ve Bünül (2011) ekososyalist perspektif ile Yeşil Yeni Düzeni (YYD, Green New Deal) karşılaştırıp birbirlerine karşıt değil tamamlayıcı olduğunu iddia ettikleri makalelerinde “ekososyalist perspektif daha eşitlikçi ve ekolojik açıdan sürdürülebilir bir geleceğe ulaşmakta daha istekli olmakla beraber uzun vadede ekososyalist prensipler çizgisinde küresel sistemi radikal bir biçimde değiştirecek açıkça tanımlanmış bir aktörler kümesi ve yol haritasından yoksundur” diyerek ekososyalizmin uzun vadeli hedeflerini yeşil ekonomi politikalarının hayata geçirebileceğinden bahsetmektedirler. Bu anlayış muhtemelen ekososyalizmin yeşil Keynesçilikle kurulabileceği sanrısının en bariz şekilde ifade edilişidir. Benlisoy (2012) bu konuda şunu belirtmektedir:
“Yeşil ekonomik dönüşümü savunanların toplumsal katılımı sınırlayan ve değişimi teknokratlara havale eden yaklaşımına karşı ekososyalistlerin savunduğu ekolojik dönüşüm ve devrim, toplumsal katılıma ve toplumun ekonomiye doğrudan müdahalesine dayanacaktır. Bu da siyasal ufku kapitalizm çerçevesinde gerçekleşmesi mümkün olmayan aşağıdakilerin kendi kaderlerine egemen olmalarıyla, yani onların siyasal, demokratik ve örgütsel yeteneklerini geliştirebilecekleri bir toplumsal örgütlenme biçimini içermesiyle mümkündür. Bu anlamıyla ekonomik demokrasi ekososyalist projenin bütünleyicisidir […] Örneğin fosil enerji sonrası dönemde hangi alternatif enerji kaynaklarının tercih edileceği meselesi bu kaynakların kimlerin mülkiyetinde, kimler tarafından üretilip denetleneceği sorularından bağımsız olarak düşünülemez.”
Yeşil ekonominin, sürdürülebilir kalkınma gibi yeşile boyanmış bir kapitalizm olduğu fikri ekososyalist bir tahayyülün bu kavrama dair reddiyelerinin temellerindendir. Yeşil siyaset içerisindeki kimi yazarların (Aşıcı ve Bünül, 2011; Aşıcı ve Şahin, 2012) da içinde bulunduğu yeşil ekonomi taraftarlarının atladığı en önemli nokta ise bahsettikleri üçlü krizin sacayaklarının (ekonomik, ekolojik, sosyal) sanki birbirine dışsal gibi ele alınmasıdır. Dahası bu yaklaşımlar sosyal metabolizma (Martinez-Alier, 2009) gibi toplumun madde ve enerji akışlarını inceleyen, ülkeler ve bölgelerarası eşit olmayan ekolojik değişimi (unequal ecological exchange; Hornborg, 2009) vurgulayan yaklaşımları gözardı etmeleridir. Son tahlilde yeşil yeni düzenle kurulacak yeşil ekonomi büyümeye dayalı, sosyal reformlarla yamalanmış, yenilenebilir enerjilerin nasıl kullanılacağından öte her koşulda enerji kullanımındaki artışı geliştirmeye odaklı bir vizyon içerir. Bu tip bir ekonomi büyümeye dayalı olmasa bile (Kerschner, 2010) fosil yakıt temelli bir ekonomiden yenilenebilir enerji kaynaklarına bağlı bir ekonomiye geçmek (enerji geri dönüştürülemediği için) her koşulda metalaşmanın ve ekstraktivizmin (Svampa, 2013) sınırlarını zorlayacaktır.
Yeşil ekonominin istihdam, sosyal adalet ve çevrenin korunmasını sağlayacağını ilan ettiği bu yaklaşım aslında Harvey’nin (2005: 33) “her şeyin finansallaştırılması” dediği taktiklerle hizmet sektörüne verilen önemi arttırırken yeşil dönüşümün faturasını küresel Güney’deki maden sahalarına, tropik ormanlara ve gezegensel müştereklerin sınırlarına kesmektedir. Aşıcı ve Bünül’ün (2011: 9) BM Çevre Programı’nın 2009 tarihli raporuna atıf yaparak, yeni ve sürdürülebilir bir finansal model oluşturulmasındaki rolünden bahsettikleri finansal kaynağın adının “Petrol Mirası Fonu” (Oil Legacy Fund) olduğunu aklımızda tutarak “yüksek kalorili ve taşınabilir[8] enerji kaynağı ile çalışan günümüz toplumlarının her hangi bir çevresel yıkım başlatmadan yenilenebilir enerjiye dayalı bir büyüme ekonomisine geçmesi mümkün müdür?” diye sormamız gerekir. Dahası yeşil ekonomi yaklaşımının yukarıda da bahsettiğimiz gibi kapitalist ekonominin temel varsayımı olan ekonomik büyümeyi sorgulamadığı vurgulanmalıdır. Sermayenin kârlılığını devam ettireceği böyle bir senaryo tam teşekküllü âdil bir bölüşüm yerine güvencesiz istihdam artışı ve devlet destekli politikalarla finans/karbon balonları vaat eder. Bu tip bir büyüme doğal kaynakların sınırlarında birikime devam edilmesi şeklinde gerçekleşir (Moore, 2003).
Yeşil veya değil büyüme odaklı kapitalist sistemin yıkımına dair en anlamlı açıklamalardan birini Fikret Başkaya (2011) şu şekilde yapmaktadır:
“Büyüyor, ilerliyor, modernleşiyor o halde kalkınıyor velhasıl işler yolunda… şeklinde genel-geçer bir anlayış hâkim. Bir şeyden şüphe etmemek, tartışmamak, onu yeniden düşünmemek, o şeyin bir inanç kategorisi haline geldiği durumda mümkün oluyor. O kadar ki, şimdilerde ekonomik büyüme burjuva uygarlığının dini haline gelmiş durumda. Eğer yüksek oranlı ve istikrarlı bir büyüme gerçekleşirse, yoksulluğun ve işsizliğin sorun olmaktan çıkacağı, sıkıntıların aşılacağı, işlerin yoluna gireceği, toplumsal refahın gerçekleşeceği, huzura erileceği söyleniyor.”
Yeşil kapitalizmin sürdürülemezliğinin kanıtlarından birisini daha seçecek olursak 22 yıllık Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) altında yürütülen çok taraflı müzakereler sonucunda iklim krizinin buzdağına daha da yakın olduğumuz gerçekliğinden başlayabiliriz. Örneğin iklim krizine cevap olarak yeşil ekonomi taraftarlarının en çok öne sürdüğü meselelerden olan birim üretim başına enerji yoğunluğunun azaltılması ile ekonomik büyümenin fosil yakıt tüketiminden ayrıştırılmasını ele alalım. Hoffman’ın (2011) belirttiği gibi 1980-2008 arasında birim ekonomik faaliyet başına karbon salımı 1kg/$’dan 770gr/$’a düşmüştür. Öte yandan 2050’de dünya nüfusunun 9 milyara yaklaşacağı ve yıllık ortalama %2 ekonomik büyümenin devam edeceği bir senaryoda iklim değişikliğinin ortalama 2oC’de artış ile sabitlenebilmesi için enerji yoğunluğunun 6gr/$’a düşürülmesi gerekir, yani bugünkünün 130 kat daha azına (a.g.e). Bunun ışığında mevcut kapitalist birikim sisteminde asimetrik piyasa yapıları, ekonomik itici güçler ve ilişkili küresel ürün-tedarik zincirleri sorgulanmadan yeşil ekonomik büyümenin hammadde ve enerji tüketiminden ayrıştırılabileceği fikri (eğer ki düşen kâr oranlarını ayağa kaldırmaya çalışan sermaye sahiplerinin eseri değilse bile) olsa olsa saf bir düşüncedir. Ekonomik üretim aşağıdan özörgütlenecek şekilde demokratikleştirilmeden, zenginliğin adil bölüşümü gerçekleşmeden ve tüketim kültürü ortadan kalkmadan yapılacak herhangi bir müdahale, ekonomiyi gezegenin fiziksel sınırlarında termodinamikle harmanlayan ekolojik iktisadın önde gelenlerinden Nicholas Georgescu-Roegen’in 1970’lerde dediği gibi “Daha büyük ve daha iyi çamaşır makineleri, otomobiller ve uçaklar ancak daha büyük ve daha iyi atık üretmeye yol açacaklardır” tespitini doğrular nitelikte olacaktır.
Diğer bir yandan ekososyalist bir dünya tahayyülünün her şeyin küçülmesini istediğini de söylemek doğru olmayacaktır. Bu durumda şu soruyu sormak zorundayız: “Ekonomide esas büyümesi istenilen nedir?” Michael Löwy’e (2012) göre ekososyalist bir vizyon neyin büyüyüp neyin küçülmesi gerektiğine dair niteliksel bir değerlendirme yapmalıdır:
“Kapitalizm üretimcilik, tüketicilik, sınırsız büyüme fikri gibi olguların sorumlusudur. […] Bize göre degrowth (planlı ekonomik küçülme) hareketinin teorik ve politik en temel problemi, ekonomik büyüme ideolojisinin direk olarak tersine çevrilmiş hali olmasıdır. Büyüme perspektifi nasıl ki ekonominin yılda %2 veya %5 gibi bir rakam şeklinde büyümesi gerektiği yoksa fena halde krize gireceğimizi işsizliğin patlayacağını öğütlüyorsa, degrowth hareketi de aynı nicel/sayısal biçimde ekonominin küçülmesi gerektiğini söylemektedir. Biz ekososyalistler bu nicel/sayısal mantığın kırılarak yerine niteliksel bir mantığın getirilmesi taraftarıyız.
Bu da şuna tekabül eder: Bazı üretim alanlarının sadece küçülmesini değil, yok olmasını istiyoruz. Mesela nükleer, kömür ve petrolden elektrik üreten sektörünün ortadan kalkması lazım. Reklam sektörünün misal ortadan kalkması lazım ki zaten buna ihtiyacımız yok. Ekososyalist bir perspektiften tamamen ortadan kaldırmak istediğimiz bazı sektörler/faaliyetler var. Diğer yandan azaltmak istediğimiz veya üretimi kaydırmak istediğimiz sektörler var. Mesela daha az araba ama daha fazla tren, daha fazla otobüs, daha fazla bisiklet üretilmesini istiyoruz. Yani bu noktadan bakınca küçülmeden ve üretimin azalmasından bahsettiğimiz gibi güneş enerjisi gibi artmasını/büyümesini istediğimiz şeylerden de bahsedebiliriz. Örneğin rüzgar enerjisinin ve diğer yenilenebilir enerjilerin, ekolojik tarımın büyümesini istiyoruz. Bu da işgücü gerektirecektir. Daha fazla eğitim, daha fazla sağlık hizmeti istiyoruz. Bu noktadan baktığımızda da artmasını ve azalmasını istediğimiz şeyleri belirlerken niteliksel bir yaklaşıma ihtiyacımız var.”
Özlüer’in de (2010) belirttiği gibi “[k]apitalizmden bir kopuş varsayılıyorsa, kapitalizmin uygarlığının izlerini taşıyan tüm maddi üretim araçlarını alt üst etmek gerekir. Buna bugüne kadar ki tüm enerji sistemleri – güneş, rüzgâr, nükleer- de dâhildir.” Halihazırda artan sıklıkla gördüğümüz yenilenebilir enerjilere dair haberleri (Radikal Gazetesi, 12.08.2012) sempatiyle olsa da ihtiyatla okumakta fayda var. Üretim-Tüketim-Atık kısır döngüsünün dünyayı yokuş aşağı çeken gidişatına karşı durabilmek için Nasıl bir enerji? sorusunun yanı sıra Kimin için enerji?, Ne için enerji? gibi soruları da büyük bir aciliyetle sormalıyız. Özellikle de güneş enerjisi ve rüzgar enerjisi gibi yenilenebilir enerji teknolojilerinin büyük kısmının fosil yakıt sübvansiyonlarıyla ayakta durduğunu hesaba katacak olursak (Sakar, 2010: sf. 211).
Mücadelenin İnşası: İnsanla Doğanın, Sınıfla Kimliğin Birliği
Ekososyalizmin temel derdinin hava, su, toprak, biyoçeşitlilik gibi (ama aynı zamanda kentsel ortak alanlar, imece gibi dayanışmaya dayalı kültürleri de kapsayacak şekilde) müştereklerin (commons) korunması, geliştirilmesi, eşit ve adil bir biçimde dünya üzerindeki yaşamı koruyacak ve devam ettirecek bir biçimde kullanımı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Ekososyalist bir tahayyül bu temel derdini bize dayatılan sınıf ve kimlik çizgilerini kırarak, insanın doğaya hükmeden değil parçası olduğu bütünü dönüştürme gücü olan bir varoluş olarak ele alır.
Hareketin önemli isimlerinden Daniel Tanuro (2011a) ekososyalist mücadelenin inşasında 4 ana teorik çalışma eksenini şöyle sıralamıştır:
- İnsanın doğa üzerinde hakim olduğuna dair algı ve eylemler terk edilmelidir.
- Doğanın insanın işlediği bir alan, toplumsal varlığı üretmek için gerekli ihtiyaçlarin karşılandığı bir dükkan ve bu insan faaliyetlerinin kaçınılmaz sonucu olan atıkların bırakıldığı bir çöplük olarak gören sığ, faydacı ve doğrusal bakış açısından vazgeçilmelidir.
- İnsani ihtiyaçları karşılamak için kullanılan enerji kaynakları ve dönüşüm yöntemleri toplumsal anlamda nötr değildir.
- Emeğin üretkenliğinin artmasına eleştirel bir bakış yöneltilmelidir.
Bu mücadelenin kurgusu Kovel’e (2005) göre ekosentrik, özgür biçimde örgütlenmiş emeğin aşağıdan yukarıya kuracağı komitelerle, kolektiflerle ve bunların asambleleriyle oluşacaktır. Ekososyalist bir gelecek için fiks bir menü veya tek dozluk bir reçete yoktur zira ekososyalizm bir süreçtir. Yine Kovel’in (2008) belirttiği gibi ekolojik kriz bir sona işaret ettiği için ekososyalizm yeni bir başlangıç olmalıdır. Bu başlangıç ise varoluşsal bir tercihtir. Fakat bunu yaparken tek bir noktadan dağılan bir önceki devrin devrimlerinin yolunu seçmemeli, farklılıklarından ve çeşitliliğinden kuvvetle hayat adına ve hayatı korumak için şekillenmelidir. Bu anlamda Sakar’a (2010) göre ekososyalist bir devrim için bugün eksik olan şey ne teknolojik imkanlar, ne emek-yoğun teknolojiler ne de ekolojik krizin materyal sınırlarına varmış olmak değildir. Yenilenebilir enerji kaynaklarıyla bugün ortalama bir küresel Kuzey ülkesi hayat standardını sürdürmeyi isteyen/hedefleyen kitlelerin daha çok ile değil daha iyi ile yaşamaya dönük öznel hazırlığıdır.
Mümkünlerin Kıyısı: Demokratik ve Özyönetimci Bir Tahayyül Olarak Ekososyalizm
“Hayal kurmak küçümseniyor! Oysa kendi geleceğimizi kazanabilmek için önce hayal kurmalı, bize dayatılan hayatları sevmiyorsak kendimizi ifade edecek hayatları hayal etmeyi becermeliyiz. Zira, hayat hakkında çok kafa yoran ünlü sakallının dediği gibi: İnsan önüne sorun olarak koyduğu şeyleri çözer”
(Ernest Callenbach, Ekotopya arka kapak)
25 tane yayınevi tarafından basımı reddedildikten sonra arkadaşlarının desteğiyle 1975 yılında basılarak milyonlara ulaşan ve ekososyalist bir vizyon çizen Ekotopya (Callenbach, 2010) adlı kitabın yazarı Ernest Callenbach (2012), 16 Nisan 2012 günü öldüğünde bilgisayarında bulunan “Ekotopyalılara bir Mektup” başlıklı yazısında 5 ana eksenin ekotopyanın geleceği için gerekliliğinin altını çizer. Bu 5 ana eksen: umut, karşılıklı yardımlaşma, pratik beceriler, örgütlenme ve çelişkilerle yaşamayı öğrenmektir.
Umut, kosmosun kardeşliği için “yârin yanağından gayrı her yerde her şeyde hep beraber” diyen bir örgütlenmenin ilk adımıdır çünkü. Ekososyalist bir gelecek, özörgütlü, özyönetimci, üretimcilik karşıtı, birbirine bağlanmış rizomların/köksapların (Deleuze ve Guattari, 1987) umutlu bir birliği olacaktır. Karşılıklı yardımlaşma bu umutlu birliğin temel prensiplerinden olacaktır. Ekososyalist bir perspektif, üretimden tüketime kapitalist rasyonalitenin rekabetçi zihniyetine değil dayanışmacı, düşük tempolu bir sosyal metabolizmaya sahip olmalıdır. Bu parçası olduğumuz ve sırtımızı yasladığımız tüm seviyelerdeki topluluklar için geçerlidir. Pratik beceriler, her konuda ayrı ayrı uzmanlaşmış hizmet sağlayıcılardan, bireyi tek bir konunun mütehassısı yapan eğitim sistemlerine karşı olarak yediğimiz domatesin geldiği toprağı da, yemeğimizin piştiği mutfağın enerjisinin nereden geldiğini de, evden çıkan atıkların nereye gidip neye dönüştüğünün da bilgisinin ve pratiğinin içselleştirilmesini gerektirir. Callenbach’ın da belirttiği gibi “hayatta kalmak bir takım sporudur”.
Örgütlenme de işte tam bu noktada işin içine girer. Benlisoy’a (2012) göre “Ekososyalistler, ekolojik krizin önüne geçilmesinin ancak kapitalizm içerisinde iktisadın toplumun bütünü üzerindeki tahakkümünün sona erdirilmesiyle mümkün olabileceğini bir an olsun akıldan çıkarmadan, gündelik hayattaki en küçük pratiğe dek her türlü insan-doğa ilişkisine dair kapitalizm ötesi bir anlayış” üretmeye çalışırlar. Bu kapitalizm-ötesi anlayış, Gezi direnişinden Caferağa Mahalle evi deneyimine, Gerze’deki nöbet çadırlarından Yırca köyüne deneyimlediğimiz yatay örgütlenmelerle ve karşılıklı yardımla vücut bulmaktadır. Öte yandan çelişkilerle yaşamak da bu kapitalizm ötesi anlayışın bir parçasıdır zira fosil yakıtlara dayalı kapitalist ekonomiden çıkış, eşyanın doğası (ve Newton fiziğinin eylemsizlik ilkesince) gereği yıkıcı bir süreç olacaktır. Bu yıkıcı süreci yaratıcı bir sürece dönüştürmek ekososyalist bir perspektifinin elindedir. Ekonomik faaliyeti yeni biçimlerde kurgulayarak (kooperatifler, otonom fabrikalar, kent bahçeleri vs.), düşük yoğunluklu ve yaygın enerjiler kullanarak, hammadde-atık akışının doğrusal ikiliğini kırarak, kentsel alanlarımızı yeni anlamlarla yeniden kazanarak, hayatlarımızı piyasalara bırakmayarak bu gelecek kurgulanabilir. Bu aynı zamanda ekonomizmden uzak şekilde (Latouche, 2012) çalışma saatlerinin azaltılması, HANPP[9] (human appropriation of net primary productivity, net birincil üretimin insanlar tarafından temellükü) gibi göstergelerin kullanılması, piyasa dışı ücretsiz işlerin (örn. ev işi, çocuk bakımı vs.) dikkate alınması, Jevons Paradoksu (Polimeni ve diğerleri, 2008) gibi fenomenler dikkate alınarak teknolojik determinizmden uzaklaşılarak teknolojik ilerlemenin emeği ve doğayı eşzamanlı yok edici yanlarından arınmak suretiyle açık, demokratik, özörgütlü, özyönetime sahip yerelliklerin oluşması anlamına gelir. Bunlar dünyanın her yerinde eş zamanlı bir küçülmeyi değil, yukarıda alıntıladığımız Michael Löwy’nin (2012) sözlerinde olduğu gibi mekanik varsayımlardan uzak biçimde uygarlığın niteliksel bir dönüşümünü gerektirir.
Aşıcı ve Bünül’ün (2011) tanımladıkları üçlü krize (ekonomik, ekolojik, sosyal) karşı Yeşil Yeni Düzen ile ekososyalist cevabı karşılaştırdıkları makalelerinde meşru bir soru sormaktadırlar: Ekososyalist perspektifin çağırdığı radikal dönüşüm ile YYD tarafından çağırılan kademeli geçiş sürecinin aktörleri kimlerdir? YYD’nin ve yeşil ekonominin, piyasa mantığından ve ulus-devlet yapısından kopmadan ortaya sunduğu cevapların aktörlerinin sermaye çevreleri, politik güç grupları, parlementer sistemin üyeleri, devlet kurumları ve bu eksendeki yönetişim aygıtlarından olan STK’lar ile düşünce kuruluşları olduğu söylenebilir. Ekososyalist bir alternatif ise üçlü krizin aslında kapitalizmin ta kendisi olduğunu ileri sürer. Bu, kapitalist yıkıcılık karşısında emek ve ekoloji mücadelesini ayrılamaz bir bütün olarak ele alıp bütüncül sistemik çözümler arayarak, bu çözümleri pratikte sınamanın, başka bir dünyayı bugünden ve aşağıdan kurmaya başlamanın kaçınılmazlığına vurgu yapar (Benlisoy, 2012). Bu anlamda aktörleri tarih sahnesinin eyleyenleri olan halklar, emekçiler, her tür ve kimlikten ezilenler ile doğanın ta kendisidir. Ekososyalist bir perspektif emeğin ve doğanın kapitalizmin kendi kuyusunu kazan yıkıcılığının ayyuka çıktığı bu dönüm noktasında “homojen ve farklılaşmamış” bir insanlığı (Benlisoy, 2009) değil ezilenlerin ve eyleyenlerin birliğini değişimin aktörü olarak görür. Ekososyalist bir praksis bu bağlamda tüm aciliyetiyle bugünün ve geleceğin tahayyülüdür.
* Bu bildirinin ilk hali 5-9 Eylül 2012 tarihleri arasında gerçekleştirilen 7. Karaburun Bilim Kongresi’nde sunulmuştur.
DİPNOTLAR
[1] Kısıtlı ama faydalı bir ekolojik ihtilaflar listesi http://www.direncevre.org/ adresinde görülebilir.
[2] “Marx’ın Prometheusçu insanı, kendisini doğanın parçası hissetmeyen ve dünyayı ekolojinin evi olarak görmeyen bir yaratıktır.” (Foster, 2000). Prometheus, Yunan mitolojisinde ateşi çalmasıyla bilinen ve tekno-optimizmle (örn. Salt teknolojik ilerlemenin çevresel sorunları çözeceği inancı) özdeşleştirilen titandır. Foster, Marx’ın anarşist Proudhon’u mekanistik Prometheus’culuk sebebiyle eleştirdiğini öne sürer.
[3] Anthony Giddens, Ted Benton, Kate Soper, Roby Eckersly, Murray Bookchin ve David Godlblatt bu grup içerisinde yer alır.
[4] Elmar Altvater, Paul Burkett, John Bellamy Foster, Michael Perelman ve Michael Lebowitz’in adı ise bu son grupta zikredilebilir.
[5] Bu noktada Marx ve Engels’e mektup yazarak politik ekonominin eleştirisinde (gezegensel sınırlara da işaret eden) termodinamiğin kullanımına dikkat çeken Sergei Podolinsky (1850–1891) anılmalıdır. 1882’deki yazışmada Engels’in kısa yoldan reddettiği enerjinin ve biyofiziksel limitlerin değer teorisinde kullanımı klasik Marksist yazındaki ekoloji tartışmasının en temel tartışma konularından biridir. (bkz. Martinez-Alier, 2009)
[6] Bu noktada son kitabında kapitalizmin 17 çelişkisine dikkat çeken David Harvey’nin (2014) belirttiği gibi sermayenin bileşik faiz gibi bir ekonomik büyümeye ihtiyacı olduğu, bir diğer deyişle kapitalist ekonominin yürümezse devrilecek bir bisiklet misali büyümeye bağımlı olduğunun altını çizelim. Bu duruşa karşı küresel ekonomileri antikapitalist bir perspektiften planlı biçimde küçültmeyi hedefleyen degrowth hareketi ile ilgili olarak da bkz. http://vocabulary.degrowth.org
[7] Sadece tüketilecek enerji üretmek ve satmakla değil aynı zamanda HES yatırımı yapan şirketlerin metalaştırmanın şahikalarından olan karbon ticareti piyasalarında alış-veriş yapabilecekleri kredi birimleri (CER=certified emission reductions) edinmelerini sağlayan iklim değişikliği azaltım politikalarıyla da paraya tahvil eder.
[8] Giampietro, Mayumi ve Şorman (2013) bu noktada şu soruyu hatırlatırlar: Kömür, rüzgar veya güneş enerjisi ile bir jumbo 747 uçağı uçurabilir miyiz?
[9] HANPP, insanlar tarafından kullanılan/el konulan gerçekleşen net birincil üretimin (arazi kullanımı yoluyla), insan etkisi olmasaydı gerçekleşecek olan net birincil üretime olan oranı olarak tanımlanan bir biyolojik çeşitlilik göstergesidir. Daha yüksek HANPP, doğal ekosistemlerin kendilerini sürdürebilmeleri için daha az biokütlenin kendi haline bırakılması anlamına gelir. Martinez-Alier (2009) HANPP’ın an itibariyle net birincil üretimin %20-40’ına denk geldiğini ve bunun Avrupa’da 1950’lerden beri kısmen düşmekle birlikte “gelişmekte olan ülkelerde” artış trendi gösterdiğini belirtmektedir. Özellikle yaklaşan zirve petrol (peak oil) karşısında biyoyakıtların teşviki ve REDD+ gibi karbon kredisi üretmeyi amaçlayan ağaç ekimleri HANPP’ı arttırmaktadır.
KAYNAKÇA
Angus, I. (2007) Three Meanings of Ecosocialism, IV Online Magazine, IV394 – November 2007, URL: http://www.internationalviewpoint.org/spip.php?article1366 (Erişim tarihi: 19.12.2014)
Aşıcı, A. A. ve Bünül, Z. (2011) Green Recovery From The Crisis: A Comparative Analysis of Green New Deal and Ecosocialism, 9th International Conference of the European Society for Ecological Economics’e sunulan bildiri, Boğaziçi University, Istanbul, 14-17 June 2011.
Aşıcı, A. A. ve Şahin, Ü. (2012) Yeşil Ekonomi, Yeni İnsan Yayınevi: İstanbul.
Balta, E. ve Mısır, M. B. (2011), Bir Politik Hareket Olarak Ekososyalizmin Ayırd Ediciliği ve Birleştiriciliği, Praksis, Sayı 25, s. 12-27.
Başkaya, F. (2011) Yeni Paradigmayı Oluşturmak, Kapitalizmden Çıkmanın Gerekliliği ve Aciliyeti Üzerine Bir Deneme, Özgür Üniversite Kitaplığı: İstanbul.
Benlisoy, E. (2012) Kaybedecek zaman yok: Ekolojik Devrim Hemen Şimdi!, Kolektif Ekososyalist Dergi, Sayı 14, sf. 49-51.
Benlisoy, S. (2009) İklim Krizi Neden Bir Çevre Sorunu Değildir, URL: http://bianet.org/biamag/cevre/117975-iklim-krizi-neden-bir-cevre-sorunu-degildir (Erişim tarihi: 18.12.2014
Bensaïd D. (2010) “Daimi Skandal”, Demokrasi Ne Alemde?, İstanbul: Metis Yayınları, sf. 33.
Benton, T. (1994) Marksizm ve Doğal Sınırlar, Birikim, Sayı 57-58, sf. 139.
Brand, U. (2012) Beautiful Green World: On The Myths Of A Green Economy, Luxemburg argumente No. 3, Rosa Luxemburg Foundation: Berlin.
Burkett, P. (2004) Marx ve Doğa: Al-Yeşil Bir Perspektif (çev. Ercüment Özkaya), Ankara: Epos Yayınları, sf. 139.
Burkett, P. (2005) Kapitalizm, Doğa ve Sınıf Mücadelesi, Gri ve Yeşil, Sayı 1, sf. 64.
Castree, N. (2001). Socializing nature: Theory, practice, and politics. sf. 1-21. içinde Castree, N. ve Braun, B. (ed.) Social nature: Theory, practice, and politics, Wiley-Blackwell.
Callenbach, E. (2010) Ekotopya (çev. Osman Akınhay), Agora Kitaplığı: İstanbul.
Callenbach, E. (2012) Epistle to the Ecotopians: Last Words to An America in Decline, http://www.tomdispatch.com/archive/175538/ (Erişim tarihi: 13.08.2012)
Clark, B. ve York, R. (2010) Çatlaklar ve Değişimler – Çevre Krizlerinin Kökenine İnmek, Monthly Review, Sayı 22, sf. 65.
Deleuze, G. ve Guattari, F. (1987) A Thousand Plateaus (çev. Brian Massumi) University of Minnesota Press: Minneapolis.
Ebermann T. ve Tramper, R. (1988) Ekolojik Sosyalizmin Siyasal Projesinin Temelleri (çev. Tanıl Bora), Bora, T. (ed. )Yeşiller ve Sosyalizm içinde, İstanbul: İletişim Yayınları, sf. 198.
Engels, F. (1996) Doğanın Diyalektiği (çev. Arif Gelen), Ankara: Sol Yayınları, sf. 188.
Foster J. B. (2000) “Marx ve Çevre”, Demirer, G. N. ve Duran, M. (ed.) Marksizm ve Ekoloji içinde, İstanbul: Öteki Yayınevi, 2000, sf. 148.
Foster, J. B. (2000) “Komünist Manifesto ve Çevre” (çev. Metin Duran), Demirer, G. N. ve ABAY, T. E. (ed.) Ekolojipolitik içinde, Özgür Üniversite Kitaplığı – 29: Ankara, sf. 12.
Foster, J. B. (2002) Savunmasız Gezegen – Çevrenin Kısa Ekonomik Tarihi (çev. Hasan Ünder), Ankara: Epos Yayınları, sf. 12.
Foster, J. B. (2011) Marx’ın Ekolojisi – Materyalizm ve Doğa (çev. Ercüment Özkaya), Ankara: Epos Yayınları, sf. 117.
Giampietro, M., Mayumi, K. & Şorman, A. H. (2013). Energy analysis for a sustainable future: multi-scale integrated analysis of societal and ecosystem metabolism. Routledge.
Harvey, D. (2005) A Brief History of Neoliberalism, Oxford University Press: Oxford.
Harvey, D. (2014). Seventeen Contradictions and the End of Capitalism. Oxford University Press.
Hoffman, U. (2011) Some Reflection on Climate Change, Green Growth Illusions and Development Space, United Nations Conference on Trade and Development Discussions Papers, No. 5, Aralık 2011, UNCTAD: Cenevre.
Horkheimer M. ve Adorno T. (1995) Aydınlanmanın Diyalektiği – I (çev. Oğuz Özügül), İstanbul. Kabalcı Yayınları, sf. 106.
Hornborg, A. (2009) Zero-Sum Game: Challenges in Conceptualizing Environmental Load Displacement and Ecologically Unequal Exchange in the World-System, International Journal of Comparative Sociology, 50(3–4): 237–262.
Kerschner, C. (2010). Economic de-growth vs. steady-state economy. Journal of Cleaner Production, 18(6), 544-551.
Kovel, J. (2005) Doğanın Düşmanı Kapitalizmin Sonu mu, Dünyanın Sonu mu? (çev: Gürol Koca), Metis Yayınları: İstanbul
Kovel, J. (2008) Eco-socialism, Global Justice, and Climate Change, Capitalism Nature Socialism, 19(2): 4-14.
Kovel, J. ve Löwy, M. (2001) Ekososyalist Bir Manifesto (çev. Emre Ergüven), URL: http://www.birikimdergisi.com/guncel/ekososyalist-bir-manifesto (Erişim tarihi: 19.12.2014)
Latouche, S. (2012) Can the Left Escape Economism?, Capitalism Nature Socialism, 23(1): 74-78
Löwy, M. (2005a) What is Ecosocialism?, Capitalism Nature Socialism, 16(2), sf. 18.
Löwy, M. (2005b) Marx’tan Ekososyalizm’e, Gri ve Yeşil, Sayı 1, sf. 43.
Löwy, M. (2012) Mücadele Öfkeli Bilincin Radikalleşmesidir, Kolektif Ekososyalist Dergi, Sayı 12, sf. 28-32.
Magdoff, F. (2006) Kapitalizmin İkiz Krizleri: Ekonomik ve Çevresel Krizler, Monthly Review, Sayı 10, sf. 68-74.
Mandel, E. (1998) Marksist Ekonomi Kuramına Giriş (çev. Ali Ünlü), İstanbul: Toplumsal Dönüşüm Yayınları, sf. 35.
Mandel, E. (2008a) Marx’ın Kapitali (çev. Osman S. Binatlı), İstanbul: Yazın Yayınları, sf. 262.
Mandel, E. (2008b), Geç Kapitalizm (çev. Osman Badem), İstanbul: Versus Yayınları, sf. 752.
Martinez-Alier, J. (2009) Social Metabolism, Ecological Distribution Conflicts, and Languages of Valuation, Capitalism Nature Socialism, 20(1): 58 — 87.
Marx, K. (1990) Kapital Cilt 3 (çev. Alaattin Bilgi), Ankara: Sol Yayınları, sf. 188.
Marx, K. ve Engels, F. (1999) Alman İdeolojisi (Feuerbach) (çev. Sevim Belli), Ankara: Sol Yayınları, sf. 39.
Moore, J. W. (2003). The Modern World-System as environmental history? Ecology and the rise of capitalism. Theory and Society, 32(3), 307-377.
Moore, J. W. (2011) Transcending the metabolic rift: A theory of crises in the capitalist world ecology. Journal of Peasant Studies 38(1):1–46
O’Connor, J. (1988) Capitalism, nature, socialism a theoretical introduction, Capitalism Nature Socialism, 1(1): 11-38.
Özkaya Özlüer, I. (2009) Ekososyalizm Nedir? Ne Değildir?, URL: http://www.yeniyol.org/ekososyalizm-nedir-ne-degildir/ (Erişim tarihi: 19.12.2014)
Özkazanç, A. (2003) Marx ve Demokrasi, Marksizm Ve…, Ankara: İmge Kitabevi, sf. 127.
Özlüer, F. (2009) Ekososyalist Bir Kır Kent Hareketine Doğru, URL: http://www.fevziozluer.av.tr/2013/02/26/butun-mumkunlerin-kiyisindayiz-ekososyalist-bir-kir-kent-hareketine-dogru/ (Erişim tarihi: 19.12.2014)
Özlüer, F. (2010) Teknolojik İndirgemecilik, Sosyalistler, Ekososyalistler, Kolektif Ekososyalist Dergi, Sayı 7, sf. 50.
Polimeni, M. J., Mayumi, K., Giampietro, M. ve Alcott, B. (2008) The Jevons Paradox and the Myth of Resource Efficiency Improvements, Earthscan: Londra.
Radikal Gazetesi (12.08.2012) Temiz Enerjinin Başkenti: Freiburg, URL: http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1096936&CategoryID=81 (Erişim tarihi: 19.12.2014)
Sarkar, S. (2010) Prospects for Eco-socialism, Huan, Q. (ed.), Eco-socialism as Politics: Rebuilding the Basis of Our Modern Civilisation içinde, Springer: Heidelberg.
Shiva, V. (2006) Çalınmış Hasat – Küresel Gıda Soygunu (çev. Ali K. Saysel), BGST: İstanbul.
Svampa, M. (2013). Resource Extractivism and Alternatives: Latin American Perspectives on Development. URL: http://www.rosalux.org.ec/attachments/article/754/BeyondDevelopment.pdf#page=118 (Erişim tarihi: 19.12.2014)
Tanuro, D. (2011a) Yeşil Kapitalizm İmkansızdır (çev. Volkan Yalçıntoklu), Habitus, TMMOB EMO ve Ekoloji Kolektifi: İstanbul.
Tanuro, D. (2011b) Yeşil Kapitalizmin Geçersizliği (çev. Hatice Aksoy),
http://www.sendika.org/2011/04/yesil-kapitalizmin-gecersizligi-daniel-tanuro/ (Erişim tarihi: 19.12.2014)