Bugün burada, Atina’da demokrasinin yazgısı üzerine bir düşünüm, insanı biraz endişelendiriyor; çünkü demokrasinin sonunu bizzat doğmuş olduğu yerde düşünmeye mecbur ediyor. Aslında öne sürmek istediğim hipotez, Avrupa’da bugün hüküm sürmekte olan paradigmanın sadece demokratik olmamakla kalmadığı, ayrıca siyasal olarak da kabul edilemeyeceği hipotezidir. Bu nedenle günümüz Avrupa toplumunun artık siyasal bir toplum olmadığını göstermeye çalışacağım: Kendisine uygun bir terminolojinin eksikliğini duyduğumuz bütünüyle yeni bir şeyle karşı karşıyayız ve bu nedenle yeni bir strateji icat etmemiz gerekiyor.
İzin verirseniz, Eylül 2001’den başlayarak bütün diğer siyasal kavramların yerini almış bulunan bir kavramla başlamak istiyorum: Güvenlik. Bildiğiniz gibi, “güvenlik gerekçesiyle” formülü, bugün, gündelik hayattan uluslar arası çatışmalara kadar her alanda, insanların kabul etmeleri için hiçbir sebebin bulunmadığı ölçütleri dayatmak amacındaki bir şifre gibi işlev görmektedir. Güvenlik ölçütlerinin gerçek amacının, hâlihazırda ileri sürüldüğü gibi tehlikeleri, sorunları ya da felaketleri önlemek olmadığını göstermeye çalışacağım. Bunun bir sonucu olarak da ‘güvenlik’ kavramının kısa bir soy kütüğünü çıkarmam gerekecek.
Böylesi bir soy kütüğü taslağını oluşturmanın yollarından biri kavramın, istisna hali paradigması içindeki kökenini ve tarihini saptamaktır. Bu açıdan kavramın izlerini Romalıların “Salus publica suprema lex” – “kamu güvenliği en üstün yasadır” biçimindeki ilkesine dek sürebilir ve onu Roma diktatörlüğüyle, zorunluluğun hiçbir yasayı tanımadığı biçimindeki kanonik ilkeyle, Fransız Devrimi sırasındaki comites de salut publique ile ve nihayet, Weimar cumhuriyetinin, Nazi rejiminin hukuksal zemini durumundaki 48. maddesiyle ilişkilendirebiliriz. Böyle bir soy kütüğü hiç kuşkusuz doğrudur; fakat aşina olduğumuz güvenlik aygıtlarının ve ölçütlerinin işleyişini gerçekten açıklayabileceğini düşünmüyorum. İstisna hali geçici bir önlem olarak –bunun anlamı ani ve dolaysız bir tehlikeyle normal durumu yeniden oluşturmak amacıyla başa çıkmaya çalışmaktır– tasarlanırken, günümüzdeki güvenlik muhakemeleri kalıcı bir yönetim teknolojisi oluşturmaktadır. 2003’te istisna halinin batılı demokrasilerde nasıl da normal bir yönetim sistemi haline gelmekte olduğunu göstermeye çalıştığım bir kitap çıkardığımda, teşhisimin bu kadar isabetli olabileceği aklıma gelmemişti. Tek açık örnek Nazi rejimiydi. Hitler 1933 Şubat’ında iktidara geldiğinde, derhal, Weimar anayasasının kişisel özgürlüklerle ilgili bölümlerini askıya alan bir kararname çıkarttı. Bu kararname hiçbir zaman feshedilmedi, bu nedenle bütün Üçüncü Reich on iki yıl sürmüş bir istisna hali olarak düşünülebilir.
Bugün olan biten bundan daha farklıdır. Resmi bir istisna hali ilan edilmemiştir ve onun yerine, istikrarlı bir sürünme durumunu ve açıkça tanımlanabilir herhangi bir tehlikenin bulunmadığı kurgusal bir acil durumu yenilemek için kullanılan belirsiz hukuk dışı kavramlar görüyoruz. Acil durum üreten etkenler olarak kullanılan böylesi hukuk dışı kavramlara bir örnek kriz kavramıdır. Sizlerin zaten bildiği gibi Yunanca crino sözcüğünden gelen bu terimin tarihinde, bir duruşmadaki yargının hukuksal anlamının yanı sıra, iki semantik gelenek birleşmiştir: Tıbbi bir gelenek ve teolojik gelenek. Tıbbi gelenekte kriz, doktorun bir yargı vermek, hastanın ölüp ölmeyeceğine karar vermek zorunda olduğu uğrak anlamına gelir. Bu kararın verildiği güne ya da günlere crisimoi, sonuca ulaştıran günler adı verilir. Teolojide ise kriz, zamanların sonunda Mesih tarafından söze dökülen Son Yargıdır. Görülebildiği üzere her iki gelenek açısından da özsel olan, kavramın zamanın içindeki belirli bir uğrakla bağlantısıdır. Terimin günümüzdeki kullanımında ilga edilen şey tam olarak bu bağlantıdır. Kriz, yargı, kendi zamansal indeksinden koparılmıştır ve artık zamanın kronolojik yönüyle çakışmakta, böylelikle de yalnızca ekonomide ve siyasette değil, hayatın her boyutunda normallikle üst üste binmekte ve bu yolla da yönetimin yalnızca bir aletine dönüşmektedir. Böylelikle herkes için karar verme kabiliyeti ortadan kalkmakta ve bir süreklilik edinen karar-oluşturma süreci hiçbir şeye karar vermemektedir. Paradoksal terimlerle ifade edersek, sürekli bir istisna haliyle karşı karşıya olan yönetim daimi bir coup d’état biçimini almaktadır. Sırası gelmişken, yönetimin sürekli bir dizi küçük coup d’état yapmak anlamına geldiği İtalya’da olduğu kadar burada, Yunanistan’da olanların da uygun tanımı bu paradoksta yatmaktadır. İtalya’daki mevcut yönetim meşru değildir.
Hükmü altında yaşadığımız bu tuhaf yönetimselliği anlamak için istisna hali paradigmasının bütünüyle yeterli olmadığını düşünmemin nedeni budur. Bu nedenle Michel Foucault’nun önerisinin izinden giderek, modern yönetimsellik üzerindeki etkileri hafife alınmaması gereken François Quesnay ile Fizyokratlar üzerinden güvenlik kavramının modern ekonominin başlarındaki kökenlerini inceleyeceğim. Büyük mutlakçı Avrupa devletleri, kendi söylemlerinin içerisine, egemenin kendi tebaasının güvenliğini sağlamak zorunda olduğu fikrini Westphalia Anlaşmasından başlayarak sokmuşlardır. Fakat güvenliği (sureté) yönetim teorisinin merkezî kavramı olarak ilk tesis eden ve bunu da son derece özgül bir biçimde gerçekleştiren kişi Quesnay’dır.
O vakitler, yönetimlerin karşı karşıya olduğu temel sorunlardan bir tanesi kıtlıktı. Quesnay’dan önce kıtlığı önlemenin genel yöntemi, kamuya ait tahıl ambarları oluşturmak ve hububat ihracını yasaklamaktı. Her iki yöntemin de üretim üzerinde olumsuz bir etkisi bulunuyordu. Quesnay’ın fikri, süreci tersine döndürmek biçimindeydi: Kıtlıkları önlemek yerine, gerçekleşmelerine izin vermeye ve hem iç hem de dış mübadeleyi serbest bırakarak, kıtlık ortaya çıktığında onu yönetebilir olmaya karar verdi. “Yönetmek” burada kendi etimolojik güdümbilimsel anlamını yeniden edinmektedir: İyi bir güdümcü (kybernes), iyi bir kaptan fırtınaları önleyemez, fakat fırtına patladığında, gemisini, dalgaların ve rüzgârın gücünü kullanarak yönetmeyi becerebilmelidir. Ünlü “laisser faire, laissez passer” [Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler] mottosunun anlamı budur: Bu motto yalnızca ekonomik liberalizmin sloganı değildir; güvenliği (Quesnay’ın ifadesiyle sureté) sorunların önlenmesi olarak değil, bu sorunlar bir kere ortaya çıktıktan sonra bunları iyi bir doğrultuda yönetme ve yönlendirme kabiliyeti olarak gören bir yönetim paradigmasıdır.
Bu tersine çevirmenin felsefi içerimlerini göz ardı etmememiz gerekir. Bu, tam da yönetim idesi içinde, nedenler ile sonuçlar arasındaki geleneksel hiyerarşik ilişkiyi altüst eden çağ-kurucu bir dönüşüm anlamına gelmektedir. Nedenleri yönetmek zor ve pahalı olduğu için sonuçları yönetmeye kalkışmak daha güvenli ve yararlı olacaktır. Quesnay tarafından geliştirilmiş olan bu teoremin modern yönetimselliğin ilksavı olduğunu ileri süreceğim. Kadim rejim nedenlere hükmetmeyi amaçlıyordu, modernlik ise sonuçları denetim altına alma eğilimindedir. Ve bu ilksav, her alanda uygulanmaktadır: Ekonomiden ekolojiye, dış politikalar ve askeri politikalardan iç güvenlik ölçütlerine. Avrupa yönetimlerinin bugün nedenleri yönetmeye dönük her türlü girişimi terk etmiş olduklarının ve yalnızca sonuçları yönetmek istediklerinin farkında olmamız gerekiyor. Yine Quesnay’ın teoremi, başka türlü açıklanamazmış gibi görünen bir olguyu da anlaşılır kılmaktadır: Ekonomide mutlak anlamda liberal olan bir paradigmanın, bir örneği daha olmayan ve aynı oranda mutlak nitelikli bir devlet ve polis denetimi paradigmasıyla bir kesişmesini kast ediyorum. Eğer yönetim nedenlere değil de sonuçlara eğilim duyuyorsa, denetimlerini genişletmek ve çoğaltmak zorundadır. Nedenler bilinmeyi talep ederler, oysa sonuçlar yalnızca gözden geçirilir ve kontrol edilirler.
İlksavın, içerisinde işlerlik kazandığı önemli bir alan, toplumsal hayatın her boyutunu gittikçe artan bir biçimde istila eden biyo-metrik güvenlik aygıtlarıdır. Biyo-metrik teknolojiler 18. yüzyılda Alphonse Bertillon ile Fransa’da ve Francis Galton ile İngiltere’de ilk kez ortaya çıktığında, suçları önlemeyi değil, ıslah edilemez suçluların tanınmasını amaçlıyordu. Suç yalnızca ikinci bir kez ortaya çıktığında, faili tanımak için biyo-metrik verileri kullanabilirdiniz.
Islah edilmesi mümkün olmayan suçlular için icat edilmiş olan biyo-metrik teknolojiler, uzun süre ayrıcalıklı konumlarını korudurlar. 1943’te, ABD Senatosu, her yurttaşa üzerinde parmak izleri olan bir Kimlik Kartı verilmesini öngören Yurttaş tanımlama yasasını hâlâ reddediyordu. Fakat bir tür yazgı ya da modernliğin yazılı olmayan yasası uyarınca, hayvanlar, suçlular, yabancılar ve Yahudiler için geliştirilen teknolojiler, en nihayetinde bütün insanlara uygulanacak bir genişlik kazanacaktır. Bu nedenle 20. yüzyılın istikameti içerisinde, biyo-metrik teknolojiler bütün yurttaşlara uygulanır hale geldi; Bertillon’un tanımlayıcı fotoğrafı ve/ya Galton’un parmak izleri, bugünlerde her ülkedeki Kimlik kartlarında kullanılmaktadır.
Fakat en uç adım bizim günlerimizde atılmaktadır ve tam gerçekleşim sürecini henüz tamamlamaktadır. Yeni dijital teknolojilerdeki gelişmeyle, yalnızca parmak izlerini kolaylıkla kaydetmekle kalmayıp, retinanın ya da irisin yapısını da kaydedebilen optik okuyucularla birlikte, biyo-metrik aygıtlar, polis istasyonlarının ve göçmen bürolarının dışına çıkarak gündelik hayata yayılma eğilimi göstermektedirler. Pek çok ülkede öğrenci lokantalarına ya da hatta okullara giriş, öğrencinin sadece elini üzerine koyduğu biyo-metrik bir aygıt tarafından kontrol edilmektedir. Bu alanda çalışan ve hızlıca büyümekte olan Avrupa endüstri kolları, yurttaşların bu türlü kontrollere ilk gençliklerinden itibaren alışmalarının iyi olacağı tavsiyesinde bulunmaktadırlar. Görüngü gerçekten rahatsız edicidir; çünkü güvenliğin gelişiminden sorumlu Avrupa Komisyonlarının (örneğin ESPR – Avrupa Güvenlik Araştırmaları Programı) değişmez üyeleri arasında alanda çalışan büyük endüstri şirketlerinin temsilcileri de yer almaktadır ki bu şirketler Thales, Finmeccanica, Eads et BAE System gibi, güvenlik ticareti yapmaya başlamış silah üreticileridirler.
Bütün yurttaşların biyo-metrik ve genetik bilgilerine sınırsızca erişim olanağını elinin altında bulunduran bir iktidarın temsil ettiği tehlikeleri göz önüne getirmek kolaydır. Böyle bir gücün elde bulundurulmasıyla, göreli olarak bundan çok daha yavaş ve verimsiz olan bir belgeleme aracılığıyla gerçekleştirilen Yahudi kıtali, hem total bir nitelik edinecek hem de korkunç derecede hızlı olacaktır. Fakat güvenlik sorununun bu önemli boyutu üzerinde durmayacağım. Sizlerle paylaşmak istediğim düşünümler, güvenlik teknolojilerinde içerilen siyasal kimlik ve siyasal ilişkilerdeki dönüşümlerdir. Bu dönüşüm öylesine uç bir dönüşüm ki yalnızca içinde yaşamakta olduğumuz toplumun hala demokratik olup olmadığını değil, ayrıca bu toplumun hala siyasal olup olmadığını da sorma hakkını veriyor bize.
Christian Meier, Atina’da beşinci yüzyılda siyasalın kavramsallaştırmasında, kendisinin yurttaşlığın ‘siyasileştirilmesi’ (politisierung) adını verdiği bir zemine dayanan bir dönüşümün nasıl gerçekleşmiş olduğunu göstermiştir. Söz konusu dönüşüm uğrağına kadar polis’e ait olmanın bir dizi koşulla ve farklı türlerden sosyal statülerle –sözgelimi soylu olmak ya da belirli bir kültürel topluluğa ait olmak, çiftçi ya da tüccar olmak, belirli bir aileden olmak vs.– tanımlanması olgusuna karşılık, artık yurttaşlık toplumsal kimliğin temel ölçütü halini almıştır.
“Sonuç, yurttaşlığa ilişkin Yunanlılara özgü bir kavramsallaştırmaydı ve bu çerçeve içinde, erkeklerin yurttaşlar olarak davranmak zorunda olmaları olgusu, kendisine kurumsal bir biçim bulmuştu. Ekonomik ya da dinsel topluluklara ait olma durumu ikincil derecede bir şey haline getirilmişti. Bir demokrasinin yurttaşları, kendilerini, yalnızca siyasal bir yaşama adandıkları sürece polisin üyeleri olarak görüyorlardı. Polis ve politeia’nın, kent ve yurttaşlığın her biri bir diğerinin oluşturucusu durumundaydı. Böylelikle yurttaşlık bir yaşam biçimi halini aldı ve polis de bu yaşam biçimi aracılığıyla oikos’tan, evden açıkça ayrı bir alanda kendisini oluşturdu. Böylelikle siyaset, zorunluluğun hüküm sürdüğü özel uzama karşıt bir şey olarak özgür bir kamu uzamı haline geldi.” Meier’e göre, siyasallaşmayla ilgili olarak Yunanlılara özgü bu süreç, yurttaşlığın kritik öğe olarak kaldığı Batılı siyasete aktarılmıştır.
Burada önermeye niyetlendiğim hipotez, bu temel siyasal etkenin, sadece gittikçe artan bir siyaset-dışılaşma süreci olarak tanımlayabileceğimiz geri döndürülemez bir sürece girmiş olduğudur. Başlangıçta bir yaşam biçimi olan şey, esası bakımından indirgenemez bir biçimde etkin bir koşul olan şey, artık yalnızca edilgen bir hukuksal statüye dönüşmüştür ve bu hukuk biçimi içinde de eylem ve eylemsizlik, özel ve kamusal giderek bulanıklaşmakta ve ayırt edilemez bir hal almaktadır. Bu siyaset-dışılaşma süreci o kadar açık ki üzerinde durmayacağım.
Daha ziyade, güvenlik paradigmasının ve güvenlik aygıtlarının bu süreçte oynadığı belirleyici rolü göstermeye çalışacağım. Başlangıçta suçlular için tasarlanmış olan teknolojilerin uygulanışının gittikçe bütün yurttaşlara doğru yayılması, yurttaşın siyasal kimliği üzerinde kaçınılmaz etkiler yaratmaktadır. İnsanlık tarihinde ilk defa olarak, kimlik, toplumsal kişiliğin bir işlevi ve onun ötekiler tarafından da tanınması olmaktan çıkarak, DNA’nın ikili sarmalındaki genlerin konumu ya da parmak izlerinin deseni gibi biyolojik bir veri işlevine dönüşmüştür ki bunun, kimliğin eski konumuyla hiçbir ilgisi yoktur. En nötr ve en özel şey, toplumsal kimliğin belirleyici etkeni halini almakta ve bu nedenle de kamusal karakterini kaybetmektedir.
Eğer kimliğim artık, benim irademe hiçbir biçimde dayanmayan ve üzerinde denetimimin bulunmadığı biyolojik olgularla belirleniyorsa, siyasal ya da etik bir kimlik gibi bir şeyin inşası sorunsal haline gelir. Parmak izlerimle ya da genetik kodumla nasıl bir ilişki kurabilirim? Bu yeni kimlik kişiden yoksun bir kimliktir ve bu kimliğim uzamında siyaset ve etik anlamını yitirmekte ve bu nedenle de en dipten yukarıya doğru yeniden düşünülmeleri gerekmektedir. Yunan yurttaşının özel ile kamusal arasındaki, hayatın üretiminin yeri olan oikos ile siyasal eylemin yeri olan polis arasındaki karşıtlık uyarınca tanımlanmış olmasına karşılık modern yurttaş, özel ile kamusal ya da Hobbes’un terimlerine başvurursak fiziksel beden ile siyasal beden arasındaki bir ayrımsızlık bölgesine giriyormuş gibi görünüyor.
Bu ayrımsızlık bölgesindeki somutlaşma, şehirlerimizin cadde ve meydanlarının video aygıtlarıyla izlenmesidir. Burada yine suçlular için düşünülmüş bir aygıtın kamusal alana yayılması söz konusudur. Fakat videoya kaydedilmiş bir yerin artık bir agora olmadığı ve kamusal ile özelin bir karışımı, hapishane ile forum arasındaki bir ayrımsızlık bölgesi olduğu açıktır. Siyasal alanın bu dönüşümü, hiç kuşku yok ki pek çok nedeni içeren karmaşık bir görüngüdür ve bu nedenler arasında biyo-iktidarın doğuşu özel bir yere sahiptir. Biyolojik kimliğin siyasal kimlik karşısındaki üstünlüğü, hiç kuşkusuz, modern devletlerde çıplak hayatın siyasallaşmasıyla bağıntılıdır. Fakat hiç aklımızdan çıkarmamamız gereken şey, toplumsal kimliğin bedensel kimlik düzeyine taşınmasının ıslah edilemez suçluları tanımlama girişimiyle başladığıdır. Eğer bugün devlet ile yurttaşları arasındaki ilişki kuşku, polis fişlemesi ve denetim tarafından tanımlanıyorsa, şaşırmamamız gerekir. Bizim toplumumuzu yöneten ve hakkında konuşulmayan temel ilke şu biçimde saptanabilir: Her yurttaş potansiyel bir teröristtir. Fakat böylesi bir ilkeyle yönetilen bir Devlet nedir? Onu hala demokratik bir devlet olarak tanımlayabilir miyiz? Hatta onu siyasal bir şey olarak düşünebilir miyiz? Bugün ne türde bir Devletin içinde yaşıyoruz?
Bilindiği gibi Michel Foucault, Surveiller et punir adlı kitabında ve Collège de France’taki derslerinde modern Devletlerle ilgili olarak tipolojik bir sınıflamanın eskizlerini oluşturmuştur. Foucault, toprağa dayalı ya da egemen Devlet adını verdiği ve mottosu faire mourir et laisser vivre [öldür ya da yaşamasına izin ver] olan Kadim rejimin Devletinin, mottosu faire vivre et laisser mourir [Yaşamalarını sağla ve ölüm noktasına gelmelerine engel ol] biçiminde tersine dönen ve sağlıklı, iyi düzenlenmiş ve yönetilebilir bedenler üretmek için yurttaşlarının yaşamlarına ilgi duyan nüfus Devletine ya da disipliner Devlete doğru gelişimini resmeder.
Bugün içinde yaşadığımız devlet daha çok bir disiplin Devletidir. Gilles Deleuze ona «Etat de contrôle», kontrol Devleti adının verilmesi önerisinde bulunmuştu; çünkü bu devletin istediği şey düzenlemek ve disiplini dayatmak değil, daha ziyade idare ve kontrol etmektir. Deleuze’ün tanımı doğrudur, çünkü idare ve kontrol, düzen ve disiplinle çakışmak zorunda değildir. Hiç kimse bu olguyu, Temmuz 2001’deki Cenova olaylarından sonra, hükümetin polisten istediği şeyin düzeni korumak değil de düzensizliği idare etmek olduğunu beyan eden polis memuru kadar açık bir biçimde dile getirmiş değildir.
Yurtseverlik Yasasında ve Eylül 2001’den sonra çıkarılan diğer yasalarda içerilen anayasal dönüşümleri çözümleme çabasına giren Amerikan politika bilginleri bir Güvenlik Devletinden söz etmeyi tercih ediyorlar. Buradaki güvenlik ne anlama geliyor? Güvenlik –o dönemki söylenme biçimiyle sureté– Fransız Devrimi sırasında polisin tanımıyla bağıntılanmıştır. 16 Mart 1791 tarihli yasa ile 11 Ağustos 1792 tarihli yasa, Fransız hukukunun içine «police de sureté» (güvenlik polisi) kavramını sokmuştur ve bunun modernlik içerisinde oldukça uzun bir tarihi olacaktır. Bu yasaların oylanmasından önceki tartışmaları okursanız, polis ile güvenliğin her birinin bir diğerini tanımladığını, fakat konuşmacılardan (Brissot, Heraut de Séchelle, Gensonné) hiçbirinin polisi ya da güvenliği kendi başına tanımlayamadığını görürsünüz.
Tartışmalar, polisin adaletle ve hukuksal erkle ilişkisi bakımından konumu üzerine yoğunlaşmıştır. Gensonné bunların “iki farklı ve ayrı erk” olduklarını ileri sürer; fakat yine de hukuksal erkin işlevi oldukça netken polisin rolünü tanımlamak imkânsızdır. Tartışmanın bir çözümlemesi, polisin rolünün ve işlevinin karar verilemez olduğunu, fakat hukuksal erk tarafından gerçekten soğurulduğu zaman polis varoluştan kesileceği için, karar verilemez kalması gerektiğini göstermektedir. Günümüzde bile, kamu güvenliğini tehdit eden somut bir tehlike karşısında tabiri caizse bir egemen gibi davranan polis memurunun eylemini tanımlayan ihtiyari erk budur. Fakat polis, bu ihtiyari erki kullandığında bile gerçek bir karar vermemekte; yargıcın gibi bir kararı, gerekli çalışma ve düzenlemeler eşliğinde oluşturmamaktadır. Polis sonuçlar üzerine eyleme geçtiği için, nedenlerle ilgili her karar tanım gereği karar-verilemez olarak kalmaktadır.
Bu karar verilemez öğenin adı, artık, 17. yüzyılda olduğu gibi «raison d’Etat», devlet aklı değildir: Daha ziyade “güvenlik nedenleri”dir. Güvenlik Devleti bir polis Devletidir; fakat yine, hukuk teorisinde polis bir tür kara deliktir. Bütün söyleyebileceğimiz şey şudur ki sözüm ona “polis Bilimi” ilk olarak 18. yüzyılda ortaya çıktığında, ‘polis’ Yunan ‘politeia’sının etimolojisine geri götürülmüş ve ‘siyasete’ karşıt bir şey olarak konumlandırılmıştır. Fakat bugün, siyaset kavramı dış politikaya mahfuzlanmışken, Polisin hakiki siyasal işlevle üst üste binmesi şaşırtıcıdır. Von Justi, Policey Wissenschaft üzerine incelemesinde, buradan hareketle, bir Devletin başka Devletler ilişkisini Politik olarak ve bir Devletin kendisiyle ilişkisini de Polizei olarak adlandırmaktadır. Bu tanım, üzerinde iyice bir düşünmeyi hak etmektedir: “Polis, bir Devletin kendisiyle ilişkisidir.”
Burada öne sürmek istediğim hipotez, kendisini güvenlik göstereninin altına yerleştirerek, modern devletin, siyaset alanını, coğrafyası ve sınırları henüz bilinmeyen bir hiç-kimsenin-bölgesine sokmuş olduğudur. Adı bir ihtimamlar yokluğuna (sine cura’dan securus) gönderim yapıyormuş gibi görünen Güvenlik Devleti, demokrasiye karşı içerdiği tehlikeler nedeniyle bizi endişelendirmelidir, çünkü onun içinde siyasal bir yaşam olanaksız hale gelmiştir; oysa demokrasi kesin olarak siyasal bir yaşam olanağı anlamına gelir.
Ancak görebildiğim kadarıyla en acil siyasal sorunumuz olması muhtemel bir şeyle sonuçlandırmak ya da daha doğrusu konuşmamı sona erdirmek isterim (sanatta olduğu gibi felsefede de sonuç mümkün değildir, yalnızca çalışmaya bir son verirsiniz). Eğer karşımızdaki Devlet, tarif ettiğim biçimiyle Güvenlik Devletiyse, siyasal çatışmalara ilişkin geleneksel stratejileri yeniden düşünmek zorundayız demektir. Ne yapmalı, nasıl bir strateji izlemeliyiz?
Güvenlik paradigması, her itirazın, onun düzenini alt etmeye dönük az ya da çok şiddet içeren her girişimin, onları faydalı bir doğrultuya doğru yönetme yönünde birer fırsata dönüştürülmesini içerimler. Bu, terörizm ile Devleti sonu gelmez bir kısırdöngü içerisinde birbirine bağlayan diyalektikte açıkça görülür. Modernliğin siyasal geleneği, Fransız Devriminden başlayarak, radikal değişimleri, yeni bir anayasal düzenin “kurucu iktidarı” olarak, pouvoir constituant olarak edimde bulunan bir devrimci süreç biçiminde tasarladı. Bana kalırsa bu paradigmayı bırakmamız ve güvenlik döngüsü tarafından ele geçirilmesi mümkün olmayan apuissance destituante gibi bir şeyi, “saf bir eksiltili iktidarı” düşünmeye çalışmamız gerekiyor.
Sorel’in genel proletarya grevinin bir örneği olarak, ‘yasa koyucu şiddet ile yasa koruyucu şiddetin sahte diyalektiğini kırabilecek’ saf bir şiddeti tanımlama çabası içinde olduğu “Şiddetin Eleştirisi” başlıklı yazıda Benjamin’in aklında olan da bu türde bir eksiltili iktidardır. Yazısının sonunda, “Hukukun mitsel biçimleri tarafından muhafaza edilen bu döngünün kırılmasının üzerinde, hukukun, dayandığı bütün güçlerle birlikte eksiltiminin üzerinde ve bu nedenle de nihayet Devlet iktidarının yok edilmesinin üzerinde yeni bir tarihsel çağ kurulacaktır” der. Bir kurucu iktidar hukuku sadece yeni bir biçimde yeniden oluşturmak için imha ederken eksiltili iktidar, bütün hukuku bir kereliğine ve sonsuza dek imha ettiği sürece gerçekten yeni bir tarihsel çağ açabilir.
Bu türde saf bir eksiltili iktidarı düşünmek kolay bir görev değildir. Benjamin bir keresinde hiçbir şeyin burjuva düzeni kadar anarşik olmadığını yazmıştı. Pasolini de aynı anlama gelmek üzere, son filminde dört Salò efendisinden birine kölelere hitaben şunu söyletir: “Gerçek anarşi iktidarın anarşisidir.” Tam da iktidar, kendisini anarşinin ve sapmanın içerilmesi ve ele geçirilmesi yoluyla oluşturduğu için, bu boyutlara dolaysız bir erişim son derece zordur; günümüzü gerçek bir anarşi ve gerçek bir sapma olarak düşünmek bu kadar zordur. Bana kalırsa, Güvenlik yönetimi teknolojileri tarafından ele geçirilmiş durumdaki anarşiyi ve sapmayı açıkça teşhir etmeyi başarabilecek bir pratik, saf bir eksiltili iktidar olarak edimde bulunabilir. Yalnızca iktidarın anarşisini ve sapmasını kavrayıp azlettiğimiz zaman gerçekten yeni bir siyasal ufuk mümkün olabilir. Fakat bu yalnızca teorik bir görev değildir: Her şeyden önce bir yaşam-biçiminin yeniden keşfi, Güvenlik Devletinin, her ne pahasına olursa olsun hafızasını iptal etmek için elinden geleni yaptığı yeni bir siyasal yaşam manzarasına erişim anlamına gelmektedir.
Çeviri: Abdurrahman Aydın
Agamben’in Nicos Poulantzas Enstitüsü ve SYRIZA Gençlik Örgütünün davetlisi olarak 16 Kasım 2013’te Atina’da yaptığı konuşma metnidir.
DİPNOTLAR
[1] Agamben, burada ‘eksiltili iktidar’ biçiminde karşılanan kavramı, devrimci düşüncede ‘kurucu iktidar’ kavramına başvurmamak amacıyla; eğer kurucu iktidar bir tür anayasa-oluşturucu iktidar olarak düşünülürse, bir tür ‘anayasa-çözücü iktidar’ olarak geliştirmeye çalışmaktadır. Ebedi bir eksiği telafi etmeye yönelmeyen, Lacancı terminolojiye başvurursak, ‘zevklenme’ uğrağına savrularak ‘arzuyu’ terk etmeye eğilim göstermeyen bir konumun siyasal tarifi olduğu için ‘eksiltili iktidar’ ifadesi tercih edilmiştir.