Türkiye’nin yakın dönemde yaşadığı ve dönüştürücü etkisi yaşadığımız günlere sirayet eden en önemli deneyim Gezi direnişiydi şüphesiz. Türkiye’ye yayılan Gezi Parkı, kendisini ifade etmek isteyen pek çok yurttaşın hayatında kayda değer bir deneyim alanı oluşturdu. 2013 yılının o hareketli Haziran ayını anımsarken gözümüzün önüne gelen fotoğraflardan biri, tekerlekli sandalyesinde polis müdahalesinden nasibini alan engelli bir kişinin elinde tuttuğu bayrağı havaya kaldırdığı ana odaklanıyor. Bu kare bize pekâlâ –diğer pek çoklarının yanında- iki soru sordurabilir: Türkiye’de engelliler yurttaşlık haklarından ne ölçüde faydalanabiliyorlar? Engellilerin yurttaşlık etkinliği, yani siyasete katılımları nasıl anlaşılabilir? Bu yazıda sözünü ettiğim bu sorulara yanıt aramaya ve engellilik ile yurttaşlık arasındaki ilişkinin Türkiye’de ilkelerden ziyade keyfiyet üzerinden kurulduğunu göstermeye çalışacağım.
Türkiye toplumunun yaklaşık %12’sini oluşturmakta olan engelli bireyler[1], her sene aralık ayında hatırlanacak şekilde toplumsal hafızamızda yer edinmektedir. Bu dönemlerde, toplumca her türlü sorunlarına eğilmeye özen gösterdiğimiz engelli yurttaşlar, sadece istatistiksel bir veri, acıma öğesi, yardım konusu veya birkaç başarı hikâyesi olmanın ötesine pek de geçmiş görünmemektedir. Engellilik, yeti yitiminin ötesinde çok boyutlu[2] bir olgu olup kimlik, beden, haklar ve yurttaşlık gibi kavramlara da dokunmaktadır. Bunları göz önünde bulundurarak günümüzde tanınma, topluma dâhil edilme, temel haklara ulaşma yolunda çeşitli engellerle karşılaşan engelli bireylerin yurttaşlık deneyimleri ve bu deneyimlere ilişkin tespit ve önerilerin farklı kesimlerin dikkatini çekmesi umulmaktadır. Buna ek olarak, engelliler özelindeki bu yazı aslında bütün azınlık gruplarının (örn; LGBT bireyler) yaşadıkları hakkında ipuçları vermesi açısından yararlı olacaktır. Son olarak, bu yazı, engelli bireylere ilişkin ilk Ayrıntı Dergi yazısı olması itibariyle öncül bir yazı olmayı amaçlamaktadır. Konuya engelli algısını yansıtması açısından faydalı olacak bir alıntıyla başlayalım.
…Bir odaya aldılar beni, ellerime gözbebeklerime
Daha başka yerlerime de baktılar
Sonra bilmiyorum ki, kapıyı gösterdiler bana
Ben, Yakup, beni hiç kimse çağırmadı…
Edip Cansever’in “Çağrılmayan Yakup” şiirinden alıntıladığım bu bölüm, ilerleyen kısımlarda daha derinlemesine inceleyeceğim engelliliğin tıbbi araçlarla denetimini göstermesi açısından önemli. Cansever’in dizelerinde buradaki tartışma bakımından dikkat çeken nokta, çağrılmayan Yakup’un hiçbir çağrılmanın öznesi olmamasına rağmen bedensel bir denetleme sürecine tabi tutulması olarak görülebilir. Genel olarak hepimizin bir şekilde deneyimlediği bu denetim süreci, bireylerin bedensel, görsel ve işitsel yetilerinin var olan standartları ne kadar karşıladığını kestirmeye çalışmaktadır. Bu sürecin arkasında yatan sebep bir şekilde ulus, yurttaşlık ve tıp bağlamında incelenmeye değer. Sadece Türkiye Cumhuriyeti’ne mahsus olmayan bu mekanizma, Amerika Birleşik Devletleri’nin sağlam bir ulus oluşturma yolunda ilk adımları attığı Ellis Adası uygulamalarıyla,[3] tıbbi görüşten hareketle bedensel farklılığın yurttaş olmanın önünde nasıl bir engel oluşturduğuna ışık tutacaktır. Ulus-devletin sağlıklı bedenler üzerinden örgütlenmesi gerektiğine dair inanç, yurttaşlığa kabul edilmek konusunda bir ölçüt olarak karşımıza gelebildiği gibi etkin yurttaşlığın hayata geçirilmesi bağlamında bir sınır çizgisi olarak da görülebilir. Bu amaçla tarihsel süreçte küçük bir gezintiyle başlayalım. Bu gezinti sırasında, yanıtlanması amaçlanan sorular şu şekilde olacaktır: Hangi yurttaş, neye göre çağrılmaktadır? Hangi yurttaş çağrılmanın dışında kalmaktadır? İlkeler, katılım ve kurumlarla birlikte anlam kazanan yurttaşlık deneyimi, Türkiye’deki engelliler bakımından nasıl işlemektedir.
Engellilikte Tıbbın Rolü
Engelli kişilerin toplum içindeki yeri, tarihin en eski dönemlerinden bu yana düzenleme gayretlerine konu olmuştur. Bu çalışmadaki amacımı göz önüne alarak, konunun tarihsel ayrıntılarına girmek yerine modernliğin engelli bireylere bakış açısı bakımından belirleyici olmuş tıbbi paradigmanın kökenine göz atarak başlayalım. Modern toplumsal tahayyülün pek çok farklı veçhesi için dönüm noktası olan Aydınlanma Çağı, engellilik konusunda da yeni ve kendisinden sonraki dönemleri koşullayan bir bakış açısı kazanmamıza neden oldu. Örneğin çeşitli batıl inançların etkisiyle engelli bireyleri cadı veya tanrıların cezası olarak nitelendiren eski anlayışın aksine, Aydınlanma düşüncesi ile engelliliğin doğal bir olgu olduğu, engelli bireylerin bakımları konusunda adımlar atılması için yeni kurum ve çalışmaların gerekliliği dile getirilmeye başlandı.[4] Sanayi Devrimi ile birlikte, tüketicilerin çeşitli ürünlere talebindeki artış, eskisine oranla daha fazla üretebilme imkânı ve üretimi gerçekleştirecek fabrikaların sayısının giderek çoğalması, iş gücü ihtiyacının doğmasına sebep oldu. Ancak bu durum, bedensel yönden farklılıkları olan engelli bireyler açısından pek olumlu sonuçlar doğurmadı. İş gücüne katılabilmek için standartları sağlayan bireyler sağlıklı olarak değerlendirilip sisteme dâhil edilirken, standartlara uymayan bedenlere sahip olanlar hasta olarak sınıflanıp sistem dışına çıkarıldılar.[5] Bu, engellilerin diğer “sağlıklı” bireyler gibi iş gücüne eşit katılamaması anlamına gelmekteydi.[6] Engelli bireyler, sistem dışına çıkarıldıkça fakirleştiler, fakirleştikçe de ötekileştirilerek toplum dışına itildiler. Burada gözden kaçırılmaması gereken iki noktanın altını çizelim. İlk olarak, Aydınlanma ile birlikte engellilerin doğa-üstü güçlere sahip tehlikeli varlıklar olarak kabul edilmesinin önüne geçilmesi ve bu kişilerin olası özel ihtiyaçlarının karşılanması konusunda atılan adımların önemli bir kazanım olduğunu teslim etmek gerekir. Buna karşılık karşımıza çıkan ikinci nokta, tıbbi yorumlamanın bütün süreçte en önemli araç olarak bulunmasıdır. Bir kimsenin üretim sistemine dâhil olabilmesi de tıbbi denetimce sağlıklı veya sağlam etiketini alabilmesiyken, üretim sisteminin dışında kalması da benzer şekilde bedensel anlamda hasta, sakat veya çürük olarak görülmesidir. Bedensel bütünlüğün göz önüne alınıp diğer yetkinliklerin göz ardı edildiği bir süreçten söz etmekteyiz.
Son 30 yıldaki gelişmeler sonrasında günümüzde her ne kadar engelliliğin sosyal boyutuna daha çok eğilmeye başlasak da tıbbın hala en önemli aktör olduğu, konu üzerinde söz sahibi olan diğer birçok aktörü de doğrudan etkilediği unutulmamalıdır. Engelliliğin tıp, beden ve üretim sistemi üçlüsü arasında nasıl sıkıştığı, bu durumun yurttaşlık bakımından ne kadar vahim olduğunu görmek ise pek şaşırtıcı değil. Tarihsel sürece kısa bir bakış sonrası, Türkiye özelinde engelli bireylerin yurttaşlık durumu hakkındaki alıntı[7] devletin bakış açısı ve engelli politikasını göstermesi açısından dikkate alınmaya değer. Engelli bir milletvekiliyle yaptığım mülakatın şu bölümü yurttaşlığın farklı boyutlarını göstermesi açısından yararlıdır.
Devletin engellilerle ilgili bir felsefesi, politikası bulunmuyor. Bu felsefenin değiştirilmesi gerekiyor. Devlet, engellileri dilenci gibi görüyor. Bu görüş, haklar kapsamına dönüştürülmelidir. Vücutta var olan fiziksel farklılıklar, farklı hizmet almayı da gerektirir ve buna uygun felsefe, düzenleme ve anlayış bulunmalıdır. Devlet, sınıflandırma yerine her bir bireyi tek tek tanımalıdır. Bu konuyla ilgili kanunların çıkarılması zordur; ancak asıl mesele bunların devlet felsefesine yerleşmesi ve uygulamaya konulabilmesidir. Çünkü devlet, modernist bir devlet olarak kuruldu. Şimdi modernist devletin genetik yapısı değiştiğinde, devlet artık diyor ki sınıflandırmıyorum artık birey olarak tanıyorum. Bu zihniyet değişikliği çok önemli.
Bu sözlerdeki bazı anahtar kelimeler (ki bunlar farklı renk ve fontla vurgulandı) engelliliğin Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığı bağlamında hangi noktalarda sıkıntıların olduğu, çözüm için nelerin yapılmasına gerektiğine ışık tutmaktadır. Engelli yurttaşlığı konusundaki güncel sıkıntıların cumhuriyetin kuruluşundaki sağlamcı düşünce ile oluşmaya başladığı da görülebilmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti’nde yurttaşlık anlayışı vazifeler üzerine kurulmuş, ortak yararın ön planda olduğu bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır.[8] Bu düşünceler üzerine inşa edilmiş bir devlet anlayışının, elit kesimin tıbbi ve öjenik kaygılarıyla biraraya geldiğinde engelli bireyleri doğrudan olmasa da dolaylı olarak sistem dışına çıkarmaya çalıştığını vurgulamak gerekmektedir. I. Dünya Savaşı sonrasında niceliksel olarak büyük bir nüfus kaybı yaşayan ve yeni kurulmakta olan cumhuriyet, nitelik açısından da büyük bir sıkıntı yaşamaktaydı. Öjenizm düşüncesinin[9] ağırlık kazandığı bu genç cumhuriyet dönemi sağlıklı nüfusun çoğaltılmasına, soyun geliştirilmesine böylece ekonomik kalkınmanın da beraberinde sağlanacağına vurgu yapmaktadır. Buna ek olarak, zihinsel ve fiziksel açıdan yeterli olmayan yurttaşların, diğer yurttaşlar üzerinde ekonomik yük oluşturacaklarına da dikkat çekilir. Kamuya yük olma vurgusu, Ellis Adası’nda örneği üzerinden sağlam bir ulus yaratma hayali taşıyan ABD tarafından da dile getirilmişti. Ellis Adası, tek başına yaşayamayacak ve hayatını başkalarına bağlı olarak devam ettirecek göçmenlerin ABD topraklarına girmesini önlemek amacıyla kullanılmış bir kalıp olarak tıbbi paradigmanın ulus-devletler için oynadığı merkezi rolü sergileyen önemli bir örnektir.[10]
Bu iki bağlamda, sağlıklı ve çoğalması istenen yurttaşların milli çıkarlar doğrultusunda yukarıda bahsedilen ortak yararı ve amacı gerçekleştirmeye yönelik adım atmaları istenir. Bu baskın düşüncenin temelinde sağlıklı milli bedenlerin üretilmesinin güçlü bir cumhuriyet yaratma hedefi bulunur. Sağlıklı bir ulusal kimlik ancak bu şekilde oluşturulabilecektir. Görüldüğü gibi, Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan itibaren sağlamcı beden ve sağlıklı bireyler düşüncesi üzerine kurulmuş bir yapıdadır. Peki, engelli yurttaşlığıyla ilgili sorunlar devletin tıbbi paradigmayı benimsemiş olmasından mı kaynaklanmaktadır? Buna yanıtımız kısaca, hayır. Beden, sağlık ve sağlamlık odaklı tıbbi yaklaşım, bireylerin yurttaşlık sınıflandırmasında her ne olursa olsun, ilkeler bağlamında bir değerlendirme yapmaktadır. Tıbbi denetimler, belirlenmiş standartlara uygunluğu ölçmekte, bu standartların dışında kalanlar engelli olarak nitelendirilmektedir. Buna karşın, kuruluşundan itibaren tıbbi yaklaşımı benimseyen sağlamcı Türkiye Cumhuriyeti, var olan ilkeleri kimi uygulamalarda keyfiyet bağlamında göz ardı etmekten çekinmemiştir. Yani Türkiye’deki yurttaşlık deneyimi veya Cansever’in işaret ettiği çağrılma durumu, engelli yurttaşlar için keyfiyetler üzerine kurulmuş bir yapıdadır. Doğuştan veya sonradan olağandışı bedenlere sahip bireyler, cumhuriyeti korumak için yeterli görülmemektedir.[11] Türkiye Cumhuriyeti’nin benimsediği makbul yurttaşlık anlatısını[12] tam anlamıyla anlamak adına, hem devletin hem de “normal” diye sınıflandırılan, engeli olmayan bireylerin bakış açısının nasıl oluşturulduğunu öncelikle kavramamız gerekmektedir.
Türkiye’de İlke ve Keyfiyet Salınımında Engellilik
Dünyada tıbbın engellik üzerindeki hâkimiyeti 1970’lere kadar süregeldi. Sonrasında, engelliliğin sadece bireysel bir olgu olmadığı, hastalık ve eksiklik olarak görülemeyeceğini vurgulayan Marksist düşünürler, hak odaklı engelli hareketlerini başlattılar. Özellikle İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nde başlayan engelli hareketi, engelli hakları açısından dönüm noktası olarak tıbbi bakış açısını reddederek sosyal bir bakış açısı getirdi. Engelli hareketinin hız kazandığı yıllarda farklı endişe ve uğraşılara sahip Türkiye içinse 2005 yılı, meşrutiyetle başlayıp cumhuriyetin kuruluşundan itibaren baskın şekilde süregelen sağlamcı beden anlayışının değiştirilmesi yolunda önemli bir dönüm noktasıydı. O yıl çıkarılan 5378 sayılı kanun (kısaca Özürlüler Hakkında Kanun[13]) ile toplumdan soyutlanma yaşayan yurttaşların topluma dâhil edilmeleri sürecinde erişilebilir kentlerin, kamu binaların arttırılması yolunda adımlar atılması hedeflendi. Ne var ki yine bir Türkiye gerçeği olarak 7 yıllık süre sonunda neredeyse hiçbir ciddi bir adımın atılmaması, son 11 yılda ise devletin bu yolda gerçekleşmesi öngörülen iyileşmenin uygulanması konusunda ne kadar istekli olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Haklar bağlamında harekete geçme iddiasında bulunan devlet, keyfiyete bağlı uygulama(ma)lar sonrasında engelli yurttaşları için bugün hala engeller oluşturmaya devam etmektedir. Devlet, kendi koyduğu kuralları kendi çiğnercesine işlemektedir. Maalesef ki ilkeler yine göz ardı edilmekte, uygulamalar kurumların ya da kurum yöneticilerinin keyfiyetine bırakılmaktadır. Örneğin, toplumdaki görünürlükleri en fazla olan tekerlekli sandalye kullanıcıları için Türkiye’deki 285 bin sokağın %81’i akülü araç ve tekerlekli sandalye kullanımına uygun değildir. 1500’e yakın kurum ve kuruluşun web sayfasının sadece %5’i görme engelliler için ve %7’si de işitme engellilere uygun şekilde tasarlanmış durumdadır. Yurttaşlık görevini yerine getirmek için evden çıkmak zorunda kalanlar için durum daha da can sıkıcı; çünkü 1,5 milyon kamu binasının %99,8 yani neredeyse tamamı engellilere uygun rampa ve asansör, uygulama barındırmamaktadır.[14] Uygulamalar içinde en dikkat çekici nokta ise engelli yurttaşlar arasında da ayrımcılıkların yapılmasıdır. Erişilebilirlikten anlaşılanın sadece rampa ve engelli tuvaleti olduğu, yapılan az sayıda ve eksik düzenlemenin tekerlekli sandalye kullanıcılarına yönelik olduğu, görme ve işitme engellilerin göz ardı edildiği görülmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti üzerine yapılan her tartışmanın vazgeçilmez noktalarından olan “hukuk devleti” ilkesini pratikte eşitlik ve haklar üzerinden değerlendirmemiz gerekirken, inceleme alanı Türkiye olduğunda, ebeveynlerin, arkadaşların, görevlilerin, yöneticilerin, iktidarın ve devlet keyfiyetinin üzerinden yorumlamak zorunda bırakılmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 12. Maddesi’nde bahsi geçen temel haklarını karşılama açısından büyük engelleri karşılarında bulan engelli bireyler, keyfiyet ilkesinin öne çıktığı uygulamalarla yurttaşlık etkinliklerini yerine getirmeye çalışmaktadır. Politikanın sadece parlamentoyla sınırlandırıldığı, yurttaşlık denildiğinde sadece seçme ve seçilme görevinin akla geldiği[15] Türkiye Cumhuriyeti’nde sadece engelli bireyler değil, diğer azınlık grupları da bu durumda büyük sıkıntılar ve engellerle karşılaşmaktadır. Kısacası yurttaşlığın yalnızca seçilmek veya oy vermekle sınırlı dar bir alana mahkûm edildiği açık ve eleştiri konusuyken bazı yurttaşların bu sınırlı hak ve özgürlüklerinden de keyfi uygulamalar yoluyla mahrum edildiği engelli bireyler bağlamında gözlenebilmektedir.
Kuruluşundan itibaren engelliliğin sadece tıbbi ve beden boyutuna odaklanan cumhuriyet, engelli bireyleri, “sağlıklı” bireylerden ayırmak adına sağlık kurullarında bedensel ve zihinsel gözetimden geçirerek denetim altına almaktadır. Alınan bu sağlık raporu, bireyin yetenek ve kapasitesini göz ardı ederek sadece beden odaklı bir yaklaşım göstermektedir. Bireyleri öncelikle etiketleyen, sonrasında bazı hizmetlerden ücretsiz yararlanma imkânı da sağlayan bu raporlama süreci, uygulamalardaki keyfiyet bağlamında kimi zaman yeterli olmamakta, bireyin engelini kanıtlaması adına daha çok uygulama ve denetime ihtiyaç duyulmaktadır. Engelli yurttaşları sadece yardıma muhtaç olarak niteleyen bu anlayış, engelli yurttaşların haklarını bir lütuf, tanınan bir ayrıcalık olarak görme eğilimindedir.
2013 yılında yayınlanan Engelli Hakları İnceleme Raporu’nda vurgulandığı gibi engelli bireylerin öncelikli olarak eğitime ihtiyacı bulunmaktadır. Fiziksel yetersizlikler, farklı engelli gruplarına ilişkin eğitimci ve ekipman eksikliği, en önemlisi engellilere yönelik engelleyici düşünce yapısı 2016 Türkiye’sinde hala çözüm arayan konular olarak karşımızda bulunmaktadır. Eşitlik ilkesinin fazlasıyla ihlal edildiği konulardan biri olan eğitimde özel eğitim ve rehabilitasyon merkezlerinde haftalık 2 saat eğitim alabilen engelli bir çocukla, haftada 30 saat ve üstünde eğitim alan “sağlıklı” bir çocuk arasında eşitlikten ne kadar söz edilebilir ki? Devlet kadrolarında yer almak için sınava giren ve sınavı başarıyla geçen engelli bireyler de yine keyfiyete bağlı olarak kurum yöneticilerince işe gelmemeleri, fiziksel koşulların uygun olmadığı yönünde telkin almaktadır.
Bazı engelli bireyler için yurttaşlığın seçilme boyutu da önemli bir aşama olarak görülmektedir. Bu sayede hak ve diğer talepleri birinci ağızdan iletme imkânı her birey gibi normal karşılanmaktadır. Ancak bu aşamada ne yazık ki, başka kaygıların yaşandığı siyaset arenasında az sayıda engelli birey aday listelerinde yer bulabilmektedir. Listelerde son sıralarda kendine yer bulabilen bireylerin de seçilme şanslarının ne kadar yüksek olduğu sizlerin takdiridir.[16] Seçim dönemlerinde gündemin ilk sırasını işgal eden azınlıkların adaylık süreçleri, iktidar veya muhalefet fark etmeksizin bütün siyasi partiler için hayal kırıklığı şeklinde bitmekte adaylık bile bir lütuf olarak önlerine sunulmaktadır. Son 10 yıla bakıldığında, iki elin parmağını geçmeyen milletvekili parlamentoda engelli yurttaşların sesi olma çabasını sürdürürken sağlıklı çoğunluk bu sesi çoğu zaman bastırmıştır. Çoğunluğun sağlam olduğu, kararların sağlamlık bağlamında alındığı, engellilerin de dâhil olduğu azınlık gruplarına ilişkin politikaların sağlam ve makbul çoğunluk tarafından yürütüldüğü bu durum dikkat çekicidir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin bir yurttaşı olarak temel haklara ulaşmada farklı kesimlerin çeşitli engellemelerini deneyimleyen engelliler için, yurttaşlığın diğer boyutu olan seçme deneyimi de eziyet haline dönüşmektedir. Bu tespit aracılığıyla engellilik özelinde bir vurgu yapmak yerinde olacaktır. Engellilik, baskın tıbbi düşüncenin aksine bireysel bir tecrübe olmanın ötesinde, bireyin ilişkide olduğu ailesi, arkadaşları, sosyal çevresi, içinde bulunduğu toplumu ve kurumları, en üstte de devlet aklını kapsayan çoğul bir deneyim alanı olarak incelenmelidir. Engelli bireyler yurttaşlık görevlerini yerine getirme adımları atar atmaz aile, bakıcı veya arkadaşlarının yardımına ihtiyaç duymaktadır. Çünkü kentlerin erişilebilirliği için 2005’ten beri gerekli adımlar atılmamıştır. Yalnızca, görülebilir noktalarda düzenlemeler yapılmış, sanki engelli bireylerin yalnızca belirlenmiş bu alanlarda hareket etmesi onlara öğretilmiştir. Düzenleme yapılmayan yerler ise “makbul yurttaşın” bile sakatlanabileceği mekânlar olarak dikkat çekmektedir. Keyfiyet mekanizmasına bağlı olarak seçim merkezlerine yönlendirilen engelli bireyler, onları seçim merkezine götürecek olan kişilerin insafına bırakılmış durumdadır. Tekerlekli sandalyenin sığabileceği bir araç, işaret dilini bilen bir tanıdık, görme engellinin gözü olacak bir ulaşım… Herhangi bir arama motoruna “seçim ve engelli ve taşıma” gibi anahtar kelimelerle yapılan aramalarda karşımıza çıkan haberler yurttaş deneyiminin engelliler için nasıl da keyfiyet bağlamında işlediğini göstermektedir. Seçim merkezinde giriş katı yerine üst katlarda oy kullanmak zorunda kalan engelliler, yeri geldiğinde çevredekiler tarafından taşınmakta, yeri geldiğinde yetkililerin insafına bağlı olarak binaya girmeden bulundukları araç içinde yurttaşlık görevini yerine getirmektedir.
Makbul yurttaş olmak zordur Türkiye’de. Sağlamcı, beden ve tıp odaklı bir yaklaşım, yurttaşlık konusunda baskın görüş olarak standartlara uymayan bireyleri dışlayıcı bir yaklaşım sergilenmektedir. Herhangi bir azınlıktan olan birey, öznelliğini o sıfata rağmen gerçekleştirmiş gibi etiketlenir. Aslında vurgulanmak istenen, kişinin engeline, cinsel yönelimine veya mezhebine göre var olabilmesidir. Kişi, birey ve yurttaş olmanın ötesinde isminin önüne eklenen sıfat veya etiketten ibaret olarak görülür; yani milletvekili değil, engelli milletvekilidir; sporcu değil, işitme engelli sporcudur veya sanatçı değil, görme engelli sanatçıdır. Birçok uygulamanın keyfiyete bağlı geliştiği bu coğrafyada, devlet fırsatını buldukça makbul olmayan yurttaşın düşüncelerini de bastırmaya çalışır. Mesela, bir Sağlık Bakanı çıkıp görme engelliyi tersleyebilir[17] ya da üst düzey bir müsteşar çocuklarının sağlıklı (yani engelli değil!) olduğunu dile getirerek onların hatasız olduklarına vurgu yapar.[18] Engellilerin yurttaşlık deneyimleri bireysel bir deneyim olduğu kadar, Türkiye Cumhuriyeti’nin de bütün organlarıyla bir yurttaşlık deneyimidir. Çünkü devlet, birçok uygulamada görülebileceği üzere yurttaşlık deneyimini varsayımlar üzerine kurmak, keyfiyete bağlı işletmek yerine ilkeler üzerine kurmayı öğrenememiştir. Bireylere yaklaşımın eşit yurttaşlık ve haklar çerçevesinde olması, hem devlet hem de birey açısından keyfiyetin ortaya çıkardığı muğlaklığın ortadan kalkmasına yardımcı olacaktır şüphesiz.
Bu açıdan yazıyı bir örnekle ve birkaç soruyla bitirelim. Kanımca bu sorulara verilecek yanıtlar, eşit yurttaşlık konusunda Türkiye’deki tartışmalar bakımından belirleyici olacaktır. Evren konusunda sınırları fazlasıyla aşan bilim adamı Stephen Hawking Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olsaydı, engelli raporu alıp otobüslere ücretsiz mi binecekti? Devletin ona tanıdığı bir hak olarak evet! Devletin bu dünyada yapıp ettikleri her ne olursa olsun yalnızca eksik, hasta, muhtaç olarak etiketlediği engelli yurttaşlar bu muameleyi hak ediyor mu? Dahası, tüm bu etiketleme sürecine rağmen hem politik etkinliğe katılım gerçekleştirmek, hem de kendi hayatlarını herkes gibi yaşamak isteyen engelliler haklarının temeli olan ilkeler yerine karşılaştıkları kişilerin keyfiyetine ya da lütfuna bağlı olarak düşünülebilir mi? Yurttaşlığı haklar ve katılım gibi ilkeler temelinde yeniden tanımlamayı, tarif etmeyi önerirken engelli bireylerin karşı karşıya olduğu keyfiyet rejimi nasıl göz ardı edilebilir?
DİPNOTLAR
[1] Engelliliğe ilişkin engellilik tıbbi modeli ve engellilik sosyal modeli olmak üzere iki bakış açısı bulunmaktadır. Tıbbi model, engelliliğin yeti yitimlerine (impairment) bağlı olarak ortaya çıkan bir durum olduğuna vurgu yaparken, sosyal model; engelliliğin toplum tarafından engeller ve dışlama yoluyla oluşturulduğuna dikkat çekmektedir. Engellilikle ilgili en temel sorunlardan biri de söylem problemleridir. Bedensel farklılıkları olan bireyleri adlandırmak için kullanılan, özürlü, engelli, sakat veya özel insan gibi kavramlar olumsuz anlamlarıyla sorunu daha da derinleştirmektedir, Bu açıdan yazar, hiçbir şekilde yeti yitimlerini göz ardı etmemekte; ancak engelliliğin, tarihsel süreçte etiketleme ve sınıflandırma yoluyla oluştuğu düşüncesini de savunmaktadır.
[2] B. M. Altman, 2001 “Disability Definitions, Models, Classification Schemes, and Applications,” Handbook of Disability Studies, G. L. Albrecht, K. D. Seelman, ve M. Bury (der), s. 97-123; J. E. Bickenbach, 2011, “The World Report on Disability,” Disability and Society, 26(5), s. 655-658.
[3] Ellis Adası uygulamalarına ilişkin detaylı bilgi için; R. Galusca, 2011, “Kurmaca Sağlamlıktan Ulusal Kimliğe,” Sakatlık Çalışmaları: Sosyal Bilimlerden Bakmak, D. Bezmez, S. Yardımcı, ve Y. Şentürk (der), Koç Üniversitesi Yayınları.
[4] L. Braddock ve S. L. Parish, 2001, “An Institutional History of Disability,” Handbook of Disability Studies, G. L. Albrecht, K. D. Seelman, ve M. Bury (der), (s. 11-69). Sage.
[5] S. L. Tremain, 2005, Foucault and the Government of Disability. The University of Michigan Press.
[6] M. Priestley, 1999, Disability Politics and Community. Jessica Kingsley.
[7] Alıntıya konu olan birebir görüşme 2014 yılı nisan ayında tarafımdan gerçekleştirilmiştir.
[8] Fuat Keyman , 1997, “Kemalizm, Modernite, Gelenek” Toplum ve Bilim, 72, 84-99.
[9] Ayça Alemdaroğlu, 2002, Öjeni Düşüncesi, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 4-Milliyetçilik, Tanıl Bora (der), İletişim.
[10] R. Galusca, 2011, “Kurmaca Sağlamlıktan Ulusal Kimliğe,” Sakatlık Çalışmaları: Sosyal Bilimlerden Bakmak. D. Bezmez, S. Yardımcı, ve Y. Şentürk (der), Koç Üniversitesi Yayınları.
[11] Ders kitaplarında engellilik raporunda yer alan engelli sunumları devletin engelli bireylere bakış açısını ve yerleşik yanlış algının yeni yetişen nesillerde nasıl devam ettirildiğini göstermektedir. Raporun tamamına http://secbir.org/images/haber/2012/07/derskitaplarindaengellilik_rapor.pdf adresinden ulaşılabilir.
[12] Füsun Üstel, 2009, Türkiye Cumhuriyeti’nde Resmi Yurttaş Profilinin Evrimi, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 4-Milliyetçilik, Tanıl Bora (der) İletişim.
[13] 5378 sayılı kanun hakkında detaylı bilgi almak adına http://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.5.5378.pdf yararlı olacaktır.
[14] Erişilebilirlik oranlarına ilişkin daha detaylı bilgi almak için TOHAD tarafından hazırlanmış olan Mevzuattan Uygulamaya Engelli Hakları İzleme Raporu incelenebilir. Takip eden linkten ulaşılabilir. http://bianet.org/bianet/toplum/169858-engelli-adayi-olmasaydiniz-cozmeyecek-miydiniz-sorunlarimizi ve http://www.engellihaklariizleme.org/tr/files/belgeler/ozet_2014.pdf
[15] Ünsal Doğan Başkır, 2016, “Cumhuriyetin Sınırlarıyla Yüzleşmek: Anayasal Yurttaşlık,” Ayrıntı Dergi, No. 15.
[16] 7 Haziran 2015 Seçimleri engelli aday haberine örnek; http://bianet.org/bianet/toplum/163642-sadece-3-engelli-secilecek-yerden-aday
[17] Sağlık Bakanı’nın açıklaması; http://www.radikal.com.tr/politika/bakan-akdagdan-engelli-isciye-gozlerin-gormuyor-sana-is-vermisiz-1049381/
[18] Müsteşarın hatasız çocuk vurgusu; http://www.dha.com.tr/engelli-konferansinda-benim-cocuklarimda-hata-yok-gafi–_1108280.html