Eşitlik, Özgürlük ve Yüzyılımızın Kardeşliği

Özgürlükçü sosyalizm fikri, modern ya da burjuva siyasal dünyanın eşitlik ve özgürlüğü birbirini dışlayan kavramlar olarak sunan kurgusuna radikal bir eleştiri getirir. Tarihsel bağlamı içinde, gerçekleşmiş sosyalizm deneyimine bir itiraz olarak okunsa da özgürlükçü sosyalizmin asıl itirazı burjuva kurguya yöneliktir. Burjuva kurgu, politik birlikteliğin sabitlenmesine, bireyin istek ve ihtiyaçlarının politik birlikteliğin dışında tatminine dayanır. Bu bağlamda bireyin özgürlüğü, eşitlik ile karşı karşıya getirilir. Eşitlikçi bir toplum, bu kurguya göre, özgürlüğün yadsınması demektir. Özgürlük, ihtiyaç ve isteklerin tatminine dayanan özel alandadır; eşitlik ise ancak bireysel özgürlükleri budayan bir politikanın varsayımı olabilir. Bu yazıda, eşitlik ve özgürlüğün biraradalığını -daha açıkçası bu iki kavramın ancak birarada düşünülebilir olduğunu- temellendirmeye çalışacağız. Bu temellendirmenin, ayrıca dünü ve yarını kesecek bir politik “şimdi”yi düşünmeyi zorladığını, ‘şimdi’nin kardeşliği –politik birlikteliğin formu- içinden geçerek göstermeyi deneyeceğiz.

Özgürlük Politiktir

Özgürlüğün politik bir kavram olduğu iddiasını destekleyecek iki temel gerekçe öne sürebiliriz. Birincisi salt bireysel düzeyde, özgür tercihlerin ve iradenin varlığı anlamında özgürlükten söz edebileceğimiz ne yazık ki bütünüyle şüphelidir. İnsan, tercih ve edimlerini bağlayabileceğimiz bir nedensellikler ağı içerisinde eyliyorsa, özgürlük henüz nedenini bilemediğimiz –belki de hiç bilemeyeceğimiz- bir tür belirlenimden ibaret olabilir. Başka şekilde söylersek, özgür irade, tek bir insanın iradesiyle özdeşleştirilerek düşünüldüğü ölçüde, belki de sadece bir kuruntudur.[1]

İkinci olarak bireysel düzeyde varlığı şüpheli özgürlük, eşitlik olmaksızın düşünülemeyeceği için de politik bir kavramdır. Tersinin de aynı şekilde geçerli olduğunu söylememiz gerekir: Eşitlik ve özgürlük, birlikte düşünülmedikleri sürece anlamları görünür olmayan kavramlardır[2] ve bu bizi, ‘birlikte yaşam’ın alanına taşır. Birlikte ‘nasıl’ yaşadığımız ve yaşayacağımız, politikanın sorusudur. Modern politikanın “eşitlik-özgürlük-kardeşlik” üçlüsünün “birlikteliği” ile formüle edilmiş olmasının, diyebiliriz ki, işaret ettiği de budur: Eşitlik ve özgürlük, birlikteliğin –yani kardeşliğin- içeriğinin formülüdür.

Bir üçüncü argümanı da eklemek mümkün. Özgürlüğün, tek başına düşünüldüğünde, tersine evrilme riskine çeşitli kereler dikkat çekilmiştir: Arzu ve isteklerin belirlediği bir sürüklenme haline tabi olmak veyahut her edimi her durumu eşdeğer(siz)leştirerek farksızlaştırmak. Bir başka ifadeyle, verili halini kendinde değerli bulmak ki bunun politik tercümelerinden biri kimlik siyasetinin sınırları içerisine ‘hapsolmak’ olacaktır.[3] Oysa özgürlüğü, verili halimizi dönüştürmeye denk düşecek biçimde, başka türlü olabileceğimiz anlamında bir olumsallık, açıklık biçiminde anlamak da mümkündür ve bu da yine, başkalarıyla birlikteliği anlamca içerir. Dahası, bu birlikteliğin de tahakkümden ‘azade’ olmasını gerektirir ki eşitlik de aynı koşula bağlıdır.

Eşitlik ve özgürlüğün birbirlerine referans olmaksızın anlamsızlaşacağının en açık kanıtı; eşitsizliğin tarih boyu tahakküm kurmanın, dolayısıyla özgürlükten yoksun bırakmanın temel aracı, biçimi olarak işletilmiş olmasıdır. Yani eşitsizlik, eşit olmaya değer bulunmayan sınıfların özgürce eylemelerini engellemenin de aracıdır. Yine, tersinden de söylemek mümkün: Özgür olmadığı ve olamayacağı düşünülen insanlar (özel olarak üretici sınıf), çalışmaya veya bir başkasının aklına ‘bağımlı’ oldukları gerekçesiyle, özgür yurttaşlarla eşit de sayılmamışlardır. Nihayet tarih boyu özgürleşme girişimleri, hak talepleri, isyanlar; daima eşitlik talebi veya beyanı ile hapsolunan konumlardan özgürleşmeyi aynı anda açığa vurmuştur. Tabi durumdakiler, ancak eşitliği iptal eden hiyerarşik ilişki türlerinden ‘özgürleştikleri’ sürece, kamusal-politik alanın ‘eşit’ bir parçası olarak kendilerini var edebilirler. Eşitlik ve özgürlük, birbirlerinden ayrıştırıldığı sürece, varlık koşullarını da kaybederler, içerdikleri vaadi de.

Açık ki her tür politik iddia, birlikte yaşamın eşit-özgür biçiminin savunusu değildir. Hiyerarşik dünya algısı, eşitliği ve özgürlüğü aynı anda dışlar. Muhafazakarlığın deyim yerindeyse eşitlik ‘alerjisi’ ve özgürlüğe dair derin şüphesi, bu politik pozisyonun tanımlayıcı unsurudur. Liberal algının özgürlüğü eşitlikten ayrıştırma ve politik alanın dışında bir yerlerde tanımlama çabası da aynı şekilde bu çizgiye rengini veren, belirleyici niteliğidir. Buna karşılık sol, içindeki çeşitli eğilimleriyle birlikte, eşitliğe ve özgürlüğe aynı anda sahip çıkma iddiasını taşıyagelmiştir. Öyleyse farklı politik pozisyonları, bu formülasyon karşısında aldıkları tavrın belirlediğini söylemek mümkündür -yani, kardeşliğimizi neye borçlu olduğumuza, bizi birarada tutanın ne olduğuna verilen farklı yanıtların.

Politik Birlikteliğimizi Sağlayan Nedir Sorusuna İki Yanıt: Tekel Direnişi ve Gezi Ayaklanması

Eşitlik ve özgürlüğün birlikte kavranışından uzaklaşıldıkça, politikanın ‘sınırlı’, dışlayıcı bir alana özgülenmesi de, öyleyse, doğal bir sonuçtur. Politika, yöneten-yönetilen ayrışmasının veri alındığı, sınırın öncelikle bu ikilikten çizildiği ve her tür sınır ihlalinde –yani eşitlikçi özgürlükçü bir ses her işitildiğinde- eşitsiz konumlarımızın doğallığının hatırlatıldığı ‘özel’ bir alan olarak korumaya alınır. Başka türlü söyleyelim: Eşitlikçi ve özgürlükçü her çıkışa, öncelikle kardeşliğimiz hatırlatılarak yanıt verilir ve olduğu haliyle kardeşliğin yasasına ikna olmayanlar itinayla ‘düşmanlaştırılır’. Yakın dönemin iki politik deneyimi, bize bu basit denklemi anlatan örneklerle doludur.

2010 yılında Türkiye’nin dört yanından Ankara’nın ortasına gelip ‘yerleşen’ Tekel işçilerini hatırlayalım. Grev, basın açıklaması, protesto vb. eylemleri ezici sıklıkta göz ardı edilen işçiler böylece, görmezden gelinemeyecekleri biçimde varlık göstermişlerdi. Tersane ‘kaza’larının veya ‘maden felaketlerinin kurbanları’ olarak değil, çok izlenen televizyon kanallarının ‘canlı’ yayın konukları olarak memleketin gündemini de ‘işgal’ etmişler; böylece yükselen sesin merhamet dilemeye değil, hakkını almaya kararlı olduğu da duyulur hale gelebilmişti. Fakat Tekel direnişi, hızla, bir grup işçinin meselesi olmanın ötesine geçti. ‘Kölelik’ koşullarına itiraz edenlerin ‘çadırkent’i, insanları akın akın Sakarya Meydanı’na çeken beklenmedik bir direnme ve dayanışma deneyimine dönüştü. Elbette iki ayı geçgin bir sürece yayılan direngenliğin kent merkezinde topluca sergilenmesi kendi başına etkileyicidir, fakat Tekel’in daha ‘evrensel’ bir boyutu da, belki herkesten çok siyasal iktidarın tespit edebildiği bir ‘tehdit’i de bünyesinde taşıdığını görmemiz gerekir. Tekel işçileri, kendi yaşamlarına dair, kendileri yok sayılarak alınan kararları tanımayarak basit hiyerarşik konumlanmanın işletilmesini kesintiye uğrattı –ki buna, sendika yapılanması da dahildi. Bu basit, tabi olmayı reddetme ve ‘eşitlenme’ edimi, kent merkezinde yaşanan deneyimi de şekillendirdi ve çadırkent, kararların birlikte alındığı, her an her mevzuya dair fikirlerin üretildiği, batıdan ve doğudan gelenlerin birbirleriyle temas ederek en kemikleşmiş varsayımlarını bile değiştirdiği özgürlükçü bir mekan oluverdi. Öyle ki malum söz, başına ‘çadır’ eklenerek tekrarlandı: Kent havası özgürleştirir; çadırkent, yaratıcılığı, özgünlüğü şaşırtıcı biçimde tetikleyerek kentin merkezini de dönüştürüyordu. Aynı hava, etkileyici bir dayanışmayı da üretti. Tekel direnişi, kuşkusuz can yakan anları da içeriyordu fakat “durumunu kavramış olmanın” öfkesi, neşesi, kararlılığı bir bütün olarak eylemin rengini de belirledi.[4] Tüm bunlar, başlangıç anındaki özgüveni de artırarak yeniden üretti.

Siyasal iktidardan iyilik veya merhamet dilemeyen, hakkı olarak ilan ettiği şeyde basitçe direten konumlanış, iktidara ne buyurma ne de bahşetme imkanı tanıdı. Bunun karşısında iktidar, artık çok iyi bilinen bir yola başvurdu: Bir komploya alet olarak ‘kandırılmakta’ olan “işçi kardeşlerimize” evlerine dönmeleri söylendi; en yetkili ağızlardan, eyleme ‘şeytanın karıştığı’ duyuruldu; böylece, ikna edilebilir “işçi kardeşlerimiz” ile marjinal-provokatör-terörist “düşmanlar” ayrıştırması işletildi. Eşitlikçi, özgürleştirici bir deneyim, kardeşlik vurgusuyla ve düşman addedilme tehdidiyle soğurulmaya çalışıldı. Tıpkı Gezi’de yapılmaya çalışılacağı gibi.

Elbette Gezi Parkı direnişinden tüm memlekete yayılan Haziran, yaşandığı konjonktür, yarattığı kırılma, deneyimin heterojenliği veya siyasal iktidarın ‘şiddeti’ itibariyle tekil bir olay olarak değerlendirilmeyi gerektirir. Yine de, biraz soyutlama ile politik deneyimin ortak niteliklerini saptamak mümkün, zira Haziran’da gördüğümüz bir yandan çadırkentteki tablonun genişleyerek, zenginleşerek memlekete yayılan bir güç kazanması, öte yandan siyasal iktidarın benzer bir formülasyona yeniden sarılışıydı.

Haziran’da olanı, eşit söz söylemenin yarattığı bir özgürleşme veya özgürleşmenin doğurduğu bir eşitlenme anı olarak nitelendirmek mümkündür. Yani, hem bir kopuş –mevcut durumumuzdan, verili pozisyonlarımızın eşitsiz dağılımından bir kopuş- ve hem de, kısa süreliğine de olsa, başka türlü bir yaşamı organize etme deneyimi olarak. Adı konsun veya konmasın, bu iki an da birlikteliği biçimlendiren eşitlikçi ve özgürlükçü bir pratiğin deneyimiydi. Politikanın ne olduğuna dair bir hayat bilgisi dersi.

Gezi önce, herkesin önceki verili konumundan –korku dahil onu orada tutan duygularından da- özgürleşerek bir parçası olabileceği, bu anlamda da karşısında herkesin eşitlendiği bir kırılma anı yarattı. Bunu mümkün kılan da yine bir eşitlik beyanı oldu: Ortak yaşamımıza dair söz söylemenin, karar almanın iktidarın tekelinde olmadığının ilanı ve bu tekelleşmenin yarattığı hiyerarşik konumların iptali; iktidarın sözünün fazladan bir değeri olduğu kabulünün reddi ve rol paylaşımının boşa çıkarılışı… Sonra ‘Taksim komünü’ geldi: Sıradan insanlar kentin tam merkezinde yeni türde bir kardeşliği inşa ettiler; birlikteliğin eşitlikçi ve özgürlükçü bir biçiminin imkanını gösterdiler; kolektif ruhun ne denli çok renkli, şaşırtıcı derecede yaratıcı, neşeli bir hale denk düşebildiğini ispatladılar. Öyle ki “evinize, işinize gücünüze geri dönün” mesajlarının bu deneyimi paylaşanların gözünde tercümesi şu oldu: “Şimdi bitkisel hayata geri dönmemizi istiyorlar.”

Elbette “eve dönün” çağrısı, apolitikleştirme yani eski, bildik konumlanışları onarma çabasıydı ve iktidarın bu radikal deneyim karşısında şaşkın, ad koyamayan, hızla kurgulara, karalamalara ve şiddete başvuran tepkisini bu çağrıdan çok, komplo ve dış mihraklar vurgusuyla Haziran’ı düşmanlaştırmak belirledi. Bu şaşırtıcı değil, çünkü Haziran kimilerinin iddia ettiği gibi ‘orta sınıfın nazik şikayeti’ olmanın çok ötesine geçti. Radikalliği, birlikte yaşamaya dair tümüyle başka bir modeli -kendinden öncesini ‘bitkisel hayat’ addettiren bir yaşam coşkusuyla- deneyimletebilmiş olmasından kaynaklandı. Bu sayede de Haziran’ın özgürleştirici, özneleştirici boyutu geri dönüşsüz bir etki yarattı ve Park’tan, mahalle forumları ile Haziran adını kendisine şiar edinen bir hareket doğdu.

Dün, Bugün ve Radikal Şimdiki Zamanımız

Özgürlük, eğer bir açıklık, başka türlü olabilme kapasitesi olarak düşünülebilir ise bu, başkalarıyla karşılaşmalarımız sayesinde, birlikteliğin kısa-geçici de olsa eşitlikçi biçimlerini üretebilmeyi deneyimlememiz sayesinde varoluyor demektir. Bireysel düzeyde ‘hissedilir’ hale gelişi de böyle: Öncesinde hayal edemediğimiz yeni bir birlikteliği, hiç tanımadığımız insanlarla birlikte var edebileceğimizi öğreten bir deneyim, yaşamı(nı) şekillendirme gücü. Bu birliktelik olmaksızın ilan edilen ‘kardeşlik’ bir biçimiyle verili pozisyonları doğallaştırma işlevi edinir. Öte yandan kardeşlik, birlikte yaşamanın norm haline getirilmiş eşitliksiz-tabileştirici biçimlerine alternatif üretmenin de alanıdır. Fakat itirazı ve alternatifi örgütleme iddiası, verili durumun normunu yinelememe garantisini kendiliğinden taşımaz. Yoldaşça bir kardeşlik, eşitlik ve özgürlüğü talileştirdiği ölçüde, yalnızca ‘ağabeyler’ üretmiyor, aynı zamanda bizzat politik olma iddiasından da uzaklaşıyor demektir.

Bu nedenle zamanı radikalleştirerek düşünmek zorundayız. Dünde, bugünde ve yarında ‘şimdi’yi yaratmak amacıyla, hiçbir şeyi geleceğe ertelemeyen bir politik zamanı; bu zamanı referans alan bir politik örgütlenmeyi yaratmaktan söz ediyoruz. ‘Kötü ya da iyi’ bir geçmiş zaman, mevcut şimdiki zaman ve gelecek güzel günler ayrımlarını dayatan siyasal birliktelik formlarının, ‘şimdi’ içinde hiyerarşik zamanlar, ağabeyler, ablalar yaratmakta olduğunu deneyimler göstermektedir. Hem mücadele biçimlerinin hem de mücadele araçlarının hiyerarşilere tabi tutulduğu bu siyasal birliktelik formlarının aşılması gereğini ise meydanlar göstermiştir. Dolayısıyla arayışımızın yönelimi; geçmişteki mücadeleleri yadsımayan, bugünü geleceğin tahakkümüne sokmayan ve gelecek geldiğinde de eşit ve özgür politik birlikteliğin mücadelesinin süreceğini varsayan bir ‘şimdi’ kavrayışına dayanan politik birliktelik olarak ortaya çıkıyor.

Politikanın en kadim sorusu, iyi bir yaşamı, eşit ve özgürce birlikte yaşamı yaratacak politik formları icat etme sorusudur. Bugün devletin en üst biriminden aile kurumuna kadar hiyerarşik bir biçimde örgütlenmiş, bu hiyerarşilere eklemlenebildiği anda politik faaliyet yapma hakkına sahip siyasal partilerin siyasal iktidar için yarıştığı bir düzende yaşıyoruz. Eşitlik ve özgürlüğün birlikteliği esasını temel alan bir politik birliktelik formunun bu düzenin ya da ona eklemlenen yapıların içinden çıkmayacağı açıktır. Eşitlik ve özgürlük eşitsizliğin ve köleliğin içinden çıkmayacaktır. Zamanı radikalleştirme argümanının dayandığı ilke tam olarak budur. Devlet gibi örgütlenmiş siyasal partiler, devlet gibi örgütlenmiş sendikalar, devlet gibi örgütlenmiş kitle örgütleri ancak devlet düzeninin içinde iş görebilirler. Gezi’de gaz bulutlarının arasında bütün bir ülkeye soluk aldıran politik birlikteliğin, Tekel Direnişi’nde işçilerin devlet gibi örgütlenmiş sendikası dahil hiyerarşik konumlarına tutunanların bütün müdahalelerine rağmen Ankara’yı dönüştüren kamusal mutluluğun ancak, eşitlik ve özgürlüğü kendi esasları olarak ‘şimdi’de örgütleyen bir politik birlikte mümkün olacağını bizzat deneyim kanıtlamaktadır.

Gezegen Yüzünü Gösteriyor

En saf haliyle, karşılaşmalara zemin sağlayacak, ortak olanı çoğaltacak, üretecek ve yaygınlaştıracak bir zeminden bahsetmek istiyoruz. Türkçedeki güzel adlandırmayla bir politik ‘gezegen’den…[5] Serserice de hareket halinde olan ve kendi kendini büyüten bir politik gezegenden. Yirminci yüzyılın serseri politik gezegeni, hayranlık verici gizliliği ve adanmışlığıyla bir on sekizinci yüzyıl sonunun eşitler komplosundan türemişti.[6] Meslekleri, herhangi bir toplumsal konuma tekabül etmeyen devrimcilerin bütün konumlanışları altüst etmek için örgütlenmiş partisi, evreni serserice gezinen bir gezegen yaratmıştı. Dünyanın bütün işçilerini kuşatan bir gezegen… Türkiye Cumhuriyeti mahkemelerinde sayısız militanın Cumhuriyet yargıcının ‘mesleğiniz nedir’ sorusuna verdiği ‘devrimciyim’ yanıtı yirminci yüzyıl evreninin her köşesini dolaşmıştı.[7]

Leninist partinin varsayımı, yukarıda eleştirdiğimiz devlet gibi örgütlenen parti formu eleştirisini karşılamak zorundaydı ve bunu devleti düşündüğü gibi düşündü. Komünizme, yönelilen kamusal mutluluğa ulaşılması ile birlikte devlet aygıtı sönümlenecekti. Elbette parti de. Marx ve Engels’in özlü ifadeleriyle ‘insanların değil şeylerin idaresi’ geçerli olduğunda, eşit-özgürlüğün evreninde gezegenler birbirine karışacak ve ne devlet ne de parti makinelerine ihtiyaç olacaktı. Olmadı. Olmadıysa, yirmi birinci yüzyıl, karşılaşmalara ve ortaklıklara zemin olacak politik gezegeni, geçmişteki ve gelecekteki ‘şimdi’yi yeniden yaratmak zorundadır.

Vedat Türkali’nin Güven romanı, iki gencin yirminci yüzyılı yarılamış Türkiye’de Komünist Parti’yi aramalarını konu edinir. İki komünist gencin partilerini arama öyküsü, bugünden bakınca gerçeküstü bir dünyadır. Parti yüzünü gösterse gençler için boşluğa atılmakta olan her adım gerçek bir adım olacaktır sanki.

Yirmi birinci yüzyılın başı da benzer bir arayışa sahne oluyor. Gezegen, serseri adımlarıyla dünyayı dolaşmaya başladı. Erken yirmi birinci yüzyılın ilk uğrağı Zapatistalardı, İspanya’da indignadoslar, Türkiye’de çapulcular, Tunus’ta, Yunanistan’da meydanları renkten renge boyayan kamusallıkları yaratan karşılaşmalar, çoğalmalar… Rojova’da ne pahasına olursa olsun köleleştiriciler tarafından ortadan kaldırılmak istenen komünler… Eşitler komplosu kadar heyecan verici bir mutlulukla her adımının gerçek bir adıma dönüştüğünü gören kitleler yirmi birinci yüzyılın politik gezegeni ile ilk teması kurdular. Hayata hakim olma, onu sahibinin kılma ve çoğaltma arzusu, meydanlardan forumlara, okul sıralarından kahvehane masalarına yayıldı, dolaştı. Bize yüzünü gösteren gezegen, gizli değil olabildiğince açık; hiyerarşik değil, olabildiğince yatay; merkezi değil, olabildiğince yerel ve yaygın bir politik birlikteliğin resmini çiziyor. Bu gezegenin gezginleri, kendinden çalınanı kendine saklamadan geri almayı hedefliyor. Bu nedenle kimliğine kıskançlıkla sarılmadan kimliğini geri istiyor; suyunu ve toprağını kendisi için değil, yaşamın sürmesi içi geri istiyor; güvencelerini dününe dönmek için değil, yarını kurmak için talep ediyor. Söz yetki ve kararın aracılarını şimdiden kovmak; yarını şimdiden kurmak istiyor. İktidar için yarışmayı değil, yeni bir iktidar kurmayı arzuluyor.

Haziran günlerinde bürokratikleşmiş parti ve sendika formlarının mevcut hareket kabiliyetlerini bile kullanamadıkları ortaya çıktı. Temsilsiz bir ilişki kurma, sözünü doğrudan doğruya söyleyerek aracıları kovma arzusuyla meydanlara dökülmüş bir halkı temsil etme iddiasıyla hiçbir yapı çıkamazdı; çıkamadı da. Bu sonuçtur ve fakat sonuç olmaklığıyla harekete geçirici bir nedendir de. Bugün ortaklıklarımızın zeminini, özgürlüğü paranteze almayan, açık, hiyerarşileri şimdiden kesintiye uğratan politik birliktelik formları bağlamında düşünmek, tartışmak durumundayız. Dünü ve yarını uzun bir şimdide kuracağımız politik gezegeni tahayyül etmek ve deneyimlemek için…

 

DİPNOTLAR 

[1] Özgür iradenin, ‘henüz bilinmeyen’ nedenlerden, koşullanmadan ibaret olduğu fikri Spinoza’da karşımıza çıkar. Arendt’e göre de insanın diğer insanlarla karşılaşmasını önceleyen veya onu ikame eden bir ‘içsel’ özgürlük fikri “kanıtlanabilir” olmaktan uzaktır; varlığı tespit edilebilir bir olgu olarak özgürlük, ancak politik anlamda mümkündür. Bir başka perspektiften, biyolojik bir varlık olarak insanın özgür iradesinin söz konusu olamayacağı saptaması için Saffet Murat Tura’nın metinlerine bakılabilir.

[2] Tam da bu nedenle, Balibar eşitlik ve özgürlük için tek bir sözcük önerir: egaliberte. Metnin Abdurrahman Aydın tarafından yapılan çevirisi Ayrıntı Dergi’nin bu sayısında yer alıyor.

[3] Bu eleştiri de Badiou’dan çıkarsanabilir.

[4] 78 güne yayılan Tekel eyleminin etkisi memleket sınırlarını da aştı; dayanışma için Almanya’dan gelen Bremen Mercedes Beck’s tersane işçilerinin taşıdığı pankartta Brecht’in şu sözü okunuyordu: “Durumunu kavramış insanı nasıl durdurabilirsin ki?”

[5] Gezegen, Yunanca planetes ya da Latince planeta sözcüklerinden Batı dillerine geçen kavramın Türkçedeki karşılığıdır. Kavram etimolojik olarak sabit durmayan, hareket halindeki yıldızları adlandırmak için kullanılmıştır. Etimolojik olarak gezinmek, yayılmak, hareket halinde olmak gibi anlamları barındırmaktadır. http://www.etymonline.com/index.php?term=planet&allowed_in_frame=0 Özel olarak gezegen kavramını seçmemizin nedeni de budur. Eşit ve özgür bir siyasal birlikteliğin formu deneyime dayalı olarak yayılacak, gezinecek ve çoğalan ortakların mekanı olacaktır. ‘Politik gezegen’ kavramı içinde taşıdığı bu anlamlarla siyasal parti kodu (ya da yasası) içinde sabitlenmiş, hiyerarşik ve bürokratik parti formuna karşı olarak öne sürülmüştür. Belki başka denemelerle birlikte anılacak bir deneme sürümüdür. Devlete ve devlet gibi örgütlenmiş formlara karşı bu çoğulluk ile birliktelik birbirinin alternatifi olarak değil tamamlayıcısı olarak görülmelidir. Tıpkı direnme ile kurucu, yaşamı şekillendirici bir güç olmanın pratikte iç içe geçtiğini, geçmesi gerektiğini yaşayarak gördüğümüz gibi…

[6] Birçoklarınca eyleme dökülen ilk komünist hareket olarak kabul edilen eşitler komplosu, Babeuf’la özdeşleşmiştir. 1796 yılında Eşitlerin Manifestosu’nu yayımlayan bu hareket Fransız Halkı’na şöyle seslenir: “Gelin her şeyi düzene sokalım ve her şey bir kez daha olması gerektiği gibi olsun. Gelin adalet ve mutluluk isteyenleri eşitlik talebi altında örgütleyelim. Şimdi Eşitlerin Cumhuriyeti’ni kurma zamanıdır ve bu büyük ev tüm insanlara açıktır. Bizden aldıklarını geri verecekleri gün gelip çatmıştır. Yüreği kan ağlayan aileler! Gelin ve doğanın tüm çocukları için kurduğu ortak sofraya oturun.” Manifesto için: http://www.marxists.org/turkce/babeuf/esitlerin-komplosu.htm

[7] Jacques Ranciere, Uyuşmazlık’ta yargıç ile Blanqui’nin karşılaşmasını anlatır. Yargıcın ‘mesleğiniz nedir?’ sorusuna Blanqui, ‘proleterim’ diye karşılık verir. Yargıcın, devletin, hiyerarşinin mantığında böyle bir meslek yoktur, hatta varlığı varsayımı bile düzenin içinde bir boşluk yaratacaktır. Yargıç, ‘böyle bir meslek Fransa’da yoktur’ der; Blanqui ise Fransa’da iki milyon kişinin bu meslekte olduğunu söyleyerek karşılık verecektir.