İlkokul ikinci sınıf öğrencisiyken, benden dört yaş büyük abime (affedersiniz ‘ağabey’ sözcüğünü sevmiyorum efendim), neden ‘ben’ olduğumu, neden bir başkası değil de ben olduğumu sorduğum, onun da “S.çarım ağzına” yanıtını verdiği yaşlardayken, bizim sınıfa yeni, biraz başka bir çocuk gelmişti. Bir oyunumuz sırasında, elimdeki değnekle yere bir çember çizdiğimi görmüştü de sonrasında, çemberle ilgili olarak biraz daha ciddi olunması gerektiğini ifade eden bir şeyler anlatmıştı bana. Çemberi çizen kişi silmeden çıkılamazmış o çemberin içinden. “Ya güneşte çatlarsa, ya yağmur varsa?” Zinhar, çıkılmazmış. Kendiliğinden silinirse ne olacağını sormuştum, fakat bunun yanıtını o da bilmiyordu. Ezidi miydi? Bilmiyorum. Yine bir başka gün, Ali’nin gücünü anlatmak için, dünyanın ağırlığına eşit ağırlıkta bir taşın varolduğunu, işte Ali’nin o taşı yerden diz hizasına kadar kaldırmış olduğunu anlatmıştı. Alevi miydi? Bilmiyorum. Bildiğim şey ise, o çocuğun bu hikâyeyle yüklendiği yükün yanında, Hayber’in Ali’nin elinde kalkana dönen kapısının bile oyuncak kaldığıdır. Bu yük, dünyaya açıklığın bir biçiminin yüküdür; bu açıklık içinde, alınıp kendine mal edilecek unsurlar ile reddedilecek unsurlar arasında yapılacak ayrımların yüküdür.
Ayrımlar yapmak, üzerine düşünmek, ölçmek, tartmak anlamına gelir ve Ortodoks inanç sistemleri açısından çok büyük bir tehlike arz eder. Heterodoks şüphelidir, çünkü Ortodoks onun ne istediğini bilmez – niyetleri ve arzuları Ortodoks için açık değildir. Çünkü Ortodoks sistemler, sadece buyururlar; üstelik ilahi emrin dışsallığı ile dünyevi hükmün içerdeliğini üst üste bindirerek buyururlar. Bu da Ortodoks sistemleri, bir temel fanteziye kilitler. Fantezi, arzuların tatmin edildiği tahayyül edilmiş bir senaryo değildir; daha ziyade ötekinin ne istediğine ilişkin bir senaryodur. Ortodoks, ötekine ilişkin kavrayışsızlık hissini dağıtmak için kendi senaryosunu yaratır ve heterodoksun eylemlerini gizli bir gündeme bağlayarak açıklamaya yönelir. Örneğin Ortodoks İslam, Alevilerle ilgili olarak ‘mum söndü’ fantezisini üretir ya da Ezidilerle ilgili olarak, Melek Tavus’la hiç ilgilenmeden, Şeytan’a taptıkları iddiasında bulunur. Her iki konumlandırma da gerçekte öteki hakkındaki bilgisizliğin ve cehaletin üzerini örter ve geleneksel iktidar biçimlerinde onun kanını helal kılarken, modern iktidar biçimlerinde, Ötekine durmaksızın ‘Sen ne istiyorsun?’ sorusunu sormanın zeminini oluşturur. Son derece canlı örnekler olmaları bakımından, sözgelimi Alevilerin ne istediği, Kürtlerin ne istediği soruları, Türkiye’mizin gündeminden hiç düşmeyen sorulardır. Bu sorular, yeniden yapılandırmaya dönük sorulardır ve öteki hakkında üretilen fantezi, ötekini belirli bir simgesel evrene kaydetme hedefini taşır. Aleviler hakkında üretilen ‘mum söndü’ fantezisi, onlara günahın da kökenindeki temel günahı, ensest günahını yükleyerek ve Ezidiler hakkında üretilen ‘Şeytan’a tapma’ fantezisi de onları Ortodoks dinin affedilemez günahına bulayarak, yaşamın ve dolayısıyla da ölümün dışına atar. Onlar öldürülebilir olanlardır. Daha da önemlisi, öldürenin kimseye hesap vermek zorunda olmadığı sınırları oluştururlar. Ötekine ilişkin fantezi olmaksızın Ortodoks sistemin çalışma olanağı yoktur; çünkü sınırlarını kaybeder. Fantezi, Ortodoks sistemin simgesel düzeninin tutarsızlığını maskeler.
İslam dinine göre insan bedeninin kendisine ait olmadığı, bir emanet olarak taşındığı bilinmektedir. Bu, çeşitli dilbilimciler ve Lacan sayesinde bildiğimiz bir şeyin en korkutucu ifadelerinden biridir aslında. Bunun dilbilimsel ve psikanalitik ifadesi şu biçimdedir: Büyük Ötekiye boyun eğdiğimizde kendi bedenlerimize doğrudan erişimimizi kaybeder ve bedenlerimizle dilin aracılığı içinde dolaylı bir ilişki kurmaya mahkûm oluruz. Ya da Hegelci bir dille ifade edilirse, araya giren dil dolayımı, temel özdeşliğimizi yitirmemize neden olur; dil kendimize ilişkin deneyimimizin temeline bir gedik yerleştirir. Yukarıdaki ifadenin korkutuculuğu, doldurulması olanaklı olmayan bu gediği doldurması için kimi ‘simgelerin’ çağrılmasıyla ilgilidir. Çünkü burada, insanın daimi yazgısı olan bu gedik aracılığıyla işleyen bir yasa-yasak değil; bizzat gediği doldurmaya aday bir yasa-yasak söz konusudur. Bu, insanın ebedi ve üstesinden gelinemez dilsel yabancılaşmasını, bir emir olarak işletir. Böylelikle bu yabancılaşma, insan için bir bilgi konusu olmaktan çıkarılarak bir itaat konusuna dönüştürülmüş olmaktadır. Burada, zevkin maddileşmesi ya da cisimleşmesi olarak beden bile değil, bizzat beden yasaklanmaktadır. Fakat modernlikle birlikte bu yasak, paradoksal bir biçimde, ötekinin bedenine yönelmekte, ötekine sorulan ‘Sen ne istiyorsun?’ sorusu, ötekine, ‘Ben ne istiyorum?’ sorusunu sordurma stratejisiyle donanmaktadır. Açığa çıkan görünüm ise ötekinin bedeninin pornografik bir imhasıdır. Ötekinin bedeni imha edilir, çünkü kimi zevklere erişiminin olduğu ve böylelikle beden üzerindeki kökten yasağı ihlal ettiği sanılmaktadır. Böylelikle ötekine ilişkin fantezi, ötekinin bedenini imha etmek suretiyle, kendi bedeninin yasaklanmışlığını maskeler. Fantezi verili bir simgesel yapıyla bütünleştirilemeyen, dışarı kaçan fakat yine de onun özdeşliğini ve kimliğini kuran bir öğeye işaret etmektedir.
İslam’ın bu biçimi, yapısal olarak paradoksaldır. Çünkü tüm dünyayı kendine dönüştürdüğü ya da kendinden olmayan herkesi yok ettiği kendi ideal-durumu içinde bu İslam, temel fantezisinin kurucu ötekisini ve dolayısıyla da kendi fantezisini kaybederek kimliğini yitirecektir. Bu durum, Müslümanların, kendilerinin ‘umma dun al (en) nas’, yani insanların geri kalanından ayrı bir topluluk oldukları biçimindeki tanımlarının da tutarsızlığını ortaya koymaktadır. Gerçekte Müslümanlar, insanların geri kalanlarını kendilerinden ayrı bir toplam olarak görmekte ve bu toplama dönük bir tasnifleme (bu tasniflemenin en üstünde Ehl-i Kitap addedilen gayrimüslimler ve en altında da mürted -dönmüş- addedilenler bulunmaktadır) pratiğini işletmektedirler. Fantezi burada da ‘umma dun al (en) nas’ olarak devreye girerek yapısal tutarsızlığın üzerini örtmektedir.
Kimi Müslümanların pek severek anlattıkları bir hikâye vardır. Bir grup Harici, bir Hıristiyan’a ait bir hurma bahçesinde beklemektedir. Bu sırada içlerinden biri kendini tutamayıp birkaç tane hurma yer. Arkadaşları onu uyarır. Bir zimmînin hurmasını yemiştir. Adam utanır. Sonra hurma bahçesinin sahibini bulurlar. Bahçenin Hıristiyan sahibi, birkaç hurmanın lafını bile etmemek gerektiğini söylese de, ısrar ederek, adama hurmaların parasını verirler. Bir hoşgörü ve haram yememe dini olarak İslam’ı anlatan ne güzel bir hikâye! Fakat o Müslümanların o bahçede neden beklemekte olduklarını pek az kimse anlatır. Bekledikleri kişi, bir Ali taraftarı olan Abdullah bin Habbab’tır. Abdullah’ı, hamile cariyesini öldürdükleri yetmezmiş gibi, kadının karnını deşerek karnındaki çocuğu da öldürmüşlerdir. Abdullah, onlara göre mürteddir ki İslami hukuksal statüler içinde bu konum, kendisine her şeyin yapılabilir olduğu bir kimsenin konumudur. Bedenin imhası, burada da pornografiktir. Çalışan, yine ötekine ilişkin bir fantezidir.
Bu fantezi, bir uçtan diğer uca bir evreni kuşatmaktadır. Örneğin Haricilerle ve onların günümüzdeki örnekleri olarak gördüğü gruplanmalar ve örgütlenmelerle arasına ciddi bir mesafe koyduğunu zanneden Abdulkadir Turan, www.dogruhaber.com.tr sitesinde yayınlanan bir yazısında, “sosyal mühendislik denen toplumsal olayları yönlendirme kabiliyetinin elektronik mühendisliğini neredeyse geride bıraktığı bir çağda, dış güçler tarafından Harici üretimi de ne yazık ki mümkündür” demekte ve Haricilerin ayırt edici niteliklerinden birinin herkesi tekfir etmeleri olduklarını belirtmekteyken, bizzat kendisi onları tekfir etmektedir. Sonra da uluslararası sistemin onlarla ilgili beklentisinin, onların önce İslam toplumunun dokusunu bozmaları, ardından iç ihtilafa düşerek kendilerini imha etmeleri olduğunu belirterek, bu defa günümüz (!) Haricilerini bir başka ötekinin, Batı’nın gizli bir gündemine bağlayarak açıklamaya yönelmektedir. Çalışan, aynı fantezidir. Turan’ın, şunları yazması, aynı fantezinin çalışmakta olduğunu daha da görünür kılmaktadır: “Hariciler, bütün Bedevi toplumlarındaki eşitlik hastalığına müptela idiler; kendilerini onlarla eşit gördüklerinden düşünme haklarını İslam emirlerine ve âlimlere devretmeye karşı çıkar; bu eşitlik hastalığı onları isyankârlığa götürürdü.” Hemen ardından da şecaat arz ederken sirkatini söylemenin en berrak örneklerinden birini sunmaktadır: “Eşitlikçi tutumları, Haricileri temsilci seçmekten alıkoyar, bir tür doğrudan demokrasi denen yönetim tarzına götürür. Bu da onların büyük devletler kurmalarına daima engel olur, kurdukları yapılar kantonları asla geçmez.” Bu algı sistemi açısından sorun ‘eşitlik’tedir; üstelik sorunun sorun olmaklığını görünür kılan olgu da ‘büyük devlet’ küçük fantezisidir. Eh, insana kahırdan başka bir duygu da bırakmaz bu hal; kendilerinden daha büyük olduklarından son derece emin oldukları kimi küçük insan toplulukları, bunlardan daha büyük devletler kurmuşlardır, en nihayetinde. Bu küçük fantezideki yerlerimiz de açıktır: İlkesi eşitlik olan her türlü mücadelemizle, farkında olarak ya da olmayarak dış güçlerin maşasıyızdır. Çağdaş Hariciler olarak kodlananlara yönelik sözde eleştirinin, bize uygun gördüğü kader, sessiz sedasız ölmemizdir. Gürültü olacaksa, bunu bile kendileri yapmalıdırlar. Tıpkı IŞİD’in yaptığı gibi…
Peki, Ezidiler gerçekte kimdirler? Yanıtından bağımsız olarak, soru bile bir tür konformizme saplanıp kalmış bir sorudur. Her şey bir kenara, fantezi ile gerçek arasında bir ayrımı varsayar bu soru. Bu soruya yönelik her türlü yanıt girişimi, Gerçeğe doğrudan erişim olanağımız varmış gibi yaparak, bu erişime sahip olunabilirmiş gibi bir fantezinin öznesi biçiminde kuracaktır yanıt vermeye girişeni. Bu hususta Jacques Ranciere’e başvurmak en uygunu olacaktır: Onlar basitçe, ‘sayılmayanlardır’. O halde, Ezidilerin kim olduklarıyla uğraşmak yerine, Ezidilerle mevcut karşılaşmamızın ortaya koyduğu ‘yanlışın’ sahip olduğu siyaset olanağı üzerine düşünmek, mevcut yoksulluğumuz ve çoraklığımız içinde, belki bir nebze olsun nefeslendirir hepimizi. Ranciere şöyle diyordu: “Siyaset varolur; çünkü konuşan varlıklar olarak sayılma hakkı bulunmayanlar, tam da bir karşılaşmadan, iki dünyanın tek bir dünya içindeki çelişkisinden başka bir şey olmayan bir ‘yanlışı’ kamunun ortasına yerleştirerek bir topluluk oluşturmak suretiyle, kendilerini hesaba katılır kılarlar. Söz konusu çelişki, içinde oldukları dünya ile içinde olmadıkları dünyanın çelişkisidir; kendileri ile onları sayabilen konuşan varlıklar olarak kabul etmeyenler ‘arasında’ bir şeylerin olduğu dünya ve hiçbir şeyin olmadığı dünya.” Ortadoğu’nun pek çok kadim topluluğu gibi, Ezidiler de bu anlamıyla ‘yanlış’tırlar ve yanlışlıklarıyla siyaseti var edenlerdendirler (HPG gerillaları ile YPG savaşçılarının, tam da bu ‘yanlış’ı ve dolayısıyla da ‘siyaseti’ sahiplendiklerine de hiç kuşku yoktur).
İki farklı kuramsal düzeyin kavramları eklemlenerek ifade edilirse, ‘yanlış’, fantezi maskesini düşürerek, simgesel evrenin tutarsızlığını faş eder. Simgesel evrendeki istikrarsızlık anında, içeriye sızan episteme, siyasetin kurucu ilkesidir. Soruya sirayet etmiş bir konformizm düşüncesiyle işaret edilmeye çalışılan da bu durumdur. “Ezidiler kimdirler?” sorusu, bizzat Ezidilerin, ‘yanlış’ oluşlarıyla açığa çıkardıkları olgunun üzerine Maya Perdesini seriverir. Bu durum, hem siyaseti (öznesiz bırakarak), hem de egemenin bir anlığına görünür olan gerçek çehresine dimdik bir bakışı iptal eder ve bilgi nesnesi haline getirilmesi gereken, bu topraklarda binlerce yıllık egemenliği bulunan Sünni-Selefî İslam yorumu değilmiş de Ezidilermiş gibi bir konum yaratır. Abdülkadir Turan’ın yaptığı da budur; sözde Haricileri öne sürerek, İslam’ın Sünni yorumunu gözlerden saklamakta; bir bilgi konusu haline getirilmesini olanaksızlaştırmaya çalışmaktadır. Geçmişin hayaletlerini çağırmak suretiyle, episteme değil de imge üretimine soyunmakta, bu haliyle de Lacancı psikanalizin doğrudan ‘patoloji’ olarak göreceği bir konumda durmaktadır. İmgelemin yoğun çalışması, Simgeseldeki yırtığı yamalama çalışmasıdır.
İmgeleri dağıtınca, Ortadoğu’da sözüm ona Müslüman çetelerin yapıp ettiklerinin, İlahi emir ile dünyevi hüküm üst üste binince ortaya çıkan siyasi görünüm olduğu açıklığa kavuşmaktadır. Bu üst üste biniş ‘İslam coğrafyası’ addedilen yerde yaşayıp da İslam olmayanları ‘heder’ bilir, kanlarını çoktan ‘heder’ ilan etmiştir. Bu nedenle Sünni İslam’ın bizzat kendi kuruluşunda biyo-siyasi öğeler bulunmaktadır. Mevcut görünüm bu biyo-siyasi öğelerin modern biyo-siyasi öğelerle buluşmasının bir sonucudur ve tek başına İslam’la açıklanamaz. Hatta bu durumun temelinde, İslam’dan ziyade batılılaşmanın çok özel ve patolojik bir biçimi bulunmaktadır (bu durumun açıklayıcı nedeni olarak İslam’ı işaret edenler de madalyonun diğer yüzünden fazlası değillerdir). Sözüm ona Batı karşıtlığıyla batılılaşmaktır bu ve faillerinin kendileri hakkındaki imgeleri ile kendileri arasındaki uçurum büyüdükçe, bunu örtmeye dönük fantezi de çığırından çıkmaktadır. İnsan oluşumuzu borçlu olduğumuz gediği kapatmaya dönük girişim, kendiliğinden bir insan-dışılaştırma girişimidir ve bu olguyu, Batı’ya borçlu olduğumuzu herhalde kimse inkâr edemez. Sınırların iptal olduğu bu ara-yerde, dışsal olan ‘yasa’ ile içkin olan ‘hüküm’ üst üste binince, ölümle yaşam arasındaki sınırlar bulanıklaşmaktadır. Sınırların bulanıklaştığı yerdeki ‘fail’ (elbette özne değil) ne dünyaya ne de öteye yönelebilmektedir. İkisi arasındaki ayrım iptal olduğu için ikisiyle de ilişki kuramamaktadır. Bu durum dini din olmaktan, siyaseti de siyaset olmaktan çıkarır. Çünkü yaşamı yaşam olmaktan ve ölümü de ölüm olmaktan çıkarmıştır.
Ezidilerle ilgili olarak, bu metnin son sözünü, Erol İleri’ye bırakacağım: “Ezidiler kimdir? Sana ne! Sen katledene bak! Bak, hemen yanında namaz kılıyor, oruç tutuyor.”