Rüyalarımızla şiirler arasında nasıl bir paralellik var? Psikanalitik okumasını yaparak bir şiirin derinine inmeyi başarabilir miyiz? Bana kalırsa her şiir yapıtının derininde şairin bilinçdışı fantezileri yatar. Buradan yola çıkarak, Mahmut Aksoy’un Gazellertesi isimli kitabını değerlendirmeye çalışacağım.
Her insan gibi şairin de fantezileri vardır. Keza onun eseri de bu fantezilerden doğar. Eleştirmenin varsa bir vazifesi, şairin şiirine ilmek ilmek işlediği düşünceye erişmeye çalışmaktır. Şair çoğu zaman gündelik yaşamında maruz kaldığı şey vasıtasıyla çocukluğuna gider, deneyimlerini hatırlar. O gün duyduğu arzularını yeniden duymak ister. Bunu gerçekleştirebilmesinin yolu, anlatıdır. Fakat anlatısının üzerini örterek, onu bireysellikten kurtarır.
Şiir hem şimdiyi, hem geçmişi, hem de geleceği anlamlandırma çabasıdır. Şairin geçmişinde önemli ve büyük olasılıkla rahatsız edici bir durum ortaya çıktığında, bilinçaltında bir fanteziye dönüşen bu olay, şairin kontrolüyle sanatsal bir ürüne dönüştürülür. Bu anlamda şiir, şairin geçmişiyle uzlaşma çabasıdır.
Gündelik insanın aksine şairler, metaforlara, sembollere eğilimlidirler. Onlar açıkça söylenebilecek şeylerden çok daha fazlasını söylemek isterler. Söyleyecek sözleri o kadar çoktur ki, bazı durumlarda onları dile getirdiklerinde kendileri bile ne demek istediklerini bilemezler. Bunun anlamı, sözel iletişim biçimimizin ötesine geçtikleri ve alternatif bir hakikat yarattıklarıdır. Anladıklarından daha çoğunu bilirler ve şiirleri aracılığı ile topluma bunu göstermek isterler. Schopenhauer’ın ifadesiyle, parçanın içinde, evrenseli gösterirler bize. Kendini anlatmak ve anlaşılmak talebi üzerinden şair Mahmut Aksoy bize Nietzsche’nin şu sözlerini hatırlatır:
“Birbirimizi anlamak için, herkesin aynı kelimeleri kullanması yetmez; aynı zamanda aynı kelimeleri, aynı içsel deneyim türleri için kullanmamız gerekir. Sonuç olarak kişisel deneyim ortak olmalıdır…”
Şiir, şairle okuyucusu arasında ruhsal bir ilişki kurarak, evrenle birlik hissi sağlar. Söylemeye çalıştığım şey; şairin şiiri aracılığıyla okuruna ulaşarak onunla psikolojik bir bağlantı kurmasıdır. Şairler ticari kaygılarla değil, diğer insanlarla bu bağı kurabilmek adına okurlara ihtiyaç duyarlar. Şairin toplumsala ve siyasala karşı geliştirdiği tutum da bu bağlantı doğrultusunda şekillenir. Şiirin dediği gibi: Şair, halkı gülebiliyorsa gülebilir ancak.
Şairin egosu, onun bilinçaltından fışkırmak isteyen düşünceleri doğrudan ifade edilmesini engellemeye çalışır. Bu nedenle şair, düşüncelerini metaforları kullanarak sansürler. Şairin çoğu zaman bu perdelemeden haberi dahi olmaz. Bu nedenle şiirde karşılaştığımız “görülen şey” asla o şeyin kendisi değildir. Şairin imgelerin yerini değiştirerek sansürden geçirdiği düşüncesi ile düşüncesinin özü ne kadar benzeşirse şiiri de o kadar başarılı demektir.
bazı yerlerimi yaşamaya bulaştırmaktan
yorgunluk aksanıyım
göbekten tırnağa kadar kül
falına bakamamaktan geliyorum zulmün
ruhu sakatlayan şeylerden
sonra boyuna ah sularından
Şiiri başarılı kılacak çok daha önemli bir unsur vardır ki bu da kolektif bilinçtir. Bir şiir, ilhama dayalı ise şairin kullandığı malzeme onun kişisel hayatından bağımsızdır, daha derinlerden gelmektedir. Hatta şair daha edilgen bir konumdadır bile denebilir. Şairin görevi, kolektif bilince müdahale etmeden onu diriltmektir. İşte bu gerçekleştiği zaman artık şiir evrensel boyutlara ulaşır. Şair Mahmut Aksoy da Gazellertesi’nde kadim bir halkın kimliğinin yaralı bilincini şiire nakşediyor. Böylece bin acı birikerek, şiiri doğuruyor:
şimdi hangi şehrin hangi sokağında
biri kimliğinden yaralansa
biri yara alsa kimliğinden
yaram yarasına kabuklanır
diyerek
barutun yaşını küçülttüm kimliğimde
çünkü burada sabahları çok erken açılıyor
kan çarşılarında zulüm tezgahları
çünkü burada boyuna kimlik yarası
çünkü burada ne zaman menteşeleri gıcırdasa
bulvardan dağa açılan kapıların
ölüm herkesin yakın tarihidir
Bir şiirin yapısı, tüm diğerlerinin ondan türevler olarak ele alındığı tek bir temel güdü açısından değil, birkaç güdünün tarifi veya sentezi olarak tartışılmalıdır. Mahmut Aksoy’un şiirini rüya olarak vurgularken, şiiri iletişimsel bir yapı ve insan durumlarının gerçekçi bir ölçümü olarak vurgulamaktayım. Dileklerin yerine getirilmesinden ziyade iletişim, edebi analiz için anahtar terimdir. Bu nedenle şiirin psiko-siyasal okumasını yapmayı anlamlı buluyorum. Bu nedenle yapmak istediğim şey, şiirlerden temsili alıntılar alarak onlar üzerine şerhler koymaktır. Bu yorumlayıcı yöntem, şairin sunum stratejisini karakterize etme girişimi olarak yorumlanabilir. Estetikten ziyade psikiyatrik bir alanın haritasını çıkarmak olarak da yorumlanabilir. İletişimi temel kategorisi olarak alan edebiyat eleştirmeninin bir paradokstan kaçınması gerekir: Her şeyi iletişime indirgeyebilirsiniz, ancak iletişim son derece karmaşıktır. Ancak, her durumda, iletişim hiçbir şekilde psikanalizin temel kategorisi değildir. Cinsel istek veya libido temel kategoridir.
herkes sesiyle gövdesi arasında
yakın bir yerde kiralar yarayı
kabuk atan evlere taşınıp durur
bu yüzden sabaha karşı kimse aşina değildir
yırtılan sözün ince perdesine çift kişilik susmaya
(…)
eve ters düşmüşlüğün hakkında yazılmış bozuk bir ezberdim
diyelim buzun ateşteki evi. Ya da diyelim ki ateşin evinde buz
(…)
bugün evde sabahtan akşama kadar
kimliğimdeki yaraya kabuk aradım
çıkıp sana geldim yarama kabuk olursun diye
Şairin üç farklı şiirindeki her bir “ev” vurgusunda bir direnç ile karşılaşırız. O, “ev” dediğinde basit bir ev olmasına fırsat bırakmaz. Tıpkı rüya gibi, şiirde de bir imge hakkında ne hissedersek hissedelim, sanata aktarıldığında formu tümüyle değişir. Bununla birlikte, bir şiirdeki evin, salt ve basit bir şekilde bir ev olarak değerlendirildiğinde, rüzgar ve yağmura karşı korunmak için çok dayanıksız bir yapı olduğunu kabul etmeliyiz. Dolayısıyla şiirde neler olup bittiğine karar vermeye çalışırken psikolojik terimleri korumanın bir adaleti var gibi görünür: Şair ev dediğinde, evimiz neresidir?
Şairin “kasıtlı” olarak dil yapısını ihlal etme biçimi, rüyaların bağlaçlarla birbirine bağlanması gibi, karşılıklı çelişen iddiaları uzlaştırma çabası, bir ifadenin karşılık gelen eyleme dönüştürülmesi ve hepsinden de öte rüyada ve şiirde göstergede sunulan fikir, büyüleyici bir okuma ile şiirin işleyişine taşınabilecek içgörüler sağlar. Belki de noktayı şu şekilde sloganlaştırabiliriz: Şiir sürrealist bir bileşen içerdiği sürece (ve tüm sanatlar bu bileşenin bir kısmını içerir), yapısının mantığını açıklamak için psikanalitik koordinatlara ihtiyaç vardır. O da dildir. Şair Mahmut Aksoy’a göre dil, cehennemimizin bizzat kendisidir. Cehennemimiz dil ile başlar. Binlerce yıllık cehennem malikanemizin adı dildir:
her gün kirli bir kelimeyle uyanıyorum
önce
harflerin kısık ateşinde kaynar dil
(…)
bilinsin, bu cihan dilimi zedeledi
okunsun, bu cihan fikrimi zehirledi
(…)
kısa lafın uzunu, kalpçedir dilim
(…)
toprak aksanıyla
konuştum yurtsuzluğu
(…)
neyce konuştuysam ağzım kömür
Eleştirmen bazen “şiir” terimini iyi şiiri belirtmek için kullandığından, gizleme stratejisi genellikle bir belirsizlikle gerçekleştirilir. Bununla birlikte, sosyolog şiiri bir tür gelişigüzel sosyolojik araştırma olarak ele aldığında, dünya koşulları hakkında genellikle övgüye değer sezgisel içgörü gösteren bir şiir görür. Bu bağlamda Mahmut Aksoy’un şiirleri psiko-siyasaldır:
Anadolu’da niye devlet yüklüdür bulutlar?
bir Anadolu çizmişler kandan geçilmiyor devletlim
boyunlarında Kürt kokusu alınlarında Türkçe
tırnaklarının altı isyan toplar çocukların
oğlumu topraksız koydum kefene devletlim
Peki Gazellertesi’ndeki şiirleri güzel yapan şey nedir? Metindeki üslup ve etkiyi analiz ettiğimde, diksiyon, ses, duygusal dil ve imgeler gibi şiirsel zanaat unsurlarının başarıyla kullanıldığını görüyorum. Bunun en önemli göstergesi, somut nesnelere yapılan göndermelerin sıklığı. Çağdaş şiirde imgeciliğin etkisini ve somutluğun modern şiirin en çekici özelliklerinden biri olabileceğini düşündürüyor. Birçok insan güzel bir şiirin şaşırtıcı ve dönüştürücü gücünü deneyimlemiştir. Bununla birlikte, böyle bir hissi uyandıran metinsel özellikleri veya zihinsel süreçleri anlamaya yönelik düşünmeye başladığımızda, iyi şiirlerin çiçekli diksiyon ve belirsiz kelimelerle ilgilenmediğini görürüz. Mahmut Aksoy da olağanüstü etkiler yaratmak için sıradan kelimeleri kullanmaya odaklanıyor:
Mahmut Aksoy tarafından yazılan şiirler, nesnelere atıfta bulunan çok daha fazla kelime ve soyut kavramlar ve genellemeler hakkında önemli ölçüde daha az kelime içeriyor. Bu sonuç, profesyonel şairlerin kutsal “göster, söyleme” kuralına uyduklarını ve okuyucunun zihnine takılan duygu, kavram ve deneyimleri kelimeler yerine imgelerin aktarmasına izin verdiklerini göstermekte.
İmgeciliğin modern şairlerin ve edebiyat eleştirmenlerinin edebi yazı hakkında düşünme biçimlerini güçlü bir şekilde etkilediği ortadır. İmge kümelerinin ve imge kalıplarının edebi eserlerde daha derin anlamın anahtarı olduğunu ve eleştirmenlerin yüzeydeki sıradan dilin altındaki “sanat dilini” anlamak için bu kalıplara çok dikkat etmesi gerekmektedir. Somut görüntüler dünyayı olağanüstü ayrıntılarla sunabilmekle kalmaz, aynı zamanda okuyucuların kendi algılarını ve yorumlarını yansıtabilecekleri belirli deneyimlere açılan pencereler de açarlar.
Gerçek ile hayalin ortasında ve ikisini birbirinden bağımsız düşünemeyecek noktada tutmaya çalışırken; ilkel dünya ile bugünün modernizmi arasından bir yerde durmanın tezahüratını yapan Şair Mahmut Aksoy, çağdaş şiirde bazı şairlerin kolay ekmek kazanma yoluna düşerek sınıf borçlusu olduğunu söylüyor. Sınıfını bulamayan şairin bağımsız olması mümkün olmadığından kültür kurbanı şair, toplumu şiiriyle besleyemiyor. Şairin “fastfood şiir”dediği bu akım, tüketildikten sonra kendini yok ediyor. Sınıf savaşı, şairin yakasını şiirlerinde de bırakamıyor:
kalp kapaklarına yoksulluk mühürlenenler
kedere zorunlu çıraktırlar
sınıf atlayamamanın Ece’sidirler Ayhan’ın
gömlek yakalarında geçmişi biriktirenler