Geçmişin Sıcak Eli, Geleceğin Buğulu Fotoğrafı

Geçmiş, toplumsal hafızayı oluşturan anıların kilit altında tutulduğu bir hapishaneye; gelecek ise ütopyanın topraklarında eyersiz atlar misali özgürce dolaştığı, sınırları olmayan o ülkeye benziyor. Ortak anıları istiflediğimiz ve “geçmiş” adını verdiğimiz cezaevinin rutubetli hücrelerinde, yüzleşmeyi ertelediğimiz olumsuzluklar iyice semirmiş, tüm diğer tutsakları haraca bağlamış durumda. “Gelecek” ismini verdiğimiz özgür ülke şimdilik medeniyet, onur, özgürlük ve refahın buğulu bir fotoğrafından ibaret. Geçmişi zihinlerimize kök salmış acılarla kodlarken, geleceği ayakları yere sağlam basan bir ideolojiyle ve kasırgaya direnen mum alevi misali inatçı bir umutla kurguluyoruz.

Geçmiş ve gelecek arasında, bu iki ucu birleştiren, bu iki ucu birbirinden ayıran -dolayısıyla bu iki ucu tanımlayan – ve “bugün” adıyla andığımız yaşayan bir organizma, tek yönlü doğrusal yürüyüşünü sürdürmektedir. Bugün, insanlığın süreğen deviniminin tarlası, atölyesi ve okuludur… Geçmişin bir hapishaneyle, geleceğin ise özgür ülkeyle bağdaştırıldığı düzlemde, bugün, rahatlıkla kamusal ilişkiler ağının örüldüğü sahanın ta kendisine,“kent”e benzetilebilir. Geçmişi doğru bir geleceğe taşımak, geçmişin cezasını doldurmuş mahkûmlarını özgürleştirmek, nihayet kolektif hafızayı özgür ülkeye dönüştürmek, ancak bugünü işlevli kılmakla, doğru kentleri kazanmakla mümkündür.

*

Boş reklam panolarına aşinayız. Kimisinin üzerinde basitçe “Bu alana reklam verebilirsiniz.” yazar, kimisinde Büyük Birader’i hatırlatan devasa bir göz görseli altında “Buraya bakarlar!” ibaresi vardır… Varoluşlarını şereflendirecek bir müşteriden yoksunken bile asli görevlerini ihmal etmeyen araçlardır bunlar. Kendi kendilerinin reklamını yapmaktadırlar! Guy Debort’un “gösteri”sinin (spectacle) müstesna örnekleri olan “kendi kendilerinin reklamıyla vazifelendirilmiş” reklam panoları, kendi kendilerini sakinlerine dayatan, sakinlerini “müşteriliğe” zorlayan- katı – modern zaman kentlerine ne kadar da benziyor!

İktidarlar kentleri, güçlerini topluma dayattıkları gösteri alanlarına dönüştürmeye meyillidir. Şehirlerini tanımlayan özellikler nicel ve nitel açıdan günümüzdekinden uzak da olsa, Eski Mısır’dan Antik Yunan’a, Roma İmparatorluğu’ndan modern cumhuriyetlere,“gösteri devam etmeli”dir, etmektedir de… III. Napolyon Bonapart’ın Paris’i taş üstünde taş bırakmamacasına yıkıp yeniden inşa edişi, Mussolini’nin kadük EUR kenti projesi, Adolf Hitler’in saplantı düzeyindeki Berlin aşkı, Erdoğan’ın İstanbul’u “soylulaştırma” sevdası ve bu şehir üzerindeki “çılgın” tasarrufları, Sisi’nin Kahire’nin yanına yeni bir Kahire inşa etme hayali, diktatörlerin kentlerle olan ilişkilerinin günümüze daha yakın örnekleri… Sıralanan örneklerin her biri kuşkusuz birer gösteridir; ancak hiçbiri eğlence amaçlı değil…

Bonapart, rahatlıkla Ortaçağ sonrası Dünya devrimlerinin Ar-Ge laboratuarı sayılabilecek şehri, Paris’i yeniden inşa ederken, tam da bu realiteyle savaşmaktaydı. Paris’in, halk güçlerinin aşılması imkânsız devrimci barikatlarına ev sahipliği eden ve her biri geniş meydanlara açılan dar sokaklarında kendi sonunu görmüş ve devrim hayaletini bertaraf etmenin yolu olarak, kentlileri dışarıda bırakacak yeni bir kent inşa etme yolunu seçmiştir. “Paris için kendi evini bile yıkan mimar” Baron Georges-Eugène Haussmann’ı şehre vali olarak atamış ve iktidar için kent halkının kontrolünü kolay kılacak ve dev bir finansman gerektirecek olan mimari dönüşümün talimatını vermiştir. Avrupa sosyalizminin yüz akı halk ayaklanmalarına ev sahipliği eden sokakların ve meydanların yerini hızla geniş bulvarlar ve devasa binalar almış, işçi sınıfının banliyölere taşınmasıyla kent merkezi yıllar içinde “soylulaştırılmıştır”.

19. yüzyılın en şanlı devrim deneyimi olan Paris Komünü’nün geçmişini bir hapishaneye benzetebiliriz. Bu hapishanenin rutubetli hücrelerindeki iki mahkûm, Bonapart ve “yeni” başkenti, büyük 1789 Devrimi’nin asil hatıralarını haraca bağlamış durumdaydı. Paris halkı kısa süre için de olsa, kızıl bayrağıyla ve geçmişe uzanan eliyle liberté, égalitéve fraternité’yi özgürleştirmiştir. Paris Komününün geleceğe uzanmış durumdaki diğer eli ise hâlâ orada duruyor: 1917’de yaşanacak Ekim Devrimi’nden Filistin halkının kurtuluş mücadelesine, İspanya iç savaşından 1968 Mayısına, Gezi Parkı’ndan Rojava Kantonu’na “özgür ülkeyi” arayan sayısız direniş cephesi geçmişten uzanan bu elin sıcaklığını hissetmiştir. Komünün tarihsel başarısı ve nihai başarısızlığının nedenleri ise ancak kendi bugününü, kaybedilmiş Paris şehrini ne kadar işlevli kılabildiği sorusuna verilebilecek cevaplar çevresinde aranırsa bulunabilecek cinstendir.

Devrim kısa ömürlü de olsa Bonapart’ın tarih sahnesinden silinmesine aracılık etmiştir. Bonapart’ın şehirle olan savaşı ise, her ne kadar toplumların dizginlenemez devrim arzusuna karşı verilen tüm savaşlar kadar beyhude ve ümitsiz olmuşsa da bugünün neo-liberal hegemonyasına eşi bulunmaz bir miras bırakmıştır: Karşı devrimci kent anlayışı!

Baron Haussmann Paris’ten sonra Osmanlı Sarayı’nın çağrısıyla İstanbul’da incelemelerde bulunmuş, şehrin baştan aşağı yeniden inşası için planlar hazırlamış, ancak bilindiği kadarıyla İmparatorluk finansal yükü karşılayamadığından proje rafa kaldırılmıştır. Bugünün kendisini “Yeni Osmanlı” diye adlandırmayı seven yönetici sınıfı, orijinal Osmanlı’nın İstanbul’u dönüştürme hayalini fazlasıyla sahiplenmiş, egemenliğinin ilk yıllarından itibaren uygulamaya koymuş ve günümüzde de bu uygulamaya hızla devam etmektedir. Türkiye’ye birazdan dönelim, bir parantez açıp kentsel ve ekolojik yağmanın hangi çerçeve içinde değerlendirilmesinin daha doğru olacağını netleştirdikten hemen sonra…

*

Küresel Kapitalist sistem katılaşıyor, ıslak beton misali… Sistemin bulunduğu kabın şeklini almasına olanak veren dönemsel esnekliği azaldıkça, hegemonyanın sıvı hali olan liberal demokrasiler donarak, muhafazakâr, otokrat, faşist yönetimlere evriliyor. Dünya, hâkim güce alternatif ekonomik kutupların belirginleşmesiyle sermaye birikimi döneminden sıcak savaşlar dönemine geçiyor. Bu yöndeki ilerleyiş, dünyanın ezilen sınıflarına, bozulan ekonomiler, toplu hak kayıpları, daha fazla işsizlik, daha fazla yoksulluk, kitlesel göç dalgaları, yükselen ırkçılık, güç kazanan totaliter yönetimler ve doz arttıran devlet şiddeti olarak yansımakta… Küresel Kapitalist sistem katılaşırken, aynen suyun buza dönüşürken yaptığı gibi hacim kazanmakta; nefesimizin, ekmeğimizin ve odamızın bir kısmını daha gasp etmektedir.

Bu dönemsel küresel delirme halinden ülkemizin payına düşen de artık İslamcı-faşizan karakterini gizleme gereği duymayan, kitle tabanını oluşturan topluluğun, toplumun diğer kesimlerine karşı hissettiği olumsuz hisleri canlı tutarak yasallığını sürdüren bir iktidar olmuştur. Yeni devlet elitinin en büyük başarısı kuşkusuz “istikrar” adını verdiği “huzurlu kölelik” gemisini türlü fırtınaya rağmen su üzerinde yüzer halde tutabilmiş olmasıdır. Bu gemiyi su üzerinde tutan faktörler, açıkça belirli bir program dâhilinde yürütülmekte olan İslamlaşmanın toplum üzerindeki uyuşturucu etkileri, bilimsellik dışı ekonomik illüzyonlar, uluslararası ticaret hukukuna aykırı şekillerde petrol zengini İslam ülkelerinden sağlanan, kaynağı ve amacı – güya – belirsiz finansman ve de çoğunlukla kamuya ait kaynakların belli başlı sektörlere “armağan edilmesi” şeklinde vuku bulan sürekli sermaye transferidir. İstanbul başta olmak üzere tüm şehirlere ve kırsala yayılan kentsel ve ekolojik yağma, tamı tamına bu faktörler üzerine oturmakta. Yani mesele gerçekten de “üç beş ağaç meselesi” değil!

*

İstanbul’un fotoğrafı distopik korku filmi afişleri gibi. Kent göğsüne dikine saplanmış bıçaklar gibi görünen dev binalarla kuşatılmış. Çevresindeki yaşamı kurutarak kendisini vazgeçilmez kılan alışveriş merkezleri pıtrak gibi çoğalıyor. Kent merkezi, pek çok tarihi semt ve mahallenin yok edilmesiyle insansız bir vitrine dönüştürülüyor. Şehir, doğu, batı, kuzey ve güney sınırları devasa bütçeli yıkıcı projelerle belirlenmiş,“tehlikeli ve yasak” bir şantiye alanını andırıyor. Peki, bu durum sadece İstanbul için mi geçerli? Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk “kendisini seçtirmiş” Cumhurbaşkanı’nın, bir türlü yasal çerçeveye oturtamadığı gayrimeşru başkanlığını halka dayatmak amacıyla, Ankara’nın sayılı ormanlık alanlarından birini talan ederek yaptırdığı, devasa bir klozeti andıran kaçak saray… Belediye Başkanı’na benzemeye çalışan kötü komedyenin, yine Ankara’nın sayılı ormanlık alanlarından bir diğerini yağmalayarak inşa ettirdiği, hiçbir derde deva olmayan “çıkmaz” otoban… Estetik duygusunu Rum ve Ermeni komşularıyla birlikte “vatandan” kovmuş Anadolu yerleşimlerinin, olmayacak yerlerinden pörtlemiş kanserli tümörleri andıran toplu konutları…  Bir adım daha ötesi de var… Kendi şehirlerine İsrail’in Gazze modelini uygulamaya başlayan, Kürt kentlerindeki direnişi yok etmek adına adım adım kentlerin ta kendisini yok etme aşamasına geçmekte olan bir devlet! Hadi konuyu kentsel mekânla sınırlı tutalım ve binlerce yıldır akan ırmakların ortalama on yıl ömür biçilen verimsiz enerji santrallerinin inşası için kurutulmasından bahsetmeyelim… Kırsalda yaşayan halkın tek geçim kaynağı olan tarım ve hayvancılığın devlet eliyle sabote edilmesinden bahsetmeyelim… Memleketin en güzide köşelerinin, kendi nükleer santrallerini – üstelik olası riskleri bile paylaşmadan – inşa edebilmeleri için uluslararası sermayeye peşkeş çekilmesinden bahsetmeyelim…

*

Tayyip Erdoğan ve AKP’nin demokrasi maskesini bir daha takamayacakları şekilde düşüren 2013 Haziran direnişi, Türkiye’de yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Okumakta olduğunuz derginin bu sayıdaki dosya konusu “kentsel mekân ve direniş” olduğundan, tahmin ediyorum ki biricik Haziran direnişimizle ilgili pek çok güzel yazı okuyacağız. Ben sadece küçük bir şeye dikkat çekmek istiyorum: Evet, Haziran direnişi kent hakkı temelli bir isyandır. Fakat “kent” sadece binalar, sokaklar, parklar ve meydanların toplamından ibaret, durağan ve dışarımızda bir nesne değildir. Kent bugündür ve canlıdır.

Hasan Ferit Gedik, devletin yaşadığı mahallenin başına musallat ettiği arsız uyuşturucu çetesinin tetikçileri tarafından öldürüldü. Bu uyuşturucu çetelerinin, Türkiye solunun işçi sınıfı içerisindeki, mahallelerdeki örgütlü varlığının son kaleleri durumundaki sayılı mahalleyi yozlaştırmak ve örgütlü halk direnişini lümpen tetikçiler aracılığıyla zayıflatmak amacıyla devlet tarafından desteklendiği bilinen bir gerçektir. Bu mahallelerin göze çarpan diğer ortak özelliği ise vampirlerin iştahını kabartacak konumlarına rağmen örgütlü halk direnişi sayesinde henüz kentsel talana maruz bırakılamamış, rant için soylulaştırılamamış olmalarıdır. Özetle Hasan Ferit, hayatı savunmak için kentini savunmuş, kenti ele geçirmek için hayata saldıranlar tarafından öldürülmüştür.

Medeni Yıldırım, çatışmasızlık dönemini Kürt kentlerini dev bir karakola dönüştürmek için fırsat olarak gören devletin yasal kurşunlarıyla öldürüldü. Kürt halkının barış umudunu sömürürken, aynı zamanda kalekol inşaatlarından devşirilecek rantın hesabını yapanlarca öldürüldü… Belki de benzer karakol ve kalekolların inşaatında kendi emeğine yabancılaştırılan Ethem Sarısülük, başkentin göbeğinde devletin yasal kurşunuyla öldürüldü. Medeni ve Ethem, hayatı savunmak için kentini savunmuş, kenti ele geçirmek için hayata saldıranlarca öldürülmüştür.

Ahmet Atakan, Antakya’dan Ankara’ya dost selamını gönderirken, ODTÜ ormanını talan ederek yapılan sekiz şeritli “çıkmaz” otobanın inşasını barışçıl şekilde protesto ederken öldürüldü. Ahmet, hayatı savunmak için kentini savunmuş, kenti ele geçirmek için hayata saldıranlarca öldürülmüştür.

Suruç’ta devletin onayıyla, belli ki saraydaki diktatörün yeni rejimin inşası için gerekli gördüğü bir algı operasyonu kapsamında İslamcı barbarlar tarafından katledilen 33 fidanımız, Kobanê’nin yeniden inşası için kamuoyu oluşturmak, kısa sürede kendi emekleriyle elde ettikleri kısıtlı bütçeyi bu uğurda işlevlendirmek için çıkmışlardı yola. Hayatı kurmak için kenti kurmaya gidiyorlardı, kenti ele geçirmek için hayata saldıranlarca öldürüldüler.

Sıra yine insanlık tarihinin cevaplanması en zor sorusuna geldi: Ne yapmalı?

Hepsinin bugüne uzanmış sıcak eli orada duruyor… O eli tutup anılarını özgürleştireceğiz!