Hemcinsler arasında yaşanan aşk ve arzunun kökleri insanlık tarihinin derinliklerine uzanıyor. Modern anlamıyla aile birimleri kurmadan, anasoylu bir toplumsal düzende yaşayan ilkel komünal toplumlarda hemcinsler arası birliktelikleri kısıtlayacak hiçbir baskı aygıtı bulunmuyordu. Üremeye yönelik olmayan cinselliğe dair önyargı ve yasakların ortaya çıkması, mülkiyet ilişkilerinin ürünü olacaktır.
Eşcinselliğin sınıflı toplumlarda ortaya çıktığı yönündeki popüler söylem, olguları egemenlerin yazılı tarihi üzerinden inceliyor ve ezilenlerin eşcinselliğini böylesi bir tarih okuması üzerinden yorumluyor.
Örneğin D. Perinçek “Eşcinsellik ve Yabancılaşma” isimli kitabının ilkel toplumları incelediği bölümünde[1], bu toplumlarda eşcinselliğin görülmediğini, sınıflı topluma geçilmesiyle birlikte eşcinselliğin de ortaya çıktığını, tarihteki ilk eşcinsel ilişkinin köleler ile köle sahipleri veya soylular arasında yaşandığını öne sürüyor. Yunanistan’daki kent devletlerini yöneten köle sahibi soyluların eşcinsel yönelimlerini, kadınların yurttaşlık haklarından mahrum olmalarına bağlıyor. Devamında eşcinselliğin ortaya çıkmasına köleci sistemin ve cinsler arası eşitsizliğin neden olduğunu öne sürüyor. Köleler ve kadınlar arasında gönüllü eşcinsel ilişkiler var mıydı bilmiyoruz çünkü onların bir resmi tarihi bulunmuyor.
Antik Yunan’da, Roma’da, Emeviler’de, Abbasiler’de ve Osmanlı’da eşcinselliğin sadece yönetici sınıflar arasında görüldüğünü öne süren Perinçek, sınıfsal bir kültür olarak biçimlenen eşcinselliğin “hâkim sınıfın dışına taşarak toplumdaki bütün sınıfların içine yayılmasının” emperyalizm çağına has bir olgu olduğunu iddia ediyor fakat yanılıyor. Osmanlı tarihini biraz araştırınca, eşcinselliğin Perinçek’in iddia ettiği gibi saray kültürüne has bir olgu olmadığı, esnaf örgütlenmesinden medreselere, toplumsal hayatın pek çok alanında izlerinin görüldüğü ortaya çıkıyor.[2]
“Devrimci” homofobinin “eşcinsellik burjuva toplumunun kalıntısıdır” argümanı ise Sosyalist Küba’ya tosluyor. Küba’nın önde gelen LGBT hakları kuruluşu Ulusal Cinsel Eğitim Merkezi’nin 30. yıl dönümünün kutlandığı bu sene, Havana Onur Haftası (Gay Pride) 11. kez gerçekleşecek. Küba’da da bir dönem “burjuva toplumunun kalıntısı” olarak görülen eşcinselliğe bakışın CENESEX’in öncülüğünde devrimci bir şekilde değişmesi, cinsel çeşitliliğin insan doğasının bir parçası olduğunun kabul edilmesini de beraberinde getirdi. Havana’da 2013 yılında düzenlenen Onur Yürüyüşü’nün temel sloganı, çok uzaklardan hepimize sesleniyordu adeta: “Sosyalizme evet, homofobiye hayır!”
Kapitalistleşme ve Eşcinselliğin Tanı(mla)nması
Eşcinsellik, “Devrimci” homofobinin iddia ettiği gibi sınıflı toplumlarda ortaya çıkan bir olgu değil, onun toplumsal ilişkiler içinde yoğrularak aldığı yeni biçimdir. Hemcinsler arasında aşk ve arzu toplum sınıflara bölünmeden önce de vardı, sınıflı toplumlarda da var ve sınıflar ortadan kaldırıldığında da var olacak.
Bu bağlamda hemcinsler arası aşk ve arzunun bir kimlik haline gelirken arkasında bıraktığı kilometre taşları üzerinde durulmaya değer. Cinsel çeşitliliğin büyük ölçüde kısıtlanmadığı ilkel komünal toplumlardan emperyalizm çağına uzanan tarihsel kesit sadece eşcinselliği yasaklama girişimlerine değil, bugünkü modern görünümüyle “LGBT hareketi” dediğimiz hak ve özgürlük mücadelesinin oluşumuna da sahne oldu.
Modern bir kimlik mücadelesi olan LGBT hareketini anlayabilmek için öncelikle modern gey kimliğinin inşa sürecine kısaca göz atmakta fayda var. Israrla vurgulamak gerek: Gey kimliğinin modern bir olgu olduğunu söylemek, eşcinselliğin sınıflı toplumlarla eş zamanlı olarak tarih sahnesine çıktığını, sınıflar ortadan kalkınca eşcinselliğin de ortadan kalkacağını iddia etmek değildir. Bu parantezi kapatabiliriz.
Eşcinselliğin, hemcinsler arası aşkın ve cinselliğin bir kimlik olarak tanımlanması, bunun bir kimlik haline gelmesi, bu kimliğin tanınması ve hakları için bir mücadele verilmesi, 20. yüzyıla özgü bir durumdur. Kapitalizm kırları ve geniş aileyi çözdükçe, kentlerde eşcinselliğin daha rahatça yaşanabileceği koşullar oluşmuş, Batı metropollerinde zamanla “yeraltı” yani gizli bir eşcinsel yaşamı serpilmeye başlamıştır. Sadece zenginlerin değil işçi sınıfına mensup eşcinsellerin de gittiği mekânlar, barlar açılmış, ilk gey gettoları kurulmaya başlamıştır.
Endüstri Devrimi’nden sonra bir yandan eşcinsel kimliğinin oluşmasının şartları oluşurken, bir yandan da eşcinselliğin baskı altına alınması ve “sodomizm” çerçevesinde cezalandırılması gündeme gelmiştir. Üremeye dayalı olmayan cinsellik “doğaya aykırı” denilerek damgalanmış, geyler erkeklik normlarının, lezbiyenler kadınlık normlarının, translar ise her ikisinin de dışına çıktıkları için “sapkın” olarak yaftalanmıştır.
Bir yandan modern gey kimliği oluşur, gey varoluşu kamusal alanda görünür olurken, hemcinsler arasındaki ilişkiye yönelik önyargılar ve düşmanlık da yeniden şekillenerek kapitalizme entegre olmaya başlamıştır. Homofobi, gündelik tezahürlerinin çok ötesinde, eşcinsellere yönelik tarihsel düşmanlığın egemen sınıfın ihtiyaçları ile örtüştüğü, tarihsel bir olgudur. Modern gey kimliği gibi, homofobi de tarihseldir. Örneğin Ortaçağ’da sodomiye yönelik nefreti “homofobi” olarak tanımlamak bu yüzden mümkün değildir. Ortaçağ’da günah sayılan sodomi, Avrupa’da kapitalizmin/ulus-devletlerin inşasıyla birlikte modern ceza kanunlarında suç olarak tanımlanmıştır. Bir cinsel davranışın belirli bir kimlikle özdeşleşmesiyle beraber sodomi yasağı fiilen eşcinsellik yasağına dönüşmüştür. Dolayısıyla homofobi salt bir cinsel davranışa değil bir kimliğe yöneliktir.
Modern gey kimliğinin oluşumunda hemcinsler arası aşk ve arzunun tanımlanması, bir sözcükle ifade edilmesi önemli bir dönüm noktasıdır. Örneğin Antik Yunan’da hemcinsleri ile birlikte olan yurttaş erkekler eşcinselliğe göndermede bulunan özel bir tanımın çerçevesine sokulmamıştır; bir anlamda eşcinsellik tanımlanmamıştır. Dolayısıyla Antik Yunan’da bir eşcinsel kimliğinden söz etmek mümkün değildir.
Hastalıktan Kimliğe Modern Gey Varoluşu
Macar bir yazar olan Károly Mária Kertbeny, “homoseksüel” kelimesini 1868 yılında ilk kez kullanan kişidir. O dönem eşcinsellik Prusya kanunlarına göre “sapkınlık” sayıldığı için Kertbeny gey haklarını savunan isimsiz broşürler yayınlamıştır. Aynı yıllarda yazar, tarihte bilinen ilk gey hakları savunucusu Avusturyalı Karl Heinrich Ulrichs’le mektuplaşmaya başlamıştır.
Ancak bu girişimler 1886 yılında seksolog Richard von Krafft-Ebing’in Psychopathia Sexualis adlı kitabında üremeyle sonuçlanmayan cinsel davranışları “cinsel sapkınlık” olarak tanımlamasının önüne geçememiştir ve yaklaşık yüz yıl boyunca tıbbi çevreler eşcinselliği hastalık olarak tanımlayabilmiştir. Cinsel çeşitliliğin karmaşık ve dinamik yapısını ortaya koyan Alfred Kinsey’le, Masters ve Johnson’la ve Hite Raporu’yla ancak 1960’larda başlayan “Cinsel Devrim”in modern LGBT hareketinin doğuşunu öncelemesi ise rastlantı değildir.
Cinsel Devrim’in ve erken dönem LGBT hareketinin çabalarının da etkisiyle, Amerikan Psikiyatri Kurumu eşcinselliği 1973’te “Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı”ndan çıkartmıştır. Amerikan Psikologlar Birliği 1975’te aynı pozisyonu benimsemiştir. Dünya Sağlık Örgütü ise ruh hastalığı olarak sınıflandırdığı eşcinselliği ancak 17 Mayıs 1990’daki 43. Dünya Sağlık Kongresi’nde hastalık tanımından çıkarmıştır. Aynı dinamikler reel sosyalist kampta da homofobinin meşruiyetini sınırlandırmıştır. Sosyalizmin belki de en ileri örneği olan Doğu Almanya Demokratik Cumhuriyet’inde 1987 yılında yürürlükte olan yasalar, “Eşcinsellik, heteroseksüellik gibi, bir cinsel davranış varyantını temsil eder. Bu nedenle eşcinseller sosyalist toplumun dışında durmazlar ve sivil haklar bütün diğer vatandaşlar için olduğu gibi, onlar için de güvence altına alınmıştır” demektedir.[3]
Türkiye’deki tıbbi otoriteler neyse ki bu genel eğilimin dışında kalmamıştır. Eski Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Aliye Kavaf’ın 2010 yılında verdiği bir röportajında “Eşcinselliğin biyolojik bir bozukluk, bir hastalık olduğuna inanıyorum” demesi üzerine Türk Psikologlar Derneği ile Cinsel Eğitim Tedavi ve Araştırma Derneği “Eşcinsellik hastalık değildir” başlıklı ortak bir basın açıklaması yayınlamışlardır.[4] Açıklamanın püf noktasını oluşturan, “Eşcinsellik, biseksüellik ve heteroseksüellik gibi insanda tanımlanan üç yönelimden biridir. Her şeyden önce bir hastalık değil yönelim farklılığıdır. Eşcinselliğin bir hastalık olduğu yaklaşımı 40 yıl önce terk edilmiş ve psikiyatrik hastalık tanı listelerinden çıkarılmıştır” ifadeleri Türkiye’deki LGBT toplumu için önemli bir kazanımı temsil etmektedir.
“Hastalıktan kimliğe” eşcinselliğin tanımlanmasındaki bu keskin gibi görünen virajlar on yıllara yayılan mücadelenin ve savaşımın ürünüdür. Gey kimliğinin inşa süreci, aynı zamanda LGBT hareketinin inşa sürecidir. LGBT hareketinin tarih sahnesine çıkmasında katalizör işlevi gören bir diğer toplumsal güç, kapitalist ülkelerin merkezlerini kasıp kavuran 1968 hareketidir.
Bundan tam 49 yıl önce 28 Haziran günü, ABD’nin New York kentinde bulunan Stonewall isimli mekâna yönelik süreklileşen polis baskısı, tarihteki ilk büyük eşcinsel ayaklanmasının fitilini ateşledi. Eşcinsellerin uğrak yeri olan Stonewall’un önünde toplanan kalabalık, polise direnmek pahasına eylemlerini günlerce sürdürdü. Direnişi takip eden günlerde, ismi Vietnam Ulusal Kurtuluş Cephesi’nden esinlenilen “Gey Kurtuluş Cephesi” (GLF) kuruldu. GLF sadece homofobiye değil ırkçılığa, Vietnam işgaline ve kapitalizme karşı olduğunu da duyurdu. Bir sene sonra Los Angeles ve New York şehirlerinde ayaklanmanın yıldönümü vesilesiyle ilk Onur Yürüyüşleri düzenlendi. Onur Yürüyüşleri süreç içinde Avrupa’ya yayıldı, zamanla daha geniş bir zamana yayılan etkinliklerden oluşan Onur Haftası’na evrildi. Merkez kapitalist ülkelerde LGBT örgütlerinin yaşadığı muazzam politik dönüşüm ve gerileme ise ancak başka bir yazının konusu olabilir.
Gey kimliğinin inşa süreci, bugün LGBT/LGBTİ/LGBTİ+ olarak ifade edilen kimlikler kümesinin ortaya çıkma sürecinin ilk halkasıdır denilebilir. 1970’ler aynı zamanda ikinci feminist dalgaya tekabül eder. Bu iki dinamiğin ortak paydaları, erkek egemen ve heteroseksist düzenden mustarip olan toplumsal kesimlerin sorun ve taleplerini gündeme getirmeleridir. Gerçi LGBT hareketi başlarda bir erkek eşcinseller hareketiydi ve bu kadın hareketiyle ilişkisini sınırlayan bir özellikti. Zamanla kadın hareketinin de etkisiyle eşcinsel kadınların görünürlüğü arttıkça, iki hareket arasındaki geçişkenlik de arttı. Modern lezbiyen kimliğinin doğuşunun arka planında kadın hareketiyle gey hareketinin bu ittifakı yatar.
Hareketin gey ve lezbiyenlerden oluşan bileşimine transların da katılmasıyla, cinsel yönelim odaklı taleplere cinsiyet kimliği odaklı taleplerin eklenmesini beraberinde getirdi. Cinsel çeşitliliğin zengin doğasına yönelik tartışmalar derinleştikçe, görünürlük arttıkça ve eylemler kitleselleştikçe daha önce cinsel özgürlük hareketinde yer almamış unsurlar da mücadeleye katıldı. Öyle ki, heteroseksizmin dışladığı cinsel kimliklerin baş harflerinden oluşturulan kısaltma yakında alfabedeki tüm harfleri kapsayacak gibi görünüyor. Kendisini bu harf cümbüşünden çıkarıp “kuir” olarak tanımlayan aktivistlerin sayısı her geçen gün artıyor.
Denilebilir ki, gey kimliğinin inşa süreci “kuir”in, yani kimliksizliğin inşa sürecinin ilk adımıdır.
Tanınmanın Ötesi: Kimliksizleşme
Görüldüğü üzere belirli tarihsel koşullarda ve belirli toplumsal dinamiklerin etkisiyle şekillenen cinsel kimlikler tarih-üstü ve mekânsız değildir. İnsanlık tarihinin en uzun bölümünde, ilkel komünal toplumlarda cinsel kimlikler tanımlanmamış ve büyük ölçüde özgür bırakılmıştır. Kabaca son 300 yılı kapitalizmin belirlenimi altında geçen birkaç bin yıllık sınıflı toplum döneminin büyük bölümünde cinsel kimlikler tanımlanmamış ancak hemcinsler arası cinselliğe yönelik önyargılar tek tanrılı dinlerin ortaya çıkışıyla yaygınlık kazanmıştır. Son 100 yılımız ise homofobinin kurumsallaştığı, heteroseksizmin bir sistem haline geldiği, nefret cinayetlerinin sonunun gelmediği belki de en karanlık dönemdir. Görülüyor ki sınıflı toplumlarda ortaya çıkan eşcinsellik değil eşcinsellere yönelik düşmanlıktır.
Diğer taraftan LGBT hareketi tam da bu dönemde tarih sahnesine çıkmıştır ve tüm dünyada kısa süreli gerilemelere karşın güçlenmektedir. Yok sayılan ve bastırılan kimliklerin kendilerini ifade edebilmelerine olanak tanıyan kimlik hareketleri, pek çok ülkede yasal tanınma ve belirli yurttaşlık haklarını kazanmış durumda. Bu tür kazanımlarla yetinmeyen bazı grupların politik tahayyülü, toplumsal cinsiyet rejiminin tasfiyesine ve “kimliksizleşme”ye doğru uzanmaktadır.
Toplumsal cinsiyet, kadın/erkek dikotomisi üzerinde yükselir. Kadınlığı ve erkekliği kendi içinde homojenize eden, kadın ve erkeklerin sırtına standart davranış, giyinme ve konuşma kalıpları yükleyen toplumsal cinsiyet rejimi tasfiye edilmeden gerçek bir cinsel özgürleşmeden söz edilemez. Toplumsal cinsiyet rollerinin yerine, cinsiyete ve insanın doğuştan getirdiği hiçbir özelliğe atıf yapmayan, insanın üretici ve yaratıcı yönlerine odaklanırken onu hiçbir kimliğe hapsetmeyen bir yurttaşlık bilinci konulmalıdır. Toplumsal cinsiyetin tasfiyesi aynı zamanda “cinsiyetsiz toplum”un da inşa sürecidir. Cinsiyetsiz toplum kavramıyla kastedilen, toplumsal cinsiyetin tasfiyesiyle birlikte biyolojik cinsiyetin de önemsizleştiği, kadın/erkek dikotomisinin aşıldığı, tüm toplumsal cinsiyet rollerinin ve kalıplarının yerini eşitsizlik üretmeyen kişisel farklılık ve benzerliklere bıraktığı bir toplumsal düzendir.
Diğer taraftan, toplumsal cinsiyet rollerinin, ikili cinsiyet rejiminin ve cinsel çeşitlilik üzerindeki sınırlandırıcı tüm yasakların ortadan kalktığı yeni bir toplumsal düzenin inşası, bu mekanizmaları yeniden üreten sistemin de tasfiye edilmesini gerektirmektedir. Cinsiyetsiz bir toplum, ancak sınıfsız bir toplum kurma mücadelesinin parçası olabildiği ölçüde başarıya ulaşabilir.
Kapitalizmi karakterize eden şey üzerinde yükseldiği çelişkilerdir. Merkezinde üretimin toplumsal karakteri ile üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet arasındaki antagonizmanın durduğu bu çelişkilerin bir boyutunu da kimlikler oluşturuyor. Nasıl ki kapitalizm modern sınıfları tarih sahnesine çıkartarak sınıfsız bir toplumsal düzenin alt-yapısın oluşturuyorsa, modern cinsel kimlikleri yaratarak da cinsiyetsiz/kimliksiz bir toplumsal düzenin mümkün ve elzem olduğunu gösteriyor. Nasıl ki proletarya meta ekonomisinin mezar kazıcısı ise, modern cinsel kimlikler de heteroseksizmin mezar kazıcısıdır. Sınıfsız ve cinsiyetsiz bir toplum, ancak kapitalizmin ve heteroseksizmin aşılmasıyla kurulabilir.
DİPNOTLAR
[1] Doğu Perinçek, Eşcinsellik ve Yabancılaşma, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2000.
[2] “Gayler eskiden esnaftan sayılır ve padişahın huzurunda yapılan resmi geçitlere bile katılırlardı”, Murat Bardakçı, 27 Ağustos 2006, Hürriyet.
[3] Cem Öztürk, “Geçmişi bugünle yargılamak: Sovyetler ve eşcinsellik”, soL Haber Portalı, 9 Mart 2018.
[4] Açıklamanın tam metni: http://www.cetad.org.tr/cetaddata/userfiles/file/escinsellikhastalikdegil_basin_aciklamasi_mart2010.pdf Son erişim 24.04.2018