Gezi Direnişi üzerine yazılabilecek yeni bir şeyler kaldı mı emin değilim… Direnişin kendisi ne kadar iştahlı ve yaratıcı geliştiyse, Direniş üzerine yazılanlar da bir o kadar kabarık bir yekûn oluşturdu. Bir ay önce BirGün Kitap Eki’nde yer alan bir araştırmaya göre, Gezi Direnişi üzerine ilk dört ayda tam 42 kitap yayınlanmış.[1] Aradan geçen zamanda bu sayıya yenileri de eklendi. Direnişin parçası olanlar, o güne kadar bilip öğrendikleriyle, o günlerde görüp yaşadıklarını yazılarda buluşturarak daha şimdiden oldukça hacimli bir kitaplığın oluşmasına katkı sundular.
Yayınlanan onlarca kitabın yanı sıra ülkede yayınlanan neredeyse tüm gazete ve dergilerde yer alan “Gezi Direnişi” dosyaları da hesaba katılınca direnişi yorumlamak üzerine harcanan fikri emeğin boyutları ve değeri daha iyi anlaşılabilir. Bu yoğun fikri faaliyet, farklı veçheleriyle direnişin ortaya çıkmasının nedenlerini, hareketin kendine özgü dinamiklerini, benzerlerinden ayrıştığı yönlerini, direnişe katılan kesimlerin sınıfsal karakterlerini, direnişin siyasal içerimlerini, sosyal ve kültürel boyutlarını, direnişin sanatını ve mizahını ve elbette direnişten çıkartılacak dersleri detaylı biçimde ortaya döktü.
Direniş o denli görkemli ve heterojen bir kalabalıktı ki, herkes gözlerinin aradığını bir biçimde orada gördü. Sosyalistler komünü, anarşistler kaosu, sendikacılar sınıfı, illegaller radikalizmi, taraftarlar forma aşkını, sanatçılar yaratıcılığı, sokak çocukları ilgiyi, Devrimci Müslümanlar hidayeti, hayran grupları sanatçıları, ulusalcılar Kuva-yı Milliye ruhunu, yalnızlar dayanışmayı, anneler çocuklarını, yaşlılar gençliklerini, gençler yalnız olmadıklarını gördü meydanlarda…
Geçmiş bilgi ve deneyimlerimizin ürünü olan içgüdülerimiz, yaşadığımız bu yeni süreci anlamlandırabilmek ve tarih içerisinde bir yere oturtabilmek için kaçınılmaz olarak daha önceki toplumsal mücadelelerle benzerlikler kurmaya yöneltti. Kimileri 1848 Devrimlerine benzetti Gezi’yi (Cihan Tuğal), kimileri Paris Komünü’ne (Mustafa Sönmez). 1905 Devrimi’ne benzeten de oldu (Serhat Nigiz), 1968 Ayaklanmalarına benzeten de (Ayşe Hür). Kimileri için 2000’lerin başındaki Küreselleşme Karşıtı Hareketin geç kalmış bir uğrağıydı Gezi (Semih Gümüş), kimileri içinse Sosyal Forumların yerelleşmiş bir örneği (Bülent Uyguner). Bazılarına göre Gezi’yi anlamak için İspanya’daki Öfkeliler(Indignados) veya Amerika’daki İşgal Et (Occupy) Hareketlerine bakmalıydı (Yavuz Yıldırım), bazılarına göreyse Arap Baharını anlamadan Gezi de anlaşılamazdı (Michael Löwy). Yerel örneklere de başvuruldu çoğu kez, 15-16 Haziran Direnişinden (Kani Beko) 1989 Bahar Eylemlerine (Akdoğan Özkan), Fatsa’dan ODTÜ-ÖTK’ya (Alper Taş), Büyük Madenci Yürüyüşünden Tekel Direnişine (Funda Başaran), Koordinasyon Sürecinden (Tanıl Bora) Cumhuriyet Mitinglerine (Tuncay Özkan) kadar akla gelebilecek her türden kitlesel eylemle karşılaştırıldı Gezi Direnişi.
Bütün bu karşılaştırmaların her biri en az diğerleri kadar haklıdır aslında… Dünyanın hangi coğrafyasında, hangi tarihte yaşanırsa yaşansın, her direnişin bir sonrakinde esini ve izi vardır. Eşitlik, özgürlük ve barış talebi kalabalıkların zaman ve mekân aşırı kafiyesidir, insanları birbiriyle benzeştirip, yakınlaştırır. Gezi Direnişi nasıl ki hemen sonrasındaki Brezilya ve İtalya’da başlayan eylemlere ilham verdiyse, bundan sonra ülkemizde yaşanacak her türden direniş için de mihenk taşı olacaktır.
Direnişin Günah Keçileri: Sendikalar
Bugüne kadar yazılıp çizilenlerden anlaşılabileceği üzere, herkesin üzerinde ortaklaşabileceği bir Gezi Direnişinden bahsetmek mümkün görünmüyor. Direniş boyunca kaybettiğimiz isimlerin acıları ve yaşadığımız heyecan hepimizi ortaklaştırsa da Türkiye’de her örgütün, her siyasal oluşumun, her bireyin, hatta her ilin kendine özgü bir Gezi Direnişi tarihi olduğunu söylemek mümkündür. Tüm bu farklılaşma içerisinde Direnişe ilişkin değerlendirmelerde her kesimin üzerinde ortaklaştığı ender konulardan bir tanesi “Sendikaların bu süreçte üzerine düşeni yapmadıkları” tespiti oldu. Mücadelenin aktif unsuru olarak meydanlarda/çatışmalarda yer alanlardan çok, meydana çıkamamanın eksikliğini hissedenlerin dillendirdiği bu söylem sosyal medyada da yaygınlık kazandı. İlginç olan o ki, direnişin sıcak günlerinde oldukça dolaşımda olan bu tespit, direniş sonrasında yapılan siyasal analizlerde o kadar da yer bulmadı.[2]
Sendikalara yönelik “pasiflik” eleştirisinin iki yönü olduğu söylenebilir. İlki, direnişin “merkezi aklının” yaratılarak eşgüdümün sağlanması yolundaki talep; ikicisi ise, çatışma alanlarının ve zamanlarının dışındaki hayatın olağan akışının bozulmasını sağlayacak kitlesel bir mobilizasyonun yaratılması talebi. Bu noktadan bakıldığında, ülkemizde Gezi Direnişinde ortaya çıkan toplam toplumsal enerjiyi yönlendirecek herhangi bir sendikal gücün olmaması gerçeği bir yana, “bu görevlerin sendikalar da mı olması gerektiği” sorusu oldukça meşrudur.
Gezi Parkı’nda ağaçların sökülmesiyle başlayan direniş, Türkiye tarihinin en büyük toplumsal kalkışmalarından birine dönüştü ve bu dönüşüm bildiğimiz yol ve yöntemlerle olmadı. İçinde siyasi partilerden sol örgütlere, sivil toplum kuruluşlarından taraftar gruplarına, öğrencilerden işçilere, işsizlerden sanatçılara ve sayılamayacak kadar farklı toplumsal kesimden insanı barındıran hareket, kendisini oluşturan herhangi bir kesimin iradesine indirgenemeyecek kadar çoğul bir karakter taşıyordu. Dolayısıyla onu oluşturan herhangi bir unsurun, topyekûn olarak direnişi kapsaması zaten mümkün değildi.[3] Direnişin bu kadar sarsıcı etki yaratması ve hepimizi heyecanlandırması da zaten bu potansiyelinden kaynaklanıyordu.
Kabul edelim ki Gezi Direnişi şayet Türkiye’de alışılageldik muhalefet kalıpları dahilinde sendikaların ve siyasi partilerin kontrolünde gelişseydi, en fazla bir ay önceki 1 Mayıs eyleminin yarattığı etkinlik düzeyinde kalırdı. Tertip komitesinin ikametgah ilmühaberlerine kadar tüm şecerelerinin polis tarafından kontrol edildiği, kortej sıralamasının belli olduğu, atılacak sloganlardan, taşınacak pankartlara kadar her şeyin tespit edildiği, konuşmalarla başlayıp konserle son erecek bir “muhalefet etkinliğinden” bir Gezi Direnişi çıkmayacağını tahmin etmek zor değil.[4] Gezi Direnişi, alışılageldik toplumsal muhalefet tarzının dışına taştığı için ve taştığı oranda başarılı olabilmiştir.[5]
Genel çerçeveden bakıldığında sendika ve kitle örgütlerinin Gezi Direnişinin gidişatı üzerinde sanıldığından çok daha etkili olduğu söylenebilir. Direnişin fitilini ateşleyen ve daha sonraki sürecin meşru önderliği olarak öne çıkan “Taksim Dayanışması”, örneğine pek çok kez rastladığımız “sorun temelli” bir araya gelişlerden biridir.[6] TMMOB’ye bağlı odaların İstanbul’da bulunan şehircilikle ilgili şubelerinin önü çekmesiyle oluşturulan Taksim Dayanışması[7], hem İstanbul’da yürütülen mücadelenin birbirinden farklı bileşenleri arsındaki fiili dengeyi sağlayarak, hem de Hükümetle yürütülen müzakerelerde üstlendiği tutumla Gezi Direnişinin mümkün olduğunca sürdürülebilir olmasında büyük bir rol oynamıştır.
Taksim Dayanışmasının bu fiili-meşru ama aynı zamanda belirli bir merkezi olmayan önderliği, AKP Hükümeti’nin alışageldik kontr-politikalarının da uzun süre devre dışı kalmasına neden olmuştur. İktidarı boyunca kendisinin kontrolünde olmayan hiçbir toplumsal aktörle bir araya gelmeyen AKP, Taksim Dayanışmasını direnişin meşru temsilcisi olduğunu kabul edip etmeme konusunda tereddüt yaşamıştır. Direnişin ilk haftasında Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç düzeyinde görüşülmüş, ardından bu görüşme hiç olmamış gibi Başbakan farklı sanatçılarla süreci devam ettirmek istemiştir. Fakat yaratılan toplumsal baskıyla, zoraki de olsa Başbakan da Taksim Dayanışması üyeleriyle görüşmek durumunda kalmıştır. Başbakan tarafından muhatap kabul edilmenin Taksim Dayanışması bileşenlerine maliyeti, “Suç Örgütü Yöneticiliği” suçlamasıyla yargılanmak olmuştur.
DİSK, KESK, TMMOB, TTB, TDHB gibi emek ve meslek örgütleri, Taksim Dayanışması çatısı altında sürdürdükleri militan siyaset çizgisiyle geniş kitleleri yönlendirmekte ne kadar başarılı oldularsa, bu örgütsel yapıları içerisinde üyelerini seferber etme konusunda o kadar başarısızdılar. Direnişin sokak çatışmalarına dönüştüğü günden itibaren geniş kesimlerin sendikalardan beklentisi, “Genel Grev” çağrısı yapılarak eyleme desteğin en aktif biçimde gösterilmesi şeklinde ortaya çıkmıştır.[8]
Sendikaların bu beklentiye cevap verebilmek için düzenledikleri eylemleri ilki KESK tarafından “insanca yaşam, güvenceli iş ve ücret” başlığıyla daha önceden planlanan 5 Haziran tarihli İş Bırakma Eylemi, ikincisi ise Gezi Parkı’na müdahale sonrasında 17 Haziran tarihli DİSK, KESK, TMMOB, TTB, TDHB’nin ortak eylemi olmuştur.[9] Üye sayılarının toplamı 1 milyonu bulan beş örgütün çağrıcısı olduğu her iki eylem de hem kitlesellik hem de sosyal etki açısından oldukça başarısız olmuştur. Zira kim tarafından düzenlenirse düzenlensin, kendine has bir işleyişi, karakteri ve yaratıcılığı olan toplumsal direniş hareketinin doğal akışına uymayan zoraki ve ezberci eylemlerin, o direnişi farklı bir düzeye sıçratmasını beklemek mümkün değildir.[10]
Türkiye’nin toplumsal mücadeleler tarihinde kendine özgü yerleri olan tüm eylem süreçleri, kendi doğal hareket zemininde ve mücadele dinamikleri üzerinde gelişmiştir. TÖS’ün 1969 yılında düzenlediği Büyük Öğretmen Boykotu, DİSK’in başını çektiği 15-16 Haziran olayları, TMMOB’nin 19 Eylül 1979 tarihli iş bırakma eylemi, Türk-İş’e bağlı sendikaların 1989 Bahar Eylemleri, 4-8 Ocak 1991 tarihli Büyük Madenci Yürüyüşü ve KESK’in 16-17 Haziran 1995 ve 4-5 Mart 1998 tarihli Kızılay direnişleri kendilerine özgü tarihsel süreçlerin ve mücadele pratiklerinin ürünüdür.
Gezi Sonrasında Sendikalar
Gezi Direnişi gibi geniş çaplı toplumsal olaylar, güncel pratik sonuçlarıyla olduğu kadar uzun döneme yansıyan sonuçlarıyla da toplumsal gelişime etki ederler. Dolayısıyla hareketin hemen ardından yapılan “toplam bakiye” çıkarmaya yönelik her türden erken yanıltıcıdır. Yengi-yenilgi hesabıyla yapılan değerlendirmeler, 15-16 Haziran Olaylarının işçi sınıfının sosyalist hareket içerisindeki ideolojik ve fiili rolü konusundaki çığır açıcı etkisini göremez. Benzer biçimde 1989 Bahar Eylemlerinin 12 Eylül Karanlığının yırtılmasındaki payını ya da KESK’in 90’lı yıllar boyunca yürüttüğü militan sokak mücadelesinin solun partileşme sürecine katkılarını tespit etmekte eksik kalacaktır.
Gezi Direnişi’nin de Türkiye’deki toplumsal muhalefetin şekillenmesinde, solun farklı kesimlerinin hem ideolojik hem de örgütsel olarak yeniden harmanlanarak saflaşmasında uzun dönemli etkileri olacağını söylemek mümkündür. Bunun emareleri şimdiden ortaya çıkmaya başlamıştır.[11] Sendika ve diğer kitle örgütleri de bu etkiden payına düşeni alacaktır.
Türkiye’de sendikaların hem kendi üyeleriyle hem de genel anlamda toplumsal muhalefetle kurduğu ilişkilerde pek çok eksik ve yanlış bulunmaktadır. Bu eksik ve yanlışlar Gezi Direnişi ile başlamasa da, bu süreçte daha belirgin biçimde ortaya serilmiştir. Solun tüm diğer unsurları gibi sendika ve kitle örgütleri de önümüzdeki dönemi Gezi Direnişinin ışığında kendi zaaflarından arınarak yenilenme süreci olarak değerlendirmek zorundadır. Yıllardır çeşitli ortamlarda dile getirilen “Sendikal Hareketin Krizi” tespiti, kimseye görev ve sorumluluk biçmeyen içeriğinden arındırılarak, çözüme dönük ilk adım haline dönüştürülmelidir. Çünkü artık bu sorun sendikalar için hayati bir mesele haline dönüşmüştür.
2013 yılı Temmuz ayında, SGK verileri dikkate alınarak açıklanan sendikalılık oranı yüzde 8,88’e gerilemiş durumdadır. Sendika yasasında yapılan değişiklikler sonucunda halen % 1 olan işkolu barajını aşarak toplu sözleşme yapma hakkına sahip sendika sayısı sadece 44’tür. Söz konusu işkolu barajı 2016 yılında % 2’ye, 2018’de ise yüzde 3’e çıktığında pek çok sendika toplu iş sözleşmesi imzalayamaz hale gelerek fiilen işlevsizleşecektir.
Sendikaların, üyeleriyle kurduğu tek taraflı ve üretkenlikten çok uzak ilişkilerini, yenilikçi dönüşümlere ket vuran delege/seçim sistemlerini, yönetimlerinin hantal/bürokratik işleyişlerini ve belki de en önemlisi kendi yapılarını mutlaklaştıran örgüt anlayışlarını değiştirmeden, güvencesiz çalışanları da içerecek ortak örgütsel yapıları inşa etmeden bu süreci kendi lehlerine çevirme şansı yoktur.
Sendikal hareketin yeniden yapılanma sürecinin örgütlenmesinde sosyalistler de üzerine düşen görevleri eksiksiz biçimde yerine getirmekle yükümlüdür. AKP Hükümeti, sınırlarının kendinin belirlediği dikotomik kategorilerle toplumu ayrıştırmaya ve yeniden tanzim etmeye çalışmaktadır. İşsizi işçiye, esnafı memura, hastayı hekime, teknikeri mühendise, tahsilsizi tahsilliye karşı kışkırtarak kalabalık baskısına dayalı tehdit rejimi inşa edilmektedir. Gezi Direnişi sırasında da “%50” ve “Sandık” gibi atıflarla altı çizilen bu anlayış “demokrasinin” üstünlüğünden ziyade “demografinin” üstünlüğü siyaseti haline dönüşmüştür. Solun, kalabalık olanı örgütleyecek yeni örgütsel tarzları ve siyaset programı geliştirmeden AKP’nin bu “DemoGratik” baskısının üstesinden gelmesi mümkün değildir.
DİPNOTLAR
[1] Sanem Yardımcı, “Gezi Kitapları”, BirGün Kitap Eki, 5 Ekim 2013, ss 10-11
[2] Bu ilginç durum, Gezi Direnişinde sendikaların rolünün tartışılması açısından elverişli bir başlangıç olduğu kadar Türkiye Siyasetinde sendikalara biçilen siyaset dışı rol açısından da oldukça önemli bir çıkarım. Her türden gündelik muhalefet pratiğinde gözü ilk olarak sendikaları arayan sol, konu siyasal yönelim belirlemeye geldiğinde sendikaları ve diğer kitlesel öz örgütlenmeleri analiz dışında bırakmayı tercih etmektedir. Bu durum, devrimci-sosyalist hareketin örgütlü kesimlerle kurduğu siyasal bağın zafiyeti açısından da önemli bir ipucu sayılmalıdır.
[3] Gezi Direnişine katılanları yönlendirme açısından en somut girişim, sıcak çatışmaların sona ermesinden çok sonra direnişte yer alan “Ulusalcı” kesimlerin düzenlediği “Gazdan Adam” festivali olmuştur. Direnişin çoğul karakterini kapsamasa da, Gezi sonrasındaki politik kümelenmenin şekillenmesinde önemli bir adım olmuştur.
[4] 1 Haziran 2013 tarihinde Ankara’da on binlerce kişi dört ayrı koldan Kızılay’a çıkmaya çalışırken, polis amirlerinin kitlelerin önünde yer alanlardan irtibat kurabilecek hiç kimseyi bulamaması nedeniyle yaşadıkları şaşkınlık ve çaresizlik telsiz konuşmalarına bile yansımıştır. Söz konusu güne ait telsiz konuşmaları için bkz.http://www.muhalefet.org/haber-ethemin-vuruldugu-gunun-telsiz-kayitlari-aciklandi-12-6856.aspx
[5] Bunu söylüyor olmak, yıllardır alanlarda militan mücadele veren sendikal yapılara ve diğer sol örgütlenmelere haksızlık etmek anlamına gelmez. Bilakis Gezi Direnişi, sokaklarda verilen militan mücadelenin önemini bir kez daha kanıtlamıştır.
[6] Merkeze alınan sorunun içeriğine uygun biçimde şehirde etkin olan emek ve meslek örgütlerinin konuya ilgi gösteren kitle örgütleri ve siyasi partilerle oluşturdukları bu tarz yapılar özellikle 1990’lı yıllardan itibaren sendika ve meslek odalarının temel çalışma tarzlarından birisi olmuştur. Demokrasi Platformu, Özelleştirme Karşıtı Platform, Nükleer Karşıtı Platform, Çevre Platformu vb…
[7] 128 kurumun içinde yer aldığı Taksim Dayanışması’na ilişkin bilgi ve belgeler için bkz: www.taksimdayanisma.org
[8] Rusya’da 1905 Devrimi’nde, Fransa’da ise 1968 Ayaklanmaları sırasında en karakteristik örneklerini gördüğümüz “Genel Grev”, sendikal ve ekonomik yanından çok siyasal yanıyla öne çıkan radikal bir eylem biçimidir. Genel Grev bir kez yürürlüğe girdikten sonra hayatın olağan akışının aynı biçimde sürdürülemeyeceği köklü bir kopuş momentine işaret eder ve zaten bu yüzden de kanunen yasaktır. Türkiye’de ise her önemli toplumsal olayın bir sonraki adımının “Genel Grev” olması gerektiği yolunda bir yanlış anlayış ve alışkanlık vardır.
[9] Birkaç yıl öncesinde Türk-İş’in içinde bir umut olarak ortaya çıkan Sendikal Güçbirliği Platformu’nun önünü çeken Tez Koop İş, Tek Gıda İş, Hava İş Sendikalarının AKP Hükümeti’nin müdahaleleri sonucu içinde düştükleri örgütsel sorunlar, platformun hem Türk-İş içerisinden hem de Gezi Direnişi sürecinde etkin bir rol oynamasına engel olmuştur.
[10] Gezi Direnişine kadar 10 yılı aşan iktidar dönemi boyunca AKP’ye karşı yükseltilen toplumsal muhalefetin en önemli unsurlarının, burada ismi geçen emek ve meslek örgütleri olduğunun altını çizmek gerekir. Özellikle AKP’nin sokakta ve sandıkta en güçlü olduğu dönemlerde, Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) Yasası Karşısında yürütülen militan mücadele ve Tekel Direnişi eylemleri o dönemde AKP’yi oldukça zor durumlarda bırakmıştır.
[11] Gazdan Adam Festivali, Türk Bayrağı açılımı, 29 Ekim Cumhuriyet Buluşması gibi adımlar TKP’nin sosyalist solla arasındaki mesafenin arasının açılarak, ulusalcılarla daha sıkı işbirliği içerisinde olacağı bir döneme girdiğinin açık göstergesidir.