Gılgamış’ın Yolculuğu: Tutunamayanlar’ı Metafizik Bir Roman Olarak Okumak

Her ayrılığın ötesinde ol
Sönüp giden bir kış gibi arkanda kalsın her veda
Çünkü kışlar arasında öyle bir kış var ki
Yüreğini alt edip sonsuza dek sürecek.

Orfeus’a Soneler
Rainer Maria Rilke

Türk romanının kilometre taşlarından biri sayılan Tutunamayanlar, hem kullandığı dilsel araçlar hem de kendinden önce gelen edebiyat geleneğiyle kurduğu ilişki açısından çok zengin bir metindir.

Oğuz Atay’ın romanını birçok değişik şekilde okumak mümkündür. Farklı seslere ve üsluplara açık olduğu için postmodern bir metin, karaktere odaklandığı ve onun bilincini okuyucuya açmayı ön planda tuttuğu için modernist anlayışla yazılmış bir roman [hatta karakterin çıktığı içsel yolculuğu ve bununla beraber geçirdiği dönüşümü konu aldığı için bir “oluşum romanı” yani bir Bildungsroman], ya da dünyayı eksiksiz bir bütün olarak algılama ve ifade etme arzusunu taşıdığı için bir “modern epik” olarak okuyabiliriz.

“Modern epik” tabiri İtalyan edebiyat kuramcısı Franco Moretti’ye ait. Modern Epik: Goethe’den Garcia Marquez’e Dünya Sistemi adlı incelemesinde Moretti, dünya metinleri dediği bir grup yapıttan bahsediyor. Aralarında Faust, Moby Dick, Niteliksiz Adam, Ulysses gibi büyük eserlerin bulunduğu bu metinler, Moretti’nin deyimiyle “fosillerde geleceği yaratmak” gibi önemli bir görevi üstlenmişlerdir. Bu yapıtların her biri, yazıldığı çağın ruhunu yansıtmış ve edebiyatta yeni bir dönemecin, evrimsel bir dönüşümün ya da bir sıçramanın habercisi olmuştur. Ancak bir yandan da, hepsi toplumun kendi kültürünün “hakiki bir ansiklopedisi” “temel bilgisinin deposu”dur.[1] Onun için, Moretti’ye göre, bir toplumun bağlı olduğu kültürün özü, modern epikler üzerinden taşınır ve aktarılır. “Yeninin geçmişten yaratılması […] Tıpkı bir yapbozdaki gibi: Eski malzemeye, yeni muamele,” diye tanımlar bunu Moretti.

Tutunamayanlar, belli bir zamanın ruhunu yansıttığı için elbette bir dönem romanı olarak da okunabilir. Yalnızca 1970’lerde Türkiye’deki sosyal ve siyasi hayata yaptığı göndermeler yüzünden değil, modernist edebiyatın alameti farikalarından biri olan iç monologları ve bilinç akışı tekniğini kullanma eğiliminde olduğu için de böyledir bu.

Tutunamayanlar’da anlatıcının zihni, hızla değişen ve dönüşen dış dünyadan gelen sayısız uyarana açılır. Metnin dili de, bu uyaranları ve onların yarattığı çağrışımları bize iletmek için çeşitlenir ve dönüşür. Oğuz Atay bu çeşitliliği aktarırken yalnızca bilinç akışı değil, başka teknik ve stratejiler de kullanır: Dille ilgili oyunlar bulur ve uygular, şiirden tiyatroya kadar bir çok edebi türü romanının parçası haline getirir ya da metnini parodi, karnaval ve ironinin hâkim olduğu bir şenlik yerine çevirir. Onun için, Tutunamayanlar bir edebi üsluplar ansiklopedisi gibi gelir insana. Karmaşık bir yapısı olduğunu düşündürür okuyucuya.

Hâlbuki ilk bakışta karmaşık gibi görünen bu yapının altında, çok sade, çok yalın bir olay örgüsü vardır.

Romanın başkişisi Turgut Özben’in gayet tekdüze bir şekilde ilerleyen hayatı, bir süredir görmediği eski arkadaşı Selim Işık’ın ölümüyle bir kesintiye/kırılmaya uğrar. Turgut’un arkadaşını intihara götüren sebepleri anlamaya çalışır ve bir süre sonra bundan başka hiçbir şey düşünemez olur. Selim’in geride bıraktığı gazete kupürlerini, mektupları, pusulaları, ders notlarını bir araya getirmeye uğraşır. Arkadaşının tanıdığı herkesle buluşup konuşmak ister. Sonunda, karısını çocuklarını geride bırakır ve nereye doğru gittiğini bilmediği bir yolculuğa çıkar. Roman, bu yolculuğun neticesinde günlük hayatla bağı iyice zayıflayan Turgut’un yavaş yavaş “Selimleşmesinin” – yani buradan ziyade “öte tarafa,” başka bir deyişle merkezden yola çıkarak “sınıra” doğru ilerlemesinin hikâyesini anlatır.

Ben romana tam da bu noktadan bakmak, onu böyle bir yerden okumak istiyorum. Çünkü Turgut’un yolculuğunda, çok uzun zaman önce yine bu topraklarda yaşayan bir kahramanın hikâyesini anlatan Gılgamış Destanı’ndan izler buluyorum.

Gılgamış’ın hikâyesi, dünyanın en eski edebi metinlerinden biri, hatta belki de en eskisidir. Yaklaşık 5000 yıl önce kayda geçirilmiş bu hikâye, Sümerlerden Samilere, oradan da Babil’e ve Asur Krallığı’na geçmiştir. Atay’ın romanının gerek teması gerekse olay örgüsü nedeniyle bu hikâyeyle kimi ortaklıklar taşıdığını düşünüyorum. Hatta şunu söyleyebilirim: Defalarca işaret edilmiş ve incelenmiş Batılı referanslarına rağmen, Tutunamayanlar, içinde yaşadığımız kültürü bütünüyle kavrayıp aktarmaya teşebbüs ettiği için bir “modern epik” ve yine aynı nedenle bir dünya metnidir. Yalnızca bir ölünün ardından yakılan bir ağıt olduğu için değil, aynı zamanda bireyin kültür ve medeniyetle olan ilişkisini bu topraklara özgü bir yerden sorguladığı için de böyledir bu.[2]

Varoluşun Bozkırı

Gılgamış Destanı, en temelinde bir kaybın hikâyesidir. Asurbanipal’in kitaplığından arta kalan fragmanlardan oluşan Asur versiyonuna göre (ki bu çok daha eski bir hikâyenin günümüze nispeten daha yakın bir kopyasını oluşturmaktadır), görkemli surlarla çevrili gelişmiş bir kent olan Uruk’un güçlü ve soylu kralı Gılgamış, Mezopotamya’nın en büyük kahramanıdır. Onun önünde kimse duramaz. Hatta tanrılar bile… Ancak bu yarı-tanrı kralın olağanüstü hayatını ve zaferlerini anlatan destanın en ilginç kısmı, “Gılgamış, Enkidu ve Cehennem” diye anılan bölümüdür. Eski metne (yani Babil metnine) ek olarak yazıldığı düşünülen bu bölümde, yakın dostu, yoldaşı ve yardımcısı Enkidu’nun ölümü üzerine Gılgamış’ın büyük bir kedere kapıldığı anlatılır. Enkidu uzun bir hastalığın ardından kollarında can verince, derin bir umutsuzluğa kapılan Gılgamış, arkadaşının ölü bedenine sarılıp ağıtlar yakar. Asur metninde, Uruk kralının bu olayın ardından neşesini (canlılığını) yitirdiği ve yakasına yapışan bir hastalığa çare bulmak için evini terk ettiği yazılıdır.

Bu hastalık, ölüm korkusundan başka bir şey değildir. Enkidu’nun ölümüyle, Gılgamış en iyi dostunu kaybetmekle kalmamış, kendisinin de bir gün öleceği gerçeği ile yüz yüze gelmiştir.

“Hiç Gitmediğim Yer: Kahramanın Yolculuğu” (Somewhere I Have Never Traveled: The Hero’s Journey) adlı kitabında Thomas Van Nortwick, Enkidu’nun ölümünün ardından Gılgamış’ın önünün daha evvel fark etmediği bir ufuk çizgisiyle kesildiğini söyler.[3] Sayısız zaferler kazanmış, tanrılara kafa tutmuş ve o ana kadar sonsuz olduğunu düşündüğü iktidarının tadını çıkarmış olan bu büyük kahraman, böylece “sınır” fikriyle tanışmıştır. Enkidu’yu geri getirmek mümkün değildir. Üstelik ölüm denen bu felaket belli ki onun da başına gelecektir. Bunun üzerine, Gılgamış sahip olduğu her şeyi bir kenara bırakır, sonunu kestiremediği bir yolculuğa çıkar.

Efsanenin en ilginç bölümü de böylece açılmış olur. Bu bölümle birlikte – kimi folklorik ve doğaüstü detaylarla örülmüş olsa da  (mesela Gökyüzü Boğası’nın alt edilmesiyle ilgili bölüm gibi) – o ana kadar tamamen dünyevi meselelerle ilgili bir metin olarak karşımıza çıkan destan, birdenbire metafizik bir soruyla bölünür ve tamamen yön değiştirir. “Öte”ye dair bu soru sadece kuru bir meraktan gelmez. Gılgamış’ın yolculuğunun bir sebebi dostu Enkidu ile bir daha konuşabilmek umudu ise, diğer sebebi de bir türlü dindiremediği bir kaygıdır. Varoluşa dair endişedir bu. Metnin bir yerinde der ki bize: “Kaygının kapısı, ziftle katranla kapatılabilseydi keşke!” (184)[4]

Ancak, belli ki bu mümkün değildir. İşte bu nedenle yola çıkar Gılgamış. Bu soruyla birlikte, medeniyeti arkasında bırakır “saçlarını uzatıp göğsüne salar ve aslan postuna bürünüp” vahşi doğaya döner (158). Böylece kralın kendi elleriyle kurduğu ve varlığından büyük bir gurur duyduğu Uruk şehri, tapınak rahibeleri ve onların yaptığı kutsal müzikle çınlayan ışıklı tapınaklar, hepsi geride kalır. Çünkü bu tecrübenin, kolayca alt edilip diğerleri gibi gündelik hayatın içinde bir yere yerleştirilemeyeceğini bilir Gılgamış. Uruk’taki hayatının içinde bu tecrübeye anlam vermek mümkün değildir. Şöyle der ağıtında:

Can dostum Enkidu’yu
Bütün insanların kaçınılmaz kaderi
Ölüm yere çaldı
Altı gün yedi gece gözyaşı döktüm onun için
Ve razı olmadım gömülmesine
Ta ki burnundan kurtçuklar düşene kadar
İşte o zaman ölümden korkmaya
Ve bozkırda dolaşmaya başladım
Dostumun acısını içime gömerek
Başıboş dolaştım durdum bozkırda. (178)

Buradaki Gılgamış, birinci bölümün (ya da eski metnin diyelim) kibirli ve muzaffer kralı değildir artık. Yaşadığı tecrübenin etkisiyle (sevilen bir dostu kaybetmiş olmanın ağırlığı ve acısıyla) dönüşmüş, farklılaşmıştır. Dostunun çürüyen cesedini kollarının arasında tutarken, ilk defa baş edemeyeceği bir şeyle karşılaştığını fark etmiş, ölümün gücünün karşısında küçülmüştür. Bununla karşılaştırınca, o vakte kadar kazandığı bütün zaferler gülünç görünür ona. Kendisi de eninde sonunda bu zavallı et parçasına dönüşecek olduktan sonra, krallığının ve onun yarattığı bu yapay ölümsüzlük duygusunun ne kıymeti vardır.

Gılgamış bu hisle bozkıra çıkar. Başıboş dolaşmaya başlar.

Bozkır deyince, dostunun acısını içine gömerek bozkırda dolaşan biri daha gelecek aklımıza: Tutunamayanlar’ın Turgut’u. Oğuz Atay’ın romanında da, kahramanın bütünlüğünü ya da hayatının akışını bölen sevilen birinin kaybı ve bu kaybın beraberinde getirdiği varoluşa dair şu sorudur: “Peki, ben ne olacağım?”

Selim’in ölümü Turgut’un hayatını kesintiye uğratır. Her şeyin neredeyse şaşmaz bir tutarlılık ve düzen içinde ilerlediği bu hayat (Pazar kahvaltıları, arkadaşlarla birlikte geçirilen tatiller, bir türlü sonu gelmeyen ev gezmeleri ve akşam yemekleri), Selim’in intihar ettiği haberiyle alt üst olur. Turgut’un küçük başarılar ve gündelik kaygılarla beslenen yaşantısı öylesine tekdüzedir ki, dikkatli bir şekilde dinlersek arkasındaki ritmik mırıltıyı duyabiliriz:

“Altı parke cilalanması geçti. Yok, o kadar değildi. İki yıkama-yağlama olacak. Daha fazla, daha fazla. En az dört salon şeklini değiştirme oldu. Durun bakayım, bir hesap edeyim. Bir katsatınalma, altı evdeğiştirme eder. Ayrıca iki yatakodası-çalışmaodası değiştirmesi daha var. Evet, tam üç perde yıkama ediyor. Çok iyi hatırlıyorum: başladığı zaman perdeleri yeni almıştım. […] İnsanın aklında kalmıyor ki: eşya akıp geçiyor.” (300)

Turgut elbette büyük zaferler kazanmış ve tanrısal güçleri olan Gılgamış ile boy ölçüşemez. Efsanevi bir kral değildir o. Modern bir kahramandır. Sıradan hayatının içine sıkışmış ve bir burjuvanın nesneler üzerinden açılan zamanına tabi olmuştur. Ama yine de Gılgamış ile aynı kaderi paylaşır. Gılgamış’ın zaferlerle dolu olağanüstü hayatı gibi, Turgut’un orta sınıf yaşantısının mekanik döngüsü de, bir ölümle kesintiye uğrar. Selim, varlığıyla olduğu gibi ölümüyle de, Turgut’un hayatındaki bütünlüğü ve tutarlılığı bozmuş olur.

Bu bütünlüğü yeniden kurabilmek için uğraşır, Turgut. Roman ilerledikçe, Selim’in ölümüne ışık tutabilecek ipuçlarını toplamaya çalışır. Zanneder ki, bütün bilgileri bir araya getirebilirse Selim’in intiharını anlayacak – ve bu anlayışla beraber, onun ölümünü de hayatta anlaşılan, bilinen, kavranabilen şeyler arasında bir yere yerleştirecek. Yani başka birçok şeye sahip olduğu gibi, bu bilgiye de “sahip” olabilecek. Hâlbuki bu yolculuk boyunca yavaş yavaş fark eder ki, Selim’in ölümü böyle bir anlayışın dışında kalır. O, derlenecek, listesi çıkarılacak, envanteri tutulacak ve sonra titiz bir şekilde başka bilgiler arasında tasnif edilebilecek bir tecrübe değildir. Tutunamayanlar’ın yer yer bir katalog ya da bir ansiklopedi gibi düzenlenmiş olması da bundandır aslında. Bir türlü sonu gelmeyen bu bilgi-derleme hali, kendini olanaksız bir projenin peşinde bulan karakteri işaret eder bize:

“Bütün ayrıntıları henüz bilmiyorum. Onu tanıyanları sorguya çekmeliyim. Onların gözlerinin içine, dudaklarının kıvrımlarına kadar bakarak Selim’in bıraktığı izleri öğrenmeliyim. […] Ölmüş, çürümüş, soluk, yarısı kaybolmuş hayalleri; kenarları sararmış, eksik, kopuk iplerle tutturulmuş hatıraları; dosyaların, rafların, hafızaların köşesinde kalmış yaşantıları bulup çıkarmalıyım, tozlarını silkelemeliyim. Daha düne kadar başka bir yaşantı sürdüren ben, ölümden kaçarken ölümün kucağına düşen ben, […] bunu nasıl yapacağım?” (314)[5]

Dünyayı bütünüyle anlama ve kendi varlığının bilgisine sahip olma arzusunun ifadesidir bu. Oysa dünyadaki bütün bilgileri bir araya getirsek bile, ölümün (ve dolayısıyla buradaki varlığımızın) bilgisi bizden kaçacaktır. Turgut’un yavaş yavaş anlamaya başladığı şey de budur zaten. Selim’e dair her şeyi toplamayı başarsa bile (ki bu kendi başına olanaksız bir şeydir, çünkü her şey başka her şeyle ilişkilidir ve bağlantılar sonsuzdur), bunun onu, aradığı bütünlüğe ve nihai bilgiye götüreceği şüphelidir. Turgut bu bütünlüğe, tamlığa ulaşamayacaktır, çünkü böyle bir “tamam olma hali” ancak ölümle mümkündür – ya da en azından, bizim baktığımız yerden böyledir bu. Gılgamış da Turgut da, ölümün fethedilecek yeni bir kale, yürünecek bir başka yol olmadığını zamanla anlarlar. Ölüm diğerlerinden farksız yeni bir olasılık, yaşanabilecek bir başka tecrübe değildir. O, bütün olasılıkların sona erdiği yerdir. İnsan ancak öldüğü zaman böyle bir bütünlüğe ulaşır.

Turgut’un sorunu – edebi atası Gılgamış’ınki gibi – bu bütünlüğü kendi hayatının akışı içinde tecrübe etmek istemesindedir. Hayali arkadaşı Olric’e şunları söylerken görürüz onu: “Biliyorum çok şey öğrendim, Olric: fakat ölümü? (Selim) onu gizliyor. […] Ölümü bilerek yaşamak istiyorum, Olric. Yaşamanın anlamını bilmek için, ölümün anlamının karanlıkta kalmasını istemiyorum.” (314)

Turgut’un ölümün bilgisiyle yaşama arzusu, bunu ancak onun kendi sonluluğunun farkına varması olarak algılarsak bir anlam taşıyabilir. Bu onun kendi ölümünün olasılığı ile karşılaştığı anın ifadesidir. Selim’in ölümü, Turgut’a hep unutmaya çalıştığı şeyi, yani kendisinin de bir ölümlü olduğunu hatırlatmıştır.

Böylece o da, Enkidu’nun ölüsünün ardından yaktığı ağıtla yola düşen Gılgamış gibi, bozkırda uzun bir yolculuğa çıkar. Onun yolculuğunun tümü bir ağıttır aslında. Varoluşun sonluluğuna, bir bütüne ulaşmanın ya da ona ulaşsak bile anlam vermenin olanaksızlığına ve insan olmanın acısına dair uzun bir ağıttır.

Bu ağıtın adı da Tutunamayanlar’dır.

Kadınlar ve Medeniyet

Gılgamış Destanı ile Tutunamayanlar arasındaki tek akrabalık, her iki hikâyenin de bir ölünün peşinden çıkılan yolculuğu konu alıyor olması değildir. Böyle bir paralelliğin olması kendi başına yeterince ilginçtir gerçi. Ancak bunun ötesinde, bir de bu metinlere yön veren bir medeniyet anlatısı vardır. Her iki metinde de, bu anlatıyı sağlamlaştıran ve onun kalıcı olmasını sağlayanlar dişi bir prensipte tanımlanmıştır. Yani, sevilen bir dostun kaybı üzerine algısı değişen ve toplumdan uzaklaşan Gılgamış ve Turgut’a karşı, bir de toplumsal hayatı temsil eden ve kültürün devamlılığını sağlayacak olanlar vardır. Bunlar da her iki metinde de kadınlar tarafından temsil edilir. Medeniyeti kuranlar ve onun için çarpışanlar erkekler olabilir ama onu yaşatan ve sürekliliğini garanti eden kadınlardır.

Bu açıdan her iki hikâyenin de erkek metinler olduğunu söyleyebiliriz. Her ikisi de, kadınları varoluşsal meselelerden uzak tutmayı tercih etmiş ve onları dünyevi işlere memur kılmıştır. Kadınların rolü Gılgamış Destanı’nda da Tutunamayanlar’da da “Medeniyetin Bekçileri” olarak tanımlanmıştır. Erkekleri topluma (ya da toplumsal hayata) bağlayan halkalar gibidirler. İnsan hayatının ve etkinliklerinin sürekliliği onların varlığı ile mümkün kılınmıştır. Dünyevi hayatı ve onun kurallarını temsil ederler. Bu özellikleri, Gılgamış Destanı’nda oldukça belirgindir. Enkidu’nun vahşi hayattan koparılıp ehlileştirilmesini anlatan bölümde hemen fark ederiz bunu.

Enkidu, Gılgamış’ın hayatına kadınlar vasıtasıyla dâhil olur. Zafer üzerine zafer kazanan, tanrılara ve tanrıçalara bile kafa tutan Gılgamış o kadar güçlenmiştir ki, sonunda iktidar sarhoşu olmuş ve zalimleşerek halka eziyet etmeye başlamıştır. Üstelik etrafında kendisine denk biri olmadığı için yalnız ve mutsuzdur da. Bunun üzerine, onun bir yoldaşa ihtiyacı olduğunu hisseden kadınlar, Enkidu’nun öyküye girmesinin yolunu açarlar. Önce, annesi Gılgamış’a gördüğü rüyaları anlatır. Oğluna, yakında kendisi kadar güçlü bir yoldaşa kavuşacağını ve onu ancak bir kadına duyulacak kadar kuvvetli bir sevgiyle kucaklayacağını söyler.

Ardından Tanrıça İştar’ın tapınak rahibelerinden biri, Enkidu’yu baştan çıkarmak ve ehlileştirmek üzere ormana gider.

Enkidu ormanda hayvanlarla birlikte yaşamaktadır. Kendisi de onlardan biri gibidir. Ama tapınak rahibesine kayıtsız kalamaz. Onun çağrılarına boyun eğer. Tapınak rahibesiyle “altı gün yedi gece” sevişirler. Sonunda bitkin düşen Enkidu, hayvanlarla beraber yaşadığı kovuğa geri dönmek ister. Ama bunun için artık çok geçtir.

Doyunca
kadından aldığı zevke
Davrandı tekrar katılmak üzere sürüsüne
Ama kaçmaya başladı ceylanlar
Enkidu’yu görünce.

O vakte kadar çıplak dolaşan Enkidu, rahibenin kendisini giydirmesine ses çıkarmaz. Artık hayvanlar gibi yaşamayacak, insanlaşacaktır. Böylece, sürüsünü geride bırakır ve bozkırda dolaşmaktan vazgeçip rahibenin peşinden Uruk’a gitmeyi kabul eder. Orada Gılgamış’la önce dövüşecek, sonra da dost olacaktır.

Bu açıdan bakıldığında, Enkidu’nun anlatısı bir uygarlaşma/dönüşme öyküsüdür. Vahşi hayattan medeniyete geçmesiyle beraber, Enkidu toplumsal hayata dâhil olur. Kendi seçtiği – ya da onun için seçilen- bir eş ile yaşayacak ve hayatını devam ettirebilmek için çalışması gerekecektir. Enkidu’nun ehlileşmesi, genellikle insanoğlunun yeryüzündeki gelişiminin hikâyesi olarak okunur. İnsanın dünyadaki seyrini anlattığı düşünülür. Bu seyirde kadınların nerede durduğuna baktığımızda, medeniyetin onlar aracılığıyla kendini gerçekleştirdiğini görürüz. Kadın eliyle doğanın kucağından çekilip alınan ve hayvan olarak kalmaktan kurtarılan erkek, sonunda dönüşmüş ve uygarlığın koşullarına uyum sağlayıp evcilleşmiştir. Bu da, bir ailenin kurulması ve erkeklerin insan faaliyetleri diye tanımlayabileceğimiz bir takım işe-güce koşulması anlamına gelir.

Tutunamayanlar’ın “iyi insan”ı Selim, bize Enkidu’yu hatırlatır.[6] Selim’in de, yarı-insan yarı-hayvan olan Enkidu gibi ehlileştirilemeyen bir yanı vardır. Vahşi bir hayvan gibi kendi hassasiyetinden korkar Selim. İnsanlardan, özellikle de kadınlardan uzak durur. Onların kendisini evcilleştirip sıradanlaştıracağından korktuğu için mi? Belki de. Gerçekten de, özgür bir mahlûk olarak ormanda koşturan Enkidu’nun bir bebek gibi giydirilmeyi kabul etmesinde ve tapınak rahibesinin peşinden Uruk’a doğru yürüyüşünde acıklı bir yan vardır. Uruk’da insan gibi yemek yemeyi, konuşup gülüşmeyi ve davranmayı öğrenir Enkidu. Ama hep biraz yabani kalır. Selim’in durumu da bundan farklı değildir. Bir yerde şöyle der bize: “Erkekler gibi tükürmesini, sigara içmesini, havluya yüzümü silmesini, eşyayı tutmasını bilmiyorum bu yaşımda. İnsanlara para uzatmasını bilmiyorum daha, cüzdanımdan para çıkarmasını beceremiyorum. Ne işim var bu dünyada benim? Tabağımı uzatışım bile başkalarına benzemiyor.” (575)

Nurdan Gürbilek, “Kemalizmin Delisi Oğuz Atay” adlı incelemesinde, Atay’ın karakterlerini belirleyen şeyin “hayat karşısında beceriksiz, ‘hayatın acemisi’ olmaları” olduğunu söyler. Hikmet Benol’dan Selim Işık’a Atay’ın kişileri, düşünmekten yaşamaya fırsat bulamadıkları için çok temel bir “hayat bilgisi”nden yoksun kalmışlar ve bu yüzden de çocukluktan hiç çıkamamışlardır (30). [Turgut Özben ise Ulysses’in çokbilmiş karakteri Leopold Bloom gibi gayet beceriklidir. Devlet dairelerinde iş takip etmeyi bilir, otobüse binerken bedenini nasıl kullanması gerektiğine dair bir fikri vardır. Ama Gürbilek’in de hatırlattığı gibi, Selim’in peşinden gitmeye çalışırken o da bu becerisini kaybedecek ve “‘deliler treninde’ bir istasyondan diğerine dolaşmayı seçecektir.” (31)]

Konuyu daha fazla uzatmamak için, Selim’e geri dönelim. Selim’in kadınlarla ilişkisinin problemli olduğunu inkâr etmek mümkün değildir. Hatta çoğu kez, bir kadının yakınlığına ihtiyaç duysa bile, onun tarafından ele geçirilmekten korktuğunu hissederiz. Reddedilmekten de çekinir elbette. Aslında Selim Işık’ın hayatı kendisine gülünmesin diye uğraştığı uzun bir mücadeleden ibarettir. Gülünç olmaktan korkar Selim, ölesiye korkar. Belki de peşinde hep aynı kozmik kahkahayı duyar gibi olduğu içindir bu. Sonuçta, bir kadının kendisine gülebileceği fikri bile ona dayanılmaz bir acı verir.

Roman boyunca onu gerçekten anlayan ve olduğu gibi kabul eden (yani sadece burada, bu dünyada olmaktan dolayı acı çeken bir adam olarak tanıyan ve kucaklayan) tek bir kadın vardır: Günseli. Tapınak rahibesinin önünde diz çöken Enkidu gibi, Selim de Günseli’nin önünde eğilir, ona teslim olur. Kendini ona açar – ya da başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, bir kadın tarafından ehlileştirilme ihtimaline açar. Ne yazık ki, bu olasılık çok kısa bir süre için açık kalır. Romanın ilerleyen bölümlerinde, özellikle Günseli ile konuşma kısmında, anlarız ki Selim vazgeçmiştir. Çünkü ona ölüm karşısındaki çaresizliğini unutturan bu tecrübenin anlık ve geçici bir şey olduğunu fark etmiştir. Zihnini bir başkasına açmanın, birine teslim olmanın, yani kısa bir süre için bile olsa egonun sınırlarının dışına çıkmış olmanın “tanrısallığını” hissetse de, bunun sürekli olamayacağını anlamıştır.

Böylece vazgeçer, Selim. Aşka değilse bile “aşkınlığa” dair inancını kaybeder çünkü. Günseli onu elinden tutup saklandığı yerden çıkardığında, ormandan çıkıp Uruk’a yürüyen Enkidu’yu andırır bu yüzden. Onun kadar beceriksiz, onun kadar yabanidir medeniyete doğru giderken. Günseli’nin dünyasında medeniyet, rahatsız sosyal ortamlar, tedirgin konuşmalar ve beklentilerle yüklü ağır sessizlikler anlamına gelir. Bu görüşmelerden biri, Günseli’nin akrabalarından birine yapılan ziyarettir. Selim’in karşılıklı kabullere dayanan bu garip sosyalliğe uyum sağlayamayacağını daha başından anlarız. Ama en acısı, Günseli’yi ailesinin ve akrabalarının arasında görmesi ve onun bu evcil dokuyla tamamen uyumlu olduğunu fark etmesidir. Selim, kendi uyumsuzluğunu görmekle kalmaz. Bunun yanında bir de şunu anlar: Sevdiği kadın bu aile tiyatrosuna sessiz ve uysal bir şekilde boyun eğmektedir. Bunu toplumsal hayatın bir gereği olarak görmez, Selim. Bir ihanet olarak kabul eder. Üzerine dikilmiş meraklı gözler altında şunları düşünür:

“Gidelim buradan, Günseli. Terden utanç içindeyim. Boğazım yanıyor, ateşim yükseliyor. Günseli durmadan bana bakıyordu. Beni seviyordu. Her şey iyi gitsin istiyordu. Sevginin her şeyi düzeltmesini istiyordu. […] Ben dalgın bakışlarla, gürültülerin arasından kendime bir yol açıp, ne pahasına olursa olsun kapıya ulaşmaya çabalıyordum. İsteklerimiz uyuşmuyordu, çünkü ben kendi derdime düşmüştüm. Çünkü ben her ne pahasına olursa olsun kendimi korumak istiyordum. Hayvan gibi olmuştum.” (580)

Böylece Selim sahneden çıkar. Yalnızca gereksiz sohbetlerden, sonu gelmeyen beklentilerden ve sahte gülücüklerden –“Batsın sizin şu kibarlığınız!” der bir yerde (573)– oluşan bu rahatsız topluluktan ayrılışı değildir bu. Selim’in hayat sahnesinden de çekilişidir aslında. Günseli ile yapamayacağını anladığı andan itibaren, hayatın içine katılma, dünyaya dâhil olma olasılığı da sonsuza dek kaybolmuş ve Selim’i acı çeken bir hayvan gibi herkesten uzaklaşıp ölümünü beklemeye itmiştir.

Turgut’un da romanın sonuna doğru “Selimleştiğini” düşünürsek, Tutunamayanlar’a Selim’in bakış açısının hâkim olduğunu söyleyebiliriz.  Bu bakış açısına göre, medeniyet ölümün varlığını örtbas etmek için, sonluluğumuzu unutmamız için icat edilmiş büyük bir düzenekten, tafsilatlı bir oyuncaktan başka bir şey değildir. Medeniyetin kendini tanımladığı yerden baktığımızda ise, insana dair diğer tecrübeler gibi, ölüm de kültürün, sanatın, toplumsal yaşantının bir parçası haline getirilir. Uygarlık, onu kendi gelişiminin araçlarından biri olarak algılar. Bu tecrübeyi sindirmek ve onu yaşama dair daha derinlikli bir anlayışa dönüştürmek ister.

Bu anlayış, bize tanrısallığa öykünmememizi ve bu dünyadaki varlığımıza bir anlam vermemizi öğütler. Metafizik soruları bertaraf eden (ya da belki de zamanı gelinceye kadar erteleyen) ve bizi buraya –gündelik hayatın talepleriyle ilgilenmeye– davet eden bir sestir bu.

Gılgamış Destanı’nda da Tutunamayanlar’da da bu sesin sahibi hemen her zaman kadınlardır. Gılgamış’ı yolculuğundan vazgeçmeye ve evine dönmeye davet eden de yine bir kadın olur. Asur metnine göre şarap tanrıçası Siduri, ya da Babil metninde “tavernacı kadın” olarak geçen karakter, uzun yolculuğunun bir aşamasında saçı sakalı birbirine karışmış bir şekilde kendisine sığınan Gılgamış’a şunları söyler:

Niye dolaşıp duruyorsun, Gılgamış
Aradığın şeyi asla bulamayacaksın
Sen doyurmaya bak karnını
Gündüz ve gece
Her gününü
Şenlendir
Dans et ve eğlen
Gündüz ve gece
Tertemiz giyin
Bir güzel yıkan
Şefkatle bak
Elinden tutan oğluna
Ve mutlu kıl
Sana sarılmış karını
Çünkü böyledir
Erkeklerin biricik amacı.

Siduri’nin Gılgamış’a verdiği bu yanıt, metnin ana temalarından biri olan ve kadınlar tarafından dile getirilen toplumun bekası, düzenin sürekliliği, gündelik hayatın önceliği gibi meselelerin yeniden dillendirilmesidir.

Gılgamış Destanı’na göre kadın, çocuk doğuran, kök salandır,  dünyaya yerleşen, ev kurandır. O, erkeğin dünyaya yerleşmesinin tek yolu ve sebebidir. Bakar, besler, büyütür, baştan çıkarır ve her ne yaparsa yapsın her zaman ölüme karşı hayattan yanadır. Kadınlar, Mezopotamya’nın bu büyük destanında, erkeklerin yarattığı kaos ve çılgınlığa karşılık düzeni temsil ederler. Onlar gündelik hayatın işleyişi ile ilgilidir. Kazançlar gibi kayıpları da hayatın bir parçası olarak görür, sürekliliğini sağlarlar.

Gılgamış’ı bu meczup halini bırakıp normalleşmeye davet ederken, Siduri böyle bir anlayışın sözcülüğünü yapar. Ona göre, Gılgamış’ın, dostunun ölümünün ardından peşine düştüğü hedef ulaşılabilecek bir şey değildir. Onu, bu zorlu yolculuğa sürükleyen arayış tamamen anlamsızdır ve kendi başına bir amaç olamaz. Aynı şekilde, Enkidu için tuttuğu yas da gereksizdir. Vakitlice geride bırakılmalı ve bir tecrübe olarak hayatın geri kalanına eklenmelidir.

Tutunamayanlar’da Turgut’un karısı Nermin’in romanın ilk bölümü boyunca arada bir duyulan sesi, Siduri’ninkine benzer bir çağrıyı hatırlatır bize. Nermin bu bölümde, Selim’in ölümünün ertesinde dünyayla bağı yavaş yavaş zayıflayan kocasını hayata geri çağırır. Hep “Yatmayacak mısın?” diye sorar Turgut’a, onu yanına, yatağa, kendi bedeninin onarıcı sıcaklığına davet eder. Ancak, bu bir “carpe diem”/ “kâm alalım hayattan” mesajı değildir.

Gılgamış’ın ilginç okumalarından birini yapan Abusch’un Siduri’nin konuşmasına dair söyledikleri, Nermin’in tutumu için de geçerlidir: “… bu çağrı, insanı zevk-ü sefayla dolu bir hayat yaşamaya davet ediyor gibi görünebilir. Ancak, bundan da önemlisi, bizden yaşamın içine, ilişkilerin ve gündelik etkinliklerin arasına geri dönmemizi talep etmesidir.”[7] Esas olan ölüm değil yaşamdır. Bize verilmiş olan budur. Onun için, kişi hayata, yani kendisini tanımlayan şeye, bakarak yoluna devam etmelidir.

Bundandır ki, kocasını yatağa her çağırışında, Nermin, Turgut’u ölü bir adamın hatıralarıyla vakit geçirmek yerine, canlı/hayatta olan bir kadının aşina sıcaklığına davet eder. Mezar yerine yatak, ölüm yerine yaşam… Verdiği mesaj budur. Onun Turgut’a vaat edebileceği budur: Kendi döllerinden doğacak bir başka hayat. Bu da bir ölümsüzlük fikridir aslında.

Ancak belli ki, Gılgamış gibi Turgut’un da aradığı bu değildir.

Onun için Turgut, karısının çağrısına tamamen sağırdır. Nermin’in elinde ehlileşmiş olduğunu (yaşamının en temel sorusunu unutmuş olduğunu) düşünür. Kendini bir evcil hayvan gibi tanımlamaktan çekinmez. Hem de Selim’in ağzından söyletir bunu: “İnek, dedi hayalindeki Selim, bir türlü aklından çıkmayan Selim. Evlendi diye oyunun her dakikasını kuralına göre oynamaktan başka bir şey düşünemeyen inek. Sevgi apartmanında her gün görevli inek.” (69) Selim’in gözünden kendine baktığında, evcilleştirilmiş/kuzulaştırılmış ve diğerlerinden farksız kılınmış bir toplumsal yaratık görür, Turgut.

Arkadaşlarıyla yedikleri hepsi birbirine benzeyen akşam yemeklerini anlatırken, kendisini bir birey değil bir cins olarak tarif eder: Kayamehmetturgutgiller… (297) Onun için hayat sonsuz bir akşam yemeği haline gelmiştir sanki. Hepsi birbirini andıran sosyal yükümlülüklerden ibarettir. İçinde bulunduğumuz anın, yani “şimdi”nin eşsizliğinden söz etmek mümkün olmadığı gibi, bizi başkalarından ayıran farklılıklar da silinmiştir. Bu, Atay’ın gayet iyi bildiği ve büyük bir başarıyla aktardığı meselelerden biridir. Turgut ise, bunu yavaş yavaş anlayacaktır. Kendi cinsine “Kayamehmetturgutgiller” demesi bundandır. Yerini başkalarının alabileceğini sezinlemektedir. Kaya, Mehmet ya da Turgut olup olmaması önemli değildir. Hayatının her anında başka biri tarafından ikame edilebileceğini, yedeklenebileceğini bilir.  Ölüm ise bu anlardan biri değildir. Gılgamış gibi Turgut da, şu basit ama önemli gerçeği kavramıştır: Herkes kendi ölümünü ölecektir.

Gündelik hayatın efendisi: Turgut

Turgut hayata dâhil olamaz. Önünü kesen şey, “sahicilikle” ilgili bir sorundur. Herhangi bir tecrübenin sahiciliğine inanamaz olmuştur artık. Gılgamış’ın kazandığı zaferlerin ve kurduğu muhteşem kentin sahiciliğinden şüphe ettiği gibi, o da yaşadığı hayattan şüphe eder olmuştur. Selim’in ölümüyle hayatında açılan uçurumu hiçbir şeyin dolduramayacağını hisseder. Hiçbir şey bu tecrübe kadar sahici olamayacak, onunla karşılaştırıldığında her şey biraz iğreti biraz yapay duracaktır. Onun için sadece Selim’le konuşur, yalnızca ona seslenir. Böylece Atay’ın romanı, Gılgamış’ın Enkidu’nun ardından yaktığı ağıtın yankılarını taşıyan uzun bir tirad haline gelir. Gılgamış gibi Turgut da, yitirdiği dostunu geri çağırır, onun ölümden geri dönüp kendisine olan biteni anlatmasını ister: “Nasıl bu duruma geldik, Selim? […] Aramızdaki boşluğu nasıl doldurmalıyım? Sen olmadan seni nasıl öğrenmeliyim? […] Öyle durma hiç konuşmadan. Ağır bir söz söyle, utandır beni!” (72)

Gılgamış Destanı’nın son epizodu olduğu düşünülen bölüm de böyle bir seslenişle açılır. Daha çok bir epilog’a benzeyen ve metnin ana gövdesine sonradan eklenmiş gibi duran 12’nci tablette, Gılgamış çoktan Utanapiştim’e ulaşmış, ondan ölümsüz olamayacağını öğrenmiş ve kendisine uzun hayat sağlayacak otu da kaybetmiştir. Bunun üzerine Uruk’a geri döner ve ölümü beklemeye başlar. Fakat yine de pes etmemiştir. Tanrıların huzuruna çıkar ve onlardan Enkidu’yu kendisine son bir kez göstermelerini ister. Bilgelik tanrısı Ea, Enkidu’nun ruhunun kısa bir süre için de olsa yeryüzüne geri dönmesine izin verir. Böylece, Gılgamış toprakta açılan dev bir uçurumun dibinde beliren Enkidu ile (daha doğrusu arkadaşının soğuk küllerden oluşan gölgesi ile) yeniden buluşur. “Neredesin?” diye sorar ona. “Bunu söyleyemem,” der Enkidu. Ölümün sırrı yalnızca ölülere aittir, yaşayanlara anlatılamaz.

Turgut’un seslenişi de yanıtsız kalacaktır. Selim ölümden geri dönmeyecek ve Turgut’un sorularının cevabını vermeyecektir. Ölümle yaşamı ya da hakikatle görüntüyü birbirinden ayıran örtü aralanmayacak, buradakilere ‘öte’nin bilgisini sunmayacaktır.

O zaman yolculuğun anlamı nedir?

Yolculuğun bizi nereye taşıdığını söylemez belki, ama neyi geride bıraktığımız konusunda şüpheye düşmemize izin vermez, Oğuz Atay. Dostunun ölümüne anlam verebilmek için çıktığı yolculukta, Turgut bütün bir medeniyet fikrini soruya açmış, o medeniyetin inşa edilmesinin altında yatan sebebi masaya yatırmıştır. Evet, bir yanıyla modernliğin ve onun getirdiği bunaltıcı ve tekdüze hayatın eleştirisidir bu. Ancak, bir yanıyla da bu topraklarda Gılgamış’tan bu yana var olmuş bir sorunun yankısıdır.

Dünya bizim evimiz midir? Ona yerleşip kök salabilir miyiz? Dünyayı kendimizin kılabilir miyiz? Gılgamış gibi Turgut da bize sonunda şunu söyleyecektir: İnsan dünyaya kök salmak, yerleşmek ister. Bu dünyadaki evsizliğini ve geçiciliğini unutmak ister. Medeniyet ya da kültür dediğimiz şey, aslında bu gerçeği örtmek üzere kurgulanmış ve inşa edilmiştir. Turgut, medeniyetin anlatısının içinde kendine yer bulamayan Selim’in ayak izlerinden yürüyerek bu arkaik ve metafizik soruya geri döner.

Oğuz Atay’ın başarısı, bu soruyu modern Türkiye’nin hikâyesi üzerinden bir kez daha açabilmiş olmasıdır. Bir yandan içinde yaşadığı kültürün eksiksiz bir resmini çizmeye, ya da Moretti’nin dediği gibi, onun “hakiki bir ansiklopedisi”ni oluşturmaya çalışırken, diğer yandan da bu kültürün şekillenmesine vesile olmuş, onun özünü belirlemiş bu eski efsaneye bir ziyarette bulunur. Üstelik yalnızca bir nezaket ziyareti değildir bu. Atay, Tutunamayanlar’da Gılgamış Destanı’na doğrudan bir gönderme yapmaz. Aksine, bu destanın en temel sorusunu konu alır ve romanını onun üzerine kurar.

Turgut, Kral Gılgamış değildir elbette, ama gündelik hayatın efendisidir. O da Gılgamış’ınkine benzer bir kibirle lanetlenmiştir. Modern insanın kibridir bu. Modernliğin sınırsız ilerleme vaadi içinde varlığının sınırlarını unutmuş ve dünyayı kendisinin kılabileceği yolunda sonsuz hayallere dalmış modern insanın burnu büyüklüğüdür. Romanın açıldığı noktaya kadar, hayatının üzerinde bir kontrolü olduğunu düşünür, Turgut. Hatta geleceği tahmin edebileceği, düzenleyebileceği ve planlayabileceği hissiyle yaşar. Kendi kaderini tayin edebilmiş, yolunu çizebilmiş olduğuna inanır. Değil mi ki vergilerini ödemiş, işine gitmiş ve çocuklarını büyütmüştür? Selim’in ölümüyle sarsılana kadar, dünyayı fethettiğini zanneder. Bir anlamda etmiştir de aslında. Devlet dairesinde iş takip ettiği sahne, onun bu dünyanın düzenine dair bir fikri olduğunu ve bu oyunu gerektiğinde gayet iyi oynayabildiğini gayet iyi anlatır bize. Turgut, her küçük olasılığı, öngörülebilir ve başa çıkılabilir bir mesele haline getirmenin ustasıdır. Buna alışmıştır. Ta ki, sınırla yüz yüze gelene, yani kendisinin de Selim gibi ölümlü olduğunu anlayana kadar.

Bunu anladıktan sonra, Turgut’un gündelik hayata dönmesinin yolu yoktur. Pembe puflar, asma yaprağı şeklinde küllükler, Pazar bulmacaları, ev ziyaretleri ve tahammül edilmez yaz tatilleriyle dolu bu hayatı, bir daha dönmemek üzere geride bırakır. Sahici olan tek şey gitmektir – ki Turgut da tam olarak bunu yapar: Yani merkezi terk edip sınıra doğru ilerler.

Peki, bu yolculuğun sonunda aradığı anlamı bulur mu? Buna evet demek zordur. Roman nihai bir cevaba bağlanmayacak, bizi bozkırın göbeğinde nereye doğru ilerlediğini kestiremediğimiz bir yolculuğun ortasında bırakacaktır.

Halbuki üslubu, konusu ve yine epik bir hikayeye dayanması nedeniyle, Tutunamayanlar’ın edebi kardeşi olarak düşünebileceğimiz Ulysses umutlu bir görüntü ile biter.[8] Romanın son bölümü, Leopold Bloom’un karısı Molly’ye ve onun nehir gibi akıp giden bilincine ayrılmıştır. Joyce’un son sözü Molly’ye bırakması ilginçtir. Bir anda Bloom’un dünyayı tasnif edip tanımlamak isteyen zihninden, Molly’nin hayatı olduğu gibi kabul eden bilincine geçeriz ve hikâyeyi bambaşka bir ağızdan dinleriz. Böylece Bloom, gün içindeki uzun yolculuğunu tamamlayıp orta sınıf hayatının konforuna ve karısının koynuna geri döner. Başını Molly’nin göğsüne (hatta romanın sonsuz ironisi içinde mabadına) dayayıp uykuya dalar.

Turgut içinse bunları söylemek mümkün değildir. Onunki tümüyle bir kopuştur: Medeniyetten, toplumdan, orta sınıf hayatından ve ailesinden. Roman açıldıkça anlarız ki, ne kadar uğraşmışsa da Leopold Bloom gibi bir “homo economicus” olamamıştır, Turgut. Ne bu terimin ima ettiği gibi bir “ekonomik insandır”, ne de sözcüğün kökeninde kastedildiği gibi “evcil” bir yaratıktır. O, arkadaşı Selim gibi, bir tutunamayan yani “disconnectus erectus” olacaktır en nihayetinde. Oğuz Atay, dostunun ölümü üzerine yola çıkan ve zorlu maceralardan geçen kahramanını, eve (yani medeniyete) geri getirmek yerine, bozkırda boşluğun ortasında bırakır. Tutunamayanlar’ın öyküsünü bu isme layık bir şekilde bitirmeyi tercih eder.

Sonuç olarak, Leopold Bloom gibi, Turgut Özben de modern bir epiğin kahramanıdır. Bloom yüzyılın başında İrlanda’da yeniden vücuda gelmiş bir Odysseus ise, Turgut da günümüzün bir Gılgamış’ıdır. Odysseus önüne çıkan engelleri aşarak evine döner. Onunki bir akıl ve beceri hikâyesidir. Dünyayı alt edenlerin anlatısıdır. Gılgamış’ınki ise yalnızca bir kaybın değil, en büyük kaybedişin öyküsüdür. Gılgamış dünyaya yerleşemediği için yas tutar. Mezopotamya’nın güçlü kralı, buradaki kaderimize hükmetmek umuduyla yolculuğa çıkmış ve yenilmiştir. Onun hikâyesi, en temelinde, insanın dünyadaki evsizliğinin hikâyesidir. Aynı Tutunamayanlar’ınki gibi.

 

DİPNOTLAR

[1] Franco Moretti, Modern Epik: Goethe’den Garcia Marquez’e Dünya Sistemi, Çev: Nurçin İleri – Mehmet Murat Şahin, Agora Kitaplığı / Edebiyat Kuramı Dizisi, 2005.

[2] Tutunamayanlar, arkaik bir tema olan yolculuk hikayesini dünyevi bir mesele yerine metafizik bir soru üzerinden açtığı için, Batılı edebi kardeşlerinden – mesela Ulysses’den – ayrılır. Buna daha sonra yeniden değineceğiz.

[3] Thomas Van Nortwick, Somewhere I Have Never Travelled: The Second Self and the Hero’s Journey in Ancient Epic, New York: Oxford University Press, 1992.

[4] Jean Bottero, Gılgamış Destanı: Ölmek İstemeyen Büyük İnsan, çev. Orhan Suda, YKY, 2006.

[5] Oğuz Atay, Tutunamayanlar, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985.

[6] Enki-du adı Sümercede “Enki iyidir” anlamına gelir. Bu dilde özel kişi adları genellikle cümleciklerle tanıtıldıkları için, bu “du” ya da “dug” eki de, bu sözcüğün bir cümleden türetildiğine işaret ediyormuş. Mesela, Bilga-mış da kimilerine göre “yaşlı ama zinde” olan anlamına geliyor. Bunu Gılgamış’ın bir tür orta yaş krizinde olduğunun teyidi olarak kabul edebiliriz.

[7] Tzvi Abusch, “Gilgamesh’s Request and Siduri’s Denial. Part I: The Meaning of the Dialogue and Its Implications for the History of the Epic,” in Mark Cohen, et al., eds., The Tablet and the Scroll: Near Eastern Studies in Honor of William W. Hallo, 1993, p. 1-14.

[8] Bu yazının Ulysses ile ilgili bölümünün bir kısmı daha önce BirGün Kitap 128. Sayısında “Joyce ve Atay: Modernliğin Destanı” başlığı altında basılmıştır.