Göçmen Figürü (Thomas NAIL ile Söyleşi)

Kısa bir süre önce, Denver Üniversitesi’nden doçent doktor Thomas Nail ile son kitabı “Göçmen Figürü” (The Figure of The Migrant) üzerine sohbet ettik. Nail, kitabında kinopolitika adını verdiği bir teori geliştiriyor ve göçmenin “zamanımızın politik figürü” haline geldiğini tartışıyor. Editörü; “Göçü, politik durağanlık ve yurttaşlık kuralının bir istisnası olarak görmek yerine, Thomas Nail, politik iktidarın tarihini, öncelikle göçmeni tanımlayan hareketin perspektifinden yeniden yorumlamaktadır.” diye yazıyor.

Eugene Wolters: Bir kinopolitika ya da hareket politikası teorisi geliştiriyorsunuz. Bunun ne anlama geldiğini ve neden önemli olduğunu kısaca açıklayabilir misiniz?

Thomas Nail: Bu konu, kitabın daha teknik boyutlarından biridir; bu nedenle kinopolitikaya geçmeden önce henüz okumamış olanlar için, kısaca kitabın esas motivasyonunun ve tezinin ne olduğundan bahsetmek isterim.

Göçmen Figürü’nün tezi; göçmenin, zamanımızın politik figürü olduğudur. Yirmi birinci yüzyılın dönümünde, kayıtlı tarihte hiç olmadığı kadar bölgesel ve uluslararası göçmen söz konusuydu. Bugün, dünyada bir milyarın üzerinde göçmen var –ve her on yılda göçmenlerin ve mültecilerin küresel yüzdesi artıyor. Siyasal teori, henüz bu fenomeni ciddiye almıyor. Çalışmam, bunu yerine getirmenin, siyasal teorinin mevcut temelci önvarsayımlarını değiştirmesini gerektirdiğini öne sürüyor.

Göçmen Figürü’nün yaptığı da işte budur. Eğer göçmen figürünü, politikanın birincil ya da kurucu bir figürü olarak alırsak; bu, liberalizm, Marksizm, çokkültürlülük ve diğerlerinin var olan yapılarına bu figürün basit bir uyarlanışından çok daha fazlasını talep eder. Durağanlık ve devlet ile başlamayan; fakat hem devleti meydana getiren birincil toplumsal hareketler ve hem de aynı hareketlerden ortaya çıkan toplumsal alternatifler ile tümüyle yeni bir teorik başlangıç noktası gerekir.

Var olan yurttaşlar grubu yerine, kinopolitika göçmenlerin akışı ve onların yurttaşlara ve devletlere doğru yayıldıkları ve tortulaştıkları yollar –ve bununla beraber göçmenlerin devlet yapılarına nasıl bir karşı-güç ve alternatif oluşturdukları– ile başlamaktadır. Özetle, kinopolitika siyasal teorinin devlet yerine toplumsal devinimin önceliği anlamında yeniden keşfidir.

Eugene: Size, toplumsal hareket ve kinopolitikayı teorileştirmeye başlamanız için esin veren şey neydi?

Thomas: Çağdaş politikada, göçmenin merkezi önemi hakkında yazmak istiyordum; fakat araştırma yapmaya başladığımda, göçmen daima ikincil ya da türetilmiş bir figür olarak teorileştirilmiş gibi görünüyordu. Pek çok birbiriyle bağlantılı disiplinde –Coğrafya, Felsefe, Antropoloji ve Siyaset Bilimi– göçmen zaten var olan teorik yapıların kurallarının bir istisnası olarak kabul ediliyordu. Benim göstermek istediğimse göçmenin bir istisna değil; fakat aslında çağdaş politikanın kurucu bir koşulu olduğuydu. Şu anda siyasal teorinin bu konuda yanıldığını düşünüyorum. Göç, tarihsel açıdan süreklidir –aslında yerleşik toplumlar bu kuralın istisnasıdır, tersi değil. Dolayısıyla göçmeni bu olguyla uyumlu bir biçimde teorileştirmek amacıyla kendi kuramsal çerçevemi bulmak zorundaydım.

Okudukça, göçmenin yalnız bu şekilde ikincil olarak ele alınmadığını; fakat hareket ettiğinden dolayı siyasal teori ve yerleşik toplumlar için böyle bir güçlük yaratmış olduğunu fark etmeye başladım. Bunun üzerine “devinim” denilen bu olağandışı niteliği aldım ve –devinimi toplumsal yaşamın esas özelliği olarak yorumlayarak– mevcut yapıları baş aşağı çevirdim. Kitap, böylece sabit özne ve nesneler yerine, “akışlar ve kesişme noktaları”nı inceliyor; devletlere ve kurumlara odaklanmak yerine “dolaşım rejimleri”ni gözden geçiriyor. Anlaşılan o ki; toplumlar, çoğunlukla düşünüldükleri gibi, sabit üyelerden oluşan durağan bütünlükler değildir; fakat yarı-kararlı toplumsal akışların sürekli bir dolaşımıdır. Bu yüzden göçmenle başladım ve ona uyum sağlayacak yeni bir siyasal teorinin gerektiği sonucuna vardım. Bu yöntem, bazı ilginç ve özgün sonuçlar üretti.

Eugene: Pek çok insanın durağan olarak gördüğü –belirli bir alanda ikamet etme gibi– durumları, bir akışta “kesişme noktası” olarak tanımlıyorsunuz. Yurttaşlık, ikamet, vb. şeyleri toplumsal akışlar bakımından yeniden sınıflandırmanın politik önemi nedir?

Thomas: Bu hamlenin bir politik önemi, hareketin toplumsal değersizliği biçiminde ortaya çıkan hiyerarşik düşünceyi yıkmaktır; ki bu, Aristoteles’in Politika’sında oldukça açık bir şekilde görülen ve siyasal tarih boyunca aynı biçimde kabul edilen düşüncedir. Çağdaş göçmen-karşıtı politika hâlâ, tarihsel açıdan olduğu gibi, bir bölgeye taşınanların o toplumun birer üyeleri olmadığı ya da her açıdan bu hakka sahip olmadıkları fikrine dayanıyor. Toplumun ve onun çeşitli figürlerinin tamamının devamlı biçimde toplumsal devinim ve göç ile oluştuğunu göstererek, bazı insanlar hareket halindeyken diğer bazılarının ikamet ettiği ve sosyal politikanın bu yanlış fikre dayanabileceğine dair düzmece anlayışı yıkmayı umuyorum. Hareket iyi ya da kötü değildir –her şey hareket eder– problem onun nasıl gerçekleştiğidir. Herkesin hareket halinde olduğu görünürde basit olan bu noktanın sonucu, insanları ve şeyleri sınıflandıran devinim rejimlerine özgü bir tipoloji ihtiyacıdır. Başka bir ifadeyle, toplumsal devinimin bölgesel, politik, hukuksal ve ekonomik düzen ve rejimlere rastgele göreli hale getiren çeşitli toplumsal kategoriler açısından nasıl kurucu bir şey olduğunu göstermeyi deniyorum. Bölge, örneğin, değişmez bir şey değildir –bölgesel bir hiyerarşinin koşullarını yaratırken içe, merkezcil, bir merkeze doğru hareket eden ve periferiye yayılan, birtakım farklı maddi akışlarla biçimlenen devamlı bir süreçtir. Fakat yerleşik toplumsal yaşama geçişin, toplumsal devinimin bir ürünü olduğu doğruysa; bölgesel sınır dışı etmelerin gelişigüzel doğası tam da ne iseler öyle, yani onların keyfi ve gayri meşru oldukları ifşa edilir.

Eugene: Deleuze’ün bu çalışmaya etkisi nedir? Dil bazı yönlerden benzer görünüyor, yine de Deleuze’e atıflar neredeyse yok denecek kadar az.

Thomas: Birinin bunu sorabileceğini düşündüm. Kısa cevap, girdabın fiziksel fenomeni ya da pedetik[1] hareket ile göçebeliğin toplumsal fenomeni arasında gerçekten dikkate değer bir tarihsel bağlantıyı ilk kuranın Gilles Deleuze oluşuydu. O ve Félix Guattari, A Thousand Plateaus’nun “göçebelik” üzerine bölümlerinde muazzam bir etkisi olan bu fikir üzerinde çalışmaya başladı.

Gelgelelim, Deleuze ve Guattari ile problem iki yönlüdür. İlk olarak onlar hatalı bir şekilde göçmenin, basitçe önceden belirlenmiş sabit iki nokta arasında hareket eden bir figür olduğu tipik tanımı üzerinden hareket ettiler. Bu, iki nedenden dolayı deneysel açıdan hatalı bir tanımdır: 1) Sabit toplumsal noktalar yoktur; sadece dolaşım rejimleri vardır ve 2) Gerçek tarihi göçmenler, bu türde bir hareketi neredeyse hiç takip etmez. Onların hareketi, yalnız bir noktadan diğerine sayısal ya da geniş çaplı bir yer değişimi değil; neredeyse her zaman toplumun bir dereceye kadar niteliksel bir dönüşümüyle bağlantılıdır. Dahası, bir göçmen için bir kereliğine hareket etmek enderdir; çoğu göçmen, bir bağlantı ya da dolaşımlar sisteminde defalarca yer değiştirir.

İkinci olarak, Deleuze ve Guattari A Thousand Plateaus’nun en uzun bölümlerinden birini göçmenin sadece bir tarihsel figürüne ayırır: göçebe. Büyük bir bölümdür, fakat tarihsel açıdan konuşursak, göçebe aslında göçmenin, sadece belli bir sınırlı zaman dilimi için egemen adı ya da figürüdür; sonrasında barbar, avare ve proleter figürleri daha anlamlı olur. Deleuze ve Guattari açıkça bu diğer figürlere, “göçebenin varisleri” olarak atıf yapar; fakat onlar için göçebeye karşı sahip oldukları aynı türden yaklaşımı benimsemezler. Sonuçta, insanlar göçebeyi bir fetiş haline getirme eğiliminde olmuştur. Bu ayrımlara rağmen, Deleuze ve Guattari, benim için Lucretius, Marx ve Bergson gibi hareketin diğer teorisyenleriyle birlikte genel anlamda etkili olmayı sürdürür. Göçmen Figürü, Deleuzecü bir göç teorisi ya da Deleuze’ün göçebe teorisi üzerine bir kitap değildir. Sonuç itibariyle, kuramsal çerçeve, savlar ve tarihsel yöntem, benim kendi projeme göre özgündür.

Eugene: “Göçmen, zamanımızın politik figürüdür” diyorsunuz. Neden bugün, kitlesel hareketin ve sınır dışı etmenin gerçekleştiği diğer tarihsel dönemlerden daha çok öyledir?

Thomas: Göçmen, iki nedenden dolayı zamanımızın politik figürüdür. Öncelikle, sayısal olarak gezegende daha çok göçmen var: bir milyarın üzerinde ve yükseliyor! Dünya nüfusunun bir yüzdesi olarak bile, gittikçe daha çok insan göçmen haline geliyor. İkincisi, nitel olarak, yirmi birinci yüzyıl, önceden var olan tüm toplumsal sınır dışı etmelerin ve göçle ilgili direniş türlerinin yeniden ortaya çıktığı ve hiç olmadığı kadar hüküm sürdüğü bir yüzyıldır. Bu çağdaş durum, daha önce gizlenmiş bir şeyi görme imkânı veriyor: göçmen figürünü ve onun sosyal tarihin daima gerçek itici gücü olan sınır dışı edilişini. Yalnız şimdi, böylesi dramatik hareketin ve sınır dışı etmenin gerçekleştiği bir dünyada, bu tarihsel gidişatın ve onun kozmopolit potansiyelinin[2] farkına varma ve izini sürme konumundayız.

Eugene: Tarihe yönelik yaptığınız serserilik ve sınır dışı etme bakımından yeniden okumanın çok etkileyici olduğunu düşünmüştüm. Yayılma ve sınır dışı etme arasındaki bağlantıyı kinopolitik modelde kısaca tartışır mıydınız?

Thomas: Kitabın başlıca tezi, göçmenin zamanımızın politik figürü olduğudur; fakat bunu destekleyen iki alt tezi daha var. Birincisi, daha önce bahsettiğim gibi, göçmenin analiz edilmesi için hareket-odaklı yeni bir kuramsal çerçeveyi gerektirdiği, ikinci olarak ise toplumsal yayılmanın daima, göçmenlerin toplumsal sınır dışı edilişine dayanmış olduğu tezidir.

Bu ikinci tez, Marx’ın primitif yığına dair teorisinin kinopolitik bir radikalize edilişidir. Ne var ki; toplumsal devinimin (yayılma) belirli bir biçimini daha çok geliştirmek ya da ilerletmek amacıyla göçmenlerin toplumsal statülerinden edilişi (sınır dışı etme), toplumsal devinimin kapitalist rejimine özgü değildir. Burada göçmenin dört figürünün tamamını inceleyemem, bu yüzden göçebe ve barbarın sadece iki küçük örneğini vereceğim.

Öncelikle bu sınır dışı etme yoluyla yayılma sürecinin, toprağın ve hayvanların aşamalı biçimde yetiştirilmesinin (bölgesel yayılma), insan nüfusunun bir kısmını sınır dışı etmeksizin (bölgesel mülksüzleştirme) mümkün olamayacağı erken Neolitik toplumlarda işlediğini görürüz –bu insanlar ise; bölgeleri tarımsal topraklara dönüştürülmüş ve belirli bir noktada işlenebilecek daha fazla ekilebilir alan kalmadığından dolayı kendileri çiftçi fazlası haline gelmiş olan avcı-toplayıcılardır. Dolayısıyla toplumsal sınır dışı etme süreci, iki biçimde toplumsal yayılmanın koşuludur: belirli içsel limitlere ulaşıldığı zaman nüfusun bir kısmının yerinin değiştirilmesine (mesela, verili bir bölgenin kapasitesini taşıma yoluyla) olanak veren içsel bir koşul ve bölge dışa doğru diğer grupların (avcı-toplayıcılar) topraklarına genişleyebilir olduğu zaman nüfusun bu limitlerin dışındaki bir kısmının, yerinin değiştirilmesini sağlayan dışsal bir koşul. Bu durumda bölgesel yayılma yalnızca nüfusun bir kısmının gezici göçebeler formunda sürgün edilmesi, çevredeki dağlara ve çöllere doğru gitmeye zorlanması koşuluyla mümkündü.

Daha sonra, aynı mantığı, egemen politik formunun (devlet), Ortadoğu’nun ve Akdeniz’in dağlarından kaçırılmış, büyüyen bir yönetici sınıfının lüks içinde yaşayabilmesi için işçi, asker ve hizmetçi olarak kullanılan Barbar kölelerin çok büyük bir bölümünün sınır dışı edilmesi (politik mülksüzleştirme) olmadan var olması mümkün olamayacak olan Antik dünyada görürüz. Gelişen bir politik düzenin (savaş durumu, sömürgecilik ve kitlesel kamu işleri dâhil) yayılması için toplumsal koşullar, aynı zamanda politika dışına çıkarılmak zorunda bırakılmış bir Barbar nüfusunun tam da sınır dışı edilmesi anlamına geliyordu. Bu tarih boyunca tekrar tekrar meydana gelmektedir. Her seferinde, göçmen figüründe olduğu gibi devinim rejimi de değişmektedir.

Eugene: Avrupa mülteci krizi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Thomas: Avrupa’nın şu anki krizi gittikçe artan oranda –evrensel eşitlik fikrine dayanan– liberal demokrasinin savları ile bu hakların hükmünün mutlak biçimde bölgesel, politik, yasal ve ekonomik sınırlarla belirlenmiş olduğu gerçeği arasında seçim yapmaya zorlanıyor oluşudur. Gerçek kriz ise, ikisinin bir arada olamayacağıdır. Binlerce yıllık tarih, bu tezi kanıtladı; fakat yirmi birinci yüzyıl bizi bunun farkına varmaya zorlayacak.

Şu anda Avrupa’da meydana gelen şey[3], tam da benim bu yüzyılın göçmen yüzyılı olacağına dair tezimi kanıtlıyor. Uluslararası ulus-devlet sistemi (Birleşmiş Milletler ya da BM) ve şu anda alt-ulusal ulus-devlet sistemi (Avrupa Birliği ya da AB), göçmen figürüne uyum sağlayamıyor. Bugün bot vasıtasıyla Avrupa’ya gelen mültecilerin ve Meksikalı göçmenlerin acımazca ölümlerinde tanık olduğumuz şey, bu yıkımın ispatıdır.

Bugünün göçmenlerinin, geniş bağlamda tarihi göçmen figürüyle kurduğu tarihsel bağlantı, medyada açıkça görülmektedir. Birleşik Krallık’ta, Guardian yakın zamanda, Avrupa’nın krizi üzerine, mültecileri “Avrupa’nın kapılarını tırmalayan” “korkunç mülksüzler” olarak tanımlayarak sonlanan bir editör yorumu yayınladı. Kimilerine tanıdık gelmemesine rağmen, bazıları “kapıları tırmalamak” ifadesinin çok özel bir tarihsel ana işaret ettiğini bilecektir: Roma’nın Barbarlar tarafından işgali.

Avrupa’da, önde giden Fransız başkanlık adayı Marine Le Pen son bir toplantıda “bu göçmen akınının dördüncü yüzyıldaki Barbar akınına benzediğini ve sonuçlarının aynı olacağını” söyledi. Onların retoriği üstü kapalı olsa dahi, hatta bazen göçmen nüfusunu destekledikleri iddiasında bulunsalar bile, Avrupa’nın kalanının çoğu ve onların medyası, şu anda eleştirmeksizin Romalılar ve tarihte göçmenlerini “azılı dalgalar”, “istilalar”, “fırtınalar”, “taşmalar” ve “baskınlar” olarak tanımlayan neredeyse diğer her emperyal iktidarın kullandığı aynı “tehlikeli su” metaforlarını benimsedi. Avrupa Konseyi’nin Başkanı, Donald Tusk bile mültecileri “durdurulması ve üstesinden gelinmesi” gereken bir “kaos” üreterek “Avrupa’ya sel gibi yığılan” “büyük bir akıntı” şeklinde tanımladı. “Yavaş yavaş politik baskının yeni bir formunun doğumuna tanık oluyoruz ve hatta bazıları buna, göç dalgalarının bir araç ya da komşulara karşı bir silah haline geldiği yeni bir tür melez savaş diyor” diye öne sürüyor Tusk. Bu, tarafsız bir terminoloji değil. Tarihsel açıdan özel ve kinopolitik bir kökeni var.[4]

Şimdi, Paris’teki saldırılarla birlikte, sınırlar kapatıldı ve göçmenler, tıpkı 9/11 sonrasında olduğu gibi sıkı bir şekilde denetleniyor ve hatta günah keçisi ilan ediliyor. Suriyeli mültecilere terörizmin bu pervasızca yanlış yüklenişi, Batı politikasının gerçek kaygısını ifşa ediyor: kontrol edilemez göçmenlik ve ulus-devletin yetersizliği.

Eugene: Gelecekte ilgilenmeyi umduğunuz sorular nedir? Başka herhangi bir kavram, kitap, makale veya buna benzer bir şey üzerine çalışıyor musunuz?

Thomas: Göçmen Figürü ile arka arkaya yazdığım; fakat ikisi birlikte 700 sayfadan fazla olacağından aynı ciltte yayınlanamayan sonraki kitabı, Theory of the Border, hâlihazırda tamamladım. Eleştiriler oldukça olumlu yönde ve kitap Oxford University Press ile gelecek yıl çıkacak.

Theory of the Border, kinopolitik çerçeveyi daha ileri götürüyor ve onu, toplumsal bölünmenin politik tarihini analiz etmek için kullanıyor. Kitabın son bölümü, Birleşik Devletler-Meksika sınırının kinopolitiğine dair son bir çalışma öneriyor. Göçmen Figürü’nün politik öznenin bir kinopolitiğini sunduğu yerde, Theory of the Border politik nesnenin bir kinopolitiğini sunuyor: toplumsal dolaşımı yönlendiren maddesel ve teknik aygıtlar. Dolayısıyla, Theory of the Border ayrıca benzer bir kinopolitik tersine dönüşü yerine getiriyor. Kitap; sınırlara, toplumların ve devletlerin sonuçları olarak bakmak yerine; devletleri ve toplumları sınırlamanın devinimli süreçlerinin ürünleri olarak kabul ediyor.


Hareket felsefesi üzerine çalışmalarıyla tanınan ve kısa bir süre önce The Figure of The Migrant (Göçmen Figürü) adında kitabı yayınlanan Thomas Nail ile yapılan bu söyleşinin orijinaline http://www.critical-theory.com/the-figure-of-the-migrant-an-interview-with-thomas-nail/ adresinden ulaşılabilir.

Çeviri: Cansu YILMAZ

DİPNOTLAR

[1] [ÇN]: Pedesis ya da Brown hareketi: Robert Brown’un keşfettiği, sıvı ya da gaz halinde bulunan bir maddenin içinde gerçekleşen parçacıkların rastlantısal hareketi. Kaynak: Collins English Dictionary. HarperCollins Publishers. https://www.collinsdictionary.com/dictionary/english/pedesis. (Linke başvuru tarihi: 05.07.2017).

[2] Thomas Nail, Migrant Cosmopolitanism, Public Affairs Quarterly, Cilt 29, Sayı 2, Nisan, 2015.

[3] Thomas Nail, The Hordes Are Banging on the Gates of Europe?, History News Network, 26 Ekim 2015,  Yazının tamamı için, bkz. http://historynewsnetwork.org/article/160993

[4] Thomas Nail, The Barbarism of the Migrant, Stanford University Press Blog, 27 Eylül 2015. Yazının tamamı için, bkz. http://stanfordpress.typepad.com/blog/2015/09/the-barbarism-of-the-migrant.html.