Denizin yüzeyinde, dibinde ya da hemen kıyısında yan yana dizilmiş biçimde uluslararası medyanın objektifine yansıyan cesetleri kadar biliyoruz onları. Üzerlerinde kim olduklarına dair bilgileri edinebileceğimiz bir kağıtları yok, genelde yolda kendileri imha ediyorlar. Çünkü Avrupa kıyılarına varabilselerdi, onlar için en büyük sorunlardan biri kim olduklarını belgeleyen bu kağıtlar olacaktı.
Toplumsal ve bireysel pratiklerin düzenlenmesi, üretilmesi/yeniden üretilmesi ve akışlara dair kontrol süreçleri, hayat ve siyaset arasındaki ilişkinin nasıl tanımlandığı ile doğrudan ilişkilidir. İktidar süreçleri, bilgi pratikleri/hakikat rejimleri ve özneleşme biçimlerini çözümlemek, bu mekanizmaların işlemesi adına kenara itilen, değersizleştirilen ve dışlananların neler olduğunu kavramak ve var olanın başka türlü olmasının imkân ve sınırlarını yeniden düşünmek adına yaşam ve siyaset arasında kurulan ilişkinin irdelenmesi özel bir önem taşımaktadır.
Yaşama dair siyasetin nasıl işlediği sorusu, yaşam ve siyaset arasındaki ilişkinin nasıl kurulduğuna, bu ilişkinin örtük ya da açık ön kabullerinin neler olduğuna, sonuç ve etkilerinin asıl olarak hangi çerçevede ele alınması gerektiğine ilişkin cevapları verecek olan sorudur. Yaşama ilişkin yeni bilgiler ve teknolojiler doğrultusunda bireysel ve toplumsal pratiklere yeni müdahale alanlarının açıldığını, bu bilgi ve teknik imkânlar doğrultusunda yeni düzenlemelerin hayata geçirildiğini ve siyasetin bu şekilde yeni anlamlar edindiğini dolayısıyla hayat ile siyaset arasındaki ilişkinin yeniden tanımlandığını söylemek mümkündür.
Yaşamın sınırlarının sürekli değiştiği, ölüm ve yaşamın yeniden tanımlandığı noktada, siyasete ilişkin kavramların, bu siyasetten türeyen ilişkilenme biçimlerinin ve iktidar mekanizmalarının da yeniden analiz edilmesi ve yeni kavramların yaratılması gerektirmektedir. Biyopolitikanın analizi, yaşamı siyasetin zemini ya da nesnesi olarak kabul eden tüm anlayışların doğal ve siyasal olan arasında çizdiği sınırların ve bu sınırın hangi hattan geçirildiğine ilişkin kabullerin doğal bir veri olmayıp, siyasal eylemin ürünü olduğunu ortaya çıkarır.
Michel Foucault’ya göre biyopolitikanın analizi, siyasalın genişlemesinden ziyade onu dönüştürmeye, siyasal iktidarın yeniden formüle edilmesine ve onun hangi bilgi biçimlerine ve özneleştirme süreçlerine yaslandığının açığa çıkartılmasına hizmet eder. Bunun yanı sıra yaşama ilişkin bilginin nasıl işletildiğini, bu bilginin ne tip bir özneleşme sürecini desteklediğini ve hangi kendilik pratiklerini dışladığını analiz etmenin, farklı bilgi biçimlerinin, özneleşme pratiklerinin ve toplumsal ilişki biçimlerinin mümkün olduğunun açığa çıkartılması açısından büyük önemi bulunmaktadır.
Son yıllarda özellikle LGBTI bireylerin, kadınların, dinsel ve etnik azınlıkların siyasal alanın kendilerini de kapsayacak biçimde genişletilmesi yönünde toplumsal taleplerinin daha yoğun biçimde dile getirildiğini görmekteyiz. Bu talepleri dile getirenlerin bireysel tutumlarından ve yaşam pratiklerinden bağımsız olarak, söz konusu kesimlerin siyasal alan olarak tarif edilen bölgeye yani içeriye alınmasının, siyasal iktidarın varlığını ve devamlılığını tıkayacak, onu kısmen değil tümüyle başka bir şeye dönüşmeye zorlayacak bir etki yaratma konusunda yetersiz olacağı/olduğu herkesin malumudur. Bunun temel nedeninin de sistemin var olan kodlarını aşan taleplerin dile getirilmemesi değil, sistemin talep edilen kodlarla da yaşamaya devam edebilme kapasitesine potansiyel olarak sahip olması olduğunu söyleyebiliriz. Karşılıklı tanıma, temsil edilebilme ve tanımlanarak sınıflandırma ilişkisini bozmayan her türden talep, siyasal alanın işleyişi açısından “hayati” bir sorun yaratmamaktadır. Sorun tanımlanması, temsil edilmesi ve sınıflandırılması mümkün olmayanlara ilişkin bir sorundur.
İktidar mekanizmaları tanımlamaya, hareketliliğin kontrol edilmesine ve bu amaçla da teknolojinin çok daha fazla iş başına koşulmasına dayanmaktadır. Tanımlama biçimlerinin ardından hak ve özgürlüklerin ve aynı zamanda temsil meselesinin ortaya çıktığını görmekteyiz. İktidarın kodları ile uyum içinde olmayan veya iktidar tarafından kodlanması mümkün olmayan hareketliliklerin temsili de mümkün olmamaktadır.
Liberal temsil mekanizmalarının genişletilmesi ise tek başına, var olan siyasal çerçevenin başka biçimler altında yeniden üretilmesi anlamına gelmektedir. Temsilin kendisi, en başta, temsil edilebilen özneler ve liberalizmin sınırları içinde temsili mümkün olmayanların varlığını imlemektedir. Dolayısıyla bu siyasal çerçeveyi ve bu siyasal çerçeve içinde üretilen öznelik biçimlerini sorun haline getirecek bir siyasal stratejinin özneler yerine oluş biçimleri etrafında oluşturulması gerekmektedir.
Başta sorduğumuz soruya dönecek olursak, göçmenlerin onların kim olduklarını ifade eden kağıtlarını (kimlik, pasaport vb.) yakmaları neresinden bakarsanız bakın inanılmaz bir direniş pratiğidir. Bu denli önemli olmasının sebebi, tümüyle tanımlama ve temsil edilebilme üzerinden kurgulanan özneleştirme süreçlerini iptal etmesidir.
Avrupa Birliği sınırlarına yasal olmayan yollardan giriş için kullanılan pek çok nokta bulunuyor. Ancak özellikle Türkiye ve Güney Avrupa ülkelerinden yapılan girişlerin önlenmesine yönelik özel çalışmalar yürütülmektedir. Bu noktaları giriş için kullanan göçmenlerin çıkış noktaları genellikle İran, Irak, Afganistan, Suriye, Orta Asya ülkeleri ve Kuzey Afrika ülkeleridir. AB sınır güvenliği için harcanan paranın önemli bir bölümü bu yönlerden gelen göçü engellemek ya da kontrol etmek üzere harcanıyor. Bunun yanı sıra AB’nin Orta Asya ülkelerine sınır güvenliğinin sağlanması konusunda finansal yardımı söz konusu. 2013 yılının başlarında Türkiye-Ermenistan sınırının mayınlardan temizlenmesi için finansın AB tarafından karşılanacağı 52 milyon Euroluk bir proje yürütülmesi kararı alındı. Sınırın mayınlardan temizlenmesinin en önemli nedeni, Türkiye ve Ermenistan arasında normalleşen siyasal ilişkiler değil, göçmenlerin mayınlı araziyi geçme konusunda deneyimli olmaları. Yani artık mayın göçmenleri durduramıyor. Mayın yerine teknolojinin daha yoğun biçimde kullanıldığı başka yöntemler tercih edilmektedir. Aynı zamanda sınır güvenliğinin giderek daha çok özel şirketlerden satın alınan hizmetler üzerinden gerçekleştirildiği bir süreç işletilmektedir. Genel olarak kontrolün de sınır noktasından geriye doğru kaydığını ifade edebiliriz. Göçü sınır noktasına gelmeden engelleyen ve kontrol altına almaya çalışan yeni bir göç rejimi oldukça uzun zamandır iş başında bulunuyor. Bu sınır rejiminin göçmenler açısından anlamı da daha çok risk almak. Sınır güvenliğinin artmasının ve genişlemesinin en önemli sonucu, her seferinde göçmenlerin daha yüksek riskler almalarıdır. Bu risklerden biri de ölüm. Bununla birlikte denetim arttıkça sınır geçme faaliyetinin kendisi giderek uluslararası bir şebekeyi gerektirmekte ve sınır geçmek her geçen gün daha yüksek fiyatlara satılan bir “hizmete” dönüşmektedir. Sınırın bir tarafında büyük bütçeli uluslararası şirketler, diğer tarafında da kayıt dışı biçimde faaliyet yürüten uluslararası şebekeler yer almaktadır. Sınır geçme faaliyeti oldukça uzun zamandır bireysel olarak gerçekleştirilen bir faaliyet olmaktan çıkmış, kayıtlı ya da kayıt dışı olarak önemli bir rant ve ihlal alanına dönüşmüştür.
Göçmenler açısından durumun giderek zorlaştığı herkesin malumu. Teknolojinin çok daha yoğun kullanıldığı güvenlik mekanizmaları tarafından kapılmamak için farklı yöntemler kullanma zorunluluğu, göçmenleri çok daha yaratıcı olmaya zorlamaktadır. Tüm bu güvenlik mekanizmalarının göçmeni tanımlayıp geldiği yere geri göndermek üzerinden kurgulandığını görüyoruz. Dolayısıyla tanımlanamamak bu noktada göçmenler açısından önemli bir silaha dönüşmektedir. Sahip oldukları pasaportlarıyla sınırı geçme hakkı tanınmayan, ne kadar uğraşsalar da vize alamayacak olan göçmenler, bugüne kadar kendilerini durdurmaktan başka bir işe yaramayan pasaportlarını yakarak, denize atarak geri gönderilme ihtimallerini ortadan kaldırmaya çalışmaktadırlar. Bir üçüncü dünya ülkesine ait pasaport, ona sahip olan bedeni sınırın karşı tarafına geçmeden bu tarafta tutmaya yarar. Bundan başka da bir işlevi yoktur. Dolayısıyla bir göçmenin yapması gereken ilk şey bu engeli ortadan kaldırmaktır. Pasaportun imha edilmesi, uluslar arası göç hukukunun tam sınırında dikilmek, beden ve isim arasındaki bağa odaklanarak insanı bu noktadan kapan mekanizmayı bir süre için durdurmak demektir. Her şeyi yerli yerine koyan bir düzenleme mantığında, pasaportunuzun alınmadığı bir ülkenin sınırlarında iseniz doğrudan onu size veren ulus devletin sınırları içine geri gönderilirsiniz. Her şey ait olduğu yerde durmalı! Pasaportunuz yoksa ve siz kim olduğunuz konusunda bilgi vermiyorsanız ya da örneğin Burma gibi AB ile sınır kontrolü konusunda işbirliği içinde olmayan bir ülkeden veya Filistin ve Kuzey Kıbrıs gibi ulus devlet statüsü tam anlamıyla kabul edilmeyen ülkelerden geldiğinizi ifade ediyorsanız (bu yöntemler göçmenler tarafından yoğun biçimde kullanılmaktadır) sizi geriye doğru fırlatan mekanizmadan kurtulursunuz, ancak sizi durduran mekanizmaya yakalanırsınız yani kampa. Kamplarda uzun süre alıkonan göçmenlerin azımsanmayacak bir kısmı kamplardan kaçmakta ve hayatının geri kalanını tümüyle “kaçak” geçirmektedir.
Gönüllü bir biçimde bedeni ve ismi arasındaki ilişkiyi sonlandırmak, kimlik eksenli bir tanımlama ve fişleme mekanizmasının çalışmasını engellemektedir. İsmi olmayan bir beden (a body without name) geri gönderilemez, çünkü geldiği herhangi bir yer bulunmamaktadır. Kendisinin, bedeninin siyasal otoritelerce tanındığını, tanımlandığını belirten herhangi bir kağıdın olmaması bu ismi olmayan bedenin ne kadar insan bedeni sayılabileceği sorusunu gündeme getirmektedir. Genetik yapısından fiziksel özelliklerine dek pek çok ortaklığa karşın insan bedenini tüm diğer canlı bedenlerden ayıran şey ismi ve bedeni arasındaki ilişkinin siyasal iktidar tarafından onaylanmasıyla başlayan siyasal hayatıdır. Bu onayın iptal edilmesi, göç ve hareket etme olgusunu hesaplanabilir, kontrol edilebilir süreçler olmaktan çıkartarak var olan siyasal alanın sınırlarını ve bu sınırların işlevi ile birlikte tüm siyasal alanı dönüştürmektedir. Gönüllü hayvan oluş ya da görünmez (tanımlanamaz) olmak, bu anlamıyla görünürlük üzerinden hak talep edilmesinden oldukça farklı siyasal sonuçlara neden olmaktadır.
Kamptan kaçarak adım atılan bir hayatın içinde ismi iptal ederek bedenden ibaret olarak kalmak, mevcut hukuk mantığı ile bakacak olursak hak ile ilişkinin iptali anlamına gelmektedir. Mevcut hukuk sistemi içinde, hak öznesinin en önemli özelliği açık, görünür ve tanımlanmış/kabul edilmiş bir özne olmasıdır. Kaçak yaşayan bir göçmen için, bedeninin bulunduğu siyasal topluluğa kabul edilmek gibi bir şey söz konusu olamaz (hele de bu beden siyahsa ve bulunduğu yer AB ülkelerinden biri ise), zaten bütün hikaye bunun yasal yollardan imkansızlığı üzerinden işlemektedir. Açık ve görünür olmak ise siyasal topluluğa kabul edilmeyen bedenler için oldukça risklidir. Siyasal iktidar tarafından yaşadığı / var olduğu resmi belgeyle onaylanmayan bir bedenin bütün hak talep etme mekanizmalarından bir çırpıda uzaklaştırılması söz konusudur. Zaten, sınır rejimleriyle amaçlananlardan birinin de bu olduğunu belirtmeliyiz.
Bir sınır asla tümüyle kapatılmaz, asla tümüyle akışı kesmez. Bir sınır daha çok akışı yönlendirmek, kontrol etmek üzere çalışır. Kapma mekanizmaları sadece geri göndermek üzerinden işlemez. İçeriye alırken aynı zamanda hukukun dışına iter. Sınır göçmenleri başka bir şeye dönüştürürken aynı zamanda göçmenler de sınırı olduklarından başka bir şeye dönüştürür.
Sınırı ve sınır çizme pratiklerini tartışmak, kabul edilegelen haliyle sınırın mümkün kıldığı iktidar ilişkilerini yeniden tartışmaya açmak için önemli bir hareket alanı sağlamaktadır. Uluslararası göçün giderek, doğrusal, tek özneli, tek biçimli ve sınır kontrol rejimleriyle yönetilebilir bir hareketlilik olmaktan çıkarak iktidar mekanizmaları tarafından oluşturulan alanın dışına taşan, onun sınırlarını yeniden belirleyen, onun kendini yeniden ürettiği mekanizmaları biçimlendiren ve bu mekanizmaları sorun haline getiren bir akış olduğunu vurgulamalıyız.
Göçmenlerin pasif ve göç siyasaları üzerinde herhangi bir etkisi olmayan sadece etkilenen kesimler olarak kodlanması, hareketlilik üzerindeki denetim mekanizmalarının en önemlilerinden birini oluşturmaktadır. Denetim mekanizmalarının her yeniden düzenlenişi, tam anlamıyla bir denetimin olanaksızlığını ortaya koymaktadır. Uzun yıllardır devam eden ve yoğunluğu giderek tırmanan denetim mekanizmalarının varlığının en önemli nedenlerinden biri göçmenlerin, sınırı ihlal etme, onu aşındırma ve yeniden belirleme kudretleridir. Bunun elbette ki her şeyden önce siyasal bir kudret olduğunun altını çizmeliyiz. Zaten göçmenler üzerine egemenlerin ürettiği söylem ve mekanizmalar, göçmenlerin en çok da bu kudretini örtbas etme çabalarının ürünüdür.
İktidarın özneyi “yerli yerine” koyan düzeninin en önemli araçlarından biri tanımlama ve temsil mekanizmaları. Bunların yardımı ile vatandaşlık, toplumsala ilişkin bir sınır olarak düzenlenmekte, vatandaş olmayanların sınırı aşındıran potansiyelleri çeşitli mekanizmalar aracılığıyla denetim altında tutulmaya çalışılmaktadır.
Göç ile ilgili çalışmalar yürüten ulusal ve uluslararası kuruluşların en önemli çabası “eksik” statülendirmenin giderilmesi şeklinde iken göçmenlerin örgütlediği yeni dayanışma ve direniş biçimi, bizzat statünün sorun haline getirilmesi etrafında inşa edilmektedir.
Var olan siyasal çerçevenin ve siyasal katılımın şu ya da bu biçimde iktidara referansla tanımlanan siyasal kimlikler üzerinden şekillenmesi, tam olarak vatandaş statüsü olmayanların bu çerçeve içinde görünmez kılınmasına hizmet etmektedir. Statünün varlığı, her zaman ona sahip olanlar, kısmen sahip olanlar ve ondan mahrum bırakılanlar şeklinde bir kategorilendirme ve hiyerarşiye referans vermektedir. Siyasal çerçevenin sınırları, özünde, bu kategorilendirme ve hiyerarşinin yeniden üretilmesine uygun strateji ve taktiklerin oluşturulması ve bu stratejilere uygun öznelliklerin ortaya çıkarılması üzerinden belirlenmektedir. Öznelliklerin, bu yönüyle, iktidarın işleme mekanizmaları tarafından kapılan siyasal potansiyeller olduğunu ifade edebiliriz.
Evrensel eşitlik ilkesi ile siyasi ve toplumsal eşitsizlikler arasındaki açığın siyasallaştırılması çerçevesinde sınır yalnızca kontrolün değil aynı zamanda göçmenliğe ilişkin “fazlanın” da iş başında olduğu bir uzamdır. Bu uzamın sınırları, yani sınırın sınırları, her an ihlal edilerek yeniden belirlenmekte, siyasalın sınırlarını hedef alan eşitlik istemi çok çeşitli biçimler altında yeniden örgütlenmekte ve içerisi ve dışarısının siyasal anlamı yeniden inşa edilmektedir.
Bu bağlamda ulus-devlet iktidarına referansla tanımlanan vatandaşlık ve yine ulus devletler ve uluslararası kurumların oluşturduğu küresel iktidar mekanizmalarına referansla tanımlanan göçmenliğe ilişkin statüleri sorunsallaştıran yeni bir dayanışma biçiminin yaygınlaştırılmasına ve bu hareketin politik taleplerinin statüsüzlük etrafında daha çok şekillendirilmesine ihtiyaç vardır. Bu yeni dayanışma biçiminin, en alta hiçbir statüsü olmayanların ve en üste de en avantajlı vatandaşlık kategorilerinin yerleştirildiği, altı ve üstü olan hiyerarşik yapıyı yeniden üreten tüm mekanizmaların reddiyle mümkün olabileceğini belirterek bitirmek isterim.