Türkiye geçtiğimiz aylarda hükümetiyle, medyasıyla, birtakım aydınlarıyla topyekûn savaş hazırlığındaydı. Bu ülkenin tarihinde savaşın, başka bir ülkeye saldırmanın kamuoyuna bu kadar masumane sunulduğu ve pompalandığı başka bir dönem daha kaydedilmemiştir. Bu ülkenin Başbakanı komşu devletin bombalanması, işgali için uluslararası güçlere çağrılar yapmıştır. Başbakan, “sınırlı bir müdahalenin kendilerini tatmin etmeyeceğini, müdahalenin bir iki günlük olmaması gerektiğini”[1] söyleyerek uzun süreli bir müdahaleyi teşvik etmiştir. ABD’nin hava bombardımanı ile Suriye rejimini Libya’daki gibi iyice etkisizleştirme düşüncesine Recep Tayyip Erdoğan karşı çıkarak Suriye’nin Iraklaştırılması çağrısında bulunmuştur.
Bir zamanlar dış politikada ‘komşularla sıfır sorun’ politikasını kendine şiar edinmiş bir hükümetin, en yakın komşularından biriyle böylesi bir savaş durumuna gelmesi şaşırtıcıdır. Aslına bakılırsa AKP her seçim döneminde yakın ilişkide olduğu veya komşu olduğu ülkelerde kaos ve rejim değişiklikleri ile karşı karşıya kalmıştır. Ve her dönemde bu gelişmeler karşısında farklı pozisyonlar alıp, yeni söylemler geliştirmiştir. AKP’nin dış politikasındaki bu değişimi anlayabilmek için politikanın kırılma noktalarına daha yakından bakmamız gerekmektedir.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 2011 Genel Seçimleri sonrasında kurulan AKP Hükümetini kendisinin ‘ustalık’ dönemi olduğunu ifade etmişti. Buna göre, 3 Kasım 2002 Genel Seçimleri ile başlayan dönem ‘çıraklık’, 22 Temmuz 2007 Genel Seçimleri sonrası dönem ‘kalfalık’ ve nihayet 12 Haziran 2011 Genel Seçimleri sonrasındaki dönemi de ‘ustalık’ dönemi olarak ayrıştırmaktadır. Bu ayrıştırmaya tekabül edecek biçimde, Türkiye’nin dış politikasını, komşularıyla ilişkilerini önemli derecede etkileyen olaylar değişimler ve dönüşümler yaşanmıştır. ‘Irak’ın İşgali’ ve ‘Arap Baharı’ diye adlandırılan olaylar ve ayaklanmalar zinciri bu bölgesel gelişmelerin en belirginleri olarak öne çıkmıştır. Bu yazı çerçevesinde, farklı dönemlerde benzer olaylar olarak değerlendirilebilecek, çıraklık döneminde Irak’ın işgali, kafalık döneminde Mısır’da Mübarek’in, Libya’da Kaddafi’nin devrilmesi, ustalık döneminde ise Bahreyn ve Suriye’deki olaylar ele alınacaktır. Burada amaçlanan, çıraklık, kalfalık ve ustalık dönemlerinde yaşanan bu olaylarda ‘siyasi erk’in bu olaylara ilişkin söylemi ve bu söylemden hareketle geliştirdiği farklı politikaların tespit edilmesidir.
Erdoğan ve AKP’nin Çıraklık Dönemi
3 Kasım 2002 Erken Genel Seçimlerinde, henüz bir yıl önce kurulan AKP, oyların % 34,63’ünü almayı başararak 58. Hükümet’i kurmuştur. Siyaset yasağı nedeniyle Milletvekili seçimine katılamayan AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yerine Abdullah Gül kısa bir süre Başbakanlığı yürütmüştür. Erdoğan, Cumhuriyet Halk Partisi’nin de desteklediği bir Anayasa değişikliği ile milletvekili seçilme hakkı kazanmış ve 8 Mart 2003 tarihinde Siirt’te yapılan yenileme seçimleri sonucunda meclise girmiştir. Erdoğan’ın milletvekili seçilmesinin ardından 58. Hükümet istifa etmiş ve 14 Mart 2003 tarihinde 59. Hükümet kurularak Erdoğan Başbakan olmuştur.
Erdoğan’ın ‘çıraklık dönemi’ olarak adlandırdığı bu dönem, AKP’nin ilk ciddi dış politika sınavıyla yüzleştiği dönem olmuştur. Irak’ı Özgürleştirme (!) Operasyonu tartışmaları tam da bu geçiş dönemine denk gelmektedir. ABD bu dönemde “Irak’ın nükleer ve biyolojik silahlara sahip olduğu, dünya barışını tehdit ettiği, El-Kaide ile Irak arasında bağlantılar bulunduğu” gibi argümanlar kullanarak işgale dayanak oluşturmaya çalışmıştır. Demokrasi, insan hakları, evrensel değerler, özgürlük gibi kavramlarla kurulan söylemle Irak’ın işgali için uluslararası kamuoyu oluşturulma çabasına girilmiştir. Irak işgalinin temel nedeni olan ülkenin kaynaklarını talan ederek petrol rezervlerine el koymak amacıyla yapılan bu yağma harekâtı “Irak halkına demokrasi götürmek, Irak’ı özgürleştirmek” olarak sunulmuştur. Böylelikle bir uluslararası hukuk katli olan Irak’ın işgalini meşrulaştırmak için de müdahale “Irak’a Özgürlük Operasyonu” olarak adlandırılmıştır.
Bu süreçte Türkiye’de politikalara yön veren kişi fiilen AKP Genel Başkanı sıfatıyla Recep Tayyip Erdoğan olmuştur. Öyle ki Erdoğan AKP lideri sıfatıyla, ABD Başkanı Bush ile Beyaz Saray’da Irak’ın konuşulduğu 55 dakika süren bir görüşme yapmıştır[2]. Bu dönemde Irak’ı Özgürleştirme (!) Operasyonu planlamasında ABD Türkiye’ye aktif bir rol biçmiştir. Bu aktif rolü AKP lideri Erdoğan ve hükümet kabul etmekte bir beis görmemiştir. Plana göre, Irak’ı işgal girişiminde 62 bin ABD askeri Türkiye’ye yerleştirilerek, Irak’a müdahale esnasında Türkiye önemli bir üs olacaktır. Türkiye, sınırlarını işgal için ABD’ye açmasının yanı sıra, Kuzey Irak’a asker göndererek savaşta aktif olacaktır[3]. Bunun karşılığında ABD Türkiye’ye ekonomik yardımda bulunmayı vaat etmiştir. AKP ekonomik yardımın miktarı ve biçimi konusunda ABD ile sıkı bir para pazarlığına girişmiştir. Yapılan bu sıkı pazarlığı ABD Başkanı Bush ‘Teksas’ta kurulan at pazarlarına’ benzetmiştir. CNN Türk’te yayınlanan “Cafe Siyaset” programında, ABD ile süren pazarlıklar hakkında bilgi veren dönemin Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış, “Başkan Bush’un ‘Ben Teksaslıyım. Teksas’ta at pazarları kurulur. At pazarlığı için gittiğin zaman, seni çırılçıplak bırakırlar. Elinde avucunda ne varsa alırlar’ diyerek, bizim pazarlığımızı buna benzettiğini” söylemiştir.[4]
Türkiye ile ABD yetkilileri arasında yapılan görüşmeler sonucunda hibe ve kredi olarak Türkiye’ye toplam 26 ila 30 milyar dolar verilmesi konusunda uzlaşmaya varılmıştı. Paranın köprü kredi olarak öngörülen 8-9 milyar dolarlık bölümünün operasyon başlar başlamaz Türkiye’ye geleceği üzerinde mutabakat sağlanmıştı. O dönemde ABD, müttefiklerini satın aldığı suçlamalarına maruz kalmıştır. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Phil Reeker’a gazetecilerin “Irak’ta savaşa yardım etmeleri için müttefiklerinizi satın aldığınız suçlamalarına ne diyorsunuz?” sorusuna “Bu doğru değil. Türkiye uzun dönemli bir müttefik ve ciddi endişeleri var… Biz Türkiye ile birlikte çalışmak, bu uzun dönemli dost ve müttefike yardım etmek istiyoruz” diyerek cevap vermiştir.
Çıraklık döneminde Erdoğan liderliğindeki AKP Hükümetinin Irak’a ilişkin tavrı ABD ile savaş faturası pazarlıkları ile tezkere öncesi ekonomik pazarlıklar yapmak üzerine kurulmuştu. AKP hükümeti ve Erdoğan, nasıl olsa işgal edilecek bir Irak’tan ekonomik olarak nasıl nemalanacağı hesaplarını yapmaktaydı. AKP’nin gündeminde ne Irak’ın Müslümanlığı, ne Irak’ın talan edilmesi, ne de Iraklıların yaşam hakları bulunmaktaydı. Irak’la ilgili sorulan bir soru üzerine Erdoğan, “Her şeyimizle bizi sadece Irak sorunu meşgul etmemeli. Türkiye’nin bir tarafta Kıbrıs Sorunu var, bir tarafta ekonomik sorunlarımız var. Bütün bunları bir arada at başı yürütüyoruz”[5] cevabını verecekti. Böylelikle Irak’ın işgaline desteği bir ekonomik pazarlık unsuru olarak kullanan AKP öte yandan da bu tür demeçlerle de kamuoyuna Irak’ın işgalinden daha önemli sorunlarımız var mesajını vererek yaşanan süreci önemsizleştirmeye çalışmaktaydı.
ABD, Irak’a yönelik operasyonun merkez üssü olarak Türkiye’yi kullanacağından o kadar emindi ki tezkere TBMM gündemine dahi gelmeden gemilerini Türkiye’ye göndermişti. Hatta dönemin ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell, Başbakan Abdullah Gül’ü arayarak, tezkerenin durumu ile ABD gemilerinin yüklerini ne zaman boşaltabileceklerini sorar. Powell, “ABD’nin askeri planları açısından tezkerenin TBMM’den çıkması konusunda çabuk olunması gerektiğini söyleyerek, gemilerin beklediğini ve acelelerinin olduğunu” [6] belirtir.
ABD’nin ısrarına ve Erdoğan’ın oluruna rağmen Irak’ın Türkiye üzerinden işgal planına verilen destek hayata geçirilemedi. AKP’nin yaptığı bu pazarlıklar ve Irak’ın işgaline destek politikası kamuoyunda destek görmeyerek kitlesel eylemliliklere yol açtı. “1 Mart tezkeresi” olarak adlandırılan işgal tezkeresi, CHP ve bir AKP’li milletvekilinin “hayır” oylarıyla yeterli desteği alamayarak kabul edilmedi[7]. Bu tezkere, ABD’nin Irak’a Türkiye üzerinden saldırmasının yanı sıra “de facto” olarak Türkiye topraklarının yabancı askerlere açılması anlamına da geliyordu. Çünkü bu tezkereye göre 62 bin yabancı askeri personelin 6 ay süreyle Türkiye’de bulunmasının yanında, yabancı kuvvetlerin 255 uçak ve 65 helikopter bulundurabilecekti öngörülmekteydi.
Tezkerenin kabul edilmemesi, büyük ekonomik ve siyasi beklentiler içerisindeki Erdoğan için tam bir hayal kırıklığı oldu. Bu oylama sonucunun hükümet için bir güven oylaması anlamına geldiğine ve hükümetin güven oylaması krizine girdiğine dair tespitler dillendirilmeye başlanmıştı. Çıraklık dönemindeki Erdoğan’ın ilk önemli sınavında AKP’nin 376 milletvekili olmasına rağmen tezkerenin kabulü için gerekli çoğunluk olan 267’yi bulamaması Erdoğan’ı grubuna hakim olamama ve bir bakıma da liderlik sorunuyla karşı karşıya bırakmaktaydı. Bu süreçte Siirt milletvekili seçilen Erdoğan, 58. Hükümet’in Başbakanı olan Abdullah Gül’den Başbakanlığı devralarak 59. Hükümet’i kurdu. ABD, devam eden görüşmelerde Dışişleri Bakanı olan Abdullah Gül’den, Türkiye’nin en azından acil olarak Amerikan uçaklarının transit geçişine izin verilmesini istemiştir. Erdoğan Hükümeti verilmiş sözleri gerçekleştirememenin mahcubiyetlerini, “Ülkemizin dostu ve müttefikimiz ABD” mesajlarını kamuoyu önünde sık sık tekrarlayıp, savaş tezkeresini ivedilikle yeniden Meclise gönderme çalışmalarına girişerek telafi etmeye çalışmıştı. Diğer yandan Powell, gazetecilere yaptığı açıklamada, “Kuzey Irak’a kara harekatı yapılması için Türk topraklarını kullanma yönünde geçen ay yapılan görüşmelerde önerilen 6 milyar dolar mali yardım önerisinin süresi doldu”[8] mesajını aleni olarak vererek daha önce yapılan mali pazarlıklara vurgu yapmaktaydı.
Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlık görevini devralmasından sadece beş gün sonra 19 Mart’ta TBMM Başkanlığı’na yeni bir tezkere TBMM’ye sunuldu. Başbakanlık tezkeresinde, yurt dışına asker gönderilmesi ve Türk hava sahasının yabancı silahlı kuvvetlerin hava unsurlarına açılması konusunda, Hükümet’e 6 ay süreyle yetki verilmesi öngörülmekteydi. 1 Mart’ta reddedilen tezkerede işgal planı, Irak’a asker yollanması ve aynı zamanda ABD’ye Türkiye’de cephe açma izni vererek, askerlerini Türkiye üzerinden Irak’a geçirmesine olanak tanınması üzerine kuruluydu. 20 Mart 2003 Perşembe günü sabaha karşı ABD uçakları Irak’ı bombalamaya başladığı günde oylanan tezkere için 535 milletvekilinin 332’ü kabul, 202’si ret, biri ise çekimser oy kullanmış böylelikle tezkere kabul edilmiştir.
1 Mart tezkeresinden bu kadar kısa bir süre sonra TBMM’nin önüne getirilen bu tezkerenin kabul edilmesinde, Tayyip Erdoğan’ın Başbakan olması sonrasında AKP milletvekillerine uygulanan parti içi baskının büyük rolü bulunmaktadır. Tezkerenin kabulü sonrası Beyaz Saray, ABD Başkanı George Bush’un Kongre’den istediği 74,7 milyar dolarlık savaş bütçesinden, Türkiye’ye 8,5 milyar dolar tutarında doğrudan kredi ve kredi garantisi bulunduğunu açıklamaktaydı. Bunun üzerine Gül, yardımın Türkiye’nin ekonomik zararlarının karşılanmasına yönelik olduğunu, yardımın 1 milyar dolar hibe veya 8,5 milyar dolar kredi şeklinde olacağını doğrulamak zorunda kalır[9]. Böylelikle AKP hükümetinin ABD ile yaptığı pazarlık heba edilmemiş oldu. Türkiye tezkerenin onaylanmasıyla birlikte, 1 Mart tezkeresinin reddi ile kaybedilen ekonomik kaybı bir nebze telafi edecek mali yardıma kavuşmuş oldu.
ABD’nin Irak’ı işgali sürecinde ‘çırak’ Erdoğan ve hükümetinin tavrındaki en belirgin özellik görüldüğü üzere, bu işgali öncelikli olarak siyasi ve ekonomik çıkarlar açısından değerlendirmesidir. Ekonomik pazarlıklar ekseninde yapılan görüşmelerde ve açıklamalarda Irak’ın işgalinin uluslararası hukuka uygunluğu ise neredeyse hiç dile getirilmemiştir. AKP’nin başka ülkenin işgali için yaptığı pazarlıklarda ne iç hukuku ne de uluslararası hukuk kurallarını dikkate aldığının itirafını tezkere görüşmeleri sırasında konuşan anayasa hukukçusu AKP İstanbul Milletvekili ve Anayasa Komisyon Başkanı Burhan Kuzu’nun sözlerinde görmek mümkündür. Kuzu Meclisteki konuşmasında “Bence bu konuda tartışılacak husus, bunun [tezkerenin] meşru olup olmamasından öte, ‘hakikaten, böyle bir hareket Türkiye’nin lehine midir aleyhine midir, ülkenin içerisinde bulunduğu şartlarda böyle bir girişim doğru mudur eğri midir, savaş olursa ne olur olmazsa ne olur?’ bu Yüce Meclisin, bence, bunları konuşması lazım ve karar verirken de bunları düşünmesi lazım.” diyerek tezkerenin uluslararası hukuka uygunluğu sorununu tali hatta önemsiz bir konuma indirgediklerini adeta itiraf eder.
Yaklaşık 1 milyon kişinin yaşamını yitirdiği[10], işkence dahil her türden insan hakkı ihlalinin gözler önünde yapıldığı Irak işgali sırasında Türkiye hava sahasını ABD uçaklarına açmıştır. Irak’ın işgali için, Türkiye dışında Suudi Arabistan da hava sahalarını ve üslerini bombardıman uçaklarına açmış, Kuveyt, Bahreyn, Katar, Umman da askeri üslerini ve imkanlarını ABD güçlerinin hizmetine sunmuştur. AKP hükümetinin de içinde olduğu Irak’ın işgalinde rol alan bu ülkeleri, AKP’nin ustalık döneminde Suriye rejiminin devrilmesi için tekrardan kol kola görmek ilginç bir paralelliktir.
Erdoğan ve AKP’nin Kalfalık Dönemi
22 Temmuz 2007 tarihinde TBMM 23. Dönem üyelerini belirlemek için yapılan milletvekili genel seçimlerinde Erdoğan başkanlığındaki AKP % 46 oy, 341 sandalye alarak ikinci defa tek başına iktidar oldu. AKP’nin ve Erdoğan’ın bu ikinci dönemi ‘kalfalık’ döneminin başladığı süreçtir. AKP Hükümeti ve onun lideri Erdoğan’ın dış politikada yaşadığı en kritik dönem olan ve Arap Baharı olarak tanımlanan süreç Kalfalık dönemine denk gelmektedir. Tunus’la başlayıp Mısır’a sıçrayan, Libya ile devam eden bu sürece AKP hükümeti sessiz kalmamıştır.
Kalfalık döneminde Tunus ve Mısır’da gelişen olaylara benzer söylem geliştiren AKP, Libya politikasında ikircikli bir politika izlemiştir. Tunus ve Mısır’da olayların başlamasının ardından Kalfalık dönemindeki AKP demokrasi ve insan haklarının en büyük savunucusu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu dönemde belirginleşen Türk dış politikası, bölgede yaşanan gelişmelerle ilgili olarak Irak işgalinde takındığı pazarlıkçı tavırdan farklı olarak halkların değişim talebinin, yönetimde katılımcılığın ve insan haklarının savunucusu olarak belirginleşmektedir. AKP “ya halkın değişim talepleri doğrultusunda reformlara öncülük ederek var olmaya devam edin, ya da gidin” söylemini kullanıp, ülke liderlerine “koltuğu bırak” çağrısı yapılarak tarafını ayaklananlardan ve değişimden yana belirlediğini göstermeye çalışmaktaydı. Öyle ki Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 1 Şubat 2011’de partisinin TBMM grup toplantısındaki yaptığı konuşma tam da bunun üzerine kurulmuştu. Konuşmasında Tunus ve Mısır’daki olayları dikkatle izlediklerini söyleyen Erdoğan, Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’e ölümü hatırlatıp tavsiyelerde bulunurken direniş yapan halka da “silahsız biçimde özgürlüklerinizin peşinden gidin” demekteydi[11].
Kalfalık dönemindeki Erdoğan’ın başta Mısır olmak üzere bölgedeki gelişmelere ilişkin tutumu, bölgede “insan hakları”, “demokrasi” ve “değişim” vurgusu yapan ABD Başkanı Barack Obama’nın siyasetinden bağımsız değildi. ABD’nin küresel projelerinden birisi olan Büyük Orta Doğu Projesi’nde Türkiye, bölgenin yeniden şekillenmesinde önemli bir rol üstlenmişti. Bu çerçevede Başbakan Tayyip Erdoğan ile ABD Başkanı Barack Obama arasında Mısır’daki olayların başladığı 25 Ocak 2011’den 11 Şubat 2011’de Mübarek’in istifası ve 12 Şubat 2011’de Genelkurmay Başkanı Tantavi’nin yönetime el koyması ile sonuçlanan 18 günlük zaman sürecinde 3 görüşme gerçekleştirmişti[12].
29 Ocak tarihindeki ilk görüşmeden 3 gün sonra, o güne kadar sessiz kalan Erdoğan’ın grup toplantısında Mısır ve Tunus’a ilişkin mesajlar göndermesi Büyük Orta Doğu Projesi kapsamında eş başkanı olması ile ilgisinde değerlendirmek gerekmektedir. Böylesine bir görevle taltif edilen AKP’nin dış politika tercihlerinde bağımsız hareket etmesi beklenemezdi. Bu süreçte, Büyük Orta Doğu Projesi kapsamında eş başkan statüsüne sahip Erdoğan’a, Arap kamuoyunu yönlendirme misyonu yüklenmişti. Çünkü ABD yönetiminin “insan hakları”, “demokrasi” ve “değişim” söyleminin özellikle Irak işgali sonrası yaşananlar sonucunda Arap kamuoyunda bir inandırıcılığı kalmamıştı.
Türkiye için ise Davos 2009’daki Erdoğan’ın “one minute olayı” olarak literatüre geçen İsrail tepkisi, Arap dünyası ile ilişkilere çok farklı bir boyut kazandırmıştı. Daha önceleri, Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin ekonomik, askeri yaygınlık ve derinlik kazanması Türkiye ile bölgedeki Arap ülkeleri arasında ve Arap kamuoyunda ciddi bir güven probleminin doğmasına yol açmaktaydı. Yeni Osmanlı stratejinin Müslüman ülkelerde hayat bulması için gerekli yumuşak güç yönteminin etkili olmasının yegâne yolu, İsrail’le ilişkilerinin yeniden gözden geçirilmesi olarak görülmekteydi. Erdoğan ve AKP hükümeti, bu çerçevede bölgesel bir güç olduğunu göstermek ve İslami kimliğini ortaya koymak için İsrail-Filistin meselesi üzerinden İsrail’le zıtlaşarak İsrail’e kafa tutma fırsatını kaçırmamıştır. Başbakan Erdoğan ve İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’in katıldığı Gazze konulu panelde Erdoğan’ın İsrail’e ağır eleştirileri ve tepkisi, İsrail’e karşı Arap duyarlılığının savunuculuğunu yapması, Erdoğan’ın popülerliğini arttırmıştır. Artık Erdoğan, Arap sokaklarında kendisi için sevgi gösterileri yapılan, Arap sokaklarının duygularına tercüman olan bir dost ve hatta bir lider olarak algılanmaya başlanmıştır. Dolayısıyla ABD’nin Arap kamuoyunu, söylediklerinin Arap sokaklarında karşılığı olan Erdoğan üzerinden şekillendirmesi kaçınılmaz bir hal almıştır.
Bu durum Türkiye’yi bölgede, Osmanlı İmparatorluğu geçmişinden de gelen, en güçlü devlet geleneğine ve en gelişmiş demokrasiye sahip büyük bir örnek ve model olarak sunan AKP için de bir imkan yaratmıştır. Özellikle Arap dünyasının tarihsel lideri olarak görülen Mısır’ın zayıflaması Arap dünyasında liderlik boşluğu yaratması kaçınılmaz bir durumdu. AKP Hükümetinde bu boşluğu, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın popülerliği ve İsrail’e karşı Arap duyarlılığının savunuculuğunu yapmasıyla dolduracağı düşüncesi hakimdi. Aslında Arap yönetimleri AKP’nin Arap sokaklarında sözünün bir karşılığının olmasından rahatsızlık duymaktaydılar. Özellikle Mübarek’in, AKP’yi liderlik bakımından potansiyel bir tehlike gördüğünden bu durumdan rahatsızlık duymasının yanı sıra Erdoğan ile hep birbirlerine engel olacak stratejiler izlemişlerdir. Dolayısıyla bu süreç, AKP’nin bölgesel istikrar sağlayıcı ve üstün bölgesel güç olma şeklindeki yeni rolü açısından çok iyi bir fırsat olmuştur. Kalfalık dönemindeki Erdoğan ve AKP, çıraklık döneminde Irak işgalinde yaptıkları hataları tekrarlamayarak, söylemi ‘insan hakları’ ve ‘özgürlükler’ üzerinden kurmuştur. Erdoğan hem kendi kamuoyuna hem de Arap kamuoyuna: “Demokrasi, halkın sesine, gönlüne, iradesine, taleplerine sahip çıkmayı, bunları yönetime yansıtmayı gerektirir. Halka gözünü, gönlünü, kulağını kapatan yönetimler bilesiniz ki uzun ömürlü olamaz. Halkın hiçbir özlemi, haykırışı, çağrısı karşılıksız kalmaz. Halka rağmen hiçbir iktidar ayakta duramaz. Devlet halk içindir, halkın varlığıyla, iradesiyle, desteğiyle ayaktadır. Bizim temel felsefemiz; ‘İnsanı yaşat ki devlet yaşasın’ anlayışına dayanır. Biz kendimiz için ne istiyorsak, dostlarımız, kardeşlerimiz için de aynı şeyi istiyoruz. Biz kendimiz için demokrasi, refah, adalet, özgürlük istiyorsak kardeş halklar için de aynısını istiyoruz. Biz kendimiz için nasıl huzur, güvenlik, istikrar, kalkınma, birlik, bütünlük istiyorsak kardeş ülkeler için de aynısını istiyoruz”[13] diyerek Batı’dan özellikle ABD’den farklı olduğunun mesajını vermek istemiştir.
AKP’nin halklardan ve değişimden yana olan bu söylemi, değişime sahne olan Tunus ve Mısır’da, Türkiye lehine siyasi sonuçlar üretmiştir. Özellikle Mısır’da AKP ile ilişkileri sağlam bir temele dayanan Müslüman Kardeşlerin iktidara gelmesi, AKP’nin politik etkisini artırmıştır. Ortadoğu’nun yükselen yıldızı Erdoğan, aynı dönemde Libya’da başlayan olaylarda Tunus ve Mısır’daki gibi net bir tutum takınamamış, çelişkili açıklamalar yapmıştır. Çünkü Mısır’da yönetimde bulunan Mübarek’in aksine, Erdoğan’ın Libya lideri Kaddafi ile ilişkileri olumlu ilerlemekteydi. Libya ile ticaret anlaşmaları ile Libya’da iş yapan Türklerin sayısının arttığı bir dönem yaşanmaktaydı. Kaddafi’nin davetiyle 3. AB-Afrika Zirvesi’ne “Onur konuğu” olarak katılan Erdoğan’a, 29 Kasım 2010’da “Kaddafi İnsan Hakları Ödülü” bile verilmişti.
Libya’da yönetim değişikliğinin Mısır’daki gibi AKP’nin çıkarlarına uygun sonuçlar üretmeyeceği endişesi bulunmaktaydı. Hatta AKP hükümeti Kaddafi iktidarının devrilmeyeceğini ön görerek yaşananlarla ilgili tam bir sessizliğe bürünmüştü. Mısır ve Libya arasındaki tavır farkının nedenini Libya’da olayların başlamasından bir hafta sonra konuşan ilk hükümet yetkilisi Hüseyin Çelik’in sözlerinde bulmak mümkündür. Çelik, hükümetin, Mısır konusunda sergilediği tutumu Libya konusunda ortaya koyamamakla eleştirenlere, “Kuzey Afrika’da ve Ortadoğu’da meydana gelen halk hareketlerini aynı format ve aynı karakterde görmenin yanlış olduğunu, kime ne söyleneceğini milli menfaatlerin belirlediğini, dış politikanın öfke ve duygusallıkla yapılamayacağını”[14] söyleyerek, Mısır’daki şahin tutumu niye sergileyemediklerini açıklamaya çalışmıştır.
Mısır’daki olaylar sırasında Mısır halkına “silahsız biçimde özgürlüklerinizin peşinden gidin” diyen Erdoğan’ın Libya Halkı’na aynı çağrıyı yapamaması, insan hakları, hukukun üstünlüğü, insan hak ve özgürlüklerini koruma ve geliştirme uyarısını yapamaması, halkların yanında olmaktan öte menfaatlerle ilgilidir. Türkiye Libya’da daha önce kazandığı ekonomik zemini kaybetmemek için Kaddafi rejimi ile görüşmeye devam etmekte ve hatta rejimin yıkılmayacağını ummaktaydı. AKP’nin Mısır’da kullandığı özgürlük demokrasi argümanlarının yerini bir sessizlik almasının nedeni Libya pastasındaki payını bir nebze olsun korumak için zaman kazanmak olduğu görülmektedir. Yalnızca son 5 yılda Türk şirketlerinin Libya’dan 15 milyar dolarlık proje aldığı düşünüldüğünde dış politikanın öfke ve duygusallıkla neden yapılamayacağını açıklamaktadır. Mısır’daki isyana kısa sürede refleks göstererek Mübarek’e “Halkına kulak ver” çağrısında bulunmuş kalfalık dönemindeki Erdoğan ve hükümetine, Libya’daki olaylara günlerce resmi ağızlardan bir açıklama gelmemesine kamuoyunda eleştiriler yöneltilmeye, tepkiler yükselmeye başladığı sırada ilk resmi açıklama hükümetten değil Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’de geldi. 21 Şubat 2011’deki açıklamasında Gül, resmi ağızdan Libya liderine demokrasi çağrısı yapan ilk yetkiliydi.
Kaddafi’ye yönelik sessizliği ile ilgili eleştirileri “Libya’da 30 bin vatandaşımız oradaydı. Biz kabile idare etmiyoruz. Biz 74 milyonluk Türkiye’yi idare ediyoruz. Benim oradaki 30 bin vatandaşımdan bir tanesinin ölümünün bedelini, faturasını ben nasıl ödeyeceğim” diyerek savuşturmaya çalışan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan aynı konuşmasında, NATO’nun Libya’ya harekât planı ile ilgili “NATO Libya’ya müdahale etmeli midir? Böyle bir saçmalık olur mu yahu? NATO’nun ne işi var Libya’da? Türkiye olarak biz bunun karşısındayız, böyle bir şey konuşulamaz, böyle bir şey düşünülemez”[15] diyerek harekâta karşı çıktığını ilan etti. AKP hükümetinin harekâta karşı çıkmasının 12 Haziran’da Türkiye’de Genel Seçimlerin olması ve kamuoyunun bu seçimler öncesinde Libya’ya müdahaleye son derece hassasiyet göstermesinin yanında en önemli neden yukarıda da belirttiğimiz gibi Libya’daki rejim değişikliğinin hem ekonomik hem nüfuz anlamında kendi aleyhine gelişim gösterme ihtimalidir. Libya’ya müdahalenin başını çeken Fransa, nasıl olursa olsun Kaddafisiz bir yönetim istemektedir. O dönemki Türkiye’nin Afrika açılımı, özellikle Kaddafi ile ilişkiler Fransa’nın hem ekonomik çıkarına, hem de siyasal nüfuzuna zarar vermiştir. Sömürgeci geçmişinin neticesinde Afrika’yı da kendi hâkimiyet alanı olarak kurgulayan Fransa için bu, kabul edilemez bir durumdur. Fransa’nın rahatsızlıkla karşıladığı bu Afrika açılımını Dışişleri Bakanı Davutoğlu, “Yeni Osmanlı” nitelemesi üzerinden Sarkozy’ye göndermelerde bulunarak, “Osmanlı’dan kalan bir mirasımız var. Yeni Osmanlı diyorlar. Evet, Yeni Osmanlı’yız. Bölgemizdeki ülkelerle ilgilenmek zorundayız. Hatta Kuzey Afrika’ya açılıyoruz. Büyük devletler şaşkınlıkla takip ediyor. Özellikle Fransa, Kuzey Afrika’ya niçin açıldığımızı araştırıyor. Ben de talimat verdim. Sarkozy hangi Afrika ülkesine giderse gitsin kafasını kaldırdığı yerde Türk büyükelçiliği binasını ve bayrağını görecek. Elçilik binalarını en güzel yerlerden tutun, diye talimat verdim”[16] açıklamasını yapmıştır.
Kalfalık döneminde AKP’nin Afrika ve Ortadoğu politikası, Davutoğlu’nun terminolojisiyle, “ya mutlak hâkimiyet ya mutlak terk gibi iki uçlu politikalar yerine mutlak hâkimiyet ile mutlak terk arasında kalan etki alanları oluşturma temelli” yeni Osmanlıcılık çerçevesindeki dış politika stratejinin bir ürünü olarak uygulanmaktadır[17]. Libya’daki olaylar da bu bağlamda bir nevi Fransa ile girişilen bir hakimiyet mücadelesi olarak görülmüştür. Politikasını, Libya’daki olayların, Mısır’ın aksine çatışmalarla başlayan bir süreç olduğunu, burada yaşananların Mısır ve Tunus’ta yaşananlardan farklı olduğu ve Libya’da dış müdahale’ye karşı olmak söyleminden inşa eden AKP hükümeti, inisiyatifi Fransa’ya kaptırınca, politika değişikliğine gitmiştir. AKP, Fransa’nın öncülüğünde uluslararası müdahalenin ivme kazanmaya başladığını fark etmesiyle söylemini değiştirmek durumunda kalmıştır. Böylelikle Erdoğan’ın, Kaddafi’nin iktidarda kalacağı öngörüsü ile şekillendirilen politikasını değiştirmiştir. Bunun sonucu olarak da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Libya lideri Muammer Kaddafi’ye ülkenin içinde bulunduğu krize son vermek için arkasında halk desteği olan bir devlet başkanı ataması gerektiğini söyleyerek Kaddafi’ye reform çağrısı yapmıştır.[18] Böylece Türkiye’nin Libya konusundaki başlangıçta suskunluk üzerine şekillenen politika serüveni, sonra Kaddafi rejiminden yana, daha sonra Trablus’la Bingazi arasında arabulucu, son olarak da Bingazi’den (isyancılardan) yana tavır alarak sonlanmıştır.
Libya lideri Kaddafi’nin isyancıların elindeki bölgelere yaptığı ağır bombardıman ve sivillere uygulanan şiddeti kesmek gerekçesiyle 17 Mart 2011 Birleşmiş Milletlerin aldığı “Libya’nın uçuşa kapalı alan ilan edilmesi” kararının ardından 19 Mart 2011 tarihinde Paris’te bir toplantı gerçekleştirildi. ABD, İngiltere, Fransa ve Kanada’nın öncülüğünde 22 ülkenin katılımıyla düzenlenen zirveye Türkiye çağrılmadı. BM Genel Sekreteri Ban Ki Mun, Almanya Başbakanı Angela Merkel, İspanya Başbakanı Jose Luis Rodriguez Zapatero, Katar Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Şeyh Hamad bin Casim bin Cabir El Tani, Irak, Ürdün ve Birleşik Arap Emirlikleri Dışişleri Bakanlarının bulunduğu Paris Zirvesine Türkiye’nin davet edilmemesi Fransa ile girdiği güç mücadelesinde AKP hükümetinin yeni Osmanlıcılık stratejisinin iflasıdır. Aslında Yeni Osmanlıcılık, Dünyanın, özellikle Müslümanların sömürgeci güçler karşısında kendilerini himaye edecek yeni bir Osmanlı ruhuna ve fikriyatına ihtiyacının olduğu iddiasıyla; beş yüz yıllık Osmanlı mirasını sahiplenecek, bu mirasın avantajlarını kullanarak kendi arka bahçelerini yaratacak, geniş ufuklu, güçlü, otoriter, emperyal, Müslüman bir Türkiye yaratmayı hedefleyen bir stratejiden baş bir şey değildir.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu strateji iflas etmiştir. Çünkü Yeni Osmanlıcılığın gereği olarak İslam ortak paydası üzerinde Osmanlı’nın egemen olduğu coğrafyanın tümünde etkili olması gereken, Osmanlı’nın egemen olduğu bütün Muhammed-i ümmetinin liderliğine soyunmuş AKP’nin, hinterlandı kapsamında olması gereken ülkeler Türkiye’yi dışlayarak Fransa ile birlikte karar almışlardır. Toplantı sonrası bir açıklama yapan askeri operasyonun liderliğini üstlenen Fransa Cumhurbaşkanı Nicola Sarkozy, Libya’ya her türlü müdahalenin yapılması konusunda işbirliği kararı aldıklarını söylemiştir. Ortak bildirinin açıklanmasının hemen ardından, daha zirve devam ederken Libya üzerinde keşif uçuşu yapan 20 kadar Fransız savaş uçağı bombardımana başlamıştır. Türkiye harekât konusunda NATO’ya karşı çıkıp Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne destek verirken Erdoğan, NATO’nun Libya’ya müdahale etmesine sert tepki göstererek, “NATO’nun Libya’da ne işi var?” demiştir. Koalisyon güçlerinin Libya’ya yönelik hava operasyonuna başlamasının ardından ise Erdoğan tutumunu yumuşatarak, Türkiye’nin bazı şartları olduğunu, NATO’nun, “Libya’nın Libyalılara ait olduğunu tespit ve tescil için oraya girmesi” gerektiğini söyleyerek pozisyon değişikliğine gitmiştir. İlk önce “NATO’nun Libya’da ne işi var” diyen Başbakan, NATO’daki süreçlerde devre dışı kalınca, bu kez askeri harekatın NATO şemsiyesi altına alınması için sözde ön şartlarla ortaya çıkmış ve Türk kamuoyundaki imajını kurtarmak için NATO ile sanal müzakereler başlatmıştır. Bu açıklamanın ardından Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ise Libya’ya düzenlenen operasyonun komuta ve kontrol sisteminin tamamıyla NATO’ya devredilmesi gerektiğini söyledi. Koalisyon güçlerinin Libya’ya yönelik müdahalesini eleştiren Türkiye, taleplerinin kabul edildiği gerekçesiyle, komutanın NATO’ya devredilmesine onay verdi. Böylelikle, Türkiye Libya’ya yönelik uluslararası müdahalenin NATO komutasına geçmesi ile Fransa’nın belirleyici güç olmaktan çıkmasını sağlamaya çalıştı. Aslında bu, AKP’nin, Fransa’nın Libya’da olayların başladığından beri öne sürdüğü argümanları ve uyguladığı stratejiyi kabullenmesidir. Davutoğlu tarafından ‘Osmanlı’dan kalan bir mirasımız olarak’ görülen yerlerde, Fransa ile girişilmeye çalışılan bilek güreşinin kaybedilmiştir.
Çıraklık dönemindeki aleni pazarlık üzerine kurulan siyaset biçimi, kalfalığın ilk döneminde Batı’nın çok sık kullandığı insan hakları, demokrasi retoriği üzerinden şekillenirken; Libya ile birlikte yeni Osmanlıcılık, eski Osmanlıdan öğrendiği bir nevi denge politikası üzerinden güç kazanmak diye tarif edebileceğimiz bir siyasi anlayış biçimine bürünür. Kalfalık dönenimdeki Recep Tayyip Erdoğan’ın ve hükümetinin izlediği politika ve geliştirdikleri söylemdeki kararsızlık ve tutarsızlığın kedini net biçimde gösterdiği yer Bahreyn konusunda aldıkları (almadıkları) tavırdır. Bahreyn’deki olaylara, ölümlere sessiz kalınmış, Suudi Arabistan’ın ordusunun tanklarla Bahreyn’deki olaylara müdahaleye tepki verilmemiştir. Bunun nedenini Erdoğan ve AKP Hükümetinin de demokrasi, insan hakları ve özgürlük söylemini bir araç olarak kullanmasında, karşı ya da yanında durduğu ülkelerin insan haklarına ve özgürlüklere karşı tutumundan, rejimlerinin niteliğinden çok, o ülkelerle olan ittifakların, çıkarların ön planda tutulduğu, siyaset yapma biçiminde değerlendirmeliyiz. Bunu da Erdoğan ve AKP’nin özellikle “Ustalık” döneminde karşımıza çıkan yeni söyleminde ve buna uygun geliştirdiği politikalarda görebilmekteyiz.
Erdoğan ve AKP’nin Ustalık Dönemi
Recep Tayyip Erdoğan ve AKP’nin Ustalık Dönemi 12 Haziran 2011 genel seçimin sonucunda yüzde 49,9 oy oranı, 326 milletvekili ile birinci parti olarak üçüncü kez mecliste yer alması ile başlamaktadır. Erdoğan ve AKP’nin Ustalık dönemi, Kalfalık döneminden devraldığı Libya, Bahreyn ve yeni başlayan Suriye olaylarıyla başlamıştır. Ustalık dönemini belirleyen söylem ise AKP’nin Suriye olaylarına yaklaşımında belirginleşmektedir. AKP’nin Bahreyn’deki tutumu, Suriye’ye dair kurduğu söylem ve politikalarında görülebilmektedir. Öyle ki Bahreyn’deki sessizlikle Suriye’deki çok seslilik aynı amaca hizmet etmektedir. Bu da ABD ve Batı emperyalizminin, İran-Şiilik korkusunu pompalayıp Sünni Arap ülkelerini yanlarına alarak bölgedeki hakimiyetlerini pekiştirmektir.
‘Arap Devrimi’, ‘Arap Baharı’, ‘Arap Uyanışı’, ‘Arapların Demokratikleşmesi’ olarak adlandırılan bu süreç, bölgeyi yeniden şekillendirmeye çalışan toplum mühendisliği sevdalıları için bir fırsata dönüşmüştür. ABD ve Batı emperyalizmi politikalarını, İran-Şiilik korkusu pompalayıp Sünni Arap ülkelerini yanlarına alarak bölgedeki hakimiyetlerini sürdürme üzerine kurmuşlardır. Irak’ın işgal operasyonu sonucu Saddam yönetiminin düşmesi ile birlikte yeniden şekillenen yeni Irak’ta Şiilerin yönetimde belirleyici olması ve dolayısıyla İran’ın etkinliğinin artması istenen bir durum yaratmamıştır. Suriye, İran, Lübnan (Hizbullah) “Şii ittifak” olarak tanımlanan bu hatta Irak’ında katılması toplum mühendislerinin mezhepleri kullanarak oluşturduğu yapay ayrımlar için büyük bir tehlike arz etmektedir. Bunun içindir ki ABD ve Batı emperyalizmi, rejimlerin mahiyeti aynı olsa bile, egemen oldukları, istedikleri gibi davranan rejimlere karşı çıkan ayaklanmaları bastırmayı, egemen olamadıkları istedikleri gibi davranmayan rejimlere karşı çıkan ayaklanmaları destekleyen bir tutum almaktadır. ABD, krallık-emirlik yönetilen Suudi Arabistan, Ürdün, Katar ve Kuveyt gibi ülkeleri, kendi siyasi ve iktisadi çıkarlarına uygun davrandığı, bu ülkelerin kaynaklarını isteği gibi sömürdüğü için desteklemektedir. ABD ve Batı emperyalizmi, rejimleri istediği gibi sonuçlar üretmeyen ülkelerde “demokrasiyi getirmek” adına maddi manevi, ayaklananların yanında yer almış, hatta ırak ve Libya örneğinde olduğu gibi bu saldırıları bizatihi kendileri yapmışlardır. Bahreyn ve Yemen gibi yerlerde ise “Demokrasiyi unutmuş”, ayaklananların katledilmesine ve kendi emrindeki ülkelerin askerlerinin girmesine göz yummuşlardır. Örneğin Bahreyn, Sünni hanedanın yönettiği Şiilerin çoğunlukta olduğu bir ülkedir. Bahreyn’deki Şii halkın ayaklanmasına kanlı bir şekilde müdahale edilmesine, Suudi Arabistan tanklarının Bahreyn’e müdahale etmesine, ABD ve Batı hiçbir tepki göstermemiştir. Hatta ABD olayların İran’ın kışkırtması ile oluştuğunu söyleyerek göstericilere uygulanan şiddeti desteklemiş hanedanlığın varlığını savunmuştur. Aynı dönemde Yemen’de de yaşanan benzer durumda aynı tavır sergilenmiştir.
ABD’nin demokrasi, insan hakları, özgürlük gibi bir derdi olmamıştır. Demokrasi gibi bir gayesi olsaydı, 21 yüzyılda şeriatla krallıkla yönetilen, kadının insan yerine konulmadığı bir rejimi bu kadar destekleyemeyeceği gibi, “baharın” Bahreyn’i yoklaması üzerine Arabistan’ın oraya asker gönderip aleni katliam yapmasına göz yummaması gerekmektedir. ABD’nin tek derdi dünya düzeyindeki kendi hegemonyasını sürdürmesini sağlamaktır. Bunun için her türlü strateji ve ittifakın yanı sıra ve insani bütün değerleri kullanmaktadır. Görüleceği üzere ABD ve Batı, hegemonyaları altında olan ülkelerde demokrasi, özgürlük ve insan hakları kendi egemenliklerini tehlikeye sokacaksa bu söylemler unutularak monarşi sistemleri desteklemekte bir beis görmemektedir. Çünkü bölgenin tümünde Şii etkinliği tehdit olarak görüldüğünden, buralarda bir rejim değişikliğinin İran etkisini artıracağı düşüncesine göre politik pozisyonlarını şekillendirmişlerdir. Türkiye’nin de bu dönemdeki politikaları ABD ve Batının stratejilerine paralellik göstermektedir. AKP’nin, Mısır’ın aksine Bahreyn konusundaki sessizliği düşünüldüğünde Büyük Ortadoğu projesinin eş başkanı olarak Erdoğan’ın ABD’den farklı politika geliştirmediğini görmekteyiz. Öyle ironik ki Türkiye’yi 23 Mart 2011’de ziyaret eden Bahreyn Dışişleri Bakanı Şeyh Halit bin Ahmet Muhammed El-Halife, Türkiye’ye “ilkesel tavrı ve bölge ülkelerinin yanındaki onurlu duruşu nedeniyle” teşekkür etmektedir.
ABD, Batı ve Türkiye’nin Bahreyn’deki ortak olan sessizliğinin aksine, Suriye’de sert tepki olarak tezahür etmektedir. ABD ve Batı emperyalizmi, egemen olamadıkları istedikleri gibi davranmayan bir rejim olan Suriye’de çıkan olayları destekleyen bir tutum almışlardır. Arap Baharı diye tanımlanan olaylar Sünni, Şii, Alevi mezhepleri kullanılarak aynı toprağın evlatlarının birbirlerine rahatlıkla kırdırılabildiği bu coğrafyada bulunmaz bir fırsat olarak görülmüş ve insanların özgürlük istemlerini kendi çıkarları için araçsallaştırmışlardır. Arap Devrimi, Arap Baharı, Arap Uyanışı, Arapların Demokratikleşmesi gibi büyük tespitler ve bunları içeriklendirmek için olmazsa olmaz demokrasi, özgürlük ve insan hakları üçlüsüyle oluşturulan retoriğe dayanarak bölgeyi yeniden şekillendirmeye çalışan devletlerin oluşturduğu kaostaki son halka Suriye olmuştur. Çünkü Suriye diğer Arap ülkelerinden özellikle Arap dünyasının liderliği için çekiştiği Mısır’dan farklılık göstermektedir. İsyanlar sonucu istifa etmek zorunda kalan, ABD’nin görevden aldığı, Mısır’ın Batı yanlısı eski Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’ten farklı olarak Suriye, bölgede ABD ve özellikle İsrail karşıtı politikaları ile belirginleşmektedir. Esad yönetimi, Ortadoğu’da ABD politikalarına karşı önemli öznelerden biri olarak görülmektedir. Beşşar Esad, son dönemde ülkede ABD karşıtı politikalarını yumuşatmış olsa da Lübnan’da Hizbullah’a ve Filistin direnişine desteğini sürdürmesinden dolayı, ABD için Irak işgalinden sonra İran ile birlikteki ilk hedeflerden biri konumundadır. ABD politikaları ve özellikle İsrail için her daim tehlike arz eden “Şii ittifak” olarak tanımlanan bu hattın kırılması için Suriye etnik ve mezhepsel yapısıyla da zayıf halka olarak görülmüştür. Bölgeyi yeniden şekillendirmeye çalışan güçler, bunu bir Şii-Sünni çatışması üzerinden uygulamaya koymuştur. Kendini yeni Osmanlı olarak gören Erdoğan ve AKP’ye de kendi tanımlamalarına uygun bir rol biçilmiştir. Türkiye’ye, Şii İran’a karşı Sünnilerin hamisi rolü verilmiştir. Irak’ın işgal planlamasında Türkiye ile İran’ı karşı karşıya getiremeye çalışanlar, Türkiye kamuoyunun muhalefeti sonucu tezkerenin reddedilmesi ile başarılı olamayanlar, bu dönemde Suriye üzerinden aynı oyunu oynamaktadır.
“Komşularıyla sıfır sorun” hedefiyle yola çıkan Recep Tayyip Erdoğan ve lideri olduğu AKP’nin bunun doğrultusunda çıraklık döneminde Suriye ile ilişkileri normalleştirme çabasında olmuştur. Kalfalık döneminde ortak Bakanlar Kurulu toplaması ile sınırlardan vizesiz geçişler ve hatta Erdoğan’la Esad’ın ailece tatil yapma süreci yaşanmıştır. Erdoğan ve AKP’nin Ustalık dönemi, Çıraklık ile Kalfalık dönemlerinin bir nevi reddi üzerine kurulmuştur. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “komşularla sıfır sorun” politikası Ankara’nın Türkiye’nin komşularıyla ve bölgedeki önemli konumdaki diğer devletlerle siyasi, ekonomik ve diplomatik ilişkilerini iyileştirmesinde araçsal bir rol oynamıştır. Bununla birlikte, Arap Baharı diye adlandırılan değişim ve dönüşüm sürecinde yaşanan çatışmalarda bu politika sürdürülememiştir. “Sıfır sorun” politikasının önemli ayaklarından biri olan, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “eşit mesafe” diye tabir ettiği, bölgesel anlaşmazlıklarda tarafsız kalma ilkesine riayet edilmemiştir. Erdoğan ve AKP, özellikle Suriye olayların başlamasıyla birlikte alelacele Suriye rejimi karşıtı bir pozisyon almıştır. “Sevgili kardeşim Esad” söylemi, 3 günde “Katil Esed”e, “terörist Esed”e dönüşmüştür. Suriye’deki rejim veya onun başındaki Beşşar Esad değişmediğine göre bu dönüşümü AKP’de ve ona yüklenen misyonda aramamız gerekmektedir.
Suriye’de olayların başladığı andan itibaren sistematik olarak, Türkiye’de istendik bir Suriye algısı yaratılmaya çalışılmıştır. Erdoğan, çıraklık döneminde Irak işgalinde yer almak istemesine rağmen kamuoyu tepkisinden dolayı Irak’ın işgaline müdahil olamamasını aklında tutarak, kamuoyunu biçimlendirmeye çalışmıştır. Suriye bir Libya veya Mısır da değildir. Suriye Türkiye’nin en uzun ve çoğu yerde de suni olarak çizilmiş bir sınır komşusu olmasından kaynaklı olarak arada akrabalık ilişkileri yoğun yaşanmaktadır. Erdoğan’ın her fırsatta belirttiği gibi, Suriye konusu bir dış mesele olarak, bir dış sorun olarak görülmemektedir. Aksine Suriye meselesi bir iç mesele olarak sunulmaktadır.[19] Bundan dolayıdır ki Suriye meselesinde istendik bir kamuoyu yaratmak önem arz etmiştir. Kamuoyu yaratılırken kalfalık döneminde kullanılan ‘demokrasi’, ‘insan hakları’ ve ‘özgürlük’ üçlemesi kullanılmıştır. Sıklıkla kardeşlik hukukundan söz eden Erdoğan, “Adalet Suriye halkının da hakkıdır. Adaleti tayin yetkisi Esed’in değildir; Suriye halkınındır. Suriye’de yaşananlar bu ülke halkının özgürlük, refah, hak mücadelesinden başka bir şey değildir. Türkiye bu sorun karşısında adalete kardeşlik hukukuna uygun bir politika izlemiştir izlemeye devam edecektir.”[20] diyerek Suriye’deki olayların tarafı olduğunu göstermiştir.
Kalfalıktan kalma bu söylemin yanı sıra AKP’ye yüklenen yeni misyona uygun yeni bir söylem daha geliştirilmiştir. Ustalık dönemini asıl belirleyecek olan bu söylemden hareketle oluşturulmaya çalışılan Şii-Sünni çatışmasında Sünnilerin koruyucu rolünü üstlenen Erdoğan ve AKP bu role uygun kamuoyu yaratmaya çalışmıştır. Suriye’deki yönetim ve Beşşar Esad ne pahasına olursa olsun değişmeli, onun yerini belirlenecek yeni aktörler almalı” saikından hareket edilmiştir. Siyasal erk bu süreçte, medya ve birtakım yazarları kullanarak, ‘Sünni çoğunluk’ vurgusu yapılarak, ‘Alevi azınlığın çoğunluğu baskı altında tuttuğunu’ söyleyerek, Suriye’yi bir Alevi devleti olarak göstermeye çalışan tehlikeli bir yaklaşım sergilenmiştir. Bu söylemin referans noktası Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın Alevi olmasıydı ve mütemadiyen bu vurgu ön plana çıkartılmıştır. Bu yaklaşım devletin ideolojisini yöneticisinin mezhebine bağlayan, yönetenler arasındaki ittifakları görmezden gelen indirgemeci bir tutumdan başka bir şey değildir.
Bu oluşturulan söylem, siyasi erkin politik tercihlerinin yansıtmaktadır. Ustalık döneminde Sünni eksenli politika izlemeye başlayan siyasi erkin, Türkiye’deki Sünni çoğunluğun desteğini almasının en kestirme yolu, Suriye’de yaşananları ‘Nusayri/Alevi Beşşar’ın, Sünni kardeşlerimize’ zulmü olarak göstermektir. Daha sonra bu söylem daha ileri taşınarak Nusayriler/Aleviler Sünnileri katlediyor üzerinden kurulmuştur. Bu yaklaşım, mezhepleri kullanılarak insanların birbirlerine rahatlıkla kırdırılabildiği bu coğrafyada en işlevsel argüman olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle ülkemizde bu söylemin bu şekilde kurulmasının ve Suriye’yi Alevi Devleti olarak ısrarla gösterilmeye çalışılmasının önemli bir nedeni bulunmaktadır. O da; Türkiye’nin de tarafı olduğu ve mimarlığına soyunduğu olası bir Suriye işgalinde Türkiye kamuoyuna “Aleviler Sünnileri katlediyor”, “Biz, Müslüman bir ülkeyi işgal etmeye değil, tam tersi Müslümanları ‘sapkın bir din’ olan Nusayrilerin elinden kurtarmak için giriyoruz” gibi bir kara propagandayla kamuoyunun, Irak’taki gibi, işgale karşı bir tepki vermelerinin önüne geçmektir. Dolayısıyla kamuoyu algısına etki etmek ve savaş karşıtı mitinglerini önlemek algısına üzerine kurulan bu söylem meyvesini de vermiştir.
Esasen Erdoğan, Suriye meselesinin başladığı döneme denk gelen Haziran 2011 genel seçimlerinde mezhep üzerinden politika inşa etmeye başlamıştır. Seçim meydanlarında CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Alevi kimliği üzerinden propaganda yapılarak Kılıçdaroğlu Alevi kimliğinden ötürü kitlelere yuhalatılmıştır.[21] Erdoğan genel seçimlerde yaptığı gibi dini, mezhepsel ayrımcılık yaparak Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ı her defasında “Alevi” vurgusu yaparak eleştirmiştir. Ustalık döneminde AKP yönetimi ve Erdoğan, Suriye meselesinde de Kılıçdaroğlu’nun dini kimliği üzerinden kamuoyu yaratmaya çalışmıştır. AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’in, Merkez Yürütme Kurulu (MYK) sonrası “Niçin savunuyorsunuz Suriye’deki Baas’çı rejimi? Açıkçası aklıma başka kötü şeyler de geliyor. Suriye’deki Baasçı rejim yüzde 15’lik kitleye dayanıyor. Acaba Sayın Kılıçdaroğlu mezhep yakınlığı dayanışmasıyla mı Suriye’ye bu manada sahip çıkıyor? Bu da aklımıza gelir. Eğer böyle bir şey yapıyorsa bu daha da affedilmezdir”[22] açıklamasıyla Suriye politikasını eleştirenleri “mezhep üzerinden Esad’ı desteklemekle” itham etmiştir.
Bu yaklaşımla bir bakıma kamuoyunun meseleyi Sünni, Şii, Alevi çatışması üzerinden okuması hedeflenmesinin yanı sıra AKP politikalarına karşı olanların fikirlerini zapturapt altına almaya çalışmaktır. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, partisinin genel merkezinde düzenlenen Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısı’nda Hatay-Reyhanlı patlamasıyla ilgili olarak “Reyhanlı olayları sıradan bir olay değildir. Saldırıda 53 Sünni vatandaşımız şehit olmuştur”[23] diyerek ölen vatandaşlarımızın bile özellikle Sünniliğini vurgulaması bize AKP’nin ustalık döneminin genel mantığını yansıtmaktadır. Bütün bunlarla hedeflenen aslında Alevi kimliğinin öteki hali kullanılarak, kendi Sünniliklerini ön plana alıp, Türkiye’deki Sünnilik üzerinden bir tepki geliştirmeyi sağlamaktır. Bu Suriye meselesinin Sünni, Şii, Alevi çatışması ekseninde algılanması sağlanma çabasıdır.
Siyasi erk, bu tavrını kendi açıklamalarının yanı sıra, görsel ve yazılı medya ile köşe yazarları vasıtasıyla da yaygınlaştırmıştır. Beşşar Esad’ın Nusayriliğiyle[24] Türkiye’deki Nusayriler ilişkilendirilerek yapılan ilk önemli haber, 20 Haziran 2011 tarihinde Sabah Gazetesinin sürmanşetten “Muhaberatın Türkiye Oyunu” başlığıyla verilmiştir. Suriye gizli servisi Muhaberatın Hatay Samandağ’ında Esad ailesi ile akrabalık bağı bulunan Nusayrilere giderek mülteciler aleyhine propaganda yaptığının vurgulandığı haberde; Samandağ’da yaklaşık 40 ailenin bu amaçla tek tek ziyaret edildiği yazılmıştır[25]. Taraf gazetesi, “Suriye’ye müdahale ve savaşa hayır” olarak düzenlenen savaş karşıtı barışçıl bir mitingi “Diktatörüme Dokundurtmam” mitingi olarak aktararak eylemin amacını saptırmakta bir beis görmemiştir.[26] Hatay’da 1 Eylül Dünya Barış gününde düzenlenen savaş karşıtı mitingi yine Sabah Gazetesi Esad’ın milisleri Şebbiha ve Suriye gizli servisinin düzenlediğini iddia etmiştir. Bu iddiayı, Hatay Yayladağı’ndaki kamplarda kalan Türkmen Muhalifler Sözcüsü olduğunu lanse ettikleri Sadettin Molla ile Arap muhalifler diye adlandırdıkları Şihab ve Ebu Ahmed isimli kişilere dayandırmışlardır. Hatta daha ileri gidilerek “Şubat ayından itibaren Adana, Mersin, İskenderun ve Hatay’da Şebbiha unsurlarının toplantılar düzenlediğini, yaşanan gösteriler, Esad’a bağlı Şebbiha milislerinin buradaki Alevi ve Nusayrileri kışkırtması sonucu meydana geldiği yazılmıştır. Şebbiha milisleri, Antakya halkı arasında Suriyeli mültecilere karşı olay çıkarmak için özel olarak Esad rejimi tarafından gönderiliyor”[27] iddiasında bulunulmuştur. Tarihsel olarak ötekileştirilen Arap Alevilerini[28] hedef gösteren bu yayınlar, hayal mahsulü üretilen bilgilere, ne olduğu belirsiz kişilere dayandırılmıştır. CNN Türk ekranlarında ise Nazlı Ilıcak, Altan Öymen, Enver Aysever ve Nagehan Alçı’dan oluşan ”Dört Bir Taraf” programında, Nagihan Alçı’nın sözleri bu manada ibret vericidir. Suriye ile yaşanan gerilimi yorumlayan Enver Aysever “Suriye ile savaşa girmek Türkiye’nin çıkarına değildir” deyince araya giren Nagehan Alçı, Enver Aysever’i Beşar Esad’ı savunmakla suçlayarak, bunun nedenini Aysever’in psikolojisine bağlamıştır. Aysever’in Nusayri olduğunu Beşar Esad’ın da Nusayri mezhebinden olduğunu hatırlatarak mezhepsel yakınlıktan bunu yaptığını savunmuştur.[29] Bunlar gibi nice haber, program ve köşe yazısı ile Arap Alevilerine yönelik nefret söylemi yaygın bir biçimde, yüksek sesle dillendirilerek ve Arap Aleviler pervasızca açık hedef haline getirilmiştir. Böylece hükümetin Suriye politikasını eleştirenleri buna karşı eylemler yapanları mezhepsel yakınlık, Esad’ın kışkırtması, Esad’a hizmet eden insanlar vb cümlelerle kamuoyuna sunup itibarsızlaştırarak, hükümetin politikalarını mezhep üzerinden inşasına katkıda bulunmuşlardır.
Bu süreçte siyasi erk, “Özgür Suriye Ordusu” adındaki oluşumun yaratılmasına katkıda bulunarak Hatay’daki Apaydın kampını onlara tahsis edilerek, sınırı rahatça geçip eylem yapıp geri dönmelerine olanak sağlanmıştır. Öyle ki Özgür Suriye Ordusu’nun internet sitesinde (www.free-syrian-army.com) ordunun merkezi olarak Hatay gösterilmekteydi.[30] Türkiye, silah sevkiyatını koordine eden ve silahlı grupların Suriye topraklarındaki hareketleri konusunda danışmanlık yapan komuta merkezinin İstanbul’da kurulmasına izin vermiştir. Bunun ardından Suudi Arabistan’dan ve Katar’ın desteği ile gönderilen silahlar koordineli olarak Türkiye üzerinden Suriye’ye sokulmaya başlanmıştır.[31] Hatta Halep ve Şam’daki Suriye silahlı muhaliflerin ilk maaşlarının Türkiye’nin de dahil olduğu bazı İslam ülkelerinden gittiği iddia edilmiştir.[32] Libya, Tunus, Cezayir ve Kuveyt’ten gelen cihatçılar “Türk Koridoru”ndan Suriye’ye geçmiştir. Türkiye’yi eğitim alanı ve geçiş koridoru olarak kullanan bu gruplar, sınır ilerinde gündüzleri sokaklarda ellerini kollarını sallayarak rahatça dolaşıp, akşamları Suriye’ye savaşmaya gitmektedirler. Örneğin Hatay’ın Yayladağı kampında barındırılıp, AKP Hükümetince de desteklenen Müslüman Kardeşlerin temsilcisi konumundaki Memun El Hımsı’nın sosyal medyada paylaştığı açıklamaları ibret vericidir. El Hımsı “Ey Aleviler Suriye’yi size mezar edeceğiz… Suriye’de yaşamanıza asla müsaade etmeyeceğiz… Beşşar’ı terk etmezseniz lime lime doğranacaksınız. Suriye’de artık azınlık falan kalmayacak, siz hakir Alevilere mezar olacak ve sizi kimse kurtaramayacak. Sünniler’in gücünü size çok yakında göstereceğiz”[33] tehditlerini savurarak, bütün dünyanın gözü önünde katliam çağrısı yapmıştır.
Uluslararası platformlarda da Esad’ın gitmesi için çok çaba harcayan Erdoğan, zaman geçtikçe saldırgan bir tutumla, BM’den Rusya’ya, Çin’den ABD’ye kadar tüm taraflara sert sözler sarf etmeye başlamıştır. O kadar ileri gitti ki, Suriye konusunda “İslam dünyası göbeğini kendi kesmeli”[34] diyerek bölgeyi iyice mezhep ateşi çemberine dönüştürecek bir öneride bulunmuştur. Rol dağıtıcısı ABD bile çoğu zaman Erdoğan’ı dizginlemekte zorlanmıştır. Usta Erdoğan’ın Suriye konusunda bu halet-i ruhiyesinin nedenini Beşşar Esad’a biçilen ömürde aramak gerekmektedir. ABD ve Türkiye, Esad rejiminin ömrünün çok kısa olduğu, Suriye rejiminin 6 ile en fazla 18 ay arasında devrileceği öngörüsünde bulunmuşlardı. İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak 2 Ocak 2012’de, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad rejiminin günlerinin sayılı olduğunu ve Esad’ın iktidarda kalacağı sürenin “birkaç haftayı geçmeyeceğini”[35] belirtmiştir. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, 25 Ağustos 2012’de, “bu sancılı sürecin çok uzun süreceğini düşünmüyorum. Artık bu süreci yıllarla ifade etmek yerine aylar veya haftalarla ifade etmek gerekir”[36] iddiasında bulunmuştur. Kanaltürk’te 31 Ağustos 2012’de katıldığı canlı yayın programında Başbakan Erdoğan, Esad’a ne kadar ömür biçiyorsunuz sorusunu “Esad siyasi ömrünü tamamladığını, Beşşar artık siyasi bir mevtadır” demek suretiyle yanıtlamıştır.
AKP ve Erdoğan kalfalık döneminde Libya’da Fransa’ya kaptırdığı liderliliğinin acısını Suriye’de çıkarmaya çalışmıştır. Libya’da ne kadar yavaş tavır alındı ve denge politikası izlenmeye çalışıldı ise bundan ders çıkaran siyasi erk tam tersine çok hızlı ve pervasız bir biçimde tavır almıştır. Ama kestirimde bulunulan tarihlerin hiç biri gerçekleşmemiştir. Suriye rejimine biçilen ömrün aksine Esad güç kazanmaya başlamıştır. Bu durum, sürecin başından beri Suriye rejimine ve Esad’a, çok yüksek perdeden seslenen, ömürler biçen usta Erdoğan ve hükümetinde bir travma yaşatmıştır. Buna bağlı olarak, Beşşar Esad güçlendikçe Erdoğan kan kaybetmeye dolayısıyla asabiyetleşme kat sayısı da artmaya başlamıştır.
AKP, bir süre sonra bütün tezlerini Libya’da olduğu gibi Suriye’yi dış güçlerin işgal etmesi üzerine oturtmuştur. Libya’da yaptığı “zamanlama hatasını” Suriye’de yap-mayıp(!) alelacele tarafını belli edip, kendisiyle birlikte dış güçlerin müdahale etmesini beklemiştir. Bekleme kendi aleyhine dönecek kadar uzun sürünce bunun tez elden gerçekleşmesi için yoğun bir mesai harcamaya başlamıştır. Lakin bunun gerçekleşmesi için harcadığı onca çabaya rağmen, gerek ABD gerekse de Batı buna pek yanaşmamıştır. ABD, yönetimin bu grupların eline geçmesi halinde kısa vadede olmasa bile uzun vadede hem bölgedeki kendi çıkarlarını hem de İsrail’in güvenliğini tehdit edeceğine inanmaktadırlar. İşte tam da bu nedenle AKP hükümeti güttüğü saldırgan stratejisine Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt gibi ülkeler dışında taraftar bulamamakta, yalnızlığa mahkum olmaktadır. Uluslararası arenada yalnızlaşmak, Suriye’deki çatışmaların Türkiye içerisine sirayet etmesi AKP ve Erdoğan’ın yaşadığı travmayı perçinlemiştir.
ABD 11 Aralık 2012’de, Suriye’de Esad’ı devirmek için mücadele veren El-Nusra Cephesi hareketini yabancı terörist organizasyonlar listesine almıştır. Yani Nusra’yı El Kaide’nin bir kolu olarak terör örgütü saymıştır. Buna rağmen, ne yakın müttefiki Türkiye’nin ne de bölgedeki ortaklar Suudi Arabistan ve Katar’ın, Suriye’ye harıl harıl silah göndermesine ve bu gruplarla iletişimine engel olmuştur. Ama var olan sis perdesinin aralanmasıyla, El Kaideci Nusracıların, Selefilerin, Libya, Tunus, Cezayir ve Kuveyt vb ülkelerden gelen radikaller ile paralı askerin yaptığı katliamların, verilen fetvaların açığa çıkması uluslararası kamuoyunun ürkmesine neden olmuştur. Esad sonrası Suriye’nin radikallerin yönetiminde büyük katliamlara gebe olmasının görülmesi ile birlikte muhalif diye lanse edilmeye çalışılan unsurlar güç kaybetmeye başlamıştır. Erdoğan, tepkiler ve eleştiriler üzerine ABD’nin de baskısıyla, terör listesine alınan Nusracılara lojistik destek ve geçişlerde kısıtlamalar getirmek zorunda kalmıştır. Ama her ne kadar hükümet inkar etse de El kaideye bağlı Irak Şam İslam Devleti adlı örgütün üstlendiği[37], Reyhanlı’da 53 kişinin ölümüyle sonuçlanan bir saldırı yaşanmıştır. Uluslararası arenada yalnızlaşmanın yanı sıra Suriye’deki çatışmaların Türkiye içerisine sirayet etmesi AKP ve Erdoğan’ın yaşadığı travmayı perçinlemiştir. Bu Türkiye tarihinin en kanlı terör saldırısının ardından yine El Kaide’nin Suriye’deki uzantılarından olan bu Irak ve Levant İslam Devleti (ISIL), AKP hükümetini, Bab’ul Hava ve Bab’ul Selam sınır kapılarını açması hususunda bir süre tanıyıp, açmaması halinde intihar saldırıları düzenlemekle tehdit etmiştir. Saldırılarda Ankara ve İstanbul gibi büyük şehirlerin hedef alınacağı bildirilmiştir[38]. Bu tehdit nihayetinde, adları geçen bu sınır kapılarını AKP yeniden açmak durumunda kalmıştır. Böylelikle AKP’nin Suriye politikası iyice dibe vurmuş işin içinden çıkılmaz bir hale bürünmüştür. Dolayısıyla Türkiye’nin dört bir tarafı, cihatçı teröristlerin saldırı hedefi haline getirilmiştir. Bunların dışında Jandarma Komutanlığı, El Kaideci Irak Şam İslam Devletinin Türkiye’de eylem hazırlığında olduğunu İçişleri Bakanlığı’na bildirmiştir. Gizli bir yazı vasıtasıyla gönderilen bilgide, El Kaide terör örgütünün Türkiye’ye yönelik bombalı araç eylemleri gerçekleştirmek amacıyla 10 bombalı araç hazırladığı belirtilerek uyarılarda bulunmaktadır. Bu yazıda “Ekim ayı içinde Avrupa’da yapılacak Suriye toplantısında Türkiye’nin tavrına göre eylemlerin gerçekleştirilip gerçekleştirilmeyeceğinin belli olacağı belirtilirken, Türkiye’nin, Devleti İslam Örgütü’nü Suriye’deki muhalif gruplar içinde görmesi halinde eylemlerin yapılmayacağı” bilgisi yer almaktadır. Gördüğü üzere Suriye rejimine karşı olayların başından beri Türk hükümeti tarafından desteklendiği bilinen El Kaide ve unsurları direkt AKP hükümetinin kararları üzerine ipotek koymaya çalışmakta, bunu da bombalı eylemlerle tehdit ederek yapmaktadır. Burada Recep Tayyip ve hükümeti, söylemleriyle ve sözde özgürlük savaşçılarını finansa edip lojistik sağlamakla kalmadı, dedikleri gibi gerçekten Suriye’yi en yakıcı biçimde bizim iç meselemiz haline getirmeyi başarmıştır. Daha önce “İki saate kalmaz Şam’da oluruz.” diyenler, “Şam’da namaz kılmayı” hayal edenler şimdi de “korunmak için” NATO’ya sarılmakta ve bu amaçla topraklarını NATO’nun toprakları ilan etmekte; kapılarını sonuna kadar NATO askerlerine açmaktadır. Adana, Gaziantep ve Kahramanmaraş’ta kurdurttukları “Patriot füzelerinin” yönlerini Suriye’ye çevirtmişledir.
Dolayısıyla, ustalık döneminde, Erdoğan’la, yeni Osmanlıcı teorisyen Davutoğlu “Arap baharı senaryosunun” Suriye’de de tutacağından emin bir biçimde, kendilerine biçilen Sünnilerin koruyucusu rolünün dayanılmaz hayaline direnememiştir. Suriye rejiminin halk desteği olmasaydı belki de ömür biçme senaryoları gerçekleşebilecek, kendilerine vaat edilen Sünnilerin koruyucusu rolünü başarı ile ifa edebileceklerdi. Ancak yapılan hesaplar boşa çıkınca, süreçte önemli roller üstlenen ABD ve diğer Batılı ülkeler geri adım atmıştır. Türkiye içinden de AKP’ye Suriye konusunda yol gösteren, meselenin mezhep üzerinden okunmasında önemli katkıları olan yazarlar[39] da ABD politikalarına bağlı olarak çark edip, günahsızlarmış gibi AKP’yi eleştirmeye başlamıştır. Böylelikle AKP, Suriye rejimine karşı olan Katar, Suudi Arabistan ile baş başa kalmıştır. Suriye’yi destekleyen Rusya, Çin, İran’ın başını çektiği güçlü bir ittifakla karşı karşıya kalan Usta Erdoğan savaş çağırıcı üslubuyla da bu konuda diplomatik tecride dönüşen bir yalnızlığın içine düşmüştür.
Sonuç
AKP ve Erdoğan çıraklık, kalfalık ve ustalık dönemlerinde değişik ülkelerde yaşanan değişim ve dönüşüm dönemlerde farklı politikalar ve değişik söylemler geliştirmişlerdir. Çıraklık dönemine rastlayan Irak’ın işgalinde siyasal iktidar politikalarını ekonomi üzerinden kurgulamış, iş bir nevi pazarlığa dönüşmüştür. Kalfalık döneminde ise AKP Ortaoğu politikasının politik ağırlığını artırmıştır. Bu dönemde bir yandan bölge halkının hamisi durumundaki Erdoğan figürü yükseltilirken, diğer yandan da “insan hakları” ve “demokrasi” retoriği kullanıma sokulmuştur. Libya’da yaşanan gelişmelerle birlikte “denge politikası üzerinden güç kazanmak” diye tarif edebileceğimiz bir siyasi anlayış biçimine bürünmüştür. Ustalık döneminde ise Ortadoğu’da Sünni eksenli dış politika izlemiştir. AKP’nin çıraklık, kalfalık ve ustalık dönemindeki bu politikalarının esaslarını belirleyen AKP’nin Yeni Osmanlıcılık politikası olmuştur.
Yeni Osmanlıcılık politikası, Davutoğlu’nun da belirtti gibi, İslam ortak paydası üzerinde Osmanlı’nın egemen olduğu coğrafyanın tümünde etkili olunacak; daha önceki dönemlerde yaşanan ‘ya mutlak hâkimiyet ya mutlak terk’ gibi iki uçlu risksiz ve sınırlarını korumaya endeksli politikalar yerine mutlak hâkimiyet ile mutlak terk arasında kalan etki alanları oluşturma; sınır hatlarını sınır ötesi diplomatik manevralar ile koruma; kendi stratejisini merkez edinen koalisyonlar kurma; terk edilmek zorunda kalınan topraklarda kendi stratejisine yakın siyasi elit bırakma; büyük güçler arasındaki çıkar çatışmalarını kullanarak taktik manevra alanı oluşturma gibi ara taktik formüllerin geliştirilmesi gerekliliği üzerine kurulmuştur. Bugünkü AKP’nin uyguladığı gerek dış politikadaki Afrika ve Ortadoğu açılımları gerekse de ülke içinde yarattığı açılımlar ve dini motifli iklim bu politikanın bir sonucundan başka bir şey değildir. Geçmişte Suriye ile kurulan dostluk köprüleri de bugün çalınan savaş tamtamları da bu yeni Osmanlıcılık diye tabir edilen politikaların bir gereğidir. Verilen uğraş bölgede ve dolayısıyla Suriye’de kendi hinterlandını oluşturmaktır. “Dostane” politikalarla Suriye’yi kendi arka bahçesine dönüştüremeyen AKP, bugün “hasmane” politikalarla rejimi alaşağı edip onun yerine kapılarını ve imkânlarını sonuna kadar açtığı “muhalifleri” iktidara taşıma gayesi içindedir. Oysa bu politika gerek Libya gerekse Suriye olaylarında büyük yaralar almıştır.
Türkiye’nin daha önce Suriye, Irak, İran ve bölgenin diğer ülkeleriyle gerçekleştirdiği iyi ilişkiler “kendi stratejisine uygun arka bahçeler yaratmaktan”; bugün onlarla savaş ilan edecek noktaya kadar gelmesi ve “muhaliflere” topraklarını, hastanelerini ve imkânlarını sonuna kadar açması da “terk edilmek zorunda kalınan topraklarda kendi stratejisine yakın siyasi elit bırakma” taktiğinin bir sonucu olarak belirginleşmektedir. Buna bağlı olarak Yeni Osmanlıcılığın “komşularla sıfır sorun” politikası Arap dünyasındaki olaylar gerekse de Türkiye-İran ve Türkiye Ermenistan ilişkilerinde yaşanan olumsuz gelişmelerle “sorunsuz sıfır komşuya” dönüşmüştür.
DİPNOTLAR
[1]Bkz,”Erdoğan: Sınırlı müdahale bize yetmez”, www.radikal.com.tr/politika/erdogansinirli_mudahale_bize_yetmez-1148600, 30.08.2013. (E. T 07 09 2013).
[2] Bkz “Beyaz Saray’da sıcak buluşma”, http://yenisafak.com.tr/arsiv/2002/aralik/11/dunya.html, 11 12 2002 (E.T. 07.09.2013).
[3] Bkz 1 Mart 2003 Tezkeresi, http://tr.wikipedia.org/wiki/1_Mart_tezkeresi, (E.T. 24.12.2013)
[4] Bkz Milliyet Gazetesi “Müzakerelerde at gerilimi” 24. 02. 2003.
[5] Mehmet Ali Birand’ın CNNTürk’te hazırlayıp, sunduğu Manşet Özel programına AK Parti Genel Merkezi’nden katılarak, gündeme ilişkin soruları yanıtladığı program. Milliyet Gazetesi ” tezkere yarın genel kurulda görüşülür”, 26. 02. 2003.
[6] Bkz “Powel’dan Gül’e: Acelemiz var” Milliyet Gazetesi, 26. 02. 2003.
[7] 1 Mart Tezkeresi için 264 ‘evet’, 250 milletvekili de ‘hayır’ oyu kullanıldı. 19 ‘çekimser’ oy çıktı. İlk açıklamada ‘evet’ oyunun ‘hayır’dan daha fazla olması nedeniyle dönemin TBMM Başkanı Bülent Arınç tezkerenin kabul edildiğini açıkladı. Ancak yapılan itirazlar sonucu oturumu kapanmayarak 10 dakikalık bir aradan sonra oylama tekrar değerlendirilir. “TBMM Toplantı ve Karar Yeter Sayısı” başlıklı Anayasa’nın 96. maddesi, “Anayasa’da başkaca bir hüküm yoksa TBMM üye tamsayısının en az üçte biriyle toplanır ve toplantıya katılanların salt çoğunluğuyla karar verir” hükmüne dayanarak tezkerenin reddedildiği açıklanır.
[8] ”Powell: Mali yardım önerisinin süresi doldu”, Milliyet Gazetesi, 18.03.2003.
[9] “Türkiye’ye 8,5 milyarlık dolarlık kredi”, Hürriyet Gazetesi, 26.03.2003.
[10] BBC, 16 Ekim 2013 tarihinde yayınladığı haberde, Irak, ABD ve Kanada’dan üniversitelerin ortaklaşa yürüttükleri çalışmanın sonucuna göre 2003-2011 yılları arasında, doğrudan savaş nedeniyle ve savaş ortamının yarattığı koşullardan dolayı toplam 461 bin kişi yaşamını yitirdiği belirtilmektedir. Bu rakamın yanı sıra sivil toplum kuruluşları, savaş karşıtlarının tahmini verileri o 2013 itibariyle yaklaşık bir milyon kişinin öldüğü iddia edilmektedir. Bkz http://www.bbc.co.uk/turkce/basinozeti/2013/10/131017_press_review.shtml (E. T. 20. 10. 2013)
[11] “Erdoğan’dan Mübarek’e tavsiye”, Milliyet Gazetesi, 01.02.2011.
[12] “Fikirlerine İhtiyacım var”, Sabah Gazetesi, 15.02.2011.
[13] “Erdoğan’dan Mübarek’e tavsiye”, Milliyet Gazetesi, 01.02.2011.
[14] Bkz 22 Şubat 2011 AKP Merkez Karar Yönetin Kurulu (MKYK) toplantısı ardından Hüseyin Çelik’in düzenlediği basın toplantısı. Bu toplantıda Hüseyin Çelik’e Başbakan’ın Mısır’la ilgili söylediği sözler hatırlatılıp neden konuşmadığı sorulduğunda; “Sayın Başbakanımızın kime, ne zaman, ne şekilde hitap edeceği veya ne söyleyeceğinde esas belirleyici olan şey birilerinin arzusu ve ısmarlaması değil, bizatihi kendi halkımızın, kendi vatandaşımızın can ve mal emniyeti, milli menfaatlerimiz ve söz konusu olan halkların yine mal ve can güvenliği, huzur ve barış içerisinde yaşaması ve karşılıklı menfaatlerdir. Esas olan budur” diye tepki göstermiştir.
[15] “NATO’nun ne işi var Libya’da?”, Sabah Gazetesi, 28.02.2011.
[16] “Evet, Yeni Osmanlı’yız”, Yeni Şafak Gazetesi, 23.11.2009.
[17] Ahmet Davutoğlu, “Türk Dış Politikasında Stratejik Teori Yetersizliği ve Sonuçları”, Yeni Türkiye, C.III (Mart-Nisan 1995) p. 497-501.
[18] “Erdoğan El Arabiya’ya konuştu”, Sabah Gazetesi, 14.03.2011.
[19] Bkz. “Suriye meselesi bizim iç meselemiz”, Hürriyet Gazetesi, 06.08.2011.
[20]Bkz. İstanbul Küresel Forumu konuşması, Erdoğan Recep Tayyip, 13.10.2012.
[21] Bkz. 30 Nisan 2011 Muş Mitingi, 4 Mayıs 2011 Kastamonu Mitingi, 5 Mayıs 2011 Amasya Mitingi, 8 Mayıs 2011 Kahramanmaraş Mitingi, 10 Mayıs 2011 Afyon Mitingi, 13 Mayıs 2011 Denizli Mitingi, 18 Mayıs 2011 Malatya Mitingi.
[22] Bkz. “Çelik’ten Kılıçdaroğlu’na ‘mezhep’ suçlaması”, http://www.radikal.com.tr/politika/celikten_kilicdarogluna_mezhep_suclamasi-1062721, 08.09.2011 (E.T. 10 09 2013).
[23] Bkz. “Erdoğan: Reyhanlı’da 53 Sünni vatandaşımız şehit edildi”, http://www.radikal.com.tr/politika/erdogan_reyhanlida_53_sunni_vatandasimiz_sehit_edildi-1137612, 14.06.2013 (E.T. 10 09 2013).
[24]“Nusayrilik” sözcüğü, resmi söylemde öne çıkarılmaya çalışılan kavram olması ve buna bağlı olarak medyanın kullanmasından dolayı kullanmaktayız. “Nusayrilik” tanımlaması doğru bir tanımlama olmayıp bunun doğru kullanımı “Arap Alevi”ligidir.
[25] Bkz. “Muhaberatın Türkiye Oyunu”, Sabah Gazetesi, 20.06.2011.
[26] Bkz. “Diktatörüme dokundurtmam mitingi”, Taraf Gazetesi, 21.02.2012.
[27] Bkz.” Esad’a destek mitingi Suriyeli örgütlerin işi”, Sabah Gazetesi, 03.09.2012.
[28] Bu konuyla ilgili olarak bkz. Hakan Mertcan, Türk Modernleşmesinde Arap Aleviler (Tarih Kimlik Siyaset), Karahan Y., Adana, 2013.
[29] Bkz. “Dört bir taraf programı”, CNN TÜRK, 28.09.2011
[30]Bkz. Işık Candaş Tolga,” Suriyeli İsmail”, Posta Gazetesi, 29 08 2012; “Ana üs Hatay: terörist kayıt bürosu”, Aydınlık Gazetesi, 30.8.2012.
[31] Bkz. “Hür Suriye Ordusu’nun komuta merkezi İstanbul’da” haber için, http://www.etha.com.tr/Haber/2012/06/23/dunya/hur-suriye-ordusunun-komuta-merkezi-istanbulda/ (E.T. 01. 11. 2013)
[32] Bkz. “Şok iddia: ‘İlk maaşlar Türkiye’den’”, http://dunya.milliyet.com.tr/sok-iddia-ilk-maaslar-turkiye-den-/dunya/dunyadetay/22.10.2012/1615709/default.htm, 22. 10. 2012. (E.T. 13. 09. 12).
[33] http://www.youtube.com/watch?v=dNR0o21s370&feature=related
[34] Bkz. Erdoğan’dan flaş açıklamalar!”, http://www.haberturk.com/gundem/haber/796634-erdogandan-flas-aciklamalar, 23. 11. 2012. (E.T. 13.09.2013).
[35] Bkz. “İsrail Beşşar Esad’a Ömür Biçti”, http://www.aktifhaber.com/israil-bessar-esada-omur-bicti…-540994h.htm, 02. 01. 2012. (E.T. 13.09 2013).
[36] Bkz. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun konuk olduğu, NTV’de Oğuz Haksever yönetimindeki 25.08.2012 program Cengiz Çandar ve İsmet Berkan’ın sorularını yanıtladı.
[37] Bkz. “El Kaide, Reyhanlı’yı üstlendi” ,http://www.cnnturk.com/2013/dunya/10/01/el.kaide.reyhanliyi.ustlendi.iddiasi/725396.0/, , 01 10 2013 (E.T. 25.10.2013).
[38] “El Kaide’den tehdit!”, http://haber.gazetevatan.com/el-kaideden–tehdit/573197/1/gundem, 01.10.2013. (E.T. 25.10.2013).
[39]Bu yöndeki en belirgin tutumu sergileyenlerin başında Cengiz Çandar gelmektedir. Cengiz Çandar’ın 25.10.2013 tarihli Radikal Gazetesi, “Washington’dan: Gevezeliği bırakalım gerçekçi olalım” ABD’nin iki eski Ankara büyükelçisinin yönetiminde hazırlanmış olan ‘From Rhetoric to Reality- Reframing U.S. Turkey Policy’ başlıklı yaklaşık 60 sayfalık raporundan hareketle yazılan yazısındaki AKP’nin eleştirisi pes dedirtecek niteliktedir.