7 Haziran’dan 1 Kasım’a, beş ayda ülkenin içine sürüklendiği savaş hali, AKP’nin ya da daha doğru ifadeyle Saray rejiminin, bildiğimiz anlamda bir seçimle siyasal iktidarı terk etmeyeceğini göstermişti. Ülke ilan edilmemiş bir olağanüstü hal içinde aylarca yönetildi. 2010’da güçlü adımlarla başlayan “anayasasızlaşma süreci, Kasım darbesine kadar zaten doruğuna ulaşmıştı. Suruç’ta, Ankara Garı’nda, Diyarbakır’da bedenlerimizi ve zihinlerimizi patlatan bombalar, bir anda en yüksek tonda kendini yenileyen savaş düzeni AKP’ye seçimi kazandırabildi.
1 Kasım’ın demokratik bir seçim olmadığı, 7 Haziran’a bir darbe olduğu açıktı ve aslında Kasım 2010’dan beri süren anayasasızlaşma sürecinin niteliksel bir sıçramasıydı. 1 Kasım 2015’ten 15 Temmuz 2016’ya geldiğinde darbe tablosu yeni bir niteliksel sıçrama yaşadı. Ülkeyi on yıl boyunca askeri vesayet söylemi etrafında darbe/demokrasi ikiliğine eklemleyen iki ortak siyasal İslamcı suç örgütü Gülen Cemaati ile siyasal iktidarın meşru sahibi olarak görülen siyasal İslamcı iktidar kanlı bir güç mücadelesine giriştiler. Fakat 15 Temmuz darbe girişimi, AKP’nin ve eski müttefiki Gülen Cemaati ile birlikte ürettiği darbe/demokrasi ikiliğine eklemlenmesi mümkün olmayan bir boşlukta bulunmaktaydı. Asker, darbe girişimine büyük oranda katılmadı. Darbeci askerlerin ise sivillerden emir aldığını ve emir komuta zincirini alışık olmadığımız biçimde ortadan kaldıran bir sivil vesayete göre hareket ettiğini görüyoruz. AKP’ye Türkiye liberal entelijansiyasının desteğini sağlayan söylemi 15 Temmuz darbe girişimi ortadan kaldırdı. Çünkü çok uzun zamandır Saray’ın buna ihtiyacı yoktu. İhtiyacı olan şeyi 1 Kasım’da savaş konseptini halka oylatarak elde etmişti. 15 Temmuz ise anayasasızlaşma sürecinde yeni bir niteliksel sıçrama sağladı. Tarihçilerin ve siyaset bilimcilerin aşina olduğu bir sıçrama: Ülkeyi kararnamelerle yönetme, Meclis’in denetimini ortadan kaldırma, yargı, üniversite ve medyayı kendine bağlama. 15 Temmuz’un ardından ilan edilen Olağanüstü Hal’den beri ülke gerçek anlamda Bakanlar Kurulu kararı olup olmadığı bile tartışmalı olan Olağanüstü Hal Kanun Hükmünde Kararnameleri ile KESK üyesi binlerce kamu emekçisi açığa alındı, aralarında yayın kurulu üyemiz Abdurrahman Aydın ve bu sayımızda yazısı yer alan Aysun Gezen’in de bulunduğu onlarca akademisyen FETÖ gerekçesiyle kamu görevinden atıldı. Adli Yıl, Akademik Yıl, HSYK Seçimleri, 10 Kasım anması ve her türden temsili organizasyon Saray’da yapılıyor. Gazetelerimiz ve televizyonlarımız hiçbir isnada dayanmadan karartılıyor. Saray iktidarı daha darbe girişiminin başarısız olacağının ortaya çıktığı anda bunun nasıl bir fırsat olarak değerlendirdiğini açıkça söyledi.
Roma Cumhuriyeti’nin bir kavramı olan diktatörlüğün nasıl işlediğini göstermek bir Türkiyeli için çok kolaydır. İçinden cumhuriyetin olağan kurumlarının çıkamadığı bir kriz durumunu aşmak amacıyla belli bir süreliğine cumhuriyet kurumlarının yetkileri diktatöre devredilir. Türkiye’nin son on yılı bu krizlerle doludur, krizi çıkaran da onu fırsat bilen de aynıdır. Roma’da diktatörlük kurumunun ilanının ardından neyin geldiğinin tahmini de Türkiyeli için zor değildir; Saray, başsız ve sonsuz bir olağanüstü hal söylemini ilmek ilmek örmektedir.
Ayrıntı Dergi’nin on yedinci sayısı darbe dosyası ile çıkıyor. Dosyanın ilk yazısında Mutlu Arslan içinden geçmekte olduğumuz süreci nasıl anlamlandırmak gerektiğine ilişkin genel bir çerçeve sunuyor. Selçuk Candansayar ise yazısında, darbe gecesini ama asıl olarak darbe gecesi sokağa çıkanların ve çıkmayanların saiklerini ortaya koyuyor. Aysun Gezen Candansayar’ın bıraktığı yerden kitlelerin ölüm üzerinden nasıl çağrıldığını lider ve kitle arasındaki ilişkiyi analiz ederek ortaya koyuyor. Yunus Yücel ve Duygu Tanış Zaferoğlu’nun AKP’nin Darbe Söylemi başlıklı yazıları 2000’li yılların ortalarından itibaren AKP iktidarının darbe söylemini medya içinde nasıl kurduğunu örnekleri ile gösteriyor.
Darbe girişimi sonrasında Gülen Cemaatine ilişkin Doktora tezi YÖK arşivinden kaldırılan Yavuz Çobanoğlu, Gülen Cemaati’nin nasıl örgütlendiğini, ideolojik ve sosyal yapısını Cemaatin hangi tarihsel toplumsal koşullar altında filizlendiğini dikkate alarak analiz ediyor. Ali Murat İrat, Çobanoğlu’nu takip eden yazısında cemaatleşmenin Müslüman dünyası içinde bir krize yanıt verdiğini ve aynı krizin parçası olduğunu vurgulayarak Türkiye siyasetinde cemaatleşme gerçeğini ve onunla mücadeleyi siyaset bilimi içinden düşünmeyi öneriyor.
Darbe girişiminin Türkiye solun farklı kesimlerinde nasıl kavrandığını görmek üzere üç söyleşiyi bu sayımızda okuyucunun değerlendirmesine sunuyoruz. Alper Taş, İlhan Cihaner Meral Danış Beştaş ile yaptığımız söyleşilerde benzer sorular ekseninde 15 Temmuz öncesini ve sonrasını ele aldık. Bu söyleşilerin bant çözümünü yapan Helin Küçük Demirkent’e teşekkür ederiz. Sinan Birdal ile yaptığımız bir diğer söyleşi ise darbe, cemaat, emperyalizm, Ortadoğu ve Kürt meselesine ilişkin perspektifler açısından birçok veri sunuyor. Türkiye’nin iç politikasına neredeyse doğrudan etki yapan Suriye meselesinde Türkiye açısından kritik Fırat Kalkanı Harekatı’nı Nebahat Yaşar yazdı. Yaşar savaşın temel belirleyeni olarak gördüğü iki kent, Rakka ve Halep cephelerinden harekatı analiz ediyor.
Özellikle Barış İçin Akademisyenler bildirisinin ardından görünür olan akademik hak ihlallerine karşı üniversite özerkliği talebini yetersiz bulan Ahmet Murat Aytaç, ‘Akademik Hakların Öznesi Kimdir?’ başlıklı yazısında akademi için üniversite özerkliğini aşan ‘özgürlükler akademisi’ talebini öneriyor.
Eleştiri bölümünde ise geçtiğimiz aylarda yayınlanan Marksizm’de Ahlak Tartışmaları isimli kitabı üzerinden Danışma Kurulu üyemiz Kurtul Gülenç ile yaptığımız derinlikli söyleşi ve Uğur Küçükkaplan’ın müzik-siyaset ilişkisi üzerine eleştirel değerlendirmesi yer alıyor.
İyi okumalar…•