Kapının Eşiği, Camı Kırmak, Yola Düşmek ve Ruh Sağlığı

Performans çağı veya 21. yüzyıl veya ‘tarihin sonu'(!), adı ne olursa olsun bizleri birçok ruh sağlığı problemi ile muhatap hale getirmiş durumda. Paul Baran ve Paul Sweezy tekelci kapitalizm şartlarında mutlu ve sağlıklı insan gelişimi vaatlerinin gerçekleşmediğini, sistemin bu konuda çuvalladığını ifade ederken son çalışmalar dünyada üç yüz milyon insanın depresyondan muzdarip olduğunu gösteriyor. Modern toplumlarda ruh sağlığıyla ilişkili bozukluklar, yaşam beklentisini azaltan sebepler arasında kanser ve kalp damar hastalıklarından sonra üçüncü sırada geliyor ve genel sağlık sorunları içindeki payı gün geçtikçe genişliyor. Avrupa Birliği’nde erişkin nüfusun %27’si bir ruh sağlığı problemine sahip. Veriler sorunun ciddiyetine dair tedirginliğimizi arttırırken Şili’de isyan bir sokak duvarından ‘depresyon değil kapitalizm’ sloganıyla sesleniyor. Biz de bu sloganın izini, sosyoekonomik eşitsizlikler ve ruh sağlığı arasındaki ilişkiyi tartışarak sürmeye çalışacağız.

Bir parantez açmakta yarar var. Türkiye’de de ekonomik ve politik krizin yarattığı hayat pahalılığı gündelik hayatta her geçen gün daha hissedilir durumda, işsizlik ise ciddi boyutlarda. Son dönemde artan intihar vakalarının açtığı bir tartışma da yoksulluk, işsizlik ve intihar olguları oldu. Meselenin tekil olgular ve bireyler üzerinden ele alınması öncelikle etik bir problem oluşturmasının yanı sıra durumun analizinde biyolojik ve toplumsal olarak kategorize edilebilecek iki ayrı ve birbirine değmez addedilen uçlardan birini seçmemiz gerektiği algısını yaratıyor. Elbette sorun bu indirgemeler üzerinden anlaşılabilecek basitlikte değil. Bu indirgemecilik kişilik ve davranışı şekillendiren, ruhsal   hastalıkların görünümlerini ortaya çıkartan birey ve toplum arasındaki karşılıklı etkileşimi gözden kaçırıyor ya da toplumu bireylerin dışında onların eylem ve düşüncelerine yön veren bir ‘şey’ olarak konumlandırıp bilinci ve beşeri faaliyetleri yok sayıyor.

Ayrıca bireylerin yaşamlarından yapılan kesitsel incelemeler toplumsal olgularla koşutluk içerisinde ele alınıyor olsa bile bizi içinde yaşadığımız toplumsal yapıyı bütünlüklü olarak incelemekten uzaklaştırıp statik bir takım durumların içerisine hapsediyor.

Parantezi kapatmadan önce son olarak söylenebilecek şey ‘yoksulluğu, sefaleti’ sadece bir takım istatistiksel verilerle değerlendirmek onları toplumsal üretim ilişkilerinden kopartıp kendinden menkul, değişmez olgular olarak ortaya koymak anlamına geliyor. Belki de en tehlikelisi budur…

Psikiyatrik bakış ne demek?

Toplumsal koşulların ruh sağlığına etkisini tartışırken psikiyatri üzerine bir kaç söz söyleme, psikiyatri ile topluma bakarken, psikiyatriye nereden baktığımıza dair konumumuzu da açıklamamız zorunlu.

İnsanlık, tabiata, evrene, canlılara, zihninin nüfuz edebildiği her şeye dair bilgisi genişledikçe, eldeki birikimi kullanışlı hale getirme, içerisinde bulunduğu dünyayı anlamlandırma ve değiştirebilme faaliyeti için bilgiyi kategorize etme ve ilişkilendirme için çeşitli yöntemler geliştiriyor. Bu çözümleme faaliyetinde karşılıklı bağımlılık süreçlerini, buradaki değişim ve etkileşimleri gözden kaçırmaya sebep olan iki yaygın yöntemsel yanlış var. Çoğu zaman psikiyatrik bilgi de bu yanlışlarla malül olmakta. İlkin, yalnızca sınırlı ya da özel bir durum için geçerli olan bir önermeden yola çıkarak tüm durumlar için genelleme yapma ya da genel yargılara varma, yani genelleme ve ikincileyin de herhangi bir koşul ya da sınırlamayı göz önünde tutmaksızın, hiçbir duruma ayrıcalık tanımaksızın genel ilke ve kuralların her türden tek tek durumlar için geçerli olduğunu düşünme, yani indirgeme…

Hastalık kavramı, hastalıkların nedenleri, seyri ve etkileri gibi birçok başlığı, birçok yüzü olan çok boyutlu bir disiplin olarak psikiyatri de, tarihsel gelişimi içinde aynı yöntemsel ve mantıksal yanlışlara maruz kalmadı, konu oldu, topa tutuldu. Eleştirel psikiyatri kavramı ise, psikiyatrinin biyolojik bilimler yanında sosyal bilimler ile de işbirliği kurmasını, insana dair kavrayışımızın bu iki mantık hatasından sıyrılıp daha bütüncül bir hale gelmesini olanaklı kılıyor artık.

Tarih-Toplum-Birey

Erich Fromm, toplum-birey arasındaki diyalektik ilişkiden yola çıkarak insan olma haline dair beş karakteristik özellik tanımlar: Başkalarıyla ilişki kurabilmek, işgücü ile yaratıcılığını ortaya koyabilmek, köken ve aidiyet hissine sahip olmak, benlik duygusunu geliştirebilmek ve dünyayı ve kendi deneyimlerini anlamlandırabilecek bir çerçeve geliştirebilmek. Fromm’ a göre sağlıklı bir toplum öncelikle bu yetileri geliştirir, sağlıksız bir toplum ise karşılıklı güvensizlik ve düşmanlık duyguları yaratan, insanı başkalarının sömürü aracına dönüştüren ya da insanı boyun eğmediği sürece benlik duygusundan yoksun bırakır der. Ruh sağlığının bireyin topluma uyumu ile tanımlanamayacağını tersine insan sağlığının, toplumun insan gereksinimlerine uyumu açısından tanımlanması gerektiğini söyler.

Toplumsal olarak yaşantılananın ruh sağlığına etkilerine varmak için Harry StackSullivan’a da bakmak yararlı olabilir. Sullivan’ a göre insan türünün temel özelliği toplumsallıktır. Dolayısıyla kişilerarası ilişkiler de en temel insan gereksinimlerindendir. Hatta doğumdan itibaren bebeğin, en temel biyolojik gereksinimlerinin dahi bir bakım verenle ilişki üzerine kurulu olmasından hareketle toplumsallık bu gereksinimlerden bile önemlidir. İnsanın kişiliğinin oluşumu da kişilerarası ilişkilerde yaşantıladıklarının bir ürünüdür. Dolayısıyla insanı ve ruh sağlığını kesitsel olarak yaşantıladığı deneyimden değil; bu toplumsallık içerisinde şekillendiği süreçle ele almak daha doğru olacaktır. Sullivan’a göre, doğumdan itibaren 18 yaşına kadar toplumsal ilişkilerin kişileri belirlemesinde altı aşamalı bir süreç vardır; bu aşamalar her insanın üç temel gereksinimi olan güvenlik, yakın ilişki ve haz arayışına yaklaşıma dair kişide bir örüntü oluşturur. Sullivan’ın en çok üzerinde durduğu nokta ise güvendir. Bebeğin kendisini çevreden ayıramadığı, her şeyi kendisinin de içerisinde bulunduğu bir bütünlük içerisinde algıladığı evreden erginlik aşamasına dek dilin, anne (ya da bakımveren) ile ilişkilerin, yaşıtlarla ilişkilerin, okuldaki ilk toplumsallaşma deneyiminin içerisinde temel kişilik özelliklerinin oluştuğunu, ruhsal hastalıkların ortaya çıktığını savunur.

Hem Fromm hem de Sullivan kişilik ve ruhsal hastalıkların oluşumunda içerisine doğulan, içerisinde büyünülen ve çeşitli ilişkiler geliştirilen, içerisinde yaşanılan toplumun önemine değinmiştir. Bu noktada sosyoekonomik eşitsizlikler ve ruh sağlığı üzerine konuşurken kişinin toplum içerisinde büyüyüp, gelişip yaşarken içinden geçtiği sürece etkilerini göz önünde bulundurmamız şarttır.

Eşitsizlik: Veriler neden mi yoksa sonuç mu?

Michael Yates, Monthly Review’da Schultz’ un kitabı üzerine yazdığı incelemede, klasik olarak ekonomik eşitsizliklerin neoklasik iktisatta sayısal veriler temelinde gelir ve servet üzerinden incelendiğini ifade ediyor. Bu karşılaştırmaların en fazla verili anda iki farklı noktayı gösterebilecek statik bir bakışı yansıttığını ama bu eşitsiz koşulların, bizi zaman içerisinde bir noktadan diğerine taşıyan dinamiklerini açıklamadığını ifade ediyor. Schultz’ un neoklasik iktisat eleştirisinin, sosyoekonomik eşitsizlikler yorumlanırken bireylerin seçimlerinin temel alındığını fakat bu seçimleri yaptıkları koşulların, bu ölçülebilir eşitsizliklerin nasıl ortaya çıktığının görmezden gelindiğini gösterdiğini belirtiyor. Gelir, servet ya da yoksulluk birer gösterge olarak somut verilerdir elbette fakat bu göstergeler esasen yapısal bir eşitsizliğin sonucu olarak ele alınmak durumundadır. Aksi halde yoksulluk neoklasik iktisadın bireyci mantığı içerisinde bireye ait bir olgu; bireyin seçimlerinden, yeteneklerinden, başarı veya başarısızlıklarından kaynaklanan olağan bir durum olarak algılanacaktır.

Bu bağlamda bireysel seçim teorisinin geçersizliğini anlamak ve yoksulluğun aslında nasıl yaşandığını derinlemesine idrak edebilmek adına Yates’in Pittsburgh’daki iki farklı muhiti konu alan oldukça detaylı mukayesesi karşımıza çıkıyor:

“Varsıl bir ailenin gösterişli konağında ve nüfuzlu ebeveynlerle sahip olarak yetişen bir beyaz çocuk. Ve aynı şehrin yoksul, uyuşturucu kullanıcılarının, sıçanların ve çete savaşlarının eksik olmadığı banliyösünde, tek başına çalışan ve dört çocuğuna bakım vermek zorunda olan bir anneye sahip olarak yetişen diğer siyahi çocuk. Hangi çocuk daha iyi bakım görecektir? Hangi çocuğun doktora ve tıbbi hizmetlere erişimi daha kolay olacaktır? Hangi çocuk daha iyi beslenecektir? Bunlara erişimi kısıtlı kalan çocuğun sağlığında meydana gelebilecek kalıcı bozulmaları kim geri döndürebilecektir? Hangi çocuğa annesi çalışırken evdeki diğer büyük kardeşi bakmak zorunda kalacaktır? İkisi de gece vakti hastalandığında hangisi acil servise ulaşma imkanı bulacaktır? Hangi çocuk ‘şehirli’ diliyle okula başlayabilecek, yeni kıyafetler giyebilecek, okul sorumluluklarını yerine getirip getirmediğinin denetlendiği bir ortamda eğitimini sürdürecektir? Hangisinin okulunda öğretmenler daha ilgili, imkanlar daha fazla ve ortam daha güvenli olacaktır? Hangisi kıyafetleri koktuğu için utanç duyacaktır? Hangisi öğretmenine pastel boyasının ve renkli kağıtlarının olmadığını söylemeye korkacaktır? Hangisinin akran zorbalığına maruz kalması daha mümkün olacaktır? Hangi çocuk seyahat edebilecek, hangisinin hareket alanı mahallesiyle sınırlı kalacaktır? Hangisi kitaplara, gazetelere, dergilere ve bilgisayara sahip olacaktır? Bu iki çocuk yetişkin olduklarında hangi insanlarla tanışacak ve ilişki kuracaktır? Hangisi üniversiteye kabulde, iş başvurusunda ya da girişimi için finansman arayışında kendisine faydası dokunacak kişilerle irtibat halinde olabilecektir? Hangisi çeteye katılacak, uyuşturucu kullanacak ve bir suça karışacaktır? Hangisi siyahi olması sebebiyle polis tarafından kötü muameleye maruz kalacaktır? Hangisinin çete çatışması esnasında bir başıboş mermi sebebiyle yaralanma ihtimali daha fazla olacaktır? Ve kısıtlayıcı etkenleri bu eşitsizlikte yaşayan bu iki çocuk işgücü piyasasına girdiklerinde hangisi daha üretken olacaktır?

Bu örnekteki Amerikalı fakir çocuğun bile aslında dünya nüfusunun üçte ikisinden daha iyi durumda olduğu göz önüne alındığında ulaşılan sonuç dünya genelinde korkunç boyutlarda bir yoksulluk yaşandığını ve çoğu insanın herhangi bir fırsata sahip olmadığını çarpıcı bir şekilde önümüze koyuyor.”

Bu soruları sorarken aslında cevapları ile tekrar bir döngüye giriyoruz. Eşitsizlikleri açıklayan şey burada iki çocuğun yaptığı seçimler olmayacak; hatta bu döngü onların çocukları ve torunları için de geçerli olacak. Peki o zaman bu eşitsizliğe sebep olan ne? Kader mi?

Schultz burada sınıf ilişkilerine ve bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki iktidarına vurgu yaparak şöyle söylüyor: Bu iktidarla (sınıflı yapıyla) doğrudan yüzleşilmediği ve ortadan kaldırılmadığı sürece toplum süregen eşitsizliklerden kaçamayacak şekilde yapılandırılır. Bu noktada sınıf sabit bir kategori değil; iktidar ve sömürü mekanizmaları ile toplumsal ilişkileri belirleyen bir yapıdır.

İktidara sahip olanlar, tek taraflı olarak diğerlerinin koşullarını ve bu yapıyı koruyucu kurallar belirleme ayrıcalığına sahiptir. Bu koşullar ve kurallar kimi zaman kanunlar, kimi zaman çalışma biçimleri ve hiyerarşileri, kimi zaman kültür ve toplumsal normlar, kimi zaman baskı ve zor şeklinde ortaya çıkacaktır. O zaman bizim toplum içerisindeki bireyimize geri döndüğümüzde, içerisinde şekillendiği toplumun ve kişilerarası ilişkilerin de tüm bunların bir sonucu olduğunu söyleyebiliriz.

Sosyoekonomik eşitsizlikler ve ruh sağlığı

Ekonomik eşitsizliği gösterdiği kabul edilen gelir, eğitim düzeyi, iş, statü gibi değişkenlerin ruhsal hastalıklarla ilişkisini gösteren pek çok çalışma mevcut elbette. Hatta bu çalışmalar, tek bir faktörün toplumun sağlığını belirleyen eşitsizlikleri göstermede yetersiz olduğundan hareketle birden fazla değişkenin etkisine bir arada bakmak üzere kurgulanıyor. Peki burada eksik olan ne ya da neler?

İlki maddi faktörlerin belirleyiciliği ile psikososyal faktörlerin önemi arasındaki tartışmaya verilemeyen cevap. Yoksulluk, beslenmedeki yetersizlik, barınma, ulaşım, sağlık hizmetlerine erişimdeki kısıtlılıklar bir yanda; ‘sosyal sermaye’, sosyal izolasyon, bireyin kendi eşitsizlik ve yoksulluk algısı gibi faktörler bir yanda… Üstelik çalışmalar her ikisinin de etkisini göstermekte. Örneğin 98 yılında yapılan İngiliz hane halkı araştırmasına göre düşük maddi standartlar, depresyon ve anksiyete ile ilişkilendirilmiştir; Patel ve arkadaşları eşitsizlik ve depresyon ilişkisini inceledikleri bir çalışmada ise bu ilişkiye dair iki mekanizma ileri sürerler. İlk mekanizmayı sosyal karşılaştırma (ya da statü anksiyetesi) olarak adlandırırlar. Bu mekanizmaya göre kendini eşitsiz bir ortamda daha iyi durumdakilerle karşılaştıran kişi sosyal başarısızlık hissine kapılır. Benzer şekilde Walker ve arkadaşlarının çalışmalarında da alt sınıftakilerin çekilme ve utanç duygusu yaşadıklarından bahsedilmiştir. Yoksulluğun ruh sağlığı üzerindeki etkisini Necmi Erdoğan ‘Yoksulluk Halleri’nde şöyle tarifliyor: “Görüştüğümüz kişiler açısından yoksulluğu kritik kılan şey, yalnızca giderek artan ve derinleşen toplumsal eşitsizlik ve maddi sefalet değil, aynı zamanda bunların kendilerinin üzerinde yarattığı duygusal-sembolik şiddettir. Yani yoksul-madunlar, yalnızca açlık, hastalık, soğuktan donma vb. tehlikelerle karşı karşıya değildirler; aynı zamanda onurlarına, özsaygılarına ve özgüvenlerine yönelen bir tehditle, sembolik şiddetle de karşı karşıyadır.” Kitabın giriş yazısında yoksulluk ekonomik bir kategoriden öte, kişilerin içerisinde yaşadığı, anlamlandırdığı ve baş etmek için çeşitli mekanizmalar geliştirdiği (y.n. ya da geliştiremediği) bir toplumsal durum olarak tanımlanıyor. Elbette bu vurguyu yaparken yoksulluğu ‘kültürelleştirmek’ gibi bir kaygıları olmadığını, sadece küresel kapitalizmin ürettiği bu olgunun ne sadece ekonomik göstergelere ne de öznel algılara indirgenemeyeceğini ifade ediliyor. Tam da araştırmalarda maddi faktörler ve psikososyal faktörler arasında yaşanan ikilik vurgusunun bir başka ifadesi…

İkinci kısıtlılık ise gösterge olarak kullanılan eşitsizlik verilerinin nasıl oluştuğu ve toplumsal yaşam içerisinde nereye tekabül ettiği… Eşitsizliği tekil verilerle ölçülemeyecek ve yaşamın tamamını belirleyen toplumsal sistemin sonucu olarak ifade ettik. Esasen sınıf, iktidar ve sömürü ilişkilerinin yarattığı somut ölçütler olarak bu değişkenlerden yüzlercesini sayabiliriz. Bu noktada Muntaner ve arkadaşları kapitalist toplumda, Marksist sınıf teorisinin üretim araçlarına sahip olma ve sınıf sömürüsü vurgularından -bir sınıfın maddi refahı diğer sınıfın maddi yoksunluğuna bağlıdır, bu ilişki sömürülen sınıfın bir takım üretken kaynaklardan asimetrik olarak dışlanmasını içerir- hareketle sınıfsal eşitsizliklerin yarattığı sonuçlara bakıyorlar. 2004 ve 2006 yıllarında Muntaner ve arkadaşlarının yaptıkları çalışmalarda, hem mülkiyet ilişkileri hem de emeğin kar amaçlı sömürüsü, yönetsel tahakküm ve düşük ücret artışı depresyonun yordayıcıları olarak ortaya konuluyor.

İddiaları sınıf sömürüsü ve sınıfsal ilişkiler göstergelerinin literatürdeki yüzlerce ruh sağlığı ölçütünün karşısında ekonomik eşitsizlikle ruh sağlığı arasındaki ilişkiyi aydınlattığı yönünde. Yine 2004’te yapılan bir çalışmada ekonomik, politik ve kültürel kaynakların eşitsiz dağıtımının görece daha yoksul ve güçsüz grupların ruh sağlığı üzerinde olumsuz etkileri olduğu gösteriliyor. Krieger ve arkadaşları ise sınıf, toplumsal cinsiyet ve ırklarına göre eşitsizliğe maruz kalanların ruh sağlıklarının olumsuz yönde etkilendiğini ifade etmekte. Ruh sağlığına ilişkin veriler eğitim durumu, meslek, ev sahibi olup olmamaları gibi sosyoekonomik statü belirleyenlerinden öte ekonomik, politik ve kültürel kaynaklara erişimde eşitsizlik yaratan sınıf, toplumsal cinsiyet, ırk/etnik köken gibi yapısal faktörlerle daha anlamlı biçimde açıklanabiliyor.

Belki de ilk kez sınıfsal ilişkilerin toplumsal hayatı ve dolayısıyla insan davranışlarını ve ruh sağlığını nasıl belirlediğini İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu’nda Engels ortaya koymuştur. Engels kitabın önsözünde “Ben yirmi bir ay boyunca, İngiliz proletaryasını ve onun çabalarını, sevincini, kederini tanıma, kişisel gözlemle ya da kişisel ilişkiyle onu yakından görme, aynı zamanda da gerekli otantik kaynaklara başvurarak gözlemlerimi tamamlama fırsatını buldum. Gördüklerim, duyduklarım ve okuduklarım bu kitapta ortaya konmuştur.” diyerek çalışmasını nitelemiştir. Çalışma sürecinin tüketiciliğinde dertlerini kısa süreliğine unutmanın yolu olarak işçilerin alkol tüketimine yöneldiğini; çocukluk yaşından itibaren her gün, günde on iki saat iğne ucunu sivrilten ya da dişlileri eğeleyen insanların, otuzuncu yılında insansal duyguyu ve yeteneklerini kaybedeceğini ifade eder. Kötü koşulları sadece anlatmakla kalmaz, onların eleştirisini yapar ve onlardan kurtulma yollarına da bir kapı aralar…

Fromm da bir toplumda hangi ilişki türünün etkin olacağını belirleyen temel şeyin üretim ilişkileri, onlara eşlik eden siyasal ve ideolojik yapılar olduğunu ifade ediyor. Bu bağlamda 19. yüzyıl ve 20. yüzyılda kapitalizmin üretim biçimlerinin oluşturduğu toplumsal yapıları ve bireylerin kişilik gelişimleri üzerine etkilerini ayrıntılı olarak inceliyor. Örneğin 2. Dünya Savaşı sonrasındaki kapitalist toplumda, bireylerin kendisini pazarda alıcı arayan birer meta gibi gördüklerini, ‘alıcı’ buldukları sürece kendilerini değerli bulduklarını, dolayısıyla bireylerde değersizlik duygusunun korkutucu bir yaygınlık kazandığını ifade ediyor.

Peki içerisinde bulunduğumuz 21. yüzyıl kapitalizmi, buradaki üretim ve sömürü ilişkileri? Engels’in İngilteresindeki çıplak sefaletin ötesinde yepyeni ‘sefalet, yoksulluk ve yoksunluk’ biçimleri üreten zamanımızın kişilik gelişimine ve ruh sağlığı etkileri neler?

60 saate 21. yüzyılda kapitalizm

Dardenne Kardeşler’in İki Gün Bir Gece adlı filminde yaşadığı ruhsal hastalıktan kaynaklı yataktan kalkacak gücü bulamadığı, nefesini düzenleyemediği, ağlamasını durduramadığı için işinden bir süre izin almış olan Sandra, tam geri dönmeye hazırlanırken işten çıkarılacağını öğrenir. İşten çıkarılmamasının koşulu ise diğer iş arkadaşlarının 1000 avroluk primlerinden vazgeçmesidir. Bu seçim için Sandra’nın tek tek iş arkadaşlarının evlerini dolaşacak 2 günü ve 1 gecesi vardır. İki çocuklu, yeni ev almış borçlu bir ailenin ferdi olarak Sandra’nın işini koruyabilmek için yaklaşık 60 saatlik koşturmacası içerisinde kolayca vazgeçilebilmiş bu bağlamda emeği değersizleştirilmiş, tek başına ve diğer iş arkadaşları ile karşı karşıya bırakılmış bir kadının kapıları çalışını izliyoruz. Kapıların ardında ise Sandra’nınkinden farklı hikayeler yok. Peki kapı eşiğinde karşı karşıya getirilmiş olanlar kim?

Şöyle diyebilir miyiz? Yüzde 99’dan herhangi biri… OXFAM’ın Ocak 2020’de yayınladığı rapor, dünyanın en zengin 2153 kişisinin elinde bulunan servetin, 4.6 milyar kişinin servetinden fazla olduğunu söylüyor. Çok açık ki geride kalan %99’ un varlığına rağmen %1 küresel servetin tamamını elinde bulunduruyor. Bu eşitsizlik karşısında yükselen/ yükselme ihtimali olan isyanın önlenmesi için mekanizma yine toplumsal yapıları çözerken ruh sağlığımızı parçalayacak araçlar üretiyor: Baskı, zor ve şiddet bu araçlardan biri. Elbette toplumsal rıza üretimi baskı ve zorun ötesine geçmek zorunda ki sürdürülebilir olsun.

Bu araçlardan bir tanesi tam da filmde olduğu gibi geleceksizlik, belirsizlik, güvensizlikle çevrilmiş ve kaygan zeminde yürümeye çalışan bireylerin kapı eşiğinde karşı karşıya getirilmesi… Bireyin yaşadığı zorlukların ve zorlanmaların sebebini aramaya yöneltildiği yer: Bazen yan masada aynı belirsizlikle yaşamaya çalışan iş arkadaşı, bazen kendisinden çok daha ucuza çalışma koşullarını kabul etmek zorunda olan bir mülteci, bazen de ‘bir şekilde -komplolar, ahlaksızlık, bölücülük…vs.- kişinin ve içerisinde yaşadığı toplumun başarıya ve refaha kavuşmasını engelleyen ‘düşmanlar’!

Bir diğer yöntem ise moda tabiri ile ‘kendine dönmek’! 20. yüzyılın sonları mutluluğu “bireysel” sınırların içinde aramayı vaaz veren mefhumların yükselişine şahit oldu. Geleneksel kökleri bulunan, zaman zaman manevi atıflarda da bulunulan bu yaklaşımlara göre mutlu olmak ve üzgün olmak, zengin olmak ve fakir olmak, sağlıklı olmak ve hasta olmak ancak kişisel mücadelelerin getirdiği sonuçlardı. Mutluluk öğrenilebilir bir şeydi. Bununla bağlantılı olarak özellikle 1990’lardan sonra spiritüalizm, resilience ve mindfulness gibi psikolojik konseptlerin popülerliği arttı ve iş çevrelerinde yaygınlaştı. İşyerinde mutluluk programları ile çalışanlar, çalışma koşulları sebebiyle yaşayabilecekleri her probleme karşı bireysel biçimde başa çıkmaları ve bu esnada daha üretken olmaları konusunda ‘eğitildiler’. Martin Seligman’ ın mutluluk formülüne göre mutluluğumuzdan %50 oranında genetik etkenler, %40 oranında bilişsel, duygusal özellikler ve kişisel seçimler ve %10 oranında da dışsal sebepler sorumluydu. O halde gelir dağılımı, işsizlik, toplumsal ayrımcılık, cinsiyet eşitsizliği gibi birçok dışsal olumsuzluğa rağmen kendi başımıza mutluluğa ulaşmamız mümkündü. Bu mutluluk öğretisi, neoliberal düzenin her tökezleyişinde kendini suçlayan, kendinden utanç duyan ve yalnızlaşan insanlarına o yalnızlık içinde mutlu olmayı öğütlemeye devam ederken Fromm’un İkinci Dünya Savaşı sonrasında ifade ettiği gibi bireylerin kendilerini ‘alıcı’ arayan metalar olarak algılaması tutumu aileden eğitime; çalışma yaşamından medyaya kadar her alanda üretiliyor. Bireyler bu tutumla yetişiyor. Üstelik bu sefer pazar çok daha geniş; çünkü iletişim teknolojilerinin gelişkinliği, internet, sosyal medya, mobil cihazlar gün boyu yeni veriler ve uyaranlarla tüm dünyaya erişimi sağlıyor. Kişilerle, eşyalarla, düşüncelerle, kültürel ögelerle ilişki artık bu geniş pazarın hızla değişen talebine göre şekilleniyor. Bireyler ne yemeli, ne düşünmeli, ne almalı, kimlerle ilişki kurmalı ki ‘alıcı’ bulabilmeli sorularının peşinde sürekli tüketme, herkesin bu verilere sahip olduğu noktada tekrar aynılaşma kaygıları ile başa çıkmaya çalışıyor. Ama sadece bu kadarla kalmıyor… Bireylerin dünyayı ve kendi duygularını anlamlandırabilmeleri için insanlık tarihi boyunca biriktirilen düşünsel ve sanatsal tüm çerçeveler neoliberal dünyada parçalanıyor. Bu parçalanma ‘özgürlük’ olarak ‘alıcısı’ için paketleniyor. Marx’ın bireylerin ancak başkalarıyla birliktelik halinde yeteneklerini her yöne geliştirebileceği, yani özgürlüğün ancak topluluk içerisinde olabileceği vurgusuyla tanımladığı özgürlük ise ‘alıcısı’ tarafından beğenilmek için rekabet halinde olan bireylerin içerisinde bulunduğu kaygı ve güvensizliğin yarattığı yalnızlık içerisinde kayboluyor.

Neoliberalizmin yeni istihdam ve emek rejimi, esneklik, güvencesizlik, sosyal haklardan yoksunlukla karakterize ve bu ücretli emeğin tamamına yansıyor. Yani fabrikada, plazada, üniversitede, sağlık ya da hizmet sektöründe çalışıyor olmak fark etmeksizin bu sürecin sonuçları yaşanıyor. Statü fark etmeksizin bütün bu alanlarda derin bir sömürünün aracı olan birey kendisine ve emeği ile ürettiklerine yabancılaşıyor, bu sürecin yaratıcısı olmaktan çıkıp kaygı ve belirsizlik ile sürüklenen nesnesi haline geliyor, benlik duygusunu yitiriyor.

Yaşamak için emeklerini satmak zorunda olan, bu süreç içerisinde herhangi bir hak ve güvenceye sahip olmadan her an vazgeçilebilir olma kaygısı ile boğuşan ve elbette ‘bu başına gelirse senin yetersizliğinin ve beceriksizliğinin bir sonucudur’ öğretisiyle donatılmış olanlar. Eşiğin iki tarafında da aynı duygular yaşanırken kapının kimin yüzüne kapandığı silikleşiyor, esas olan kapının kapanması oluyor.

Peki kapının eşiğine ayağımızı koyup kapının kapanmasını engelleyemez miyiz? Ya da soruyu Johanna Hedva gibi soralım, yataktan kalkamazsanız nasıl bankanın camını kıracaksınız? Tam da birey ve toplum arasındaki diyalektik ilişkiyi gözden kaçırdığımızda bu soruya olumsuz cevap verme noktasına geliriz. Toplumsal olan, insan pratiğinden kopartılıp alınamaz; insan pratiği ile üretilir ve dolayısı ile onunla da değiştirilebilir. Marx’ın da vurguladığı gibi tüm tarih insanın kendisinden, üretiminden ve faaliyetlerinden ibarettir. Tıpkı Sandra’nın kapı kapı dolaşma sürecinde yaşadıkları, karşılaşmaları, mücadelesi ve örgütlenme deneyimi ile kapının ardında kendi hikayesini gördüğü süreçte yalnızlık ve hiçlik duygusundan sıyrılması gibi; bunun için yataktan kalkarken bunun onu yataktan kaldıran şey olması gibi… Tıpkı duvarlara ‘depresyon değil kapitalizm’ yazanların kendilerini geleceksiz ve yoksulluğa mahkum eden düzene yönelen isyanı gibi… Tıpkı kendilerine yüzde 99 diyenlerin geleceklerini kendi ellerine almak üzere meydanları doldurmasındaki gibi… Değiştirebilme gücü insanın bu yola çıkabilmesinde saklıdır.