Kopuştan İstisnaya: Usul İçinde Usul

Ekmek yeyip tuz basmak ol namertler işidir
Ekmek onu komaya tuzun hakkı var ise
Yunus Emre

Sonradan iptal etmek üzere, Hegel’ci tarzda bir ayrım yapalım ilkin: Bir konum vardır, bir de bu konumu dolduran [kişi] vardır. Sonradan iptal ediş, aslında konumun kişi tarafından ve kişinin de konum tarafından inşa edildiği bilgisiyle, aradaki ilişkiye odaklanmak içindir (bir niyet olarak ‘iptal’, konum kurucu karakterini açığa vurdu bile). Aradaki ilişki, başka ilişkileri de çağırmaktadır; o halde mesele kendiliğinden topolojik bir doğaya sahiptir, bir topolojikleştirme girişimi söz konusu değildir. İçiyle, dışıyla, belirli-belirsiz sınırlarıyla, bir ‘yer’e, bir ‘nereye’ye bakıyoruz. Burası, Sophokles tarafından çoktan görülmüş bir yerdir: Öz babasını, babası olduğunu bilmeden öldüren Oedipus’un, babasıyla ve maiyetiyle karşılaştığı kavşaktır; bir tür olmayan-yerdir. Çünkü bir yer olmanın belirlenimine sahip değildir; fenomenal anlamda bir yer değildir; farkında olunmaksızın kimi belirlenimlerin olumsuzlandığı, ‘yer’lerin ve konumların yeniden dağıtıldığı fakat dağıtımın bile ‘oradayken’ fark edilemediği bir ‘yer-olmayan-yer’dir. Oedipus, bu bakımdan bir yol hikâyesidir; kavşaktaki karşılaşmadan sonra, bütün figürler, yeni konumlarına doğru ilerlerler. Roller yeniden dağıtılmıştır. Ama Oedipus metninin büyüklüğü, figürlerin bu yeni konumlar içinde inşa oluşunu olduğu kadar konumların da bu figürlerle birlikte inşa oluşunu ortaya koyuyor oluşudur. Ne konumlar ne de roller, şekil almamış malzemeye giydirilecek formlar durumundadırlar; o halde kahrolsun Aristoteles.

Oedipus’taki dağıtımın, bugün, yirmi birinci yüzyılın başlarında, bizim çağımızdaki dağıtım biçimlerinden temel farkı, tragedyanın bu(nu) sunuş biçimindeki tekinsizliktir. Çağımızı bununla karşılaştırdığımızda bir farklılaşma açıkça duyurur kendisini. Artık ‘kavşak’ yaşamın dışında olup da yaşamı kuran bir yer değil; bilakis bu ‘kavşak’ta yaşıyoruz, ikametgâhımız burasıdır; kentleri çoktan boşalttık. Bunun anlamı, her şeyin sürekli ve yeniden dağıtılıyor olduğudur. Tekinsizliği yaratan ‘yer’e, dağıtım merkezine yerleşerek elde ettiğimiz şey, kimliklerimize bir durağanlık sağlıyor; her şeyin sürekli değişmesine razı olarak ‘kendimizdeki’ değişimi iptal ediyoruz. Her şey sürekli değişiyorsa, bize, sözde de olsa, istikrar vaat eden tek şey olarak bu ‘kimlik’ kalıyor. Kimliğimizi kuran şey, paradoksal bir biçimde, kimliğin istikrarına ilişkin yanılsamamızdır. ‘Tercih ettiğimiz’ aldanışını sürdürüyoruz.

Belki de ‘Ben’e ilişkin kavramsallaştırmamızı kökten değiştirmeliyiz. Örneğin artık Ben, söz konusu yanılsamanın ve bundan türeyen yanılsamaların ‘yer’inin adı olsa… Böylelikle belki, yanılsamaların hareketini, gülünç bir geçit törenini seyreder gibi seyretme olanağına da kavuşurduk: “Şimdi de Özgürlük-duyumu alayının ardı sıra Özerklik-hissi tugayının geçişini izliyoruz.” Oedipus bu noktada yeniden güncellik kazanıyor: Devasa bir Ben-Yer’de yaşamakta olduğumuzu duyurarak. Kesintisiz bir ‘kavşak’ yaşamı, dolayısıyla da sürekli bir olağanüstü hâl!

Klasik Avrupa, yasasız karşılaşmaların yeri olan bu kavşağın ortaya çıkardığı soruna Avrupa Kamu Hukukuyla yanıt vermişti. Böylelikle bu alanı ‘yasa’nın içine kaydetme başarısı gösterilmişti. Fakat “ağacın kurdu kendindendir” ve bu durum bizzat yasanın içine yasanın hükmedemeyeceği bir şeyin yerleştirilmesi anlamına geliyordu. Ya da başka türlü ifade edilirse, yasa, kendisinin dışında olan ‘boşluğunu’ kendisinin içerisine taşımış oluyordu. Böylelikle dışarıda durduğu müddetçe kurucu karakteri öne çıkan ve yıkıcı niteliği maskelenen bu boşluk içeriye taşındığında, hukukun kaosa düzen veren bir şey değil, modern iktidarın geçerliliğini sürdürebilmesi için kaos/düzen dikotomisini yaratan bir şey olduğu açığa çıkıyordu. Bu durum içinde yöneticiler düzenin yöneticileri değillerdir; kaos/düzen sınırının bekçiliğini yaparlar. Kaosa karşı düzen adına nöbet tuttukları sanılmasın. Bizzat sınırı ayakta tutmaya çalışırlar. Çünkü sınır yoksa ne düzenden ne de kaostan söz edilebilir ve buna bağlı olarak da yönetenlerin bir hükmü kalmaz.

Yöneticiler konumlarını bu sınıra borçludurlar ve bu da olağanüstü halin bizzat bir devlet politikası olduğunu gösterir. Bunun, Türkiye’nin kuruluşundan beri bir devlet politikası olduğunu, Dersim 38 açıkça ortaya koymaktadır. Tedip ve Tenkil Harekâtı yapılmadan önce, TBMM’de, bölgeye ilişkin ayrı bir kanun çıkarılması yönünde görüşmeler yapılırken, Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya bölgede anormal bir vaziyetin olmadığını söyleyince, Muğla milletvekili Hüsnü Kitabçı da infaz hakkının TBMM’de olduğunu hatırlatarak bu hakkın bir kumandana verilmesinin ancak olağanüstü hallerde mümkün olduğunu belirtmiştir. Bunun üzerine Trabzon milletvekili Raif Karadeniz, şunları söylemiştir: “Evet orada muharebe yoktur, top sesleri işitilmiyor. Fakat hükümeti tanımayan, yalnız aşiret reislerini tanıyan bir zümre vardır. Medeni bir memlekette en büyük kuvvet hükümettir, devlettir. Bunun yerine en büyük kuvvet olarak aşiret reisini veya bir ağayı tanımak ne demektir? Bu hukuki manada anormal bir vaziyettir.” Hukuki manada anormal bir vaziyete karşı geliştirilen tepkinin kendisi de ‘hukuki manada anormal bir vaziyet’ halini alır ve bölgede olağanüstü hal ya da dönemin tabiriyle istisna-i ahval ilan edilir. Yaklaşık 70 yıl sonra, bu hak bir komutana bile değil, yetkisiz bir vatandaşa dahi tanınır olacaktır. Tarlabaşı’nda BDP’li göstericilere pompalı tüfekle saldıran bir kişi için Başbakan Erdoğan’ın tepkisi ‘vatandaş hassasiyeti’ olmuştu. Bunun açık anlamı, bir olağanüstü hal rejiminin miras alınmış olduğudur. Bütün klasik sınırların iptal olduğu, her an herkesin her şeyi yapabilir olduğu bir evrendir bu.

Olağanüstü halin geçerli (!) olduğu bölgeyi sınırlamak da asla bir çözüm değildir. Çünkü ‘orada’ her şey mümkünse hayatın her yerinde her şey mümkündür.

Kemalist Devletin, kendisini Osmanlıdan bir kopuş olarak sunmasına benzer bir biçimde AKP’nin ve onun Türk-İslam ideolojisinin de kendisini Kemalizm’den bir kopuş olarak sunmasının altında, bu sürekli olağanüstü hali gizleme telaşı yatmaktadır.

Kopuş tezi, özellikle devletle iç içe geçmişliklerinin teşhis ve teşhirinden muzdarip olanların, siyasal varlıklarını ki aslında siyasal nitelemesi zaten yersiz ama olsun, kayıp, mağduriyet ve yas üzerine kuranların, bütün gücünü “kopmak”tan alan, kaybı siyasal olarak seferber ederek iktidar kârına tahvil etmeye çalışanların çok işine geliyor. Çünkü ürettiklerini ileri sürdükleri sözün sözde özgünlüğünü onaylayabilmek ve onaylatabilmek için geçmişle bugün ve gelecek arasında bir yarılmaya, kopuşa gereksinimleri var.[1]

Biraz riskli bir bütüncülleştirme yaparak, hangi çehreye bürünürse bürünsün, Devlet’i merkeze alarak baktığımızda çıkan görünüm, taktik bir hatasını stratejik bir hata olarak ve stratejik bir hatasını da genel teorideki bir yanlışlık olarak algılayan zihniyetin, teori yaparken de strateji kurarken de taktiğini hesaplarken de kendisini, her zaman olduğundan fazlası olarak gördüğü biçimindedir. Böylesi bir düşüncedeki temel sorun, kendi ‘Ben’lerinin o düşüncenin içerisine fazlasıyla gömülü oluşudur ve tam olarak bu nedenle de evvelki düşünceleri yanlışlarken üretilen ve yaslanılan düşünce de en az yanlışlanan düşünce kadar sorunludur. Belki de AKP’nin temel başarısını bu eski-yeni dikotomisini işletme becerisinde aramak gerekir.

Bu beceri, kim olursa olsun kendilerinden olmayan herkesin düşünme kategorilerini üretme ve dolaşıma sokma becerisidir. Welat Zeydanlıoğlu’nun, kendisini, günümüz Türkiye’sini Kürtlerin perspektifinden okuma yönünde bir girişim olarak sunan ve Fırat Haber Ajansı tarafından yapılmış olan bir röportajı,[2] bir epistemolojik körelmeyi ve dolayısıyla da bir ideolojik belirlenimi açığa çıkarması açısından ele alınmaya değerdir. Kemalizm’in, kendini yenileme potansiyeline sahip olmadığı savıyla yola çıkan Zeydanlıoğlu, kendisiyle yapılan mülakatın ilk sorusu olan “Kemalizm’i değerlendirirken Kürtlerle ilgili uygulamalarını bir tarafa verirsek Türkler açısından demokrasinin gelişmesine uygun bir ideolojik zemin sunuyor muydu?” sorusunda, her şeyden önce demokrasi üzerine bir tartışmanın yolu açılmışken, soruyu şerh etmeyi tercih etmektedir: “ ‘Nazizm’in Yahudilerle ilgili uygulamalarını bir tarafa bırakırsak Almanlar açısından demokrasinin gelişmesine uygun bir ideolojik zemin sunuyor muydu’ gibi bir soruyu kendimize sormuş oluyoruz.” Soruyu şerh etmek gerçekte sorudan kaçmaktır. Bu bakımdan Carl Schmitt’in söyledikleri son derece uyarıcıdır: Demokrasi, eşitlere eşit muamele olduğu kadar, mantığın kaçınılmaz sonucu olarak eşitsizlere de eşitsiz muamele demektir. Burada tartışmaya açılması gereken mesele, belki de demos’un Antik Yunan’dan kalma belirsizliğine (demos, hem siyasetin meşruiyet kaynağıydı hem de aristokratların yanı sıra ve onlarla gerilim içinde varolan bir grubun adıydı) modern dünyada bir belirsizliğin daha eklenmesi olmalıdır: Modern dünyada halk hem bir yekûna hem de tikel bireylere işaret etmeye başlamıştır (Bunun bir yandan son derece devrimci imkanlar barındırdığı açıktır. Diyarbakır’da kolluk kuvvetleriyle karşı karşıya gelişlerde pek çok insanın “Ben halkım” dediği, kolluk kuvvetlerinin de buna “Sen halksan ben de devletim” biçiminde yanıt verdiği bilinmektedir. İlginç olan, iki tarafın da bunu sorgulamadan kabul etmesi ve kendi konumunun altını çizmesidir).

Zeydanlıoğlu, yine aynı soruya cevap verirken şunları söylüyor: “Bu sistem, ona benzeyen başka otoriter ve anti-demokratik sistemler gibi, çarpık iç politik ve ekonomik güç dengelerini doğalmış gibi gösterme pahasına sürekli kendi ötekisini üretmeye ihtiyaç duyan; hatta buna mahkûm olan bir sistemdir. Büyük bir hamle ile kendini yenileyebilecek bir potansiyeli yok, çünkü en küçük bir kritiğe tahammülü yok. Farklı düşünebilen, yenilik getirebilecek insanları çok çeşitli biçimlerde cezalandırıyor, hapishanelerde işkencelerden geçiriyor.” Bu sözleri, her şeyden önce mantıksal bir analize tabi tutacağım. Bu beyana göre otoriter ve anti-demokratik olmayan sistemler de vardır; çünkü Zeydanlıoğlu’na göre çarpık iç politik ve ekonomik güç dengelerinin doğalmış gibi gösterilmesi, belli ki otoriter ve anti-demokratik sistemlere özgüdür. İfade içindeki örtük akıl yürütme, burada belirsizliğe kaymaktadır. Çünkü mantıksal olarak ilerlersek, otoriter ve anti-demokratik olmayan sistemlerin ayırt edici özelliğinin ne olduğu belirsizleşiyor: Bu sistemler, çarpık iç politik ve ekonomik güç dengeleri doğalmış gibi göstermedikleri için mi otoriter ve anti-demokratik sistemlerden farklıdırlar, yoksa çarpık iç politik ve ekonomik güç dengeleri bu sistemlerde bulunmadığı için mi? Üstelik bu çarpıklıkların normalmiş gibi gösterilmesi, başka bir şeyin bedeli, fiyatıymış. O başka şey ise sürekli kendi ötekisinin üretimine duyulan ihtiyaç oluyor ki buna göre ötekinin üretimi kendi başına bir çarpıklık içermiyor. Eksik ve kusurlu da olsa buraya kadar bir ‘mantık’ var, fakat buradan itibaren mantıksal ilişki de kopuyor. Küt diye önümüzde bulduğumuz şey söz konusu sistemin (artık ne demekse), kendini yenileyecek bir potansiyele sahip olmayışı. Üstelik bu sahip olmayışın nedeni de ‘en küçük bir kritiğe tahammülünün olmaması’ymış. Demek buna tahammülü olsa her şey yoluna girecek, o halde biraz tahammüllüsünü üretelim!

Zeydanlıoğlu’nun düştüğü yanlış, Devleti anlamak için, yalnızca Kürdî kategorileri devreye sokması değildir. Daha da vahim bir şeydir söz konusu olan: Devletli (ya da devletlu) bir akıl yürütmeyle, yani insanların yerine devlet tarafından, bir tür büyük Öteki tarafından nesnel olarak düşünülmüş kategorileri yeniden-üretirken bu kategorileri Devletin gerçek çehresini yansıtan kategorilermiş gibi işletmek! Bu tutum, bakış açısını daraltması bakımından Kürdî hareketin ve bu hareketin bilme tarzının da kısırlaştırılması, yoksullaştırılması sonucunu doğurur. Gerçekte Kürdî olma potansiyeline (!) sahip bulunmayan kategorileri Kürdî kategorilermişçesine sunar ve üstelik bu, başından sonuna bir tür otantiklik ideolojisiyle örülü bir sunuştur. Bu söylem inandırıcılığını ancak otantik görünüşünden alabilir; bu söylemin de bir imajı vardır. Bu tutum, örtük bir biçimde, Kürt Hareketini ve söylemini bir benlik-merkezi etrafında örgütlenmeye davet etmektir. Ama Derrida’yı hatırlarsak, bu merkez, hep yapının dışında kalacaktır. Kürt Hareketi açısından Benliğin dışarıdaki merkezi ya da negatif dolayımlayıcısı; işte tersinden Kemalizm budur. Tersinden Kemalizm’in açığa çıktığı uğraklar, Kemalizm eleştirisinin her şeyi eleştirmeye ehil olabilecek kadar güçlü, dolayısıyla da Kemalizm’in, eleştiriyi yapan da dâhil olmak üzere her şeyi kuşatabilecek kadar güçlü olduğunun ikrar edildiği uğraklardır. İşin doğrusu, günümüzün en âlâ Kemalistleri, en başta Başbakan olmak üzere sürekli Kemalizm eleştirisi yapanlardır. Tavşanın suyunun suyu misali, olağanüstü halin olağanüstü halidir bu.

Bu sürekli olağanüstü hal, insanların pek çoğunun kaos ile düzen ya da ölümle yaşam arasındaki sınıra yığılmaları sonucunu doğurmuştur. Bu sınırda, bu dağıtım kavşağında sınırın bekçileriyle karşılaşılmış ve bu yığılma, gerçek olağanüstü hali açığa çıkarmıştır. Gezi Parkı’yla birlikte olağanüstü halin gerçek çehresi belirivermiştir. Kürt ile Kemalist, Alevi ile Müslüman bir anda kendilerinin aynı ayrımsızlık bölgesinde bulunduklarını fark etmişlerdir. Bu bakımdan Sırrı Süreyya Önder’in “Gezi’de Kemalist görmek isteyenler AKP’ye baksınlar” sözü son derece anlamlıdır. Çünkü hükümet, tam bir ayrımsızlıkta bir araya gelmiş insanların arasına ‘kendi’ ayrımlarını yeniden yerleştirmeye çalışırken, Önder bunu boşa çıkarmayı bilmiştir. Gezi’deki insanları bir araya getiren şey, temelde, belirlenimli bir ortaklık değil, hepsinin siyasal varlıklarının ellerinden alınmış olması; dolayısıyla hiçbir belirlenime, Aristoteles’in terimlerine başvurursak hiçbir forma sahip olmayan şekilsiz birer et yığınına dönüştürülmüş/dönüştürülmekte olmalarıydı. Yine bu bakımdan Selahattin Demirtaş’ın tutumu da bir o kadar kırıcıydı. Kendisine satılan Benliği olduğu gibi giymişti; umalım ki o gömlek üzerinde durmasın, yırtılsın da Demirtaş yeniden Hırkalara bürünsün.

Yine de bu ayrımsızlığın mutlak bir insan-dışılaştırmaya işaret etmediği belirtilmeli. İnsan dışılaştırma süreci kolluk kuvvetlerinin ‘iş’lerini yapabilmelerini kolaylaştırır. Bu türde bir asimetriyle en çok karşılaştığımız alan Kürt sorunu alanıdır; “Ben katil değilim, görev dışında öldürmem” ifadesinden tutalım da Kürt gerillaların önce insanken dağlarda birer yaratığa dönüştükleri beyanlarına kadar. Bu bakımdan, duyarlılıkları başka türlü gelişmiş birkaç askerin yaşadığından başka etik bir tereddüt pek de yaşanmamıştır. Oysa Gezi Direnişi sırasında –ölümlere rağmen– polislerin psikolojik kırılmasını yaratan şey sadece direnişin gücü olmamıştır; ayrıca buna polislerin henüz insan-dışılaştırılmamış olana saldırmakta oldukları duygusunun yoğunluğu da eklenmelidir. Tam bu noktada hükümet tarafından ikili bir strateji devreye sokulmuştur: Bir yandan eylemcileri yarmaya yönelik bir söylem geliştirilmiş (masum çevreciler ile bozguncular arasında bir ayrımla), bir yandan da yoğun bir insan-dışılaştırıcı söylem operasyonuna girişilmiştir. Gezi Direnişi, Türkiye Devletinin biyo-siyasal ufkunu açığa çıkarmıştır: Türk İslamcılığının fantezi evreniyle modern siyaset kurumlarının bir buluşması.

Bu buluşmada, eşitliğe katlanamayan doyumsuz bir algı sisteminin, eşitlikte konumlanmış her ilişki biçimini, kendi kapısının eşiğine dönüştürerek, Ev’den buyurmaya, eşitsizliği hatırlatmaya ve baki kılmaya yönelişine tanıklık ediyoruz. Fakat kendini en çok Başbakanın şahsında gösteren bu yönelim, pek çok meseleyle ilgili olarak temelde bir edep sorunu algılamaktadır: “Ben, ben olduğum için değil, Ben olduğum için, bu davranış tarzına katlanamam.” Büyük harfle Ben, kişinin Ben’i ile İdeal Ben’i arasındaki bir özdeşlik yanılsamasından kaynaklanır. Neredeyse bütün hayatı, bu İdeal Ben karşısında boyun bükmekle geçmişken, ben ile Ben’in özdeşleştiğini sandığı bu aldatıcı uğrakta, kendisini temsillerin bir bütünü olarak görür. Temel sorunu da bu yanılsamalı bütünlüğü korumak olarak ortaya çıkar. Bu bakımdan, Liderler, liderlik ettiklerinin çocukları gibidirler; lidere yönelik tutum [onun bütün arzularına koşulsuz bir biçimde doyuma ulaştırma arzusu], tutumun sahiplerinin de kendi çocuklarından esirgedikleri ebeveynliği liderlerinden esirgememeleri sonucunu doğurur. Kendileri İdeal Baba’ya dönüşürken şımarık çocuk reel babaya dönüşür ve çocuğun hükmü başlar.

Çocuk, mevcut durumda Başbakan, liderliğine rıza gösterenlerin İdeal Ben’ini temsil eder; bu haliyle de bir şebekenin bütün hastalıklı fantezilerini yüklediği boş-gösterene dönüşür. Bu şebeke kendi çocuğunun üzerine titreme konusunda hiçbir fırsatı kaçırmaz. Bu nedenle bu şebeke içerisindeki konumu bakımından Başbakan’ın hükmünün ötesinde bir yasa yoktur; Başbakan bu şebekenin Kralıdır. Kralın yalnızca sapkın arzuları vardır ve bu arzular yasa hükmü taşıdıkça, ‘yasa’nın ve ‘siyasal’ olanın iptali üzerinde yükselen bir örgütlenme söz konusu olmaktadır. Başbakan’a yönelen iptal arzusu ise gerçekte, onun simgesel ölümü yoluyla yasaya yeniden yer açma arzusundan kaynaklanmaktadır. Boş-gösterenin boşluğunu göstermek değil, onu iptal etmek aynı zamanda şebekeyi de iptal etmektir. Böylelikle bir tarafta yasadan yola çıkıp arzuya ilerleyen ve bu minvalde sapkınca çocuklaşan bir eğilim, diğer tarafta ise arzudan yola çıkıp yasaya ilerleyen ve bencil çocukluktan özgecil olgunluğa yönelmiş bir eğilim söz konusudur.

AKP’nin bir mağduriyet edebiyatıyla bezeli bir iktidar stratejisinin olduğu konusunda çok şey söylendi. Fakat Zeydanlıoğlu örneğinde de görüldüğü üzere, bunun çok daha tehlikeli boyutu, mağduriyet olmaksızın eleştiri yapılamazmış gibi bir ortam oluşturması ve böylelikle eleştirinin akılla irtibatını koparmasıdır. Bu da haliyle kişisel yaşantının eleştiri üzerinde yoğun bir hakimiyet kurmasına neden olur. Bu biçimde ilerleyen eleştiri, aslında yaşantının ilerlemesidir. Bu nedenle, Başbakan’ın eskiden şöyle iken şimdi böyle olduğunu söyleyerek, Başbakanın kişisel hikayesine bir kopuş uğrağı yerleştirmenin, işleyiş bakımından, yukarıda sözü edilmiş olan kopuş tezinden pek de farkı yoktur. Böylesi bir konumlanmada eleştiri akıl kökenli değil de yaşantı kökenli olduğu için, aklın daha baştan devre dışı bırakılmış olduğunu, esas sürekliliğin izlerinin anlatıda ve söylemde sürülmesi gerektiğini gözden kaçırır.

 

DİPNOTLAR

[1] Ayhan Yalçınkaya, “Din, Kutsal ve Dünya Üzerine Söyleşi”, FelsefeYazın dergisi,, Ocak/Şubat 2011, No 17. Ayrıca http://derdimartardaima.blogspot.com/2011/01/din-kutsal-ve-dunya-uzerine-soylesi.html

[2] http://www.anf.bz/news/guncel/kemalizmin-kendini-yenileyebilecek-potansiyeli-yoktu.htm