Kötülüğe Sebep İtaat mi İşbirliği mi?

Sosyal psikoloji alanının en bilinen çalışmalarından biri olan Milgram deneyi, kişilerin kendilerine verilen emirler doğrultusunda korkunç eylemler ortaya koyma yatkınlıklarını ele alır. Deneyin klasik yorumuna göre, emir komuta zinciri içinde çalışan yapılarda kişi işleyen dişlinin bir parçası haline gelerek araçlaşmakta, kendisini eylemlerinin sorumlusu olarak görmemektedir. Deneyin ortaya serdiği bulgular, modern toplumda emir-komuta içinde işleyen en önemli yapılar olan kolluk güçlerinin yasal sınırı aşan eylemleri bakımından düşündürücüdür. Özellikle otoriter sistemlerdeki polislik uygulamalarının tamamen toplumsal kontrol sağlama amacına yönelmesi, gücün aşırı ve kötü kullanımının yaygınlaştığı[1], hesap verilebilirlik mekanizmalarının işletilemediği ve cezasızlık politikasının yaygınlaştığı düşünüldüğünde, kamu görevlilerinin sorumluluğunun ne şekilde ele alınması gerektiği bu çerçevede yeniden değerlendirilmedir.

Tarihin en korkunç sayfalarından biri olan Nazi Almanyası, kamu görevlilerinin emir komuta zincirinin içinde gerçekleştirdikleri eylemlerle nasıl bir güvenlik sorununa dönüşebildiklerini gösteren örneklerle doludur. Zaten Milgram deneyinin çıkış noktasını da Nazi Almanyasında bu eylemler sonucu ortaya çıkan vahşet oluşturmuştur. Milgram, deneyde sıradan insanların otoriteye boyun eğerek hiç tanımadıkları insanlara nasıl zarar verebildiklerini gözlemlediğinde Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” tespitinin gerçeğe düşünülebileceğinden çok daha yakın olduğu sonucuna varır. [2]

Arendt, şiddet uygulamasının ve cezasızlığın yaygınlaştığı dönemlerde sık sık akla gelen “kötülüğün sıradanlığı” kavramını, Nazi Almanyasının üst düzey kamu görevlilerinden biri olan Adolf Eichmann’ın Kudüs’te yapılan yargılamasına dair yazdığı incelemede tartışmaya açar. Ancak Arendt kötülüğün sıradanlığı tartışmasıyla faillerin eylemlerini sıradan görmediği gibi onları sorumluluktan azade de tutmaz. Milgram deneyinin bulgularına ilişkin olarak yapılan yeni çalışmalar da bu yaklaşımı destekler niteliktedir. Bu nedenle, otoriter toplumlarda artan güç kullanımını ve kamu görevlilerin sorumluluğunu yeniden düşünmek için Arendt’in kavramsallaştırmasına ve Milgram deneyine ilişkin güncel değerlendirmelere yakından bakmak zihin açıcı olabilir.

Kötülük Sıradan mı?

Hannah Arendt, Eichmann davasına ilişkin yazdığı eserde Nazi Almanyasında ortaya çıkan vahşetin iyilikten yoksun bir grup insanın varlığı ile açıklanamayacağını vurgular. Arendt’e göre, canavar olduklarına inanmak en kolayı olsa da Eichmann ve benzerleri ne sapık ne de sadisttir, asıl sorun bu kişilerin “dehşet verici şekilde normal olmasından kaynaklanır.” Arendt dönemin hukuk kurumları ve yargılama usulü standartları için yeni kabul edilebilecek bu suçlu türünün, yaptığı şeyin yanlış olduğunu anlamasının veya hissetmesinin imkansız olduğu düşüncesindedir. [3] Gerçekten de hem savaş sonrasında yapılan Nürnberg Uluslararası Askeri Ceza Mahkemesi yargılamalarında hem de Eichmann davasında bu görüşü destekleyecek türde savunmalar yapılmıştır. Nürnberg Yargılamalarında baş savaş suçluları mahkemenin kuruluş tüzüğünde bir hukuka uygunluk nedeni olarak kabul edilmeyeceği açıkça belirtilse de[4] eylemlerini emre itaat gerekçesi ile açıklamışlardır. Konusu suç teşkil eden emirlere itaatin kişiyi sorumluluktan muaf tutmayacağına ilişkin Alman ceza ve askeri hukuk kurallarının Hitler zamanında da yürürlükte olduğu Kudüs mahkemesi tarafından tespit edilmiş olsa da Eichmann da son savunmasında iktidarda olanları kendisinin itaatkarlığını istismar etmekle suçlamış, suçunun aslında bir erdem olan itaatten kaynaklandığını ileri sürmüştür. [5] Eichmann’ın üzüntü duyduğu husus, davada tüm korkunç ayrıntılarıyla ortaya serilen insanlık dışı olaylar değil, “başkalarının yaptıklarının cezasını çekmek” zorunda oluşudur.[6]

Diğer yandan, savaş sonrasında açığa çıkan gerçekler, ”cinayet aletini kendi elleriyle” kullananların ölüm kamplarında kalanlar olduğunu açığa çıkarmıştır. Kudüs mahkemesi suçun büyüklüğü ve karmaşıklığını vurgulayarak Eichmann’ın sorumluluğu bakımından cinayete azmettirme ve yardım suçlarına başvurmak yerine kitlesel suçlarda cinayet aletini kullanan kişiden uzaklaşıldıkça, sorumluluk derecesinin artacağı yorumunda bulunsa da[7], Eichmann milyonlarca insanın katlinin tek sorumlusu değildir. Kurbanların çokluğu düşünüldüğünde bu suçlara katılanların sayısına ilişkin yapılan asgari tahminler dahi ürkütücü boyuttadır. İnsanlık dışı yöntemlerle işlenen bu suçlara katılan insanların bu derece fazla oluşu açıklanmaya muhtaç olduğu gibi, savaş sonrası Almanya’da katliamlara yönelik gerekli soruşma ve kovuşturmaların yapılmadığı, Nazi döneminde görev yapan kamu görevlilerin büyük bölümünün görevlerine devam ettikleri bilinmektedir.[8] Bu tablo çoğu kez kötülüğün sıradanlığı ile açıklansa da Arendt’in tartışması ne vahşetin normalliği ne de failleri sorumlu tutma çabasının anlamsızlığını içerir.

Arendt, kötülüğün sıradan olduğu ya da sıradanın kötülüğe meyilli olduğunu değil, kavrayış ve yargı gücünün gelişmediği koşullarda kişinin kötülüğü sıradanlaştırdığını vurgular. Kitabının başlığından da kullandığı “kötülüğün sıradanlığı” kavramsallaştırmasının tartışma başlatabilecek niteliğini bilen Arendt eserde bu kavramla gerçeklere sıkı sıkıya bağlı bir düzeyi kastettiğini özellikle vurgular. Arendt kötülüğün sıradanlığı ile, aptal olmadığı halde ne yaptığının farkında olmayan bir kişinin fikirsizliğini anlatmaya çalışmaktadır. Arendt’e göre, Kudüs’teki yargılamadan çıkarılabilecek ders, gerçeklikten bu kadar uzak ve bu kadar fikirsiz olmanın insanın bünyesinde bulunan bütün şeytani içgüdülerin vereceği zarardan daha büyük bir yıkıma yol açabileceğidir. [9]

Üstelik Arendt eserde kişilerin kendilerini görevli olmakla savunmalarını ve suçun bir başkası değil de kendileri tarafından işlemesinin rastlantıdan ibaret olduğunu iddia etmelerinin kabul edilemez olduğunu belirtir. Arendt’e göre, totaliter yönetimlerin ve bürokrasinin insanları çarklara dönüştürerek onları insanlıktan çıkarması siyaset bilimleri ve sosyal bilimler açısından önemli olsa da, modern psikolojinin ve sosyoloji failin sorumluluğunu determinizm açısından açıklaması alışılmış hale gelse de bu açıklamalara dayanarak tek bir adli prosedürü bile izlemek mümkün değildir.[10] Arendt, herkesin suçlu görüldüğü yerde, kimse yargılanamayacağını özellikle vurgulayarak insanlık fikrinin gelişmesi için, kişinin suça konu eylemlerinin tüm sorumluluğunu üstlenmesi gerektiğini savunur.[11] Arendt bu düşüncelerini “Diktatörlük Dönemlerinde Kişisel Sorumluluk” eserinde geliştirerek itaat savunusunu açıkça eleştirir ve itaatin arkasına gizlenen işbirliğine dikkat çeker:

“Gerekçe hep aynıdır: Her organizasyon üstlere ve yürürlükteki yasalara itaat ister. İtaat bir erdemdir; hiçbir siyasi topluluk hiçbir örgütlü yapı itaat olmadan varlığını sürdüremez. Bu gerekçelerin tümü öylesine basit gözükmektedir ki içerdiği yanlışı ortaya çıkarmak belli bir çabayı gerektirir. Burada doğru olmayan ‘itaat’ kelimesidir. Gerçekte sadece bir çocuğun itaat etmesinden söz etmek mümkündür; bir yetişkinin itaat etmesi ise gerçekte, ‘itaati’ talep eden örgütü, otoriteyi ya da yasayı desteklemesi anlamına gelir.” [12]

Arendt, Eichmann’ın da bu yaklaşıma sahip olduğunu gözlemlemiştir. Arendt’e göre neticede birer katile dönüşen Eichmann gibi adamlar, “tarihi, muazzam, eşsiz (”ancak iki bin yılda bir verilen ulvi bir görev”) ve dolayısıyla da muhtemelen dayanması zor bir işe” giriştiklerini düşünmektedir.[13] Eichmann yargılama sırasında kendisini zaten bir idealist olarak tanımlamıştır. Eichmann kendisi gibi idealistlerin idealleri için yaşadığını, idealleri için her şeyi, dahası herkesi feda etmeye hazır olduklarını savunur. Bu nedenle, Eichmann polis soruşturması sırasında, yapması gerekseydi kendi babasını bile ölüme göndermekten çekinmeyeceğini söylerken, emirlere itaat etmeye hazır olduğunu vurgulamaya çalışmaktan çok kendisinin her zaman tam bir idealist olduğunu göstermek istemiştir.[14]

Eichmann Deneyi

Milgram’ın deney konusunda yaptığı değerlendirmelerde Arendt’in Eichmann incelemesine gönderme yapması nedeniyle itaat deneyi “Eichmann deneyi” olarak da anılmaktadır. [15] Milgram gerçekten de deneye ilişkin değerlendirmelerini aktardığı “Obedience to Authority” (Otoriteye İtaat) kitabının giriş bölümünde, Arendt’in eserine atıfta bulunarak deneyde ulaştığı ürkütücü sonuçların deneklerin sadist ya da canavar kişiler olmasıyla açıklanamayacağını, aksine bu kişilerin tıpkı Eichmann gibi toplumdaki sıradan insanlar olduklarını belirtir. [16]

Milgram’ın kitapta ayrıntılarıyla açıkladığı deneyde, otoriteye yatkınlığı incelenmek için ilan yoluyla ulaşılan 20 ila 50 yaş arasındaki 40 kişi yer almıştır. Yale Üniversitesi’nde gerçekleştirilen deneyde, deneklere öğrenmede cezalandırmanın rolüne ilişkin farklı bir deneyde öğretici konumun da olacağı söylenmiş, öğrenci konumundaki başka bir deneğe direktifler doğrultusunda elektrik şoku vermesi istenmiştir. Ancak deney gerçekte itaate ilişkin olduğu gibi öğretici dışındaki tüm katılımcılar sahtedir. Deneyin kurgusu öğretici ile öğrencinin birbirlerini görmedikleri ancak duyabilecekleri şekilde ayarlanmıştır. Öğretici, öğrenci ile birlikte seçildikten sonra içinde araştırmacının bulunduğu bir odaya alınarak 15 volttan 450 volta kadar elektrik şokunu verebilen bir jeneratör düzeneğinin olduğu bir masaya oturtulur. Öğreticiden, araştırmacının direktifleri doğrultusunda öğrenciden söylediği kelime dizlerini tekrar etmesini istemesi, öğrenci tekrarı doğru yapmazsa, artan oranda elektrik şoku vermesi söylenir. Deney süresince kurgunun bir parçası olan sahte öğrenci sık sık yanlış yanıtlar vermekte, bu yanıtlara karşılık öğretici öğrenciye elektrik şoku uygulamak için önündeki düzeneği kullanmakta ve şok seviyesine göre önceden aynı düzeneğe kaydedilmiş yakınma ve çığlık seslerini duymaktadır. Yanlış sayısının artması, elektrik şoku seviyesini artırmayı gerektirmektedir. Öğreticinin artan şok seviyesini uygulamakta tereddüt etmesi halinde kendisiyle aynı odada bulunan araştırmacı bir otorite figürü olarak duruma müdahale etmekte ve öğreticiye deneye devam etmesi gerektiğini önceden belirlenmiş dört teşvik sözüyle belirtmektedir: “Lütfen devam ediniz.” “Deney devam etmenizi gerektiriyor.” “Devam etmeniz gerçekten çok önemli” “Başka bir seçeneğiniz yok, devam etmelisiniz.” [17]

Bilim insanın otoritesi karşısında emre itaat ölçümü yapan deneyde şaşırtıcı sonuçlara ulaşılmıştır. Deneklerin yüzde 65 gibi çok yüksek bir oranının sahte olduğunu bilmedikleri öğrencinin tüm yalvarmalarına karşın gözle görünür bir sıkıntı içine girmekle beraber araştırmacının yönlendirmesiyle elektrik şokunu ölümcül bir seviye olduğunu bildikleri 450 volta kadar çıkardıkları görülmüştür. Sonuç, öngörülenden çok daha karamsar bir tablo ortaya çıkardığı için Milgram deneyde itaatin önüne geçmeye yönelik (şok verilen öğrencinin kalp hastası olduğunu dile getirmesi, yüksek doz şokun ardından sessizleşmesi gibi) bir takım engeller oluşturmaya çalışsa da öğreticiler şok uygulamasına devam etmiştir. Bu nedenle Milgram, çalışma sonrasında insanın zalimlikten soyutlanmasının mümkün olmadığı ve meşru bir otoritenin varlığında bilincin kısıtlamasına tabi olmaksızın emredilen her şeyi yerine getirme potansiyeline sahip olduğu sonucuna varmıştır. [18]

Milgram deneyi, kişilerin bir otoritenin denetimi altında başkalarına acı veren, hatta öldürücü fiillerde bulunabileceğine ve fiilin sonuçları konusunda sorumluluk almaktan imtina edebileceğine işaret eder. Milgram’a göre, deneyin en önemli tespiti karşılarındakine özel bir düşmanlık gütmeksizin görevlerini yapan sıradan insanların, korkunç yıkımlara aracılık edebileceğidir.[19] Denekler otoriteyi meşru gördüklerinde otoriteye teslim olmakta, süreç içinde araçsallaşarak sorumluluk duygusundan kurtulmaktadırlar. Deneyin kötülük ve sıradanlık arasında kurduğu bu ilişki kötülüğün sıradanlığının özcü bir söyleme dönüşmesine neden olmuş, Arendt’in sorumluluk konusundaki görüşlerinin silikleşirken kötülük içeren eylemler basitleştirilerek kişilerin iradelerinden koparılarak otoritenin emirlerine düşüncesizce itaat edilmesiyle açıklanır hale gelmiştir.

Milgram Deneyi Aslında Ne Söylüyor?

Milgram deneyinin, Hobbes’tan beri süren, insanın kötülüğe yatkınlığı anlayışı çerçevesinde yorumlanması “kötülüğün sıradanlığı”na kastını aşan anlamlar yüklenmesini kolaylaştırsa da deneye dair yeni çalışmalar da Arendt’in asıl vurgusuna benzer niteliktedir. Aradan geçen onlarca yıla rağmen ilgi çekmeye devam eden Milgram deneyi her ne kadar klasik formuyla anılmaya devam etse de deney yeni tartışmalarla bambaşka bir anlam kazanmış, deneyde incelenen süreç kişilerin sorumluluğuna ve grup anlayışına vurgu yapacak şekilde itaat yerine işbirliği yahut aktif katılım kavramlarına başvurarak açıklamaya başlamıştır.

Milgram deneyi, kurgunun işkenceye benzerliği ve deneklerin yanıltılması nedeniyle araştırma etiği konusunda önemli eleştirilere konu olduğu gibi, deneyin değerlendirmesinde yeterince yer verilmeyen yönlendirme aşamaları ve spontane yönerge değişiklikleri nedeniyle yoğun tartışmalara konu olmuştur.[20] Ancak bu eleştiri ve tartışmalar büyük ölçüde Yale Üniversitesi’nde bizzat Milgram tarafından oluşturulmuş deney arşivine dayalı olduğu için, Milgram’ın deney konusundaki değerlendirmeleri kötü niyetli ve seçici olmaktan çok eksik veya hatalı görülmektedir.[21] Üstelik deneyin eleştirilere göre yeniden düzenlenen modern etik standartlara dayalı tekrarlarında da benzer sonuçların ortaya çıkması, Milgram deneyinin bulgularının güncelliğini korumasını sağlamakta hatta sosyal psikoloji eğitiminde deneyin eleştirel değerlendirmelerin yoksun şekilde klasik formuyla aktarılmasına neden olmaktadır.[22]

Oysa güncel tartışmalar Milgram deneyinin değerini ortadan kaldırmasa da deneyin bulgularının oldukça farklı şekilde yorumlanması sonucunu doğurmuştur. Deneyin klasik versiyonunda vurgulanmayan bazı noktalar, deney arşivindeki incelemeler ve yeni uygulamalarla öne çıkmış, öğreticilerin davranışlarının itaatten çok özdeşleşmeye bağlı olduğunun tespit edilmesini sağlamıştır.

Milgram deneyinin yeni yorumuna yol açan ilk önemli çalışma Jerry M. Burger’ın 2007 yılında Milgram deneyinin kısmi bir tekrarı olarak oluşturduğu deneydir.[23] Deneyde alınan sonuç klasik Milgram deneyi sonuçlarına oldukça yakın olmasına karşın Burger değerlendirmesinde önemli bir hususa dikkat çekmiştir. Deneyin aslına uygun şekilde gerçekleştirilen adımları sırasında eğitmenler, araştırmacı tarafından söylenen dördüncü teşvik sözü olan “Başka bir seçeneğiniz yok devam etmelisiniz” ifadesine itaat etmemektedir. Oysa bu söz kalıbı deneyde kullanılan emre en yakın ifadedir. Burger’e göre, katılımcıların bu ifade karşısında itaat göstermemeleri Milgram deneyinin tüm bulgularının yeniden yorumlanmasını gerektirmektedir. [24]

Bu araştırmanın ardından Stephen Gibson, Milgram deneyinde araştırmacı konumdaki kişiler öğreticiler arasındaki diyaloglara ait kayıtları söylem analizinden geçirerek bu yaklaşımı destekleyen sonuçlara ulaşmıştır. Deney sırasında araştırmacının rolü otoriteyi temsil etmek, eğitmen konumundaki deneğin öğrencilerin verdiği yanlış cevapları karşısında elektrik şoku uygulamasını sağlamaktır. Ancak Gibson yaptığı analizde araştırmacıları sıklıkla deneyin standart protokolünün dışına çıktıklarını ve farklı ifadeler kullandıklarını tespit ettiği gibi, cümleler değişse de eğiticilerin emir kipine yaklaşan ifadeleri izlemeyi reddettiklerini tespit eder. Araştırmacının rica ile başlayıp adım adım şiddeti artan teşvik sözleri dördüncü ve son adımda tam bir emir olan “Başka bir seçeneğiniz yok devam etmelisiniz”e dönüşmesi veya emir kipi içeren benzer bir ifadenin kullanılması eğitmenlerde itaat değil tepki doğurmakta ve çatışma yaratmaktadır. Gibson’a göre, Milgram’ın “itaat” olarak adlandırdığı davranışlar emirlerin değil, ikna edici argümanlar içeren ifadelerin ürünüdür.[25]

Yapılan diğer çalışmalarda eğitmenlerin deneye devamının araştırmacı ile dayanışmasına bağlı olduğunu, kendisinden istenen davranışı başkasının iradesine boğun eğmekten çok, ortak bir girişim için gerekli işbirliği olarak görmesi halinde gerçekleştirdiği sonucuna ulaşılmıştır. Özellikle Alexander Haslam ve Stephen Richer’in yaptıkları farklı çalışmalardan elde ettikleri arşiv ve deney bulguları Milgram ve benzer deneylerde deneklerin davranışları itaat kavramı çerçevesinde tartışılabilecek pasif bir davranıştan değil, aktif katılım anlamına gelen bağlı takipçilikten kaynaklandığını gösterir. [26]

Yayımlanmamış notlarında Milgram’ın da deneklerin davranışlarını “itaat” yerine “işbirliği” olarak nitelendirmeyi düşündüğünü ve bilimsel alanın yarattığı meşruluğun denekler bakımından önemine dikkat çektiklerini vurgulayan Haslam ve Richer’e göre, deneylerdeki öğreticilerin istenen davranışları gerçekleştirirken asıl motivasyonları araştırmanın bilimsel sonuçlarına katkıda bulunmaktır[27]. Bu nedenle, denekler emir cümlelerine direnç gösterirken bilimsel gereksinimler nedeniyle çalışmaya katkı sunmaya davet edildiklerinde bilim insanlarının amaçlarıyla özdeşleşmekte ve istenen davranışı en çok “Deney devam etmenizi gerektiriyor.” şeklindeki teşvik sözünün ardından gerçekleştirmektedirler. Öğretici konumda olan denekler, araştırmacıyı kendilerinin de içinde yer aldığı bir grup üyesi olarak gördüklerinde liderliği kabul etmekte, söylenen teşvik ifadeleri eylem için anlamlı bir kaynak haline gelebilmektedir. Araştırmacının yokluğunda ya da öğrenci ile aynı odada bulunulması yahut öğrenci ile tanışıklık halinde eylemlerin yönlendirilememesi grup algısının oluşmamasından kaynaklanmaktadır. [28] Grup mantığı içinde liderle özdeşleşme ise eylemleri körü körüne bir bağlılık ya da adanmışlıktan olarak görülmesine engel olmakta, grup üyeliği eylemlerin soylu bir amaçla yahut grubun sahip olduğu kabul edilen erdemle açıklanmasını sağlamaktadır. [29]

Toplumsal kimlik teorisine dayalı olarak geliştirdikleri bu yaklaşımı Milgram deneyinin ayrılmaz bir parçası olarak görülen Eichmann davası çerçevesinde de tartışan Haslam ve Richer, Eichmann’ın Yahudi Soykırımındaki rolünün makinanın bir dişlisi olarak görülemeyecek düzeyde olduğu hatırlatarak Eichmann’ın davaya bağlılığının gerektiğinde üstü Himmler ile tartışmasını sağlayacak boyutta olduğunun altını çizerler. [30]Arendt’in de eserinde vurguladığı gibi, Macaristan’daki Yahudilerin sürgün edilmesi sırasında Himmler tereddüt edince Eichmann ona karşı çıkmıştır. [31]

Arendt’in Eichmann yargılamasında vurguladığı noktalardan biri, toplumsal kimlik teorisi bakımından ayrıca önemlidir. Arendt’e göre:

“Sonunda sanığa ‘boş laflar’ ettiğini söylediklerinde, hâkimler şüphesiz çok haklıydılar; ama bu boş lafların sahte olduğunu, sanığın çirkin ve aslında hiç de boş olmayan diğer düşüncelerini bu yolla saklamaya çalıştığını düşünürken yanılıyorlardı. Kötü hafızasına rağmen, Eichmann’ın kendisi için önemli olayları her defasında kelimesi kelimesine aynı beylik laflarla ve kendi uydurduğu klişelerle … anlatmasındaki dikkat çekici tutarlılık bu varsayımı çürütüyordu. … Eichmann’ı dinledikçe, konuşma konusundaki yetersizliğinin düşünme, daha doğrusu başkalarının bakış açısına göre düşünme konusundaki yetersizliğiyle yakından ilişkili olduğunu daha iyi anlıyordunuz. Eichmann’la iletişim kurmanın imkânsız olmasının nedeni yalan söylemesi değil, kelimelere ve başkalarına karşı ve buna bağlı olarak gerçekliğe karşı en güvenilir zırhla sarılmış olmasıydı”[32]

Eichmann’ın suçlarını itiraf etme konusunda hayret verici oranda istekli davranmasının nedeni, suç bakımından kendini sorumlu görmemesi değil, Üçüncü Reich’ın genel ve genel kabul gören atmosferinin sebep olduğu meşruluk hissidir. Eichmann mahkemenin kendisinden ne beklediğini bu nedenle anlamaz: “Tabii ki” Yahudilerin yok edilmesinde rol oynamıştır; ısrarla “Ne itiraf edeyim?” diye sormasının nedeni budur. [33]

Araç Değil Fail

Nazi döneminde gerçekleşen katliamlara ortak olan kişilerin savunmaları her ne kadar sadece emirlere uymak olsa da gerçekliğin bundan oldukça farklı olduğu biyografik araştırmalar ve tanıklıklarla ortaya konmuştur. Nazi rejiminin gücü ve işlenen suçların ölçeği, emir komuta zincirinin gücünden ve insanların emre itaat ederken kendilerini sorumluluktan azade görmesinden değil, Nazi davasına ve liderine bağlılıklarından kaynaklanmaktadır.

Arendt’in kötülüğün sıradanlığı konusundaki kavramsallaştırması kitlesel katliamlar ve yaygın şiddet uygulamalarının insan doğasını kötücüllüğü gibi özcü görüşleri çağrıştırsa da kavramın bu yorumu ancak eserin yüzeysel bir okumasıyla yetinildiğinde iddia edilebilir niteliktedir. Üstelik Arendt’in saptaması için açık bir bulgu olarak sunulan Milgram deneyi üzerine yapılan yeni araştırma ve incelemeler, otoritenin takip edilmesinde kişinin araçsallaşmasından bahsedilemeyeceğini, emrin itaatten çok direnç doğurduğunu ve otoritenin meşruluğunun ortak bir ideale bağlılıkla ortaya çıkan bir grup içi liderlikte açıklanabileceğini ortaya koymaktadır.

Modern toplumda kamu güvenliği sağlamak için devletin meşru şiddet gücünü uygulama gücüne sahip kamu görevlilerinin yasal sınırları aşan eylemleri açısından düşünüldüğünde tüm bu bulgular özellikle polis alt kültürü çerçevesinde yapılan sosyolojik açıklamalarla uyumludur. Polis teşkilatında gücün aşırı ve kötü kullanımını besleyen kültürel alan yasal ve ahlaki sınırların aşılmasını destekleyip meşrulaştırdığı gibi, polisin işlem ve eylemlerinden sorumlu görülmediği bir cezasızlık mantığını da üretmektedir. Ancak bu kültür asıl olarak siyasi iktidarla ilişki içerisinde belirlenmekte; sadece şiddetin yasal sınırları değil, şiddeti meşrulaştırabilecek hukuk dışı değerler de polis uygulamalarının değerlendirilmesi yoluyla bu kültüre dahil edilmektedir.[34] Bu açıdan düşünüldüğünde yasalar çerçevesinde eylemlerinden kişisel olarak sorumlu kabul edilen polislerin cezasız bırakılması ya da insan hakları ihlalleri nedeniyle ödenen tazminatların yasal imkanlara rağmen bu kişilere rücu ettirilmemesi kamu görevlilerinin yasa ve ahlak dışı eylemlere yönlendirilmesinde çok daha tesirlidir.

Polis uygulamaları iktidarın tutum ve değerlerinin bir yansımasıdır.[35] Ancak bu polisin pasif bir konuma itilmesinden çok aktif katılım sağlaması için ortak değerler çerçevesinde işbirliğine yönlendirilmesi sonucunda ortaya çıkar. Kötülüğün sıradanlaşmasını sağlayan süreç ortak ve “ulvi” değerlere hizmet etmenin verdiği meşruluk gücüdür. Başta polisler olmak üzere bütün kamu görevlilerinin yasal sınırları kolaylıkla aşmalarına neden olan eylemlerinin meşruiyetini hukuk yerine grup kültürü içinde özdeşleştikleri siyasal iktidara dayandırabilmelerinden kaynaklanır. Kamu görevlilerine ihtiyaçları doğrultusunda topluma hizmet etmek yerine devleti vatandaştan koruyarak kamu düzenini sağlama işlevi yükleyen siyasal iktidarların hukuk devletinin gereği olan hesap verilebilirlik süreçlerini tıkamasının asıl nedeni de özdeşleşme çerçevesinde ortaya çıkan işbirliğidir.

Tüm bu değerlendirmeler ışığında düşünüldüğünde son dönemde Türkiye’de artan polis şiddetine rağmen[36] siyasi iktidarın polis teşkilatının görevini istikrar ve güven ortamının sağlanması olarak nitelemeye devam etmesi ve bu görevi ifa ederken kullanılan gücün dayanağını hukuk yerine “vatan sevgisi ile yoğrulan yüksek vazife şuuru” olarak açıklanması oldukça çarpıcıdır.[37] Siyasi iktidarın kurduğu bu söylem alanı hukuk dışı uygulamalara direnen vatandaşların “vatan haini” olarak nitelendirilmesine ve suçlanan kamu görevlilerinin eylemlerini, adi suçlar bakımından dahi, “vatan sevgisi” ile açıklamasına imkan tanımaktadır. Gezi eylemlerinde çok sayıda vatandaşın hayatını kaybetmesine neden olan polis şiddeti verilen talimatla meşrulaştırıldığı gibi, eylemler sırasında yasal sınırları aşan uygulamaların yürütücüsü olan Çevik Kuvvet mensupları soruşturulmak yerine ikramiyeyle ödüllendirilmiştir. [38]

Son yıllarda polis meslek okulu törenlerinde rahatlıkla milliyetçi siyasetin sembollerin kullanılması[39] ve Anayasa ve kanunlara bağlılık yerine “Allah’a, Kuran’a, Peygamberlere, Bayrağa ve Silaha” bağlılık içeren intikam yeminleri içilerek, yasaya aykırı bir şekilde, göreve başlanılması Türkiye’de kolluk kuvvetlerinin grup kültürünün dayandığı mevcut değerleri ve bu değerlerin içselleştirilmesinde eğitimin etkisini göstermiştir.[40] Gelinen noktada polise gösterilen direncin “Cumhurbaşkanına hakaret suçu” olarak soruşturma konusu yapılabildiği düşünüldüğünde ise grup mantığı içinde özdeşleşme kurulan liderin kim olduğu ve özdeşleşmenin ulaştığı boyut açıktır.[41]

Ne yazık ki, son derece görünür olsa da bu özdeşleşme, kamu görevlilerinin sorumluluğu açısından tartışılmamakta, otoriter uygulamalarla birlikte artan hukuk dışı eylemler bakımından tartışma siyasal iktidara odaklanmaktadır. Oysa siyasal iktidarın desteği ve yönlendirmesi yasal sınırların aşılmasında belirleyici olsa da bu yaklaşım kamu görevlilerini sürecin basit bir aracından ibaret görme eğilimi içerir ve işbirliği üreten cezasızlık kültürünü besleme potansiyeline sahiptir. Bu nedenle, yasal sınırları aşan, aşırı ve kötü güç kullanımı içeren eylemlerin özdeşleşme ve katılım çerçevesinde anlaşılması, görünmez hale getirilmeye çalışılan polislerin “kişisel sorumluluğu” ve işbirliğinin ısrarla vurgulanması gereklidir. Aksi takdirde, eylemlere ilişkin hesap verilebilirlik mekanizmalarının gerektiği şekilde çalıştırılabilmesi mümkün olmayacağı gibi, eylemlerden sorumlu kamu görevlilerine itaat savunması yapma imkanı tanınacaktır. Arendt’in tespitini bu noktada yeniden hatırlatmak faydalıdır: “Herkesin suçlu görüldüğü yerde kimse yargılanamaz”.[42]


DİPNOTLAR

[1] Anneke Osse, Polislik Faaliyetlerini Anlamak: İnsan Hakları Savunucuları İçin Bir Kaynak, Tuğba Andaç ve diğerleri (çev.), Af Örgütü, 2007, s. 95-96.

[2] Stanley Milgram,Obedience to Authority: An Experimental View, Harpers and Row Publishers, 1974, s. 6.

[3] Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı: Adolf Eichmann Kudüs’te, Özge Çelik (çev.), Metis Yayınları, 2012, s. 281.

[4] Nürnberg Uluslararası Askeri Ceza Mahkemesinin tüzüğünde yer alan uluslararası hukuk ilkelerine göre, uluslararası hukuka göre suç kabul edilen bir eyleme karşı ulusal hukukun bir ceza öngörmemesi ya da bir kişinin üstünün ya da hükümetinin emrine uyması, ahlaki seçim her zaman bir olanak olduğundan, uluslararası hukuk önünde sorumluluğu ortadan kaldırmaz. Belirtilen ilkeler, Nürnberg Askeri Mahkemesi Statüsünün ikinci ve dördüncü ilkeleridir. Uluslararası Hukuk Komisyonunun 1950’de konuyla ilgili hazırladığı raporda bu ilkeler somutlaştırılarak uluslararası hukukun bir parçası haline getirilmiştir. Bkz. Yearbook of the Intenational Law Commission, 1950, Vol. II, ss. 374-378.

[5] Arendt, s. 279-280.

[6] Arendt, s. 253.

[7] Arendt, s.252.

[8] Adalet dendiğinde akla gelen ilk grup olan yargıçların dahi II. Dünya Savaşı sonrasında verdikleri kararlar nedeniyle adli soruşturma ile karşılaşmamışlardır. F. Ceren Akçabay, “Karanlığa Aralanan Bir Kapı: Weimar Cumhuriyeti Yargısı”, Düşmanı yargılamak, Ozan Değer (ed.), Zoe Yayıncılık, 2020, s. 126-162.

[9] Arendt, s. 292.

[10] Arendt, s. 293-294

[11] Hannah Arendt, “Organized Guilt and Universal Responsibility”, s. 204-213.

III-004-organizedGuilt.pdf erişimi için tıklayın

[12] Hannah Arendt, “Diktatörlük Dönemlerinde Kişisel Sorumluluk”, Kamu Vicdanına Çağrı Sivil İtaatsizlik, H. Arendt ve diğerleri, Yakup Coşar (çev.), Ayrıntı Yayınları, 2013, s. 192-193.

[13] Arendt, s. 114.

[14] Arendt, s. 51-52

[15] Milgram, s. 178.

[16] Milgram, s. 5-6.

[17] Milgram, s.11, 13-22.

[18] Ülker Yükselbaba, Milgram Deneyi: Otorite ve İtaate Dair, İÜHFM, C. LXXV, S.1, 2017, s. 227-270.

[19] Milgram, s. 6, 21-23 ve 31-35.

[20] Milgram’ın çalışmasına dair en sık dile getirilen eleştiri deneye katılan kişilerin karşılarındaki kişiye gerçekten elektrik şoku verdiklerine inanmadıkları saptamasından yola çıkar. Bu saptama bakımından en önemli gerekçe ise deneyin Yale Üniversitesi gibi prestijli bir kurumda yapılması ve böyle bir kurumda işkence benzeri uygulamaların onaylanmasının mümkün olmayacağı kanısının denekler tarafından taşınmasının muhtemel oluşudur. Ancak bu eleştiri, kesin verilere dayanmadığı gibi deneklerin şok uygulamasının gerçekleşmediğinden emin olma ihtimalleri de yoktur. Tanımadıkları bir kişiye elektrik şoku uygulamamaları için böyle bir şüphenin varlığı dahi yeterli olmalıdır. Bkz. Nestar Russell, Robert Gregory, “Are Milgram’s Obedience Studies Internallly Vadlid? Critique and Counter-Critique”, Open Journal of Social Sciences, 2021, 9, s. 65-93.

[21] S. Alexander Haslam, Steohen D. Reicher, Megan E. Birney, “Questioning Authority: New Perspectives on Milgram’s ‘Obedience’ Research and its Implications for Intergroup Relations”, Current Opinion in Psychology, 2016, 11, s. 6-9. Türkçesi için bkz. “Otoriteyi Sorgulamak: Milgram’ın İtaat Araştırmasına İlişkin Yeni Bakış Açıları ve Bunların Gruplararası Etkileşim İçin Sonuçları”, https://www.ontodergisi.com/sayilar/ceviri-otoriteyi-sorgulamak-milgramin-itaat-arastirmasina-iliskin-yeni-bakis-acilari-ve-bunlarin-gruplararasi-etkilesim-icin-sonuclari

[22] Richard A. Griggs, “Milgram’s Obedience Study: A Contentious Classic Reinterpreted, Teaching of Psychology, 2017, s. 1-6.

[23] Deney katılımcı olan eğitmenlerin 150 voltluk elektrik şokunu uygulamaları halinde deneyin durdurulmasıdır. 150 voltluk sınır öğrencilerin yalvarmaya başladıkları acı eşiği olduğu için belirlenmiş, bu sınırı geçenlerin şok uygulamasına devam edileceği öngörülmüştür. Griggs, s. 1-6.

[24] Griggs, s. 1-6.

[25] Stephen Gibson, “Milgram’s Obedience Experiments: A Rhetorical Analysis”, British Journal of Social Psychology, 2013, 52, 290-309.

[26] Haslam, Reicher, Birney, s. 6-9.

[27] S. Alexander Haslam, Stephen D. Reicher, “50 Years of ‘Obedience to Authority’: From Blind Conformity to Engaged Followership”, Annual Review of Law and Social Science, 13, 2017,

[28] Haslam, Reicher, Birney, s. 6-9.s. 59-78.

[29] Üstelik bu meşrulaştırma süreci sadece Milgram deneyindeki öğreticiler bakımından geçerli olmayıp aynı zamanda Milgram deneyinin yeni yorumlarını ısrarla göz ardı ederek itaat açıklamasını benimseyen bilim insanları bakımından da geçerlidir. Haslam, Reicher, “50 years of…”

[30] Haslam, Reicher, s. 66.

[31] Arendt, s. 151-152.

[32] Arendt, s. 59.

[33] Arendt, s. 63.

[34] Boran Ali Mercan, Polislik Sosyolojisinin Eleştirisine Doğru: Hukuk, Şiddet ve Egemenlik. Mülkiye Dergisi, 45 (2), 2021,s. 367-387.

[35] Osse, s. 113.

[36] Baran Tursun Vakfı’nın kayıtlarına göre 2007-2020 yılları arasında sadece dur ihtarına uymadığı gerekçesi ile polis tarafından öldürülen kişilerin sayısı 403’e ulaşmıştır. Orantısız güç kullanımı sonucu yaşamını yitiren kişilerin sayısındaki bu artışa rağmen idari makamlar bu eylemlere sessiz kalmakta ve yargı organı ise sorumluları cezalandırmaktan kaçınmaktadır. Bkz. 24 Mayıs 2020 tarihli haber, https://www.evrensel.net/haber/405486/dur-ihtarina-uymadi-iddiasiyla-olenlerin-sayisi-403e-cikti

[37] 9 Nisan 2021 tarihli haber, https://www.trthaber.com/haber/gundem/cumhurbaskani-erdogandan-turk-polis-teskilati-mesaji-571606.html

[38] 28 Haziran 2008 tarihli haber, https://www.milliyet.com.tr/gundem/gezi-olaylarinda-polise-verilecek-ikramiye-belli-oldu-1729195

[39]17 Ekim 2021 tarihli haber, https://tele1.com.tr/polislerin-bozkurt-isaretli-toreni-tartisma-yaratti-489037/

[40]7 Nisan 2021 tarihli haber, https://www.birgun.net/haber/kadin-polislerden-intikam-yemini-intikam-daim-olsun-154426

[41] 11 Ekim 2021 tarihli haber, https://haber.sol.org.tr/haber/erdogana-siginip-polis-uniformasiyla-halki-ezemezsiniz-diyen-gence-hapis-talebi-315643

[42] Arendt, “Organized Guilt and Universal Responsibility”, s. 208.