Türkiye, sert bir kışın eşiğinde. Sadece ekonomik durgunluğun daralmaya dönmesi ve işsizliğin hızla artması nedeniyle değil, ayrıca Türkiye’nin egemenlerinin ardına dizildiği kriz yönetim tekniklerinin sorunu yönetmek ya da ötelemek konusunda yetersiz kalması nedeniyle de.
Türkiye ekonomisinin krizi küresel Güney ülkelerinden farklı bir patikada seyretmiyor. Ancak 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında devlet desteğiyle gerçekleşen kredi genişlemesinin sağladığı manevra alanının aynı zamanda ekonomik sorunları ağırlaştırdığının görüldüğü bugünlerde Türkiye’nin krizi benzer ülkelerdeki çalkantıların daha ötesine geçmiş görünüyor.
Krize yönelik müdahale esasen iç talebi bastırarak devletin müdahale kapasitesini artırmayı hedeflediği için, küresel finansal koşulların değişmemesi durumunda 2019 yılı beklenenden derin bir daralmaya sahne olabilir.
Üstelik Türkiye’nin krizi sadece ekonomik göstergelerden takip edilebilen bir kur krizi ya da iflaslar zincirinden ibaret değil. Otoriterliğin fiili durum yaratma ve fiili uygulamaları baskıyla meşrulaştırması hukuk devletini anımsatacak uygulamaları da silip süpürüyor. Otoriter başkanlık rejimi henüz parlamentonun ve yerel yönetimlerin işlevsizleştirilmesi bağlamında yeterince kavranamamış olsa da, Türkiye siyasetinin bir parti siyaseti olduğu klişesini sarsacak şekilde kitle partilerinin altı hızla oyuluyor. Siyasal ve hukuki kriz ortamını, yeninin tekrar/baştan tahayyülü ve yeniyi doğuracak toplumsal güçlerin toparlanmasını göremediğimiz bir umutsuzluk hissi tamamlıyor.
Bu koşullar altında umutsuzluğun felç edici etkilerini bertaraf etmek, krizi tartışmak ve birbirimizden güç almaktan geçiyor.
Neoliberal devletin parasalcılık, şirket refahı, çalışma refahı, borç refahı gibi temel stratejileri yerli yerinde olsa da bu düzlemin korunması için alınan önlemlerin işlememesi, Türkiye’nin savrulduğu krizin derinleşerek ve çatallanarak devam etmesi ihtimali bulunuyor. Kredi mekanizmasıyla hem devletin kitleleri finansal disipline tabi kılması hem de devletin kendisinin finansal disiplin uyarınca politika ve strateji üretmesi açıkça gözlemlenebilir. Ancak krizin yönetilmesi ve atlatılmasını verili bir olguymuş gibi kabul etmemek gerekiyor. Kapitalist devlet sermaye birikiminin dinamiklerinin biçimlendirdiği birbirleriyle çelişen ve kısa erimli mücadelelerin (sınıf mücadelelerinin) vuku bulduğu bir ilişkiler ağı ve alanı olarak siyaseti kapatabilecek, mücadeleyi kestirilebilir sonuçlara yönlendirecek bir kapasiteye sahip değil. Siyaset ve mücadele her daim açık uçlu bir nitelik taşıdığı için krizin bütün boyutlarıyla tartışılması yönlü her uğraş, görünür çaresizlik perdesinin yırtılması, pompalanan umutsuzluk sisinin dağıtılması bağlamında da önem taşıyor.
Bu sayımızda Ali Rıza Güngen’in editörlüğünde hazırlanan “Kriz” dosyamız, söz konusu amaç üzerinden krizi farklı yönleriyle ele alan değerlendirmeleri barındırıyor. Dosyamızın soruşturma bölümünde Galip Yalman, Melda Yaman ve Ümit Akçay kriz değerlendirmelerini ve Türkiye ile ilgili öngörülerini paylaşıyorlar. Fuat Ercan hem sermayenin kriz eğilimlerini anlatıyor, hem de yaygın kriz anlayışlarını eleştirerek bir yeniden düşünüşün zeminini sunuyor.
Krizin imgelediği engebeli yolda şiddetli yıkım ve hak mücadeleleri birbirlerine geçiyor. Özlem Albayrak Türkiye’de AKP’nin ve hakim iktisat paradigmasının krize dair öngördüğü müdahalenin yaratabileceği yıkımı karşılaştırmalı bir şekilde açıklıyor. Özgür Müftüoğlu, Türkiye’nin krizler tarihinde toplumsal muhalefetin tepkilerini hatırlatıyor. Nail Dertli sosyal yardımların dağıtımına ve bu alandaki dönüşüme odaklanıyor. Türkiye’de AKP’nin yerleştirdiği sosyal yardım kalıbı ve bunun işçileşme ile ilişkisini tartışıyor.
Kriz sırasında borçlandırma aracılığıyla disipline etme ve tüketici olarak konumlandırılan vatandaşla “içerme” ve “tabi kılma” zemininde kurulan ilişkinin sürdürülebilirliği bir tartışma konusu. Berkay Kabalay neoliberalizmin kriz eğilimlerini bir yönetim tekniği olarak borçlandırma üzerinden açıklıyor. Aynı hat üzerinde inşaat sektöründeki düzenlemelere odaklanan Özlem Çelik kriz sürecindeki kampanyaları inceliyor.
Neoliberal dönemde hukuk devletinin gözden düşüşünü ve hukuk anlayışının değişimini Ceren Akçabay irdeliyor. Yalçın Göymen ise kapitalist ütopya karşısında devrimci siyaset imkanlarını tartışıyor ve çıkış yollarına kapı aralıyor. Dosya kapsamında İlayda Çakır’ın çevirisiyle sunduğumuz Ian Bruff’ın makalesi de tartışmayı, devleti güçlendirirken bir yandan da zayıflatan neoliberal otoriterliği aşma imkanlarına uzatıyor.
Sayımızda ayrıca Barış Yıldırım’ın Yavuz Bingöl’ün “sanatçı kişiliği”ne dair incelemesi ve Onur Bütün’ün geçtiğimiz yıl içerisinde Ayrıntı Yayınları tarafından çevirisi yayınlanan Lars T. Lih’in Lenin’i Yeniden Keşfetmek başlıklı önemli çalışmasına dair incelemesi yer alıyor.
Bir sonraki sayımızdaki dosya konumuz “Kamu” olacak katkı ve eleştirilerinizi eksik etmeyin. Keyifli okumalar…